Nisan 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Ortaya çıkan her bulgu, Boston saldırısının ABD’deki iç çarpışmanın bir yansıması olduğunu gösteriyor: Büyük Ortadoğu’da yangın çıkarmak isteyen Amerika ile kabuğuna çekilmek isteyen Amerika kılıçları çekmiş durumda...
Silah tekellerinden sinema endüstrisine,finans çevrelerinden petrol tekellerine,CIA’dan Pentagon’a tüm Amerika kıran kırana bir savaşın içinde: “Amerikan hegemonyası ancak savaşla sürdürülür” diyenler bir yanda, “önce içeride toparlanalım” diyenler diğer yanda...

Washington Suriye’de düğümlendi!

Çarpışma ağırlıklı olarak Suriye konusunda yaşanıyor.
Amerikan devlet aygıtının bir bölümü Suriye konusunda aktif bir sürecin başlatılmasını istiyor; kimyasal yalanlara sarılanlar, SUKO’ya silah verilmesine uğraşanlar, Ürdün’den “koridor” açılmasını isteyenler bu cephede...
Beyaz Saray ise Suriye’ye bir müdahaleye kesinlikle karşı çıkıyor. Obama’nın ulusal güvenlik ekibi, Suriye’de yeni bir savaşın Amerikan çöküşünü hızlandıracağını düşünüyor.

ABD ve Rusya Cenevre’de mutabık!

Suriye konusundaki son gelişmeler bu saflaşmayı netleştiriyor:
1. Lübnan’da yayımlanan El-Ahbar gazetesinin diplomatik kaynaklara dayandırdığı habere göre, ABD 3 Nisan tarihli BM Güvenlik Konseyi toplantısında Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere’ye “Cenevre bildirisi çerçevesinde bir çözüm istediğini” açıkladı.
El-Ahbar’a göre Fransa bu açıklama nedeniyle büyük şaşkınlık yaşadı. Zira ABD “muhaliflerle Şam yönetiminin diyalogunun kaçınılmaz olduğunu” ve bunu “öncelikli çözüm yolu” olarak gördüğünü açıkladı. ABD, Şam ile muhalefetin Cenevre bildirisi temelinde diyalog başlatması gerektiğini de savundu.
El-Ahbar’a göre ABD muhaliflerin, Rusya da Beşar Esad’ın “Cenevre bildirisinin tüm maddelerini uygulamayı kabul edeceğini” garanti etti.
Daha ilginci ise Amerikan temsilcisinin İngiliz ve Fransız muhataplarına “Suriyeli muhalifler bundan sonra tek bir ülkeden emir alacak, o da Amerika’dır” dediği iddiasıydı.

Yeni bir örgüt arayışı!

2. SUKO liderlerden Kemal Lebvani’ye göre batılı ülkeler, “silahlı gruplarla daha yakın ilişkide olacak” yeni bir Suriyeli muhalif örgüt kurmak istiyor.
El Arabiya televizyonuna konuşan Lebvani,Muaz El Hatip’in istifasının SUKO’nun rolünün sona erdiği anlamına geldiğini savundu.
3. SUKO’nun istifa eden başkanı Muaz El Hatip, AB Dışişleri Bakanları’nın Brüksel’de gündeme getirdiği “muhaliflerden petrol alınması” planına karşı olduğunu, bunun ulusal servetin yağmalanması demek olacağını belirtti.
El Hatip’e göre AB’nin bu planı, muhalif gruplar arasında ihtilaf yaratır.

Cumhuriyetçi senatörün U dönüşü!

4. Obama yönetiminin Suriye politikasına eleştirileriyle bilinen Cumhuriyetçi Senatör John McCain, ABD askerlerinin Suriye’ye gönderilmesinin bu dönemde yapılabilecek en büyük hata olacağını savundu.
McCain, Suriye’ye birlik gönderilmesinin Ortadoğu’daki Amerikan aleyhtarlığını körükleyeceğini belirtti.
McCain gibi İngiltere Genelkurmay Başkanı David Richards da, Suriye’ye yönelik bir askeri saldırı olasılığına itiraz etti. İngiltere Başbakanı David Cameron’u uyaran Richards, “dikkatli bir politika izlenmesi gerektiğini” savundu.

İnsaf be yahuuuu! - Özdemir İnce
22 Nisan 2013 tarihli Sözcü gazetesi ondan fazla Kürt asıllı Türk siyasetçisinin fotoğrafını yayınlamış ve üzerine şöyle bir manşet atmış:
“Bu ülkede Kürt sorunu değil, PKK sorunu olduğunun ispatıdır. Meclis’te 150’ye yakın Kürt vekil var. Bu ülkede Kürtlerden cumhurbaşkanı da, iş adamı da, sanatçı da çıktı!”
Sözcü’nün yayınladığı fotoğraflar: İsmet İnönü, Turgut Özal, eski başbakanlardan Ferit Melen, Tarım Bakanı Mehdi Eker, Bülent Arınç, Zafer Çağlayan, Mehmet Şimşek, Cüneyt Zapsu... Sonra şarkıcı ve türkücü adları, sinemacılar. İş adamları. Sadece sayısı kalabalık gansterler ve kabadayılar eksik.
Gazetenin verdiği bilgiye göre günümüz TBMM’de AKP sıralarında 70, CHP’de 35, MHP’de 8, BDP’de 25 adet Kürt asıllı milletvekili varmış. 25 kişilik AKP kabinesinin 9 bakanı Kürt asıllı imiş.

Değirmende yoğurt öğütmek!


Bu memlekette bir yığın “teneke” şöhret vardır. Özellikle de basıncılık mesleğinde. Adları usta, üstad ve kıdemli anlamına gelen “Duayen” (doyen)’e çıkmıştır ama kendileri ancak bir “muayen”dir. (moyen) Yani sıradandırlar. Eskiden bunlara Bâb-ı Âli’de “Şöhret-i Kâzibe” (yalancı şöhret) denirdi.
Akil Adamcılar Ege Bölge Heyeti Başkanı Tarhan Erdem, “Kardeşsek, aynı haklara sahip olacağız, aynı imkâna, aynı eğitime, aynı yönetime katılma hakkına sahip olacağız. Çözüm süreci bunu temin etmekten ibarettir” demiş. Bu müthiş (!) cümleyi söylerken yanında olmadığım için “demiş” diyorum. Demiştir!
Kürtler, Tarhan Erdem’in sözünü ettiği haklardan Kürt oldukları için mi yoksunlar ki Tarhan Erdem böyle konuşmuş. O cümle bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla ilgili olmak zorunda.Kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde ne yazık ki vatandaşlar arasında eşitlik söz konusu değildir ve bu eşitsizliği bizzat kapitalizm yaratır.
Aynı Tarhan Erdem 22 Nisan 2013 tarihli Radikal gazetesinde Akil Adamcılık’a yaraşır şeyler yazıyor. (“Adam” sadece “erkek” anlamına gelmez, kadını ve erkeği de içerir. İnsan’ın eş anlamlısıdır.)
Bir vakitler Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet eden Kürt asıllı senatör Sırrı Atalay, Sözcü gazetesinin anlatmak istediği şeyi söylemiş. Galiba “Bu memlekette Kürtler her şey olabiliyor” demiş.
Bunun üzerine ezelden beri hak ve adalet savaşçısı olan Tarhan Erdem, Sırrı Atalay’a “Sırrı Bey, Kürt olduğu için senatör seçilmedi ki Türk olarak seçildi ve bir türlü de Kürt olamadı” deyivermiş.Tarhan Erdem bu, Sırrı Atalay’a böyle bir şey söyledi mi söylemedi mi bunun hiç önemi yok. Şimdi yazması önemli!
Bu cümle gösteriyor ki Tarhan Erdem’in Türklük’ten, Kürtlük’ten hiç mi hiç haberi yok. Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kamu hizmeti görecek olanların (memur, asker, polis, milletvekili, vb.) “Türk” yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması zorunludur. Başka bir ülkenin uyruğunda olan kimseler Türkiye’de kamu hizmeti göremezler. (Çift vatandaş olanların durumu hakkında bilgim yok!).
Yasalar “Türk Irkı”ndan olanlar demiyor. Demediğine göre T.C. nüfus kağıdına sahip olan herkes kamu hizmetinde görev alabilir. Hıristiyan azınlıktan olan T.C. vatandaşlarının bazı kamu hizmetlerinden görev alamamaları Cumhuriyet’i yönetenlerin en büyük ayıbıdır. O başka!
Ama başka olmayan bir şey var ki o da şu: Kürt asıllı Sırrı Atalay, “Kürt olarak” ancak bir Kürt devletinin senatörü olabilirdi. Türkiye Cumhuriyeti Senatosu’na da ancak bir Türk olarak girebilirdi.Resmi Türklük ya da Kürtlük, kafa kağıdı ve pasaportla ilgilidir.
Yıllar önce Sofya’da kadim dostum ve kardeşim, dönemin Bulgar Yazarlar Birliği başkanı şair Lubomir Levçev’e,Hasan Karahüseyinov, Naci Ferhadov ve Fehim Hüseyinov’u kastederek “Türk şairleri gördün mü?” diye sormuştum. O da “Şu anda Sofya’da senden başka Türk şair yok!” demişti.

Anladikos bre more!


Kendilerini Türk saymayanlar!

Kafkas Kültür Dernekleri Başkanı Oğuz Berk, 23 Nisan 2013 tarihli Yeni Şafak’ta “Ben Türk değilim. Annem de Çerkes, babam da Çerkes, dedemin nüfus cüzdanı da Çerkes... Ne yapayım, Allah beni Türk yaratmadı yani istesem de değiştiremiyorum. Allah aciz değil, isteseydi beni Türk yaratırdı” diyor.
Kendisinin de dediği gibi Oğuz Berk’in kafası karışık: Dedesinin nasıl Çerkes nüfus kağıdına sahip olduğunu anlamak mümkün değil. Bir Çerkes devleti mi vermiş o kimliği dedesine? Nerede o Çerkes devleti?
Çerkeslik Kafkas halkları için bir üst kimlik olarak kullanılır ve bu üst kimlik altında birçok etnos yer alır. Bunlardan hangisine mensup Oğuz Berk?
Diyelim ki Çeçen! Çeçen olduğu ne malum? Milyonlarca yıllık insanlık tarihinde Türk gerçekten Türk mü, Kürt gerçekten Kürt mü, Fars gerçekten Fars mı, Bulgar gerçekten Bulgar mı? Bilimsel olarak, Türklük, Kürtlük, Çerkeslik, Bulgarlık, Farslık bir varsayımdır, sanaldır?
Bir zamanlar Urfa’da, Antakya’da,Kudüs’te Haçlı Seferleri artığı Hıristiyan devletler vardı? Bunların Hıristiyan halkları ne oldu? Yeniçeri kökenli ailelere ne oldu? Haçlı seferleriyle gelen yoksul Franklar, Cermenler, Normanlar, Brötonlar, Saksonlara ne oldu, hepsi geri mi döndü? Anadolu’nun yerli halkları atomlarına mı ayrıldı?
Bilim adamlarına göre Oğuz Berk’in sözleri varsayımsal bir iddia. Kökenin ne olduğunu kanıtlaması için bir gen raporu getirmesi gerek.
Artık bilime göre ırk diye bir şey yok. Irkların tamamı sahte! Bana inanmayan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan “İnsanın En Güzel Tarihi”ni (Eylül 2000, s.43) okur. Artık bilim alanında “Irk” sözcüğü kullanılmıyor. Bunun yerine sanal “etnos” kullanılıyor ki bu sözcük kültür alanıyla sınırlı.
Genetik olarak ırk ve soy yok. Herkes Osmanlı sülalesi kadar melez! Sanal Türk olmak istemeyen ya kendi devletine gider ya da kendi devletini kurar!

“Türbanla üniversiteye gireceğiz” dediler, girdiler...
“Tesettürlü doktor olacağız” dediler, oldular...
“Baş örtüsüyle avukatlık yapacağız” dediler, yaptılar...
“Kapanarak ders vereceğiz” dediler, verdiler...
Duydunuz mu bilmiyorum; İstanbul‘un Arnavutköy‘deki Mehmet Akif Ersoy Lisesi’nde derslere kara çarşafla bile girdiler... İlçe Milli Eğitim Müdürü olan zat da bu durumu fotoğrafla tespit eden öğrencileri ve öğretmenleri, “Kendinizi Silivri’de bulursunuz” diye tehdit etti...
Yetmedi, sakalla çıktılar öğrencilerinin karşısına...
Hiç kuşkunuz olmasın; yakında fes ve sarık var!
Tüm bunları yaparken, “Kimse kimsenin yaşam tarzına müdahale edemez. Vatandaşımızın yaşam biçimi, bizim teminatımız altında” diye nutuk attılar!
Saf ve hatta aptal bazı liboşlarımız da bunlara destek verdi:
“Kılık kıyafet dayatması insan haklarına aykırıdır!”

‘Topuz enseden!’

Mevzi kazandıkça hedef büyüttüler...
Artık istedikleri yere istedikleri gibi gitmek kesmiyor onları: Herkesi kendileri gibi olmaya zorluyorlar!
Türk Hava Yolları (THY) yönetimi yeni bir “yasaklar listesi” hazırlamış hostesler için:
Önümüzdeki günlerde yürürlüğe girecek yönetmelikte “kızıl kırmızı ve platin sarısı saç kullanılması” yasaklanacakmış öncelikle...
Sonra, “kırmızı ruj”a gelecekmiş sıra!
Saçlar da “üstten değil, arkadan topuz” yapılacakmış!
Nereden mi çıkmış bu dayatma?
Bazı yolcular şikâyet etmiş de oradan!

Solucanlar kaçtı!

On yıldır söylüyoruz; “Sorun türban sorunu değil, kapanmanın baskıya dönüşmesi sorunu” diye...
Biz yazdıkça liboş arkadaşlar bir kenara çekip, “Bırak istedikleri gibi kapansınlar abi... Bize ne? Kimse kimsenin yaşam tarzına müdahale edemez” diye ayar vermeye çalıştılar...
Böyle bir talebim olmamıştı aslında:
Sadece “türbanın siyasi simge”ye dönüştürülmesineydi tepkim!
Şimdi o liboş arkadaşları arıyorum, bulamıyorum!
Yanlarına gidip, “Ne oldu, hani kimse kimsenin yaşam tarzına müdahale edemezdi” diye sormak...
“Siz karınızın saç ya da ruj rengine karışabiliyor musunuz?” diye dalga geçmek...
“Saçlarını nasıl toplayacakları konusunda söz söylemeye cesaret edebilir misiniz?”i şamar gibi enselerine indirmek...
“Eğer karışamıyorsanız ve bu kadar densizleşemiyorsanız; o zaman bir ‘kamu kuruluşu’nun, namuslarıyla ve onurlarıyla çalışan kabin görevlilerine ‘yaşam tarzı’ dayatmasına neden tepkisiz kalıyorsunuz” diye haykırmak istiyorum.
Ama dedim ya, bulamıyorum hiçbirini...
Çünkü taşlarının altındaki yuvalarına sığındı liboş solucanlar!

Tutacak yer kalmadı!

Gelinen nokta açık sevgili okur:
“Bir-iki yetmez; üç-beş çocuk yapın...”
“Rakı yerine ayran için...”
“Kırmızı ruj sürüp, saçınızı kırmızıya sarıya boyatmayın...”
“Üstten değil, enseden topuz yapın...”
Ve tüm bunları yaparken, bunları sizden isteyenlerin “size yaşam tarzı dayatmadıkları” konusunda kendinizi bir şekilde kandırın!
Ey güzel ülkem seni hâlâ çok seviyorum...
Ama... O kadar çok örümcek üşüştü ki üstüne...
Tutacak yerini bulamıyorum!

Küfür!

Ankara Basın Savcılığı, PKK ile dinciler tarafından hazırlanan ve Atatürk‘e küfürler edilen sekiz videoya internet üzerinden erişimin engellenmesi için Ankara 4. Sulh Ceza Mahkemesi‘ne başvurmuş...
Mahkeme tarihi bir karara imza atarak, başvuruyu reddetmiş!
Yani bu ülkede Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar on binlerce vatandaşı Facebook‘ta kendileri hakkında “olumsuz sözler” içeren mesajları paylaşan vatandaşları mahkemeye verip cezalandırabiliyor...
Ama... Ülkenin kurucusuna sövmek serbest!
“İleri demokrasi” dedikleri, bu olsa gerek...

GÜNÜN SORUSU

Başbakan dün çıkmış demiş ki, “Partimizin üye sayısı 8 milyon 300 bin...” Sorum kendisine:
CHP üyesi hatta yöneticisi olup da partinizde kaydı çıkan yüz binlerce kişi de bu sayıya dâhil mi?

Uyan Türkiye... (49)

Ergenekon tutuklusu Fatih Hilmioğlu, kanser... Ancak mahkeme bu hastalığın cezaevi koşullarında tedavi edilemeyeceğini umursamıyor ve tahliye kararını bir türlü vermiyor!
O tahliye edilmediği için, ölümcül uyku apnesi hastalığına yakalanan Emekli Üsteğmen Avukat Serdar Öztürk de tedaviyi reddediyor. Ve ne acıdır ki; her insanın en temel hakkı olan “tedavi hakkı”nın engellenmesi, devleti yönetenlerin umurunda bile olmuyor!
Biz ise bu konudaki duygularımızı, düşüncelerimizi yazıp, devleti yönetenlere göndermeye devam ediyoruz! Devlet protokol listesine göre bugün sıra yeniden Başbakan Yardımcı Bülent Arınç‘ta...
Sarılın kalemlere ve siz de duygularınızı yazın:

Faks: (0312) 422 13 28
E-posta: bulent.arinc@basbakanlik.gov.tr

Kur’an’a göre helal gıda - Yaşar Nuri Öztürk
Kur’an, helal gıdayı belirlemede üç egemen ilkeyi öne çıkarmaktadır:
1. Gıda, Mâûn ihlalinden arınmış olacak,
2. Gıda doğal olacak,
3. Gıda, yasaklanan yiyeceklerden olmayacak. Örneğin domuz eti…
 Mâûn ihlalinden arınmış olmak, gıdanın, başkalarının hakkına, emek ve gayretine tasallutla elde edilmiş olmaması demektir. Başkalarının emek ve alınterinin ürünü olan değerlere mu-sallat olanların bu yolla elde ettikleri gıdalar, hükmen domuz eti niteliğindedir. Böyle olunca da bu hükmî domuz etlerini yiyenler hükmen domuz sayılırlar. Bunların bu haram gıdaları yemeye başlarken besmele çekmeleri halkı aldatmaktan başka bir işe yaramaz. Bırakın besmeleyi, Mâûn suresi, bunların kıldıkları namazları bile lanet vesilesi olarak tescil ve ilan etmiştir.
Demek ki, gıda, başkalarının hak ve emeği aşırılarak elde edilmişse, özellikle kamu haklarına tasallutla elde edilmişse sadece haram hale gelmekle kalmaz, yiyenleri ve yenmesine bir biçimde kolaylık sağlayanları din inkârcısı, müşrik durumuna düşürür. Böyle bir gıda ile beslenenlerin kıldıkları namazlar onlara Allah’tan bir lanet olarak geri döner.
Gıdanın doğal olmasına gelince, doğal gıdanın tanımı, Kur’an’ın kendine özgü üslûbuyla şöyle verilmiştir: ‘Tanrı’nın elinden çıkan yiyecekler.’ Temel buyruk şudur:
“O'nun ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin! Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemiyorsunuz? Birçokları ilimsiz bir biçimde kendi keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Üzerine Allah'ın adı anılmayan-lardan yemeyin!” (En’am, 118, 119, 121)
 Geleneksel kabule göre, bu buy­ruk, üze­ri­ne Al­lah’ın adı anıl­ma­dan ke­si­len hay­van­la­rın etlerinden ye­me­yi ya­sak­lı­yor. Ayette hayvandan ve etten bahis yoktur. Buyruk, müşriklerin putlara adadıkları hayvanların yenmemesini de içerebilir. Hatta iniş sebebi bu olabilir. Çünkü Kur’an’ın indiği zaman, insanlığın, doğal gıda-doğal olmayan gıda diye bir meselesi yoktu. Ancak, temel tefsir kuralını unutmayalım: “Bir ayetin özel bir sebeple ve özel bir konuda inmiş olması, buyruğun genelliğine engel değildir.” Özgün ifadesiyle, “Sebebin hususiyeti nassın umumiyetine engel değildir.”
O halde, “Üzerine Allah’ın adı anılmamış şeyleri yemeyin” ayetinin esas anlamı, do­ğal ni­te­li­ği­ni kay­bet­miş gı­da­ların ye­nil­me­mesi, özellikle, genleri değiştirilmiş hormonlu gıdaların, örneğin, GDO’lu buğdayların halka yedirilmemesi olacaktır.
Üze­ri­ne Al­lah’ın adı anıl­mak, eş­ya üze­ri­ne Al­lah’ın is­mi­nin oku­nup üfü­rül­me­si de­ğil­dir, ni­met­le­rin Al­lah’ın ya­rat­tı­ğı do­ğal hal­le­riy­le kullanıma sunulmaları demek­tir. Kur’an, bu gıdaları ‘tayyib’ (temiz, leziz, taze) diye anmakta ve beslenmenin, bu niteliği taşıyan yiyeceklerle sağlanması gerektiğine defalarca vurgu yapmaktadır. (2/57, 168, 172; 5/88; 7/160; 8/69; 16/114; 20/81; 23/51)

Merak ediyorum.

Bugünkü Meclis grup toplantısında AKP Genel Başkanı, CHP ve MHP Genel Başkanlarını, bir kez daha Kürt sorununun çözümüne yanaşmamakla suçlayacak mı?

Yine parlamento binasının en büyük grup toplantı salonu olarak kullanılan eski senatonun kürsüsünden muhalefet liderleriyle böylesine yaşamsal bir sorun üzerinde mutabakat sağlamak yerine daha çok, izleyici tribünlerini dolduran yandaşlarının "Ver coşkuyu" beklentilerine mi yanıt verecek?

Ülkemin en eski politikacılarından birisi olarak, edindiğim tecrübe, kangrenleşmiş bir sorunun tedavisinde öncelikle çoğunluk partisi başkanının taşıdığı ağır sorumluluğun gereği olarak, muhataplarının kapılarını çalarak ılımlı görüşmeler yapmasını salık verir.

İktidarında 10 yılı doldurmakla kalmayan Meclis’teki çoğunluğu sayesinde gensoru ya da Meclis soruşturması türünden muhalefet partilerinin denetim önerilerinden kolaylıkla sıyrılabilen Erdoğan; bir tür tek kale futbol oynamanın da avantajı sayesinde, astığı astık bir oligark gibidir.

Benim bildiğim, milletvekilli Meclis çalışmaları dışında, başta seçim bölgesi olmak üzere tüm halkın nabzını dinlemek gibi, hayli ağır bir görevin yükünü taşıyan insandır.

İktidardaki 10 yıl, AKP için gerçi “yönetimde istikrar” gibi bir rahatlık sağlamış olsa da; temsilde adaletten uzak oluşmuş bir parlamentonun kürsüsünden, farklı görüşleri dinlemek mümkün olmamıştır.

Yüzde 10’luk baraj gibi 12 Eylül darbecilerinin seçim sandıklarından sadece 3 partinin adaylarına şans tanıyan bir ambargo yüzünden bugünkü CHP bile 1970’lerdeki “sosyal demokrat; ya da demokratik sol siyaset” konumunu unutarak kendisine tıpkı AKP gibi “kitle partisi” denilmesi karşısında sessiz kalmıştır.

Barajın indirilmesine karşı çıkan bir siyasal parti, bütün farklı renkleri ve marjinal sesleri kendi denetimine alarak adeta 1960 öncesinin vatan cephesine benzer bir görünümü hortlatmak istenmesinin ne kadar yanlış ve tehlikeli olduğunu hesap edemeyen sayın başbakanın, mesela Kürtlerden gelen talepler karşısında da “Gelin benim partime, hem bana başkanlık yolunu açın; hem de sesinizi tehlikesiz ve daha güçlü bir şekilde duyurun” anlamındaki tutumu çözümü değil, çözümsüzlüğü getirir.

Oysa, anamuhalefet partisi genel başkanının Hürriyet muhabiri Okan Konuralp aracılığı ile bir kez daha gündeme getirmiş olduğu “çözüm sürecine 17 öneri” en sağdan en sola kadar siyaset gündemimizin tüm sorunlarının tartışılacağı bir yuvarlak masa buluşmasını hak etmektedir.

Yüzde 10 seçim barajının kaldırılmasını ilk sıraya alan CHP lideri, uzun tutukluluk sürelerinin kaldırılması gibi toplumumuzda kangrenleşmiş olan sıkıntılı bir sorunun sonlandırılması için reçete sunuyor.

Tıpkı Erdoğan gibi kendisinin de sahip olduğu bir yetkiden vazgeçerek “Milletin vekillerini milletin kendisinin seçmesi gibi, partilerin adaylarının geniş tabanlı bir seçmen kitlesince belirlenmesinin günümüzdeki lider hegemonyasını sona erdirmesinin yolunu gösteriyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünün güvence altına alınması, toplantı, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü sağlanması, din ve vicdan özgürlüğünün, her  inanca eşit olarak tanınıp korunması, basın özgürlüğünün sağlanması, tutuklu öğrenci ve milletvekili ayıbına son verilmesi, özel yetkili mahkemelerin kaldırılması, Nevruz’un milli bayram olması, Uludere katliamının çözülmesi, bu 17 maddelik paket içerisindedir.

Rahmetli Menderes ile İsmet İnönü bile zaman zaman aralarında bahar havası ilan ederlerdi.

Ne olur Erdoğan da bu 17 maddeyi sahibine sert sözler söyleyerek yok saymak yerine bir kez olsun, ülkede gerçek bir bahar ortamı yaratmak için kullanmış olsa.

Sevgili okurlarımın 1 Mayıs Emek Bayramı kutlu olsun.

ABD’nin 2003 Irak işgalinden Iraklı Kürtler kazançlı çıktı. Hem Saddam belasından kurtuldular hem de ABD’nin himayesinde özerk bölge yönetiminde güçlendiler. Dahası, topraklarındaki petrolü çıkarma ve geliştirme şanslarını önlerinde buldular. Ne var ki Bağdat ile bu konuda tam bir uyum sağlanamadı. Etnik ve mezhepsel kutuplaşmalar “uyum”u getirmeyince emrivaki ile petrole el atmaya yöneldiler.
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (KBY)’nin bu eğilimi, 2002 sonrası dış dünyadan olağanüstü sermaye çeken ve Ortadoğu’ya  bir “bölgesel güç” imajı satma becerisi gösteren AKP Türkiyesi’nin, daha doğrusu Türkiye kapitalizminin, Irak pazarına, Irak Kürdistan’ına nüfuz etme çabaları ile aynı döneme denk geldi.

ERBİL’E AYRILMA DESTEĞİ

AKP rejimi, Maliki yönetimiyle büyük zıtlaşmayı göze alarak adeta Irak Kürtlerini, ayrılma yolunda cesaretlendirdi. Giderek işi, KBY ile bağımsız bir petrol boru hattı inşası anlaşmasına kadar götürdü. AKP rejiminin Irak’ın toprak bütünlüğünü bozma ve parçalamaya vardıracak bu cüretine, ABD, sürekli uyarı gönderiyor. Neden? Obama yönetimi endişeli. Çünkü, Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasının, Şii eksenini güçlendirip İran’ın Irak’taki hakimiyetini artıracağını düşünüyor.
AKP, yabancılara ödediği yüksek kâr ve faiz karşılığı, dünya kapitalizminden 10 yılda 400 milyar dolar çekti, borçlandı ama çarçur etti. Şimdi, içeride inşaat sektörü, dışarıda da Kürt petrolü, can simidi. Toplam ithalatının yüzde 25’ini bulan enerji faturası karşısında Kürt petrolü, 60 milyar dolarlık cari açığa derman olur diye düşünülüyor. Gelin görün ki Kuzey Irak pazarı üzerine esaslı planlar yapmanın önünde hep PKK engeli duruyordu. Sünnilik ekseninde bütünleşmeye çalışan AKP-Barzani ve Sünni Iraklı Araplar karşısında, PKK, gerektiğinde AKP’nin çatıştığı Şam ve Tahran ile hatta Bağdat ile Şii ekseninde yan yana gelebiliyordu. Bir de bunların üstüne, iç savaşı derinleşen Suriye’de PYD, PKK himayesinde bir aktör olarak ortaya çıkınca, PKK’nin eli güçlendi, AKP’nin uykuları kaçtı.

PKK’YA TEKLİF

ABD mi ikna etti, kendileri mi göze aldılar, bilinmez, sonunda AKP rejimi, MİT eliyle PKK’nın kapısını çaldı ve çatışma yerine, işbirliği önerdi.  Görüşmelerin ardından Abdullah Öcalan’ın (AÖ) “Türkiye’yi güneye yaymak” projesine bir itirazı olmadığı anlaşılıyor. Sıkışmış Türkiye kapitalizminin petrol odaklı bu yayılmacılık hayalini, kendisinin “Mezopotamya su birliği” projesiyle destekleyen AÖ,  Kürt Bölgesel yönetimi ve Suriye Özerk Bölgesi biçiminde statüleri belli iki bileşenin yanında, nasıl bir statüde anlaştı?
Hayal edilen şey aslında şu; Bağdat’tan kopmuş bir Irak Kürt bölgesi, Esat’tan kopmuş bir Suriye Kürt Bölgesi, Türkiye’ye federe ya da özerk yapılar olarak eklemleniyorlar. Financial Times’ın yazarlarından David Gardner, buna “Turkosfer’e alınmak” dedi. Cengiz Çandar gibilerin pek hoşuna gitti bu kavram… Bu “katma” operasyonu, haliyle Şam ve Bağdat, hatta Tahran ile çatışmayı da göze alıyor olmalı. Fiili durumdan ve demeçlerden anlaşılıyor ki PKK bu projede, PYD’yi Esat’ın karşısına çıkarmak, PJAK’ı da İran’ın karşısına dikmek, doğallıkla Maliki karşısında da Barzani ile müttefik olmak rollerini üstlenmiş bulunuyor. Ya da fiiliyatta kendisini bu durumda bulacak.  Bütün bunlar, Türk ordusuyla da birlikte hareket etmek demek. Ortadoğu’da bir anda Sünni Türk-Kürt-Arap ittifakı ile Şii eksen çatışmasının patlak vermesi, hiç ihtimal dışı değil!..

BİZİM KÜRTLERE NE VAR?

Peki bütün bunların karşılığında PKK’ya, AKP rejimi ne verecek? Güneydoğu’da bir Kürt özerk bölgesi mi? PKK öteden beri, Kürt nüfusun neredeyse yarısının İstanbul ve diğer Batı illerinde yerleşik olduğu gerçeğinden hareket ederek, Güneydoğu’da “Kürt özerkliği” istemediğini, Türkiye’nin 20 özerk bölgeli bir reforma tabi tutulmasını talep ediyordu. Nitekim 27 Nisan tarihli gazetelerde yer aldı; Kandil’de konuşan Murat Karayılan, hâlâ bunu söylüyor; Irak’ta bağımsız Kürt devletini doğru bulmuyor, Türkiye ile federasyon kurmasını öneriyor, Türkiye’de de bölge parlamentoları, seçimle gelen bölge valilerinin yöneteceği, merkezin birçok yetkisinin yerele devredildiği demokratik özerk bölgeler biçiminde bir idari reform beklediklerini ifade ediyor.
Evdeki hesaplar çarşıya ne kadar uyar? Yarın devam ederiz.

                                                                                          ***
Marksizmin maraton koşucusu sevgili dostum Nail Satlıgan'ı kaybettik. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Sayın Başbakan; ikide bir  Kürtlere karşı inkâr ve asimilasyon (eritme) politikaları uygulandığını söyleyerek Türkiye Cumhuriyeti'ni kötülüyor.
Dün de bu temelsiz suçlamasını sürdürdü...
Terör elebaşısı Abdullah Öcalan'la yapılmış röportajlara bakın. Devlete karşı yöneltilen inkâr ve asimilasyon suçlaması; Öcalan'ın iddiasıdır.
Başbakan bunun farkında değil mi? Yaptığı iş tamamen etnik milliyetçilik propagandasıdır. Kürtçülük üzerinden yaptığı bu etnikçi propaganda; milletimizi hızla ayrıştırıyor; kamplaştırıyor.
Bu ülkede Kürtçülükten başka bir sorun yokmuş gibi ülkeyi buraya kilitlemek enerjimizi sömürüp yok ediyor.

ASİMİLASYON YOK

Sayın Başbakan! Yanılıyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti asimilasyoncu değildir.
1910'lardaki Osmanlı Meclisi'ni inceletin. Bakın bakalım, Kürtler kaç vekille temsil ediliyorlardı? Yani nüfusumuzun içindeki oranları ne idi? Bunu bir öğrenin... Bir de şu anki Kürt nüfusunu öğrenin. Meclis'te temsiline bakın.
O zaman; Türkiye Cumhuriyeti'ndeki oranın yükseldiğini göreceksiniz.
TC, asimilasyon uyguladı; Kürtleri eritip Türkleştirdi ise bu kadar Kürt nereden çıktı, bunların sayıları niçin arttı Sayın Başbakan?

YÜZDE 7'YE ESİR OLDUK

Şu an Türkiye; nüfusun en fazla yüzde 7'sini oluşturan Kürtçüler (bölücü takımı) tarafından esir alınmış durumda. Gündemi onlar belirliyor. Kandil'deki Karayılan; "Silah falan bıraktığımız yok!" diyor. Bunu yazanlar, söyleyenler ise barış düşmanı ilan ediliyor.
Başbakan'a;  2004 yılında Kıbrıs konusunda uyguladığız "Kazan-Kazan" politikasını hatırlatıyorum.
O politika bugün iflas etti. Başbakan'ın 2004'lerde yerden yere vurduğu rahmetli Rauf Denktaş'ın politikasına dönmek zorunda kaldılar.
Yarın öbür gün Çözüm de böyle sonuçlanacak; göreceksiniz...

ABD'YE BAK

Sayın Başbakan'a demokrasinin merkezi ABD'den bazı sosyal olayları hatırlatıyorum:
*1930'lerda Ku Klux Klan örgütü; Zencileri diri diri yakıyordu; linç ediyordu. Aynı tarihlerde Türkiye Cumhuriyeti'nde Kürtlere karşı böyle bir şey yapıldı mı?
*ABD'de, 1960'larda bile lokanta kapılarına, "Zenciler ve köpekler giremez!" yazılıyordu. Böyle bir şey Türkiye'de hiç oldu mu?
*Daha 1985'e kadar Kızılderililerin erkek çocukları ailelerinden alınıyor; lise sona kadar uzaktaki beyaz okullarında yetiştiriliyor; sonra ailesine veriliyordu. Böyle bir asimilasyon Türkiye'de ne zaman görüldü?
Bugün; bir ABD Başkanı çıkıp da, geçmiş dönemi; "Bu toprakların asıl sahibi Kızılderilileri katlettik. Zencileri yaktık. Asimilasyon yaptık!" kötüleyebilir mi? Bir gün bile Beyaz Saray'da oturtmazlar.
O yüzden yediğimiz nimete saygılı olalım

DEMİREL'E SAYGI

Süleyman Demirel; 1965'ten beri Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olmuş büyük bir siyasetçidir. "Çoban Sülü" lakabının yanı sıra Barajlar Kralı olarak tanınmış; Türkiye'de ağır sanayi hamlesini geliştirmiş; tarımı sanayie açmış, yüksek dereceli kalkınma hızına ulaşmış bir politikacıdır.
Dün Başbakan Erdoğan onun için şöyle dedi: "Dün lakabı çoban olanlar, İşçi Partisi'nin koyunu oldu."
Oldu mu  Sayın Başbakan oldu mu? Vallahi, sizin adınıza ben utandım.
Hem ikide bir "edeb"den söz ederek başkalarına ayar veriyorsunuz hem de bu ülkede cumhurbaşkanlığı yapmış bir yaşlı insana "koyun" diyorsunuz.
Bence hemen Sayın Demirel'den özür dileyin.
Belki o zaman yaraladığınız gönülleri bir parça tamir etmiş olursunuz.

Başbakan Erdoğan dün Kızılcahamam’da, bugün de Meclis’te bir kez daha bağırdı:

“Açık açık ifade ediyorum; çözüm sürecinde Türkiye'nin başını öne eğecek hiçbir girişimin içinde değiliz. Çözüm sürecinde, şehitlerimizin ruhunu incitecek, şehit ailelerini rencide edecek hiçbir girişimin içinde değiliz. Müzakere, taviz verme, pazarlık asla ve asla söz konusu değildir.” 

Yardımcısı Hüseyin Çelik ise Barzani’nin karargâhı Erbil’den şöyle ses verdi:

“Biz, gayrimüslimler, Aleviler adına demokratik açılımlar yapıyoruz, onlar adına eline silah alıp dağa çıkan birileri olduğu için yapmıyoruz. İnsanlık, demokrasi, İslâmlık bunu gerektirdiği için yapıyoruz.”

Peki Cengiz Çandar’ın daha dün açıkladığı şu temasları nereye koyacağız?

“Neçirvan Barzani, bizzat Kandil’e giderek, başta Murat Karayılan, PKK yetkilileriyle bu ‘süreç’in başlaması için görüştü ve gözlemlerini Tayyip Erdoğan’a aktararak, -Hakan Fidan’ın yanısıra- içinde bulunduğumuz ‘barış süreci’nin harekete geçmesinde yol aldı. Ayrıca, PKK liderleri defalarca Erbil’e gelerek kendisiyle görüştüler… Neçirvan Barzani’nin Türk devleti ile PKK arasında ‘barış’ için kolları sıvaması, bütün bu bakımlardan hem doğal ve hem de etkili.”

Neçirvan Barzani’nin “arabuluculuğu”na dair iki soru:

Başbakan Erdoğan teröristbaşı ve örgütüyle yapılan görüşmeler konusunda hep, “Biz değil, devlet görüşüyor”  diyordu. O halde Bay Neçirvan Barzani“devlet”imizin nesi oluyor?

Dışişleri Bakanı Davutoğlu da henüz 1 hafta önce, “Bu bizim iç sorunumuz, hiçbir yabancı devlet yetkilisiyle bunu konuşmayız”  buyurmuştu. Barzani“yabancı”  değil, bizden “biri” midir?

                                          -Pazarlığa Hz. Muhammed Bile Karıştı-                                        

Bir de Hasan Abi’ye başvuralım. Geçtiğimiz Kasım ayında Irak Cumhurbaşkanı Talabani, Hasan Cemal’e şunları anlattı:   

“Geçen yıl Eylül ayındaki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu sırasında Tayyip Erdoğan’la buluştuk. Kendisine dedim ki: PKK bana geldi. Silah bırakmaya hazır olduğunu söyledi. Bunun için iki koşulu vardı. Biri genel af, öteki anayasadaki vatandaşlık tarifinin yeniden yapılması ve Türk sözcüğünün çıkarılması...”

Erdoğan, PKK’nın bu şartlarını elinin tersiyle mi itmiş, yoksa?

Talabani’nin aktardığına göre, şunlar olmuş: 

“Erdoğan genel affın kolay olmadığını, kamuoyunun buna hazır olmadığını söyledi. Bu arada bir noktaya değindi. Kendisinin milliyetçi değil, Müslüman olduğunu belirtti ve ‘Herkes benim kardeşim’ dedi. Ben de o zaman Hazreti Muhammed’i örnek alabileceğini söyledim. Mekke’yi zaptettiği zaman herkesi nasıl serbest bıraktığını anlattım Hazreti Peygamber’in... Genel af olmayacaksa, dağdakiler ineceklerse, nereye inecekler, hapishaneye mi diye sordum ve bunun gerçekçi olamayacağını söyledim.”

Görünen köy kılavuz istemiyor, ama özetlersek;

Başbakan Erdoğan, “İslâm kardeşliği açılımı”yla, Anayasa’dan Türk sözcüğünün çıkartılmasını dolaylı şekilde kabul etmiş. 

Genel af için ise “kamuoyu hazır değil”  demiş. Demek ki kamuoyu ikna edilirse, Erdoğan için o da sorun değil. Acaba bugün 63 akil adamın piyasaya sürülmesinin ana sebebi kamuoyunu affa ikna mıdır?  

O görüşmede Talabani, Hasan Cemal’e 5 maddelik şöyle bir yol haritası da vermişti:  

- Öcalan’ın hapishane koşullarının iyileştirilmesi (Birinci aşamada iyileştirme, ikincide ev hapsi, üçüncüde af)...

- Gerçek bir ateşkes...

- PKK’lı militanların Türkiye sınırları dışına çıkmaları...

- Yeni vatandaşlık tanımı...

- Genel af...

Bugün “süreç”  diye önümüze konulanlarla ne kadar da örtüşüyor.

Tesadüftür, tesadüf!..

Talabani’nin bir de “yazılmamak”  kaydıyla anlattıkları vardı. Onları Hasan Cemal biliyor. Yazılmak üzere anlattıkları bunlarsa, yazılmasını istemediklerinin ne olduğunu varın hep birlikte düşünelim.

“PKK’yla pazarlık yalan" !..

Öyleyse vahiy gelmiştir, vahiy!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
30 Nisan 2013

Emir yüksek yerden…
Emir ABD’den…

Emir demiri keser…
Üstüne üstlük bir de işin içinde “Başkanlık ve iktidar olma hırsı” varsa, emir demiri değil, çeliği bile keser.
Ne diyor Amerika?
“PKK ile uzlaşacaksın. İstediğini vereceksin. APO’yu özgürlüğüne kavuşturacaksın. Suriye bize başkaldırıyor, sözümüzü dinlemiyor. BOP planımıza karşı çıkıyor. Esat’ı devireceksin…”
Ama iki cephede savaş olmaz, önce PKK ile anlaşacaksın… Hadi aslanım, BAŞKANLIK ve İKTİDAR seni bekliyor…”

“Recep Tayyip, “Başüstüne” diyor ve hiç vakit geçirmeden kolları sıvıyor, hemen girişimlerini başlatıyor.
“Yalaka basını” da yanına alıyor, uygulamaya geçiyor.
Ne zaman yapıyor bu işi? Aylar önce… Sessiz ve derinden…
Çaktırmadan…
Bir yandan, meydanlarda “PKK ile görüşen şerefsizdir” naraları atarken, bir yandan da kapalı kapılar arkasında, terör örgütü ve onun elebaşısı ile gizli görüşmeler yapıyormuş meğer…
Saman altından su yürütüyormuş…
Bütün bu olup bitenleri biz sonradan öğrendik. Koskoca MİT teşkilatını APO ile Kandil arasında haber götürüp getiren posta teşkilatına çevirdiğini sonradan anladık.
Amerika uğruna 40 yıllık dostu Esat’ı, “Eset” yaptı, onu bir gecede azılı katile, korkunç bir yaratığa, Frankeştayn’a dönüştürdü.
Daha sonra 700 bin mevcutlu bir orduya sahip bir ülkenin Başbakanı 2 bin kişiden oluşan bir terör örgütüne, “Açılım, barış, çözüm süreci, analar ağlamasın” palavraları altında, altın tepsi içinde Güneydoğu’yu sundu…
Bir yandan da sevgili yurdumuzu Suriyeli katiller, vatansızlar, bayraksızlar cennetine, yolgeçen hanına çevirdi. Katiller, hırsızlar, tecavüzcüler ellerini kollarını sallayarak, giriyorlar, çıkıyorlar…
Eşkıya kampları kurdu ve teröristlere her türlü yardımı sağlayarak, tamı tamamına, 80 bin Suriyeli Müslüman’ın ölümüne neden oldu. Kanına girdi.

Kiralık basın da hemen onun yanında yerini aldı. “Hazır ola” geçip, çoban köpekliğini sürdürdü.
Efendisine hizmet etmek, efendisinin emirlerini yerine getirmek, görevlerin en kutsalı, en önde geleniydi onun için.
Patronu ile PKK arasında iletişim kurmak, Karayılan’ın yeni mesajlarını allayıp, pullayıp, Türkiye’ye yutturabilmek için hemen Kandil’e koştu.

Dağın başında…
Saatlerce kuyrukta bekledi.
PKK’ya üstünü başını, bilmem nerelerini aratmak için Kandil’de kuyruğa girdi…
Utanmadan, sıkılmadan…
Onurunu, kişiliğini ayaklar altına alarak…
Yıllardan beri Silivri’yi, Hasdal’ı, haksızlıkları, hukuksuzlukları, ölümleri, hastalıkları, zulmü, intiharları görmezden gelip; Irak’ta, Libya’da, Suriye’de yapılan katliamlara, tecavüzlere kulağını, gözünü kapatan medya, bebek katilleri söz konusu olunca birden görev aşkıyla canlandı. Duyarlılık kazandı. Onların elçiliğine, tercümanlığına soyundu.
Bülbül kesildi…
Dilinde “Barış türküsü…”
Ama kiminle barış? Ne ile barış?
Bebek katilleri APO ve Karayılan’la…
Bir anda bebek katili APO peygambere, Karayılan Cebrail’e dönüştü.
Yılan gibi adam… Karayılan…
Bir anda sütten çıkmış, ak kaşık oldu. El bebek, gül bebek…
Melek oldu, meleek…
AKP’nin emir eri, destekçisi, yandaşı, beslemesi, yalaka medya 40 bin kişinin katilini öve öve bitiremedi. Yere göğe sığdıramadı…
Katillerden demokrasi, özgürlük savaşçısı, insan hakları savunucusu kahramanlar yarattı.
Kurtuluş Savaşında İngiliz emperyalizmini ve İstanbul Hükümetini destekleyip, Mustafa Kemal’in idamını isteyen mütareke basını bile bu kaşarlanmış hainlerin yanında yunmuş arınmış, lekesiz bir kâğıt gibi kalır…
Masum bir çocuk gibi kalır…
İnsanlıktan nasibini almamış, şeref yoksunu bu medyaya ustalarını, öncülerini yani Ali Kemal’leri, Ulunay’ları, Refik Halit Karay’ları bir kez daha okumasını, hem de döne döne okumasını salık veririz.
Çünkü zaman geçecek, devran dönecek, sizler de onlar gibi çoluğunuzun çocuğunuzun yüzüne bakamayacak, sokağa çıkmayacak duruma geleceksiniz…
Gelin, yol yakınken bu hainlik sevdasından vazgeçin…
Gelin üç kuruş para uğruna tarihe adınızı “Şerefsiz, bayraksız, vatansız köpek sürüleri” diye yazdırmayın.
Gelin, “Vatanseverler canını dişine takmış, vatan için savaşırlarken, bir avuç ihanet erbabı medya, Amerikan CONİ’sinin kucağına oturmuş, PKK’lı canilere uşaklık yapıyordu” diye yazdırmayın…
Söz konusu vatan olunca paranın pulun, şöhretin, TEFERRUAT olduğunu öğrenin.
Bu dünya Ali Kemallere, Kürt Nemrut Mustafalara kalmadı, size mi kalacak?

İmralı’da yürütülen pazarlıkların hakemi ABD, “kim ne derse desin Büyük Kürdistan’ı şöyle ya da böyle kuracağım havalarında” süreci yürütüyor. Planların Türkiye’yi ilgilendiren tarafı tıkır tıkır işliyor. Ama öncelik Esad’ı devirmekte. Bu nedenle ABD’nin hem PKK’ya hem de Türkiye’ye aynı anda ihtiyacı var.
PKK’nın şimdilik Türkiye’yi rahat bırakmasını, özellikle de Suriye kökenli teröristlerin ülkelerine dönerek PYD bayrağı altında Esad’ı devirmek için mücadele etmesini istiyorlar. Eli bir süreliğine rahatlayan AKP iktidarının da, orduyu Suriye’ye doğru yönlendirmesi de ABD’nin diğer beklentisi.

Artık binden fazla PKK’lı Suriye’de. Ordumuz da, baharda normal yer değiştirme adı altında sınırlara doğru hareketliliğe başladı. Bunların aynı günlerde gerçekleşmesi tesadüf herhalde.

Suriye’de kimyasal silah kullanıldı iddiaları uzun süredir canlı tutuluyordu. Hedef, Irak’ta Saddam’a uygulanan senaryonun aynen Suriye’de Esad’a uygulanması. Bu da oldu gibi, zira ABD başkanı Obama, son 1 ayda Esad’ı 3 kez kimyasal silah konusunda uyardı. Son uyarısı ise az önce geldi. Suriye'de kimyasal silah kullanıldığına dair ellerinde kanıt bulunduğunu belirten Obama, "Olay tekrarlanırsa oyun değişikliğine neden olur" uyarısında bulundu.

Zamanlamalara dikkat, Türkiye’de PKK’nın çekilmesi konuşuluyor, kamuoyu bununla, olmadı ayran muhabbetiyle meşgul.
PKK’lı binden fazla terörist Suriye’ye geçiyor. Esad’a karşı savaşacak yeni güç hazır.
Türkiye’de ordu, özellikle zırhlı birlikler sınır bölgelerine doğru hareketlilik içinde.
Obama da, kimyasal silah kullanıldığına dair ellerinde kanıt bulunduğunu belirterek, "Olay tekrarlanırsa oyun değişikliğine neden olur" uyarısında bulunarak, müdahalenin işaretlerini veriyor.
Ve Başbakan Erdoğan 16 Mayıs’ta ABD’ye gidip Obama ile görüşecek.

Hazırlıklar hemen hemen tamam gibi. Esad’ın işini bitirmek için ABD emperyalizminin, hayatta bir araya gelmez denilen güçleri bir araya getirme çabalarına lütfen bir bakın.

Bu oyunu bozarsa ancak bu toprakların insanı bozar. Bu gerçekleri görenler ve gösterenler ise “Densiz ve Çapulcu” olmaya devam eder.

Gürbüz Evren / Siyaset Bilimci

PKK’­nın uzun is­mi “Kür­dis­tan İş­çi Par­ti­si­”dir. Ni­ha­i he­de­fi de ba­ğım­sız bir
Kür­dis­tan dev­le­ti kur­mak­tır. Te­rör ör­gü­tü­nün si­lah­lı ka­na­dı­nın Ira­k’­ın ku­ze­yi­ne
çe­kil­me ka­ra­rı, on­la­rın te­rör­den ya da he­def­le­rin­den vaz­geç­ti­ği an­la­mı­na gel­mez. Elin­de si­la­hı Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti­’ne doğ­rult­muş, “Bu is­tek­le­ri­mi ye­ri­ne
ge­tir­mez­sen ey­lem­le­re baş­la­ya­ca­ğı­m” di­yor. Ola­yın bu yö­nü gö­rül­me­yip ‘te­rör bit­ti­’ di­ye se­vi­ni­li­yor. Te­rö­re, 1999’­da ol­du­ğu gi­bi sa­de­ce ara ve­ril­miş ol­du.

Te­rör ör­gü­tü, özel tim­le­rin kal­dı­rıl­ma­sı­nı, köy ko­ru­cu­lu­ğu uy­gu­la­ma­sı­nın son
bul­ma­sı­nı bu­gün de­ğil yıl­lar­dır is­ti­yor. İyi ye­tiş­miş özel tim­le­rin ne za­man kar­şı­la­rı­na çı­ka­ca­ğı bel­li ol­ma­dı­ğı için kor­kar­lar. Köy ve mez­ra­la­ra ra­hat gir­me­le­ri­nin
önün­de­ki en­gel de ara­la­rın­da za­man za­man ha­in­ler çık­sa da köy ko­ru­cu­la­rı­dır.

Gü­ney­do­ğu­’da ha­len ma­aş­lı gö­rev ya­pan 46 bin 185 ko­ru­cu var. Gö­nül­lü ko­ru­cu sa­yı­sı da 20 bin ci­va­rın­da. İl­ginç­tir, dev­let bir yan­dan Gü­ney­do­ğu­’dan as­ker çe­ki­yor ama ge­çen ay 2 bin ci­va­rın­da köy ko­ru­cu­su­nun
 gö­re­ve baş­la­tıl­dı­ğı­nı öğ­re­ni­yo­rum.

“Sa­kın ateş et­me­yi­n” uya­rı­sı

As­ker du­ru­mu bi­li­yor. Te­rö­ris­ti gör­se gör­me­ye­cek, ope­ras­yo­na çık­ma­ya­cak, on­lar ateş et­me­dik­çe kar­şı­lık ver­me­ye­cek. Köy ko­ru­cu­la­rıy­la top­lan­tı­lar ya­pıl­dı ve on­la­ra dev­le­tin hak ve hu­kuk­la­rı­nı ko­ru­ya­ca­ğı
be­lir­til­di, “Te­rö­rist­le­rin ge­çiş­le­ri sı­ra­sın­da ken­di­le­ri­ne ateş edil­me­dik­çe ateş edil­me­me­si­” is­ten­di. Böy­le­ce
yal­nız as­ker de­ğil köy ko­ru­cu­la­rı da ta­li­mat­lan­dı­rıl­dı. Te­rö­rist­le­rin si­lah­la­rıy­la bir­lik­te ge­çiş­le­ri me­rak edi­li­yor.
Her za­man­ki yol ve yön­tem­le­ri ney­se yi­ne onu kul­la­na­cak­lar. Her ne ka­dar as­ke­rin, ko­ru­cu­nun ken­di­le­ri­ne ateş et­me­ye­cek­le­ri söy­len­miş ol­sa bi­le te­rö­rist­ler as­la as­ke­re gü­ven­mi­yor. “As­ke­rin ne za­man ne ya­pa­ca­ğı bel­li ol­ma­z”
 gö­rü­şün­de­ler. O yüz­den ge­çiş­ler­de yıl­lar­dır uy­gu­la­dı­ğı tak­tik­le­ri re­ha­ve­te ka­pıl­ma­dan sür­dü­re­cek­ler.

Askerin işi belli olmaz

Ulu­de­re­’de 35 va­tan­da­şı­mı­zın ha­va ha­re­ka­tı so­nu­cu öl­dü­rül­me­sin­den son­ra as­ker­ler ka­çak­çı­la­ra ka­rış­mı­yor, on­la­rın sı­nır öte­si gi­diş­le­ri­ne göz yu­mu­yor. Ya­ni sı­nır­la­rı­mız de­lik-de­şik. İş­te bu du­rum­dan PKK’­nın
na­sıl
 ya­rar­la­na­ca­ğı­nı bu ko­nu­la­rı ya­kın­dan bi­len ki­şi­den din­li­yo­rum:

“I­ra­k’­a yi­ne çok giz­li ola­rak ge­çe­cek­ler. As­ke­ri­mi­zin, ken­di­le­ri­ni gör­dük­le­ri yer­de ateş ede­ce­ği­ni dü­şü­nür­ler. Ya­ni as­ke­re ke­sin­lik­le gü­ven­mez­ler. O yüz­den teh­li­ke­li ge­çiş ye­ri­ne da­ha gü­ven­li ge­çi­şi ter­cih ede­cek­ler.
Bu­nun da iki yo­lu var: Bi­ri­si ka­çak­çı­la­rın içi­ne kü­çük grup­lar ha­lin­de ve yö­re kı­ya­fet­le­ri gi­yip sı­nır öte­si­ne
geç­me, ikin­ci­si de or­man ke­sim dö­ne­mi ol­du­ğu için ken­di­le­ri­ne ya­kın köy ko­ru­cu­la­rıy­la bir­lik­te ağaç kes­me­ye
gi­den­le­rin ara­sı­na ka­rı­şıp sı­nı­rı geç­mek. ‘Dev­let­le an­laş­tı­k’ di­ye ra­hat ra­hat git­me dü­şün­ce­si içi­ne gir­mez­ler. Ya­ni, as­ke­re gü­ven­me­ye­cek­le­ri için sız­ma şek­lin­de ge­çe­bi­le­cek­ler. Bu da öy­le ay­lar sü­ren bir şey de­ğil.”

Te­rö­rist­le­rin sı­nı­rı ge­çiş­le­ri dert de­ğil. Önem­li olan sı­nır­la­rı­mı­za dön­me­me­le­ri­dir ama bu ne­yin kar­şı­lı­ğı
ola­cak­tır iş­te bi­lin­me­yen de bu­dur.

------

Yerköy Belediyesi TBMM gündeminde

“Akil insanlar” bugün Yozgat’a geliyor. Toplantıya alınacak kişiler AKP İl Başkanlığı tarafından belirlendi
ve onların verdiği listede olmayanlar toplantıya alınmayacak. Yani AKP’nin propagandası, AKP’li olanlara yapılacak.

Söz, Yozgat’tan açılmışken, Yerköy İlçesi’nin AKP’li Belediye Başkanı Mehmet Ağaoğlu’nun önerisiyle, ilçenin Atatürk Bulvarı’nın 7 kilometrelik bölümüne Başbakan Yardımcısı ve AKP Yozgat Milletvekili Bekir Bozdağ’ın adının verildiğini duyurmuştuk. Eski belediye başkanlarından Nafiz Faruk Erbaş’ın adının bir caddeye verilmesiyle, Bozdağ’ın adının bulvara verilmesi oylaması birlikte yapıldı. 4 MHP’li üye de Atatürk Bulvarı’nın isminin değiştirilmesine “evet” oyu kullanmış oldu.

MHP’liler de yaptıkları hatayı SÖZCÜ’den öğrendi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Sadir Durmaz, MHP’li belediye meclis üyelerinin “evet” oylarını geri çektiklerini, dilekçelerini kaymakamlığa verdiklerini, dolayısıyla oylamada nitelikli çoğunluk kalmadığı için Atatürk Bulvarı’nın isminin değiştirilemeyeceğini iddia etti. Bunu da göreceğiz.
CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, TBMM Başkanlığı’na sunduğu ve Başbakan Yardımcısı Bozdağ tarafından cevaplandırılmasını istediği soru önergesinde, “Atatürk Bulvarı’nın adının Bekir Bozdağ Bulvarı olarak değiştirilmesine ilişkin Belediye Meclisi kararının uygulanmasına bir itirazınız olacak mıdır? Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu.

Atatürk’ün “Yiğitlerin harman olduğu diyar” dediği ilin bakanından, milletvekilinden beklenen “Adımın bu şekilde verilmesini istemiyorum” olmasıdır. Bunu da göreceğiz…

Ağızlarının suyu akarak tarihle yüzleşme seferlerine, cihadlarına çıkıyorlar ama hiçbirinin aklına “Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti” gelmiyor. Aceba neden?  
Kürdistan ya da Kürt Teali Cemiyeti Osmanlı Devleti’nin son döneminin en hain siyasal oluşumlarından biri. İlk üçe girer. Bu konuda son on yılda benden başka birinin özel yazı yazdığını, yazılarında değindiğini anımsamıyorum.Her önüne gelen Kürt sorunundan söz ediyor ama hiç kimse Kürtistan Teali Cemiyeti’nin adını anmıyor. Sadece romancı Erendüz Atasü (Cumhuriyet, 04.04.2013) kısa da olsa değindi. Bunu da şükür.
Bir önceki yazıma, “30 Aralık 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin yapıp-ettikleri bilinmeden Kürt Sorunu’nu doğru değerlendirmenin olanağı yoktur” diye başlamıştım. Şimdi, 8 yıl öncesine dönelim ve Hürriyet gazetesinde (16.09.05) yayınlanan “Kürdistan Teali Cemiyeti” başlıklı yazımı okuyalım :

Kürdistan Teali Cemiyeti!

Kuruluş Tarihi: 17 Aralık 1918. Kuruluş yeri ve merkezi: İstanbul, Cağaloğlu ‘İçtihat Evi’ yanında.
Kurucu ve yöneticiler: Reis, Seyyit Abdülkadir Efendi (Şeyh Abdullah Efendizade), Hüseyin Şükrü (Baban) Bey (Genel Yazman), Dr. Şükrü Mehmet (Sekban) Bey, Muhiddin Nábi Bey, Babanzade Hikmet ve Aziz Bey.
Tarık Zafer Tunaya, Hürriyet Vakfı Yayınları (1986) tarafından yayınlanan ‘Türkiye’de Siyasi Partiler ( Cilt: II, Mütareke Dönemi) adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şunları yazıyor:
‘Yöneticilerin isimleri burada tamamlanmıyor. Bu isimleri Ord. Prof. Şükrü Baban’la 1 Temmuz 1976 tarihli konuşmamızda saptadık. Tam listeyi saptamak olanağı bulamadık. Kurucu,yönetici, faal üye olarak şu isimlerin de eklenmesi gerekir: Kâmran Âli Bedirhan,Necmettin Hüseyin, Kürt Amele Reisi Reşit Ağa, vb.’ (S.186-187)

Bölgeye ve soruna egemen olmak!

İşgal ve parçala(n)ma girişimleri Mütareke (Mondros Mütarekesi) döneminin siyasal yaşamı üzerinde etkili olmuşlardır. Bu ortam Doğu ve Güneydoğu’nun Kürt asıllı feodallerini ve politikacılarını da harekete geçirmiştir. Kürdistan davasının bazı temsilcileri de, Osmanlı mirasını kapışma furyası içinde, kendilerine hem pay, hem de koruyucu aramışlardır. Bölgeye ve sorunlarına egemen olmak,İngiliz politikasının ana çizgisidir.Bu politikanın bölgesel ajanları olarak yeni Lawrence’ler sahneye çıkartılır. Sınırlarını İngiltere’nin çizeceği Kürdistan devleti için Şeyh Mahmut Elberzenci ile diyalog kurulur. (S.187-188)

İngilizlere derin itimat!

İngiltere’de aradığı koruyucuyu bulan Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC),ayrılıkçı ideolojisine bağlı olarak Ermeniler tarafından ‘tehcire uğramış Kürtlerin’ yerlerine döndürülmesini, Kürdistan’a Kürt memurların atanmasını istemiştir. İngiliz kontrolü altında kurulmuş olan Kürt hükümetiyle ilişki kurmak için çalışmalar yapmıştır.
KTC, amacının ancak Sevr Antlaşması’yla gerçekleşebileceği kanısında olduğu için, özellikle Güney Anadolu ve Irak bölgesine egemen olan İngilizlerden yana olmuştur. Bu nedenle İngilizlere ‘derin ve samimi bir itimatla’ bağlanmayı öngörmüştür. Anadolu’da şubeler açarak ‘Câmia-i Osmaniye’den ayrılma isteği ve İngilizlere yönelik eylemleri İstanbul hükümetlerini kızdırmıştır. Cemiyet, kendisini Kürt davasının tek ve gerçek temsilcisi saymış, İstanbul’a gelen Amerika heyetiyle bu sıfatla ilişki kurmuştur. (S.191)

Sevr’le İngiliz’e tam bağımsızlık!

Kürdistan Teali Cemiyeti,Ermenistan’ın kuruluşunu tanımış,Sevr Andlaşması kanalıyla İngilizlere tamamen bağlanmıştır (S.196-197). Cemiyet bu haliyle PKK’nın ilham kaynağı olmuştur.Kürtler için Cumhuriyet’in iki kurucusundan biri olmak zırvasını savunanların, Tarık Zafer Tunaya’nın adını verdiğim kitabından ‘Kürdistan Teali Cemiyeti’ bölümünü okumalarını salık veririm.]

7 yıl 7 ay 24 gün sonra!

Kürdistan Teali Cemiyeti ile PKK arasında kimse devamlılık ilişkisi kurmadığı için, 7 yıl 7 ay 24 gün sonra konuya dönmek zorunda kalıyorum.
Koçgiri (1921) ayaklanmasında baş rol oynamış olan Baytar Nuri (Dersimî) Kürt Teali Cemiyeti üyesidir. Aynı Baytar Nuri Suriye’de kurulmuş olan, 2.Ağrı İsyanı’nın (1927) kışkırtıcısı ve Ermeni işbirlikçisi Hoybun Cemiyeti’nin yöneticisidir.
Bu arada kuşkusuz Said Nursî’yi unutmamak gerekir. Said Nursî, İstanbul’da,Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır. (Türkiye’de Siyasi Partiler, Cilt II, s.215) İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı tarafından Bağdat’tan yazılan gizli raporda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said Kürdî (Nursî)’nin de adı geçer.
Kürtçü ve İslamcı Altan Tan Kürt Sorunu (Timaş) adlı kitabında Kürt Teali Cemiyeti’nin ihanetlerinden hiç söz etmez ama gerçek dışı, zihin bulandırıcı şeyler yazar ve kirli çamaşırları yıkamaya çalışır. Güya Cemiyet’in radikal kanadı Bedirhanîler Osmanlı devletinden ayrılmaktan yanaymış, ama Seyyid Abdülkadir’in temsil ettiği İslamcı kanat Türklere yardımcı olmuş. Güya Seyyid Abdülkadir, Sèvres’e karşı çıkmış (s.159).
Peki, Paris Konferansı’nda Ermenilerle anlaşan Şerif Paşa’yı destekleyen Şeyh Seyyid Abdülkadir değil mi? Altan Tan, Baytar Nuri’yi (M.Nuri Dersimî) tanık göstererek şöyle yazıyor: “Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı boyunca bütün güçleriyle birlikten ve beraberlikten yana tavır koyan Seyyid Abdülkadir ve oğlu, 1925’te Şeyh Said Hareketi’nde isyan ile ilgili, tesbit edilen hiçbir katkıları olmamasına rağmen idam edildiler.” (s.159)
Şıracının tanığı kim? Koçgiri Ayaklanması’nın ikinci adamı Baytar Nuri. Seyyid Abdülkadir kim? Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucu başkanı.

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, anımsayacağınız gibi,ülkemizi terk eden gayrimüslim yurttaşlarımıza seslenmiş ve “Türkiye artık değişti, geri dönün” çağrısı yapmıştı.
Ermeni cemaatinin gazetesi Agos, Çelik’in bu açıklamasını önemsedi ve kendisiyle 25 Nisan’da bir söyleşi yaptı. Söyleşiyi yapan Rober Koptaş, ertesi gün okurları ve camiası için şu açıklamayı yaptı: “Çelik’in, hükümetin 2015 konusundaki tutumu konusunda önümüzdeki dönemde belirleyici ve temsil edici bir rol oynayacağı tahmin ediliyor.”
Koptaş her ne kadar söyleşi sırasında Çelik’in “soykırım” yerine “trajedi” demesinden ve 1915 olaylarını “mukatele” yani karşılıklı katliam diye nitelemesinden rahatsız olduysa da,onun İttihatçılık ve Kemalizm karşıtlığını oldukça önemsemiş. Daha da önemlisi Ömer Çelik’in İttihatçılık ve Kemalizm’e karşı mücadele edilmesi gerektiğini belirtmesini, “esas” almış!

Devlet ile millet ilişkisi!

Nitekim Rober Koptaş’ın yaptığı söyleşi,Ömer Çelik’in “geçmişte bazı travmatik olaylar yaşandı” demesiyle başlıyor.
Bizi bugün bu konuyu incelemeye götüren de Çelik’in travmanın kaynağına yönelik yaptığı saptamadır!

Çelik, Koptaş’ın “neden yaşandı bu travmalar” sorusuna şu yanıtı veriyor:
“Devlet kurulurken, ulus devlet mantığı içinde, tektipleştirici bir devlet kurulmak istendi. Bu yapı içinde de hiçbir ihtilaflı alan kalmasın istendi. Türklerin bile hafızalarında karşılığı olmayan bir Türkçülük ve milliyetçilik üretildi. Ve bunun somut siyasi uygulamaları oldu. Batı’da ulus devlet modernleşmenin sonucunda, muazzam bir sosyolojik değişim sonucunda oluştu. Bizde ise ulus devlet, bir ‘devlet ulus’ olarak oluştu. Yani, devlet kendisine yönetecek bir ulus oluşturmak istedi.” (Agos, 25 Nisan 2013)
Yani Ömer Çelik’e göre Batı’da milletler devlet kurmuş, biz de ise devlet kurulmuş, sonra devlet kendine yönetecek bir milleti zorla yaratmaya çalışmış. Dün Ermenilere bugün de Kürtlere yapılanların sebebi bu tersine inşaymış!
Bu sözlerin sahibi kabinenin herhangi bir bakanı hatta başbakanı olsaydı, üzerinde durmaz, bilgisizliğe verir geçerdik. Ancak bu sözlerin sahibi kabinenin en entelektüel, en birikimli üyesi!

O yüzden önemle belirtmeliyiz: Bizde de “milli devlet” tıpkı batıdaki gibi oldu. Zira “milletleşme” süreçlerin mantığı aynıdır.
Bu süreci en iyi anlatan ise tarihe geçen sözüyle İtalyan devlet adamı Massimo D’azeglio (1798-1866) olmuştur: “İtalya’yı kurduk, şimdi sıra İtalyanları oluşturmakta.”
Yani Batı’da da önce devlet-ülke kurulmuş, sonra da millet yaratılmıştır! Daha açık tarif edersek devrimle devlet kurulurken, millet olunmuştur!

Devrimden önce millet yoktu!

Sorun bizim “devlet adamlarının” millet ile milliyet arasındaki farkı bilmemelerindendir. Birgül Ayman Güler’in “Türk milleti ile Kürt milliyeti eşit değildir” sözü de o yüzden doğru okunamamıştır ve “ne yani, Türk ile Kürt eşit değil mi?” gibi bilgisiz ve ölçüsüz eleştirilere muhatap olmuştur. (Millet-milliyet ayrımını bilen fakat siyaseten bu sözü Kürt düşmanlığı gibi okuyanları kuşkusuz ayrı tutuyoruz.)
“Milliyet” kapitalizmden önce de vardı,ama “millet” kapitalizme birlikte tarih sahnesine çıktı. Nitekim Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları isimli büyük eserinde “Meşrutiyetten evvel Türk milleti yoktu” diye saptar!
Çünkü milliyetin ya da milliyetlerin millet haline gelmesi için toplumun kapitalist bir pazarda buluşması lazımdır. Ancak bu şekilde farklı milliyetler, milletleşir! Ortak pazar, ortak ülke ve ortak dil, ortak yaşama bilincini yaratır.
Batı’da da, bizde de milletleşme süreci farklı zamanlarda fakat aynı düzlemde gelişmiştir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk o yüzden “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demiştir.
Yani Türkmen milliyeti, Kürt(men) milliyeti, Laz milliyeti, Çerkez milliyeti ve diğer tüm milliyetler birlikte Kurtuluş Savaşı vererek, birlikte bir ülke kurarak milletleşmişlerdir!
Ziya Gökalp’in söylediği gibi bizde milletleşme Meşrutiyetle, yani devrimle ve kapitalizmin filizlenmesiyle başlamıştır.Ve yine bir devrimle,Cumhuriyetle milletleşme süreci gelişmiştir.
Milliyetlerin millet olmasında “milli devlet” esastır ve bu nedenle devletsiz topluluklar millet değil milliyettir!

Yüzbin Dolarlık Akademik Kep - Cevat Kulaksız
Şu sıralar, 27 Temmuz 2007 de gözaltına alınıp beş yıldır sanki kanlı katilmiş gibi tutuklu yatan Gazeteci Yazar Ergün Poyraz’ın, siyasi yaşamımızın, siyasilerin, adaletin, polisin kirle yumaklanmış yönlerini irdeleyen, tırtıklayan İplikçi adlı kitabını okuyorum. İşte bu ucubeleri yazdığı, “fincancı katırlarını ürküttüğü” için beş yıldan fazla bir zamandır uyduruk suçlamayla Silivri zindanlarında yatan Ergün Poyraz’ın toplumsal yaşantımızdaki haksızlık ve adaletsizlikleri, polisin iz azdırma tahkikatlarını, vurgun ve talanları ibretle anlatan kitabını okuyorum.
Orada bir şey öğrendim, şahsen bilmiyordum bu anlatılanları. Devlet adamlarımız, siyasilerimiz, başbakan ve bakanlarımız yurt dışı ve yurt içi gezilerinde bazı üniversitelere de uğradığında, o üniversiteler tarafından kep ve cübbe giydirilerek akademik unvan veriliyordu. Bunları ben şahsen, onların o daldaki akademik başarılarından dolayı aldıklarını sanıyordum. Meğer bunları, aşağıda Ergün Poyraz’ın İplikçi kitabında anlattığından öğrendiğimize göre, Çiller’in ABD den aldığı fahri doktora payesinin, giydiği kepin bir çeşit rüşvet karşılığında, pardon bahşişle alındığını öğrenince doğrusu şaşırdım. Hem de bizimkilerin talebi ile olmuş ve de örtülü ödenekten milletin parasından ödenerek alınmış. Demek ki, bu keplerin bir kısmı Çiller’in aldığı gibi para karşılığında, bağış karşılığında ise; kimi de, kendilerini o makama atayanlara yağcılar olsun diye bir teşekkür ifadesi olarak veriyorlar.

EN YAŞANABİLİR KENT ÖDÜLÜ PARAYLA MI ALINDI

(Sahi Ankara Bşhr. Belediye Başkanı Melih Gökçek’in de, İngiltere’den böyle para karşılığı ödül aldığını gazetelerden okumuştum)
İsterseniz bir de Melih Gökçek’in para karşılığı aldığı ödül olayını şu gazete haberine bakarak anımsayalım.
“….Türkiye basınında çıkan “Ankara’ya BM’den onaylı En Yaşanabilir Kent Ödülü verildi” haberlerinin arkasında dönen tezgâh gözler önüne serildi.
Bağımsız’ın haberine göre ortada ‘BM onayı’ falan yok. Ödülü veren Liv Com adlı şirket kredi ve finansman ihtiyaçlarında dosyalarına konulmak üzere ödüle ihtiyaç duyan belediyelere bu ödülleri para karşılığında dağıtıyor. Taştemur’un haberi özetle şöyle:

UYANIK İNGİLİZİN ŞİRKETİ

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı “ödül canavarı” Melih Gökçek’in Birleşik Arap Emirlikleri’nde aldığı çevre ödüllerinin arkasından BM Çevre Örgütü yerine İngiltere’de bir köy evinden idare edilen sıradan bir şirket çıktı. İngiltere merkezli Liv Com adlı şirket, çoğu Asya ve Arap ülkelerinden olmak üzere, kredi ve finansman ihtiyaçlarında dosyalarına konulmak üzere ödüle ihtiyaç duyan belediyelere bu ödülleri para karşılığında dağıtıyor.
Başkent Ankara’ya bu yıl da ödüller veren ve BM Çevre Örgütü ile hiçbir resmi bir temsilcilik anlaşması bulunmayan LivCom ödül şirketi, İngiltere’de Reading Belediyesi’nde Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ndeki memuriyetinden ayrılan uyanık bir İngiliz tarafından idare ediliyor.

BM’DEN YETKİSİ YOK

Gökçek’in görkemli bir basın toplantısıyla duyurduğu ödül haberi gazetelerde, “Ankara 2012 yılı LivCom Yaşanabilir Toplumlar Ödülleri’nde hem ‘yaşanabilir kentler’ kriterinde hem de ‘projeler’ bazında en çok ödül kazanan kent oldu” ifadeleriyle yer aldı. Gökçek’in duyurduğu, Birleşmiş Milletler (BM) çevre programı UNEP onaylı olduğu iddia edilen LiveCom ödüllerinin ne BM’den ne UNEP’ten onayı var”. [i]
Hemen burada aklıma, Osmanlı’nın da çöküş yıllarında, sarayın israfına para yetiştirmek için devlet makamlarını hiç de layığı olmayan adamlara satıldığını hatırladım; siz de tarihten okumuşsunuzdur. İşte size çarpıcı örnek:

OSMANLI DA DEVLET MAKAMLARINI PARA İLE SATARDI

31. Osmanlı Padişahı Birinci Abdülmecit (1839–1861 40 yıl yaşadı) Rusya’lı Yahudi Leon’un kızı Suzi’den (Bezmi Âlem) den doğmadır. 1631 de doğan Abdülmecit 16 yaşında padişah oldu. Çocuk yaştaki padişahı anası yönlendiriyordu. Abdülmecit’in karıları sayılan 20 kadından 23 kız, 18 erkek çocuğu oldu. Bunlardan II. Abdülhamid, V.Murat, Mehmet Reşat sağ kaldı.
Bu devirde de yine rüşvet karşılığı devlet makamları dağıtılmaya başlandı; çünkü hazine tamtakırdı. Kahvecilik yapan eski yeniçerilerden Arnavut Mustafayı, paşalık rütbesi verilerek, padişah I.Abdülmecit’in sır kâtipliğine atandı. Oysa bu adamın okuryazarlığı bile yoktu. Baharatçılık yapan yeniçeri eskisi Bulgar soylu Rıza’yı muşır (Mareşallik) rütbesi ile Osmanlı Orduları Başkomutanı oldu. Sandıkçılık yapan yeniçeri eskisi Boşnak Ahmet Büyük Amirallik rütbesi ile Kaptanı Deryalığa atandı. Bütün bu önemli mevkilere tayin edilen insanlar birbirinden cahil, ilerleyen Avrupa biliminden habersiz insanlardı. Osmanlı’yı böyle cahil insanlar yöneterek batırmıştır.
Özellikle gerileme devrinde sadrazamlık (şimdiki başbakanlık) bile rüşvetle veriliyordu. [ii]

OSMANLI’NIN EN BÜYÜK RÜŞVETÇİSİ

Osmanlı tarihinin en büyük rüşvetçi sadrazamı, ilk rüşvet alan vezir Hırvat kökenli Rüstem Paşa’dır Tarihçi İsmail Hami Danişmend; Rüstem Paşa için, “Hürrem Sultan’ın fitne, fesad ve cinayet aletidir”! Demektedir.” Hakikaten Rüstem Paşa, devlet memuriyetlerini hediye adı altında alenen para ile satardı.
Tarihçi İbrahim Peçevi, devlet işlerine rüşvet sokan adamın bu devşirme Rüstem Paşa olduğunu ve rüşvetle bir defa makam sahibi olanların bir daha azil yüzü görmediğini belirtmektedir.” [iii]
AKP yönetimi de, hâkimler ve savcılar sınavında, kendi yandaşlarını yargıç ve savcı yapmak için, hakçasına kameralı sınav gözleme sistemini kaldırmıştı. O sınavlarda yazılıda en yüksek puanları alanlar mülakatta eleniyor, mülakatla yandaşlar kazandırılıyordu. Bu haksız uygulama, tıpkı anlattığımız örneklerde olduğu gibi, hak etmeyen kişileri hak etmedikleri yere getirmek gibidir. Bir devlette rüşvet, yolsuzluk, adaletsizlik ne kadar artarsa o oranda da ülke çöküntüye gider.

İŞTE YÜZ BİN DOLARLIK AKADEMİK KEP OLAYI

Konuyu fazla uzatmadan, Ergün Poyraz’ın anlatımları ile Çiller’in nasıl para karşılığında fahri doktora kepi giydiğine, hem de örtülü ödenekten para karşılığı ile alındığına bir bakalım. Ergün Poyraz bu kitabında aynen şöyle anlatıyor:
“….Çiller, Amerika’daki bir üniversiteden “fahri doktora” unvanı hayal ediyordu. Tabi bu hayali gerçekleştirmek; Akşener, Türköne ve diğer danışmanlara düşüyordu.
“Maskeli Leydi” adlı kitabında Faruk Bildirici bu olayı şöyle anlatıyor:
“Georgetown Üniversitesi’nin diplomat yetiştiren “School of Foerign Service” bölümü, Çiller’e “Uluslar arası İlişkiler” dalında fahri doktora unvanı verdi.
Sonradan ortaya çıktı ki, gezi öncesinde Washington Büyükelçisini arayan Ankara, “Başbakanımıza bir fahri doktora ayarlansın” talimatı vermişti! Dekan Prof. Peter Krough, kendisine başvuran Büyükelçilik yetkililerine, “memnuniyetle” demiş ve küçük bir istekte bulunmuştu.
“Biz fahri doktora veririz, ama siz de üniversiteye bağış yapın.”
Sonuçta anlaşma sağlanmış, üniversitenin, Başbakan’a kep giydirmesi için 100 bin dolar ödenmişti. Alkışlar arasında kep giyip doktorasını alan Çiller de Krough’a üniversitede Türk Araştırmaları Kürsüsü kurulması için 750 bin dolar daha vaat etmişti.
Dekan Krough, paranın peşini bırakmayacak ve bir yıl kadar sonra Türkiye’ye gelecekti. Ama Çiller ile görüşmesi bile mümkün olmayacaktı…”
10 Ocak 1995 tarihli Milliyet’te, Dekan’ın 750 bin dolar tahsil etmek amacıyla geldiği Ankara’da karşılaştığı manzara, “Tahsilsat’a geldi ağaç oldu” başlığı ile yayınlanmıştı.
O gün, kandırılan ABD li Dekan Krough, diğer dekanların da gözünü açtı. Bundan sonra seçenlerini keklemek amacıyla fahri doktora dilenen devlet adamlarımızdan batık parayı da tahsil edeceklerdi. Ve öylece de yaptılar…
Doktora parasının kaynağı mı?
Nereden olacak;
Her zamanki gibi örtülüden!” [iv]
Bunlara benzer daha pek çok örnekler sayabiliriz, ama uzatmak istemiyoruz. Kısaca demek ki, başımızdakilerin bazıları, milletin kesesinden bilmem kaç bin dolar verip paye (kep) alıyor; kimileri de halka, millete kendini şirin göstermek için aldatmaca ödüller alıyor; öte yandan emperyalistler de, milletin kesesinden para kazanıyorlar, böylece sömürü demek ki çeşit çeşit…Sonuç olarak ucube yöneticiler yüzünden yavaş yavaş Osmanlı’nın Gerileme Devrine mi benziyoruz ne?

DİPNOTLAR
[i] http://www.turania.org/turkiye-gundemi/9280-iste-melih-gokceke-verilen-o-odulun-sirri.html
[ii] Padişah Anaları Ali Kemal Meram Toplumsal Dönüşüm Yayınları 2010 Sf: 573
[iii] http://www.haber7.com/kitap/haber/722740-osmanliya-rusvet-bulastiran-damat-vezir
[iv] İplikçi-Kirli İşler Yumağı Ergün Poyraz Tanyeri Kitap 2013 sf 99-100-101

Nihayet bugün “İçerdekiler” oyunuyla ilgili son provayı yapıp, noktayı koyduk. Siz bu yazıyı okuduğunuzda, biz Niğde’de ikinci oyunumuzu oynuyor olacağız. Dün de, yani Cumartesi akşamı da Ankara’da ilk oyunumuzu oynadık.
Bir tiyatro oyununu vücuda getirmek, yaşamla yüzleştirmek malum çok kolay değil. Yazım da bana ait. Örneğin bu çalışmamız iki buçuk ay sürdü. Hapishanelerde acıyı birebir çekmiş dostlarımızın kitapları, yüksek sesle defalarca okundu. Oynayacak altı arkadaşımız da bu okumalarda hazırdılar. Kullanacağımız bölümler hep birlikte seçildi. Ben yazılmış bu gerçek acıların dramaturjisini yaparken, kadroda rollere göre eksiklerimiz tamamlandı ve aramıza işin altından kalkabilecek yeni arkadaşlarımız katıldı. Fazıl Say ile görüştüğümde, mevcut müziklerinin içinden seçerek kullanabileceğimizi söyledi. Bu konuda menajeri Ceylan Hanım da çok yardımcı oldu.
Provalara gelip giderken arabamın teybinden günbegün Fazıl Say’ın hemen bütün eserlerini dinledim. Hangi bölümün nereye daha iyi uyacağını seçmek günlerimi aldı... Fazıl Say Altı oldum diyebilirim.
Yalnız itiraf etmeliyim ki, bu besteciye olan hayranlığım her dinleyeşimde artı da arttı. Dünya görüşümüz müşterek, bakışımız aynı. Ömer Hayyam’ın şiiri nedeniyle hüküm giymesi yanlış “Düşünce” ceza görüyor. Bu hiç şüphesiz “Say”ın şanıdır, madalyasıdır. Böyle bir anlamsız ceza alarak dünya tarihine de geçti. Ben kendisine, bu güzel müzikler için teşekkür ediyorum. AKP Hükümeti’ni de bu vesile ile bir kez daha kınıyorum. Sonra ben oyunun yazdığım kısımlarını, arkadaşlarımın eleştirileri doğrultusunda yapboz yapıyorum. Oyunun metni netleştikten sonra, okuma provaları başlıyor. Yaklaşık iki hafta sürüyor. Tonlamalar üzerinde duruluyor. Bu provalarda kelimelerin neden ve ne şekilde söyleneceği belirleniyor. Ve rol dağılımı yapılıyor.
Derken, ayaklanıyorsun ve oyunun sahnelenme süreci başlıyor. Ben hem yazar, hem oyuncu hem de rejisör olduğum için işim zor. Her şeyden önce bir psikanalist gibi davranıyorum. Oyuncu arkadaşlarımı germiyor, yormuyor, üzmüyorum. Bütün provalarımız neşeli geçiyor. Bunu bazen bozanları ikaz ediyorum. Yaklaşık bir ay da sahne trafiği dediğimiz, oyuncu arkadaşlarımızın oyun esnasındaki hareketlerini belirliyoruz. Oturdu, kalktı, yürüdü, girdi, çıktı gibi...
Bu kısmı da netleştikten sonra oyunun müzikleri, slaytları ve filmleri yerleştiriliyor. Prova böylece, dikilen kostümlerin giyilmesi ve dekorun netlik kazanmasıyla son buluyor.
Evet iki aya yakın çalıştık.Hep birlikte, bir ansaml içinde hareket ediyoruz. Sanki yedi oyuncu teknik arkadaşla birlikte sekiz kişi tek bir insansınız. Vücudun provaları gibi. Seyirciyi de oyuna kattığımızda, halkla da bütünleşiyorsunuz.
Alkışlar, kahkahalar...
Seyircinin oynanan oyuna katılması, “ilahi” birleşme adeta.

Tiyatrolar kapanıyor
Neredeyse hiç tiyatro salonu kalmadı. Az sayıdaki tiyatrolar turne yapıyoruz sürekli. Bizim gibi politik oyun oynayanlar ne yazık ki az. Bazı tiyatrolar eğlencelik, nane ciklet. Siz kapatılmayla, yasaklanmayla, tutuklanmayla yüzyüze korkmadan göğsünüzü siper ederek sürdürüyorsunuz mücadeleyi. Sizin yaptığınıza cesaret edecek sanatçı çok az.
Ama bir tiyatro;
Gerçekleri söylemiyorsa,
Sıkıntıları dilendirmiyorsa,
Haksızlıkların üzerine gitmiyorsa,
Demokrasi için mücadele etmiyorsa,
Ezilenlerin yanında değilse,
Ezenlere karşı gelmiyorsa,
Ne işe yarar ki o tiyatro?
Hele böyle bir dönemde Allah göstermesin “Akil” olmak da var...

İnsan içine çıkamayacaklar
Toplumun yüz karası bunlar. Bunlar yandaş, bunlar işbirlikçi, bunlar T.C’ yi istemeyenler, ülke bölünsün diyenler, bayrağa karşı çıkanlar, teröristle işbirliği yapanlar, bunlar menfaatçi, yalancı, çıkarcı ve utanmaz. Üç kuruş çıkarları ve menfaatleri için ülkelerini satanlar bunlar. Şehit anne ve babalarının gözünün içine bakarak Amerikan mandasına evet diyenler, şehitleri ve onların dökülen kanlarını hiçe sayanlar. Halk her gittikleri yerde kovalıyorlar bu utanmaz, arlanmazları. Gün gelecek insan içine çıkamayacak bunlar.
Bunlara hadlerini bildirmek en birinci vazifedir!

Ali Kırca
Soyadı benzerliğimden utanıyorum. Eski devrimci, yeni çanakçı Ali Efendi, Siyaset Meydanı’nda; Akil Orhan Gencebay’a çanak tuttu, hükümetin yanında olduğunu alenen belli etti.
Yazıklar olsun. Kula kulluk edene yazıklar olsun.
Ağzınızdan çıkanı, önce kendiniz duyun.
Sizi Türk Bayrağı’mızın üzerinde şehit kanında yürütmeyiz, bilmiş olun.
Gün ola harman ola...
İyi ki varsınız Akiller...
Siz olmasaydınız biz bu kadar değer kazanmazdık.

Sadri Alışık Tiyatrosu
Rahmetli Sadri Alışık’ı severdim, Adile Naşit’i, Hulusi Kentmen’i...
Ama yaşasalardı;
Akil olurlar mıydı acaba?
Ben de çok fesatım...Yok canım, ben onları sevmeye devam edeceğim.
Ayhan Işık Akil olur muydu acaba?
Aklıma kötü şeyler getirmemeliyim.
Sadri Alışık Tiyatrosu ne yazık ki kuruluşundan bu yana, müsamereden öteye hiçbir şey üretemedi. Bir de her yıl ödüller dağıtıyorlar, kendi keselerinden.
Ölçü nedir, neye göre seçilir, kim seçer?
Bir ödül gecesi düzenlemişler, Türkiye’nin hali malum. Cumhuriyet gitti gider... Ama sahneye çıkanların içinde “Yaşasın” bir tek Umur Bugay bundan söz etti... Diğerleri hiçbir şey söylememektense, Emek Sineması’nı sakız etmişler durmadan çiğnediler.
Cumhuriyet’in olmadığı yerde sanat da olmaz, sinema da... Ayrıca siz korkakların sanatla ne işi olur. Sanat sizin neyinize?
Efendiler bugün cesur olma, mert olma günüdür!
Gelin birlik olalım, gün bu gündür!
Şeref, haysiyet, onur, kişilik, dürüstlük, erdem... Bunlar hayvanlarda olmaz. İnek anlamaz şereften filan. Öküz namuslu olsa ne yazar. Hiç tanımadığınız şerefli bir merkep var mı? Köpek kişilikli olabilir mi? Sözlüğe baktığınızda, bu meziyetlerin ancak insanlar tarafından taşınabileceğinden söz ediliyor. Sanki insan olmanın şartı gibi.
Sende bu meziyetler yoksa, çocuğuna ne öğreteceksin, neyi aşılayacaksın ona? Para kazan, insanları sömür, büyü ve “Akil” ol mu diyeceksin?
Ne mutlu bana ki bunları bana miras bırakan bir babanın çocuğuyum!
Ne mutlu bana ki çocuklarıma bunları miras bırakıyorum!
Benim yavrularımın içinden gelecekte bir “Akil” çıkmaz!
Çok şükür...

23 Nisan
Çocuklar ellerinde Türk Bayrakları taşıdılar, Atatürk tişörtü giydiler ve okul müdürleri onları fişleyip, ihbar etti...
Memleketin haline bak!
23 Nisan’ın coşkuyla, korkmadan kutlanacağı günler yakındır.
Çok yakın...
Bunu görmeden ölmeyeceğim!
Yeni kitabım
İçerdekiler çıktığına göre, yeni kitabımı yazmaya başlayabilirim.
Biliyor musunuz ?
İlk kitabım “Önüm Arkam Sağım Solum Dönek” en çok satanlar listesine girdi.
Yeni kitabımın adı;
“Akil’e Bak Hizaya Gel”.
Ya da...
“ Akil’e Bak Dertli Çal Kemancı”.
Üçüncü alternatif ...
“ Kendi Düşen Akil Ağlamaz”

Akil fıkrası
İki Akil oturmuşlar, birbirlerine Akil veriyorlarmış. Bir tanesi diyor ki, “Tut ki Tayyip tutunamadı. T.C yeniden baştacı oldu. O zaman bizi, bu ülkede yaşatmazlar. Ama biz aldığımız paralarla bu ülkeden kaçıp, başka bir ülkede gül gibi yaşarız” diyor. Öteki Akil “Hadi ülkeden kaçtın” diyor.” Gittiğin ülkede aynaya nasıl bakacaksın? Kendinden kaçamadıktan sonra, ülkeden kaçsan kaç para!”
NOT: Meğer ikinci adam Akil değil, Makul’muş.
Saygılarımla...

T.C Levent KIRCA

Güneydoğu’nun da Türkiye’nin de terör ve şiddet yorgunu olduğu bir gerçek... Ancak toplumdaki bıkkınlık ve yılgınlık en çok Doğu insanını vuruyor. Çünkü şiddetin tehdidine en yakın insanlar orada yaşıyor...
O yüzden açık söyleyeyim; terörün bitirilmesi, kan ve şiddet üzerinden siyasal rant elde edilmesinin bir an önce gündemden çıkartılması gerekiyor. Bu yapılırken toplumsal huzur, ulusal bütünlük ve Anayasa’nın değişmez maddeleri öncelikli koşullar olmalıdır!.. Bunun aksi ülkede terör kadar tehlikeli bir kaos yaratabilir.
Bunları niçin mi yazıyorum?.. PKK’nın eyleme geçtiği 15 Ağustos 1984’ten bu yana siyasi iktidarların çoğu “açılım” benzeri girişimlerde bulundular... Özal, Demirel, Çiller, Mesut Yılmaz ve Erbakan dönemlerinde de, PKK ile siyaset arasında gizliden de olsa iletişim oldu ancak bu süreç, örgüt ile AKP arasındaki “diyalog”a kadar hiç yaklaşmadı...
Yani “Avrupa Birliği’ne giden yol Diyarbakır’dan geçer” diyenler de “Kürt realitesini tanıyoruz” diye tribünlere oynayanlar da “Sen, ‘ne mutlu Türküm’ dersen o da ne mutlu Kürdüm” diyerek meydan okuyanlar da; PKK ile masaya oturmayı ve Anayasa’nın hatlarını bile örgüte ihale etmeyi hiç düşünmediler!..
Çünkü geçmiş siyasi iktidarların devleti çökertme, rejimi yıkma, “ikinci cumhuriyet”i yaşama geçirme ve hilafet özlemciliği gibi ürkütücü emperyalist rüyaları yoktu...
Teröre karşı ulusun bütünlüğü içinde atılan adımların çoğu bazen siyasal rant amaçlı olsa da; geçmiş siyasi aktörler, toplumda kaygı uyandırabilecek tavizkar bir tutum içinde olmadılar ve şiddeti dayatma yöntemini kullanan PKK’yı “barış” iddiasının asıl aktörü haline getirmediler!..
Peki ya AKP’nin toplumda kaygı ve kuşku uyandıran gizli girişimleri?.. Ya, PKK’nın hangi kazanıma dayanarak aldığı açıklanmayan çekilme kararı Türkiye’nin 30 yıllık kanlı sorununu gerçekten bitirecek mi?..
Hangi PKK çekiliyor?..
Dikkat ediyor musunuz, dünyadan bihaber medya, Kandil’deki “açılım” “çekiliş”ini son yılların en büyük piyangosu gibi sunuyor ama PKK’nın artık eski PKK olmadığının da kimse pek farkında değil!..
Yani kaç teröristin çekileceği ya da açılımın silahlı mı silahsız mı olacağı tartışılırken, siyasallaşan asıl PKK’yı sorgulatan çok önemli bir ayrıntı unutuluyor!.. Yani önemli bir soru da şudur; PKK geri çekilmeye hazırlanırken geride aslında kaç PKK bırakıyor?..
Hayır; öyle Türkiye PKK’sı, Suriye PKK’sı, İran ve Irak PKK’larını anlatmıyorum... Hatta ABD, Avrupa ve Balkanlar’daki örgüt yapılanmalarına da dikkat çekmiyorum...
BDP; “Demokratik Toplum Kongresi” ve “KCK” gibi yapılanmalarıyla siyasal ve toplumsal yaşamın içini nüfuz eden “Apoculuk”tan da söz etmiyorum...
Hatta konumuzun özeli, metropollerde çoğu zaman “provokatif” olarak nitelendirilen ancak PKK adına eylemler yapan “TAK” yani (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) bile değil!..
PKK örgütlenmesinde gözden kaçırılan çok önemli bir gerçek var, o da boyutları ve etkinliği giderek büyüyen “milis” yapısı... Bu yapı, son 5 yıl içinde PKK mevzi kazandıkça daha da etkin hale getirildi. Dağınık görünen ancak koordineli bu birimler, kırsalda sıkışan PKK’nın kentlerde var olma çabasının ürünleriydi!..
Milislerin asıl görevi örgütün dağ kadrosu ile kentlerdeki legal yapılar arasında bağlantı kurmaktı... Ancak daha sonraları bu yapı, KCK ile birlikte kentlerde PKK’nın propaganda ve koordinasyon konusunda aktif unsurları haline getirildi...
Örgütün milis yapısı!..
“Milis” olarak nitelendirilen yapı, öyle PKK’nın sınır içi ve dışındaki militanları gibi 5-6 bin kişiden oluşmuyor. Her yaş ve her kesimden on binlerle anlatılabilecek bir örgütlenme yapısından söz ediliyor.
KCK’nın sokak gösterileri, PKK ve Öcalan için yürütülen propaganda mitinglerinin yanı sıra BDP’nin organizasyonlarında etkin biçimde öne çıkartılan ve bazen kırsaldaki çatışma alanlarına bile girmeye çalışan bu birimler, Hakkari’den Mersin’e kadar uzanan bir güzergahta “Kürt meselesi”nin hep gündemde kalması için hazır kıtalar gibi kullanılıyor!.. 
Bakınız, 29 Eylül 2011’de, bu köşede örgütün milis yapısıyla ilgili neler yazmıştık:
“PKK, ‘milis’ diye nitelendirdiği sivil lojistik elemanlarını Öcalan’ın 1999’da yakalanmasının ardından örgütlemeye başladı. Aslında örgüt lojistik ve istihbarat amaçlı kullanmak istediği bu birime en çok da Hizbullah’ın etkin olduğu 1990-1995 döneminde gereksinim duymuştu!..
PKK ‘milis’ yapısını uzun süre telaffuz etmedi. Oysa bu sözcüğü ilk kez Nisan 2007’deki bir basın toplantısında kullanan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt şöyle demişti:
“Milis güçleri ve işbirlikçilerinin etkisiz hale getirilmesi...”
PKK ise ‘milis’ adını 2008 yılından itibaren kullanmaya başladı. Örgütün ajansı, 4 Temmuz 2009 tarihli haberinde, Erbil’de kaybolan İsmail Kayaş için “PKK’nın milis gücü olarak çalışan” demişti!.. Ajans aynı tarihlerde, Mahmur Kampı’nda barınan binlerce milislerden 9’unun öldüğünü duyurmuştu.”
Geride kalan PKK’cılık!..
Yukarıdaki tüm bu saptamalar, Kürt hareketinin artık yalnızca PKK’dan ibaret olmadığını göstermeye yetiyor... Bu saptamalar, özellikle son üç yılda askeri alanda ciddi kayıplar yaşayan PKK’nın, geri çekilse bile hareketin beklentilerine odaklanacak sivil unsurları hep devinim içinde tutacağını da kanıtlıyor...
Şu bir gerçek ki; örgüt yalnızca BDP’ye destek veren tabanına değil, etnik bilinç oluşturmaya çalıştığı kitlelere de güvenerek son dönemde devlete kafa tutabiliyor hatta “açılım”da olduğu gibi AKP hükümetini masaya oturtabiliyor...
Sakın yanlış anlaşılmasın; milis yapısını silahlı terörist gruplar olarak tanımlamak istemiyorum... Bölgede yalnızca etnik siyasete değil, siyasallaşmış Kürtçülük konusunda duyarlı olan çok önemli bir kesim olduğunu vurgulamak istiyorum... Yani, örgüt beklentilerine kavuşamazsa, milis unsurların önümüzdeki süreçte en az PKK’lılar kadar Kürt meselesinde aktif olabileceklerini anlatmaya çalışıyorum.
PKK’nın 8 Mayıs’tan itibaren sınır dışına çekilmesi kararı, önümüzdeki günlerde sıklıkla tartışılacakken, örgütün geride nasıl bir kitle, nasıl bir güç yapısı; nasıl bir duyarlılık bıraktığı da gözden kaçırılmamalı...
PKK gerçekten çekilir mi soruları, TSK’nın “çekilme, toparlanmak için manevra mı” şeklindeki kaygıları ve ABD’li uzmanların “örgüt gittiği gibi geri de gelebilir” şeklindeki tezleri dün medyaya yansımışken, yukarıdaki tüm saptamaları aklınızdan sakın çıkarmayınız!..

Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen’i aslında hepiniz tanıyorsunuz: Hani 1996’daki Kardak krizinde kayalıklara Türk bayrağını diken SAT timi vardı ya... İşte onun komutanı!
Poyrazköy Davası kapsamında tutuklu ve hâlen Hasdal Askeri Cezaevi’nde bulunuyor.
Bu kitapla artık o da Ergenekon ve Balyoz Davası sanıkları gibi, “kitaplı bir asker...”
Önce kendisini, sonra Kardak krizini, donanmaya kurulan tezgâhı, askerlerin tutsak ediliş nedenlerini, Poyrazköy iddianamesini, bu senaryonun hayata konulma nedenlerini, uygulama sürecini ve cezaevi günlerini anlatıyor.
Önsözde şöyle diyor:
“Kurgusu 1990’lı yılların sonlarında yapılan, 12 Haziran 2007 tarihinde Ümraniye’de hayata geçirilen komplo, Türkiye’nin bugün geldiği durum itibarıyla amacına ulaşmış gözüküyor.
Emekli bir astsubayla başlayan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni itibarsızlaştırma ve Türk Deniz Kuvvetleri’ni yeniden yapılandırma harekâtı, her adımda bir rütbe daha ilerleyerek, görevdeki orgenerallere ve emekli Genelkurmay Başkanları’na kadar uzanabildi.
Bu süreci 21 Nisan 2009 tarihinden bu yana en ağır şekilde yaşayan Türk Deniz Kuvvetleri’yse, bu kahpe savaşın en fazla zayiat veren tarafı oldu. Bir zamanların denizcileri yutan Bermuda Şeytan Üçgeni’nin modern uyarlaması Adaletin Şeytan Üçgeni: Beşiktaş-Silivri-Hasdal, bahriye personelini de içine alarak her gün daha da genişledi. Yalnız görevdeki değil, emekli personelin de cezalandırıldığı ve yok edilmeye çalışıldığı bu üçgende delil yok, bilim yok, adalet ise hiç olmadı.”

Takas için mi?

Bu sözlerle başlayan kitap şöyle bitiyor:
“Bugün Türkiye, Silivri ve Hasdal başta olmak üzere tüm cezaevlerini dolduran kurgu davalardan mustarip günahsız vatandaşlarından ziyade, kaybetmeye başladığı ulusal çıkarlarına ve adalet duygusuna üzülmelidir. İşlenen bu günahın Türkiye’ye başka neleri kaybettirebileceğini görmek, şu anki en büyük endişemizdir.
AKP iktidarı döneminde alışveriş merkezlerinin çoğalması boşuna değildir. Bütün felsefesi alışveriş üzerine kurulu bir iktidarın, Türk subayını da bir alışveriş malzemesi olarak hapislerde tuttuğunu, günü geldiğinde bir takas aracı olarak kullanacağını düşünmek şaşırtıcı değildir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin taşeronluğunu yapmaktan öteye gidemeyen, öz evlatlarını emperyal çıkarlar uğruna kurban etmekten çekinmeyen bir zihniyetin, İmralı-Ankara hattındaki anlaşmalara sadık kalarak hareket etmesi de garipsenmemelidir.
Umarım yaşadığımız tutsaklık, bunca masumun çektiği eziyet, toplumsal barış yalanı ardına sığınarak yapılması planlanan Türk subayı-Abdullah Öcalan takasından kaynaklanmamaktadır. Eğer öyleyse bu durumun utancı da bize değil, bizlerin dijital iftiralarla bu duruma düşmesine göz yuman demokrasi havarilerine ve hukuka saygılı tüm şahıslara ait olacaktır.”


KARDAK’TA KAHRAMAN HASDAL’DA ESİR (****)

Türü: Anlatı
Yazan: Ali Türkşen
Yayımcı: Kaynak Yayınları
Baskı tarihi: Nisan 2013
Sayfa sayısı: 396 Fiyatı: 25 lira
İnternet fiyatı: D&R 18.49.
Kişisel not: Yazarla tanışmadım.

Terör karşısında devletin acizliği...

Saygı Öztürk’ün temposuna inanamıyorum: Hem bir gazetede köşe yazıları yazıyor, hem ilginç söyleşilere ve haberlere imza atıyor hem de neredeyse hiç sektirmeden her yıl yeni bir kitapla karşımıza çıkıyor.
Hem de her biri ciddi araştırma süreleri gerektiren, önemli kitaplarla...
Son kitabı Örgüt Pazarı, ülkemizde faaliyet göstermiş ya da göstermeye devam eden sağcı, solcu ve dinci terör örgütleri anlatıyor. Ve elbette devletin bu örgütlerle sözüm ona “mücadele” yöntemini...
Bu kitabı okudukça ve devleti yönetenlerin terör karşısındaki cahilliğini ve beceriksizliğini gördükçe, “Şansımız varmış ki bugüne kadar yıkılmamışız” diyorsunuz!
1970’li yılların başından başlayarak ülkemizdeki gizli örgütleri, özellikle Genelkurmay’ın “çok gizli belgeler”ine dayandırarak anlatan bu kitap, tüylerinizi diken diken edecek...

ÖRGÜT PAZARI (****)

(Sol-Sağ Örgütler, Kürtçülük ve Tarikatlar)
Türü: Araştırma-inceleme
Yazan: Saygı Öztürk
Yayımcı: Bilgi Yayınevi
Baskı tarihi: Nisan 2013
Sayfa sayısı: 335
Fiyatı: 20 lira
İnternet fiyatı: D&R 14.99.
Kişisel not: Saygı Öztürk, yıllardır tanıdığım ve zaman zaman birlikte çalışma olanağı bulmaktan sevinç duyduğum çok değerli bir meslektaşım...

Başbakan Erdoğan yaptığı son konuşmalardan birinde neredeyse 5 yıldır sürmesine ve milletvekili seçilen tutuklular başta olmak üzere siyasi tutukluların “binlerce kez” hakim karşısına çıkıp ifade vermelerine rağmen bir türlü kesin suç delilleri ortaya konamayan “Ergenekon Davası”ndan, çok çocuk yapılması gerektiğinden ve içkiye yasakgelmesinin ilk adımından söz etmiş.

Halkın oylarıyla seçildiği söylenen hapisteki milletvekillerinin “seçilip de içeri girmediklerini, seçim yapıldığında zaten içerde olduklarını” söylemiş. Tarafsız gözle ve hakkaniyetle değerlendirme yapılacaksa hukuk “şahıslara göre” değerlendirilemez. Bunu söylediğiniz anda “seçim yapıldığında hakkında suç dosyası olan” insanların milletvekili seçildikten sonra dokunulmazlıkları nedeniyle rafa kalkandosyalarına da bakmak gerekir.

867 dokunulmazlık dosyası!

Şu anda TBMM’de tam “67 ayrı suçtan 867 dokunulmazlık dosyası” var bekleyen.. Bakanlık ve hatta daha üst görevlerde bulunanların “resmi ve özel evrakta sahtecilik, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, ihaleye fesat karıştırma, zimmet, kalpazanlık, sahte belge, panik yaratacak şekilde ateş etme, yargı görevi yapanı etkileme, seçim veya imar kanununa muhalefet” ve daha birçok suçtan dosyaları olduğu görülüyor. 4-5 yıldır cezaevinde “özel yetkililer hala suç delili araştırdığı için” hapis tutulan dünya çapında cerrahlar, profesörler, milletvekilleri, gazetecilerin bu şekilde dosyaları var mı?

Zenginler ve çok çocuk..

“Hükümete karşı suç işledikleri” iddiasıyla onlar 5 yıl tutuklu olarak duruşma bekletiliyorsa, örneğin 3 erkten biri olan “yargı”ya karşı suç işleyen milletvekilleri neden dışarıda? TBMM’de bekleyen dosyaların sahiplerinin hepsi bu suçları “seçildikten sonra” mı işlediler, yoksa çoğu “seçildiği için” mi yargıdan kaçabildi? Doğrusu bu cevabın da verilmesi gerekir değil mi?

Başbakan “zengin, para sıkıntısı çekmeyen” vatandaşları kastederek “Biz nüfus artsın istiyoruz, para var, neden çocuk yapmıyorlar” diye sormuş. Bunun cevabı da “demokrasi nedeniyle” olmalı.. Aklı ve eğitimi olan herkes, parası olsa da olmasa da “kaç çocuk istiyorsa, kaç çocuğa zaman ayırıp iyi eğiteceğini ve koruyacağını düşünüyorsa” o kadar çocuk yapar. Hükümetler kaç tane istiyorsa o kadar değil.. Bu soru herhalde dünyada ilk kez bir başbakan tarafından sorulmaktadır. Dünkü haberdi; “CIA Türkiye’nin nüfusunun kendi verilerine göre 80 milyona yakın olduğunu” açıklamış. Türkiye’nin istatistik kurumu TÜİK itiraz etmiş; “5 milyon fazla söylüyorlar” diye.. Ülkenin nüfusu hızla 100 milyona yaklaşırken, naylon barakalarda yaşayan insanlar, kıyafetiayakkabısı olmadığı içinokula gidemeyen çocuklar varken, cinayetten çocuk tecavüzüne hiçbir suç önlenemez iken, işsizliğin azalması için sorumluluk iş adamlarına devredilirken, asgari ücretli iş çağrılarına binlerce kişi koşarken Başbakan’ın zengininden yoksuluna her aileye “çok çocuk” taleplerini sürdürmesi nasıl yorumlanabilir acaba?

Üniversite olayları içkiden mi?

Aynı konuşmada dikkati çeken bir “içki vurgusu” da var.. “Alkolle Mücadele Yasası”ndan söz ederken “üniversiteye gelen genç kafayı bulup geliyor. Kafa kıyak, eline bilgisayar alacağına döner bıçağı alıp arkadaşına saldırıyor” dedi Başbakan. Hiç mi hiç akla gelmeyen bir örnek bu.. Üniversite okuyan herkes bilir ki zaman zaman karşıt görüşlü grupla arasında çatışmalar çıkıyor (tabii Dicle Üniversitesi’nde PKK ve Hizbullah taraftarları arasındaki gibi olanlar bunun dışında.). Ellere döner bıçağı alarak saldırma da yeni bir olay değil.. Çoğu şiddete pek meraklı, TV’deki aile dizilerinde bile kavgadan, silahtan, saldırıdan başka bir şey görmeyenbu millet yalnızca üniversitede bıçaklı saldırı değil aile içinde “elinde bıçakla kadınları doğrayan kocalar”ı izliyor her gün..

Siyasetçilerinin gazetecilere “çapulcu, köpek” benzeri sözel şiddet içeren konuşmalarını duyuyor. Şiddet şiddeti getirir, balık baştan kokar. Hele de “gerçek suçlular” cezasız kalıyorsa.. İçkiye yasak gelecekse nasılsa gelecek, yakında restoranlarda içkileri de sigara gibi kapılarda içecektir insanlar.. Ama üniversite olaylarını “kafaları iyi olduğu için” şeklinde yansıtmanın da geçerli bir örnek olmadığı kesindir!


Kadın eli sıkmayan akil!

Doğu Anadolu akillerinden Abdurrahman Dilipakkadın eli sıkmaz. Onunla birkaç kez aynı TV programlarına katıldığımız için biliyorum, her seferinde unutarak elimi uzatır ve öylece elim havada kalakalırdım. Demek ki dini anlayışına göre “erkeğin kadın eli sıkması” ve tabii aksi olan “kadının erkek eli sıkması” da dindarlık dışı bir davranış oluyor. Yani kadınların “başını örtmesi” de örneğin, onları “yeteri kadar dindar” yapmıyor. Bu anlayışına göre devletimizin en tepesinde olan Cumhurbaşkanı’nın veya Başbakan’ın eşlerinin “el sıkması”da Dilipak’a göre din dışı olmalı..

Nefret söylemi

Öcalan’ı “büyük önder Atatürk’le bile karşılaştırmaya kalkan” akil çıkmıştı, bu akil de onu Türkiye’nin 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel’le karşılaştırmış. “Öcalan’ın söylemlerindeki İslami referansları neye bağlıyorsunuz” sorusuna “Apo dini çevrelere mesaj veriyor, bence Çoban Sülü’den, Nurlu Süleyman’dan daha sahici bir dil kullanıyor” dediği cümlenin tamamını yazmıyorum. Ama eğer başkalarına “nefret söylemi” diye bir suçlama yapılabiliyorsa onun söyledikleri bu söylemin ta kendisidir.

Terörist yüceltilirken..

Aynı konuşmada; din gibi bir konuda Demirel’in konuşmalarını, görüşlerini değerlendirme hakkını (dinine bir baksın bu hakkı var mı) kendinde görürken diğer tarafta Öcalan’ın “Zerdüştlük, ateistlik iddialarına karşı dini değerlere saygılı olduğunu göstermeye çalıştığını” söylüyor.

Hakkında “ateist” iddiası olduğunu söylediği Öcalan’ı sempatik, Demirel’i antipatikgöstermeye çalışıyor, akilliği bu.. Daha kısacık süre önce Başbakan “BDP eğer terör örgütünün peşinden ayrılmazsa onlarla da görüşmeyiz”dememiş miydi? Kendi seçtiği akillerin, hem de Atatürk’e ve ülkenin 9’uncu Cumhurbaşkanı’na zarar verirken “terör örgütünün başı”nı bu kadar yüceltiyor olmalarına ne diyecek merak konusudur. Zıvanadan çıktı bu iş, konuşmasınlar bari!

Emek ve artık değeri belirleyici ilan eden kitap
Kur’an, insanoğlunun varoluş sebebini ‘değer üretmek’ olarak gösterdiği gibi, varolma şartını da değer üretmek olarak göstermiştir.
Kur’an’da geçen ve ‘kulluk’ diye tercüme edilen ‘ubûdiyet’ kavramının esas anlamı kulluk değil, iş yapmak, değer üretmektir. Bu kelime İbranicedeki ‘aboda’ kelimesinden türemiştir ve aboda, az önce verdiğimiz anlamlarda bir kelimedir. Değer, bizzat üretilecektir. Yani birinin ürettiği değer, bir başkasını yüceltmez:
“Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur.” (Necm, 39)
“Kim inanmış olarak barışa/hayra yönelik işlerden bir şey yaparsa, onun gayretine nankörlük edilmez. Biz, böylesi lehine kâtiplik ederiz.” (Enbiya, 93)
“Her benlik kendi kazandığının bir karşılığıdır.” (Müddessir, 38)
Kur’an, kapitalin emeği boğmasına izin verilmemesini istemektedir. Yaratıcı-motor güç kapital değil, emektir. Kapital, sömürücü güçtür. Kapital, yaratıcı cevher değildir, bir manipülasyon aracıdır. Tam bu noktada bir devrim gerçeğinin daha altını çizmeliyiz: Kur’an, zenginin malında fakirin hakkı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Zâriyât 19. ayet şöyle diyor:

“Onların mallarında, ihtiyaç sahibi için, yoksun ve yoksul için bir hak vardır.”

Aynı hak, En’am 141. ayette ‘Allah’ın hakkı’ olarak anılmaktadır. Böylece Kur’an bir yandan zenginin malında yoksulun yani emek sahibinin hakkı olduğunu bildirirken öte yandan, emek sahibinin hakkını ‘Allah’ın hakkı’ olarak tescil ederek Tanrı’nın, emeğin yanında olduğuna vurgu yapmış, emeği bir yaratıcı güç olarak öne çıkarmıştır.
 “Ürünler olgunlaştığı zaman yiyin ve hasat gününde O’nun hakkını da verin. Onun bunun hakkını zalimce saçıp savurmayın; Allah, israf edenleri sevmez.”
Zenginin malındaki emekçi hakkını aynı zamanda Allah’ın hakkı olarak belirleyen ayet, bunu ‘O’nun hakkı’ diyerek bir zamirle yapmaktadır. Bu zamir, geleneksel Emevici-kapitalist anlayış tarafından bütün tefsirlerde, çeşitli oyunlarla başka yerlere gönderilmekte ve ‘Allah’ın hakkı’ tabiri yok edilmektedir.

 
ARTIK-DEĞERİ İLK TELAFFUZ EDEN KİTAP

Artık-Değer’i ilk telaffuz eden Kur’an’dır.

Zenginin malında yoksulun yani emekçinin hakkının bulunduğunu ilan, artık-değerin ilanıdır. Karl Marx (ölm. 1883) felsefesinin en önemli kavramlarından biri, belki de birincisi olan artık-değer (surplus value), ücreti ödenen emekçinin, çalıştıranın (anamalcının) malında-gelirinde kalan ‘karşılığı ödenmemiş fazla değer’dir.
 Artık-değerin, işverenin lehine işlemesi sermayenin hızla büyümesine ve böylece üretimin aralıksız artmasına yol açar.
Artık-değer yüzünden bu durum hep öyle devam ettiği için zaman geçtikçe patron daha çok servet sahibi olur, işçi de daha çok yoksullaşır.

Kur’an, işte bu ‘değişmez kader’in değişmesini sağlayacak devrimleri getirmiştir. Bu devrimlerin omurgasında, ‘kapitalin emeği boğmasının durdurulması’ yatar. Kur’an, bir ideoloji veya hukuk kitabı olmadığından ve bir devlet biçimi getirmediğinden ‘olması gerekenler’in evrensel ilkelerini koyarak insandan gerekeni yapmasını istemektedir. Kur’an’dan anlaşılan odur ki, ‘gereken’,  ne Marx’ın söylediği gibi özel mülkiyeti ilgadır ne de Kapitalist-liberalist zihniyetlerin söylediği gibi bireye sınırsız mülkiyet hakkı vermektir; ‘gereken’, toplumcu-devletçi yanı ağır basan bir karma sistemdir. (Bu konunun ayrıntıları, yakında çıkacak olan ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimde yazılmıştır).
Netice olarak, Kur’an, artık değerin varlığını, yerini, önemini Marx’tan asırlar önce insanlığa tanıtarak da bir devrim yapmıştır.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget