Temmuz 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Tayyip'in Duaları Tutar mı!
SEVGİLİokuyucularım, hepinizin bildiği gibi Türkiye bunların iktidarında olimpiyat oyunlarına ilk kez (!) katılma başarısı gösterdi.
Bundan önce hiçbir olimpiyata katılmamıştık yani!. Ne zaman ki bunlar geldi, bu başarıyı da elde ettik!
İşte bu yüzdendir ki, olimpiyatları yayınlayan hükümet borazanı TRT kanallarında, sürekli Tayyip’i ve onun Gençlik ve Spor Bakanı olan Suat Kılıç isimli şahsı görmekteyiz.
Tayyip Londra’da maçta, ahkâm kesiyor! Tayyip karısıyla basketbol maçı izliyor, şortlu kadın sporcularımızı merakla seyrediyor!
Tayyip TRT’nin yalaka sorularına yanıt veriyor. Basketbolcu Hidayet Türkoğlu her seferinde iki omuz darbesiyle Tayyip’in arkasına geçip boy göstermeyi başarıyor .
Sonra saha komiseri olarak Londra’da sporcularımızın başında bulunan Gençlik ve Spor Bakanı Suat alıyor TRT’nin sazını eline ve konuştukça konuşuyor.
Türk sporunu ve sporcusunu bile siyasete alet etmeye yelteniyorlar.
Bütün bunlar olurken, olimpiyatların henüz ikinci, üçüncü günü. Somut bir başarı elde etmiş, madalya kazanmış değiliz ama her fırsatı değerlendirip propaganda yapmak bunların yöntemi!
Amaçları sporu bile hiç sıkılmadan kullanarak, “Sporcularımıza bu olanakları biz sağladık” gibi saçma sapan laflar ederek propaganda yapmak.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti, Tayyip daha anasının rahmine düşmeden önce nice sporcularını olimpiyatlara göndermiş, nice sporcularımız şeref kürsülerine çıkıp İstiklal Marşımızı çaldırmıştı ama bu kafalara neyi nasıl anlatacaksınız!
Tayyip’in bazı özellikleri vardır. O her şeyi bilir! Her sözünde bir keramet vardır, yerlerin ve göklerin hâkimidir!
Olimpiyat kafilemiz Londra’ya hareket etmeden önce bazı sporculara, doğup büyüdüğü (!) Dolmabahçe Sarayında iftar verdi.
Burada güreş takımımızın antrenörüne söylediği sözler tarihe geçecek nitelikteydi:
“Hoca, bunlar künde atmasını bilmiyor. Sen bunlara künde atmayı öğret!”
Sporcularla birlikte Hoca da şaşırmıştı, “Hay hay efendim” diyebildi.
Cumartesi gecesi kadın voleybol milli takımımız Brezilya ile karşılaştı ve ne yazık ki 3-2 yenildi. Galibiyeti kıl payı kaçırdık. Maç gece 03 dolaylarında bitti.
O saatte kadın voleybolcularımızı -Atatürk’ün kızlarını- telefonla aradı ve yine nasihat verdi:
“Bloklara dikkat edin!”
Demek ki güreş kadar voleybolu da iyi biliyordu!
Onlara şöyle söyleyebilirdi, iyi ki söylemedi:
“Sağdan oynayın, dört numaradan saldırın, manşetleri iyi alıp topu rakibin sahasına sert vuruşlarla geçirin. Servisleri dikkatli atın. Her sayı aldıkça karşı taraf oyuncularına ‘Nasıl geçirdik’ diye el kol işareti yapıp morallerini bozun!”
Tayyip telefonda daha sonra oyuncularımıza şöyle dedi:
“Eşim ve ben sizin için dua ediyoruz!”
Fakat gelin görün ki, Tayyip’le Eminanım’ın duaları tutmadı!. Çünkü dün de Çin’e 3-1 yenildik! Maçı baştan sona izledim, çok yazık oldu.
Neyse ki kadın basketbolcularımız -yine Atatürk’ün kızları- Çek Cumhuriyetini yenip ikinci galibiyeti almayı başardılar.
Sanırım Tayyip onlar için dua etmemişti. Etmiş olsaydı onu da açıklamaktan çekinmezdi!
Tayyip’in ettiği duaların tutmaması çok önemlidir!..
Çünkü Tayyip sadece sporcularımız için değil, aynı zamanda Esad için de her gece dua ediyor:
“Allah’ım şu herifi Suriye’nin başından def et… Allah’ım biz bu işte rezil olduk, şu herifin belasını ver de kurtulalım… Yarabbim, bana biraz güç kuvvet ver, bu Esad orada kalırsa ben ayvayı yedim…”
Eğer bu duaları da tutmazsa çok fena!
Ne bileyim, belki başka dualar da ediyordur:
“Balyoz ve Ergenekon davalarında içeri tıktırdığımız bilcümle asker ve sivilleri yargılayan hâkimlerimizi ve onlar hakkında muhteşem iddianameler düzenleyen savcılarımızı doğru yoldan saptırma, her birinin mekânını öldüklerinde cennet eyle Yarabbim…
Şimdiye kadar önledik, onların tahliye edilmesini bundan sonra da nasip etme Yarabbim… Onların tamamını hapislerde çürüt Yarabbim…
Amiiiin…”

Ramazan Davulu

MALATYA’da bir aile…Her gece kapılarının önde Ramazan davulu çalınıyor…
Güm güm güm!..
Kafanızda bir gümbürtü patlıyor ve evin ışığı yanana kadar sürüyor. Asap bozucu bir olay.
Oysa sen oruç tutmuyorsun, tutmadığın için sahura falan kalkmıyorsun ve ertesi sabah erkenden işe gideceksin.
Üstelik seni her gece zorla, beyin işkencesi yaparak uyandıran bu davulcular Ramazan ayı bitince kapına dayanıp bir de bahşiş isteyecekler. İster istemez parayı bastıracaksın.
Malatya’daki aile davulculara tepki koyuyor ve tartışma çıkıyor.
Gazetelerde yer alan haberlere göre aile Alevi imiş.
Bu olay sonrasında, ertesi gece aynı saatlerde büyük bir kalabalık toplanıyor, tekbir getirerek ailenin evine saldırıya geçiyor ve yakıp yıkıyor.
Bu nasıl ilkelliktir.
Çok şükür ki, herkesi rahatsız eden bu acayip Ramazan davulu işkencesi artık yavaş yavaş ortadan kalkıyor ama beyinlere yerleştirilen ilkellik olduğu yerde duruyor.
Ramazan davulu artık özellikle büyük kentlerde pek görülmüyor ama kırsal kesimde halen geçerli.
Günümüzde teknoloji gelişmiş. Çalar saat var, sahurda uyandıracak her türlü aletler var ama sahur öncesinde yatağınızın dibinde davullar çalınıyor.
Alevi yurttaşlarımız bu ülkede laikliğin sigortası ve güvencesidir. Alevi yurttaşlarımız bu ülkede Mustafa Kemal Atatürk’ün aydın izinde yürüyen yurtseverlerdir.
AKP iktidarı ne yazık ki onları da bölme girişiminde epeyce yol aldı.
Bazıları çeşitli parasal çıkarlarla AKP yandaşı yapıldı. Birkaç Alevi Derneği ve sivil toplum kuruluşu piyasaya sürüldü, onlar etkisi fazla olmasa bile açıkça AKP çizgisine girmeyi içlerine sindirdi.
Bazı gazeteciler tanıyorum, Alevi oldukları halde, kendilerine yakışmayan bir biçimde yandaş oldular.
Korktular, ürktüler ve döndüler! Kendilerine sunulan olanaklar sayesinde köşelerinde ve televizyon programlarında AKP’nin sesi olmayı kabul ettiler.
Alevi yurttaşlarımız sağlam dursun, bu dönem bitecek.
Sonra dönekler utanacak.

Türk halkı lütfen uyan
Atatürk, dinci yobazların korkulu rüyası oluyor. Atatürk ruhu ve devrimleri yaşadıkça bunların foyalarının meydana çıkacağı korkusuyla kuduruyor, çareyi Atatürk'e saldırmakla buluyorlar.
Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde kedi köpek eti yendiği ikinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'de ekmeğin karneyle verilmesini bile İsmet İnönü'ye hayasızca saldırı malzemesi yapıyorlar.
Onuncu Yıl Marşı'nı ağızlama almıyor- Türk kelimesini telaffuz etmiyorlar.
Atatürk döneminde siyaset ve devlet adamları arasında bir tek suistimal ve yolsuzluk olayına tanık olunmuyor. O dönemin dürüstlüğü bile bunları kompleksten çıldırtıyor.
Bunların temel iş ve işlevleri din simsarlığı ve Atatürk'ün partisine saldırmak oluyor.
Yarım asırdır CHP dinsizdir, CHP statükocudur. CHP iş ve proje üretemez gibi utanmazlıklarla halkı aldatıp afyonluyorlar, CHP tüm bunları sırça köşkten izliyor.
CHP liderleri, kurmayları. il, üçe örgütleri, kadın ve gençlik kollarıyla her türlü araç, gereç ve tüm imkanları seferber ederek köy-kasaba demeden vatandaşın ayağına gidip gerçekleri anlatmayı, bunların maskelerini İndirmeyi beceremiyorlar.
Rejimin emniyet sübaplarını bir bir yok ettiler Askeri çökerttiler. Yargı sizlere ömür. Basını TC resmi gazetesi yaptılar.
Türkiye hiçbir zaman bu kadar sahipsiz kalmamıştı.
* * *
Bu konularda Gazi Üniversitesi iktisadi ve İdari ilimler Fakültesi öğretim üyesi değerli Prof. Dr. Haydar Çakmak ve ekibinin Türkiye' de yeni bir yöntemle yaptığı siyasi partilerin gerçek oy potansiyelini belirleyen bilimsel araştırmayı özellikle CHP ve MHP'nin çok iyi inceleyip değerlendirmeleri gerekiyor.
Haydar Çakmak Türkiye'de ilk defa (çağdaş teknik ve olanaklar kullanarak EGÜJM SAPTAMA, MEYİL YÖNLENDİRME METODU) ile siyasi erk'çe "kamuoyunu etkileme ve yönlendirmenin" hangi dereceye kadar mümkün olduğunu görmek için farklı zamanlarda iki anket şeklinde uygulanan bir bilimsel yöntem gerçekleştirivor.
Bu yöntemle CHP ve MHP'nin aldıkları oylardan yaklaşık iki katı oy alma kabiliyet ve potansiyelinde oldukları saptanıyor.
Ankette yer alan "ülke sorunları için siyasilerin sağcı veya solcu olması benim için önemli" değildir diyenlerin-oranı yüzde 87'ye ulaşıyor.
Bu durum Türkiye'de CHP nin en çok yüzde 30. MHP'nin de yüzde 20 oyu vardır savının doğru olmadığını gösteriyor
Oyumu değiştirmem için ilk sırada "Manevi Konular Gelir "diyerek' in oranı %4'te kalırken. "Ekonomik ve Hizmet Konulan Gelir" diyenlerin oranı yüzde 91 'e ulaşıyor.
Siyasi partiler için en önemli özelliğinin "ülke için hazırladığı plan ve projeleridir"' diyenlerin oranı yüzde 8l'e varıyor.
Beni en çok rahatsız eden "yolsuzluk ve adaletsizliktir" diyenlerin oranı yüzde 69 iken, beni en çok rahatsız eden "dini değerlerin yeterince dikkate alınmaması" diyenlerin oranı yüzde 16da kalıyor.
Siyasi partilerin liderlerinin dışındaki kadrolar çok önemlidir diyenlerin oranı yüzde 89 iken önemsizdir diyenlerin oranı yüzde biri bile bulmuyor.
Türkiye için Önemli ancak daha Önce hiçbir partinin düşünmediği birkaç projeyi CD ve fotoğraflarla birlikte gösterilerek, bu projeleri Halk Partisi gerçekleştirme vadinde bulunursa oyunuzu verir misiniz sorusunu yüzde 49 evet, yüzde 14 hayır, yüzde 37 bilmiyorum diye yanıtlıyor
* * *
Bu dar kapsamlı çalışma, yıllarca din sömürüleriyle uyutulmuş Türk halkının ülke ve halt çıkarlarına uygun proje ve programlar üreten, şok sloganlarla ülke halkını uyandıran, heyecanlandıran, bilinçlendiren partilere yönelebileceğini gösteriyor.
Sinsi amaçlan uğruna basta laiktik olmak üzere Atatürk'ün tüm çağdaş devrimleri bir bir yok ediliyor
Dış politikada ise rezilliğin bini bir para. Kıymeti kendinden menkul Davudoğlu'nun imam diplomasisiyle Osmanlı'nın hasta adamı "mevta adam" haline getiriliyor. Kuzey Suriye'yi PKK ile yengeniz yaptırarak Güneydoğuda Sevr hortlatılıyor. Bir yanda ülkeyi parçalanma ve savaşın eşiğine getiriyor, diğer yanda krema komuta kademesini zindana attırarak orduyu çökertip düşmanların ekmeğine yağ sürüyorlar. İşte Türkiye'yi bu aklı evveller yönetiyor
Türk halkı ise hâlâ güzellik uykusunda.
CHP "Hangi ulusal çıkar gereği Suriye'yle dalaşıyor hiç yoktan Ortadoğu batağında Türkiye'nin başını belaya sokuyorsunuz" diye bunları rezil rüsva edemiyor Atatürk "bir millet uyanıyor" sloganıyla halkı ateşleyip mucizeler yaratıyor.
Atatürk'ün partisi 81 İlde "Ülkene sahip çık" mitingleriyle halkı şahlandırıp bunların başına gök kubbeyi indiremiyor. ' Bu olayların binde biri başka bir ülkede yaşansa halk bunları meşe sopasıyla kovalardı.
Başbakan CHP,ye şükretsin. Ya Türkiye'deki muhalifler de Esad muhalifleri gibi olsaydı?

“Barzani, Bağımsız Devlet Kuracağını açıklar” demiş miydim?
Mesud Barzani, 18 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’a gelmiş ve Başbakan Erdoğan ile görüşmüştü. İşte o gün, Barzani’nin ziyaretinin amacının, Erbil’de düzenlemeyi planladığı Kürt Konferansı hakkında konuşmak olduğunu, Erbil toplantısı için de 5 Nisan’da ABD’de görüştüğü Obama’dan izin aldığını Twitter’da ve Facebook’ta yazmıştım. Mesajımı şöyle bitirmiştim, “Bu gelişmelere dikkat edin, çünkü Erbil toplantısı nihai hedefin en önemli aşamasıdır, Barzani, Temmuz ayında bağımsızlık ilan etme düşüncesini açıklayabilir. Niye Temmuz derseniz, bunu da yazacağım.”
Dediğim çıkmayacak, diye beklerken Temmuz ayının sonuna doğru, yani bugün, 30 Temmuz 2012’de, akşam saatlerinde, medyada şu son dakika haberi yer aldı:
Barzani, “Bağımsız Devlet Kurabiliriz….”
Bu tür hatırlatmaların altına hep yorum yapardım, ama bu kez yorum yok…

Gürbüz Evren / Siyaset Bilimci

Mâûn Suresinin Lanetlediği Dönek Tip: Müraî
Mâûn suresinin dinciliğe vurduğu darbeden korunmak için tedbir alanlar, bu surenin tanıttığı en şerir tip olan müraî (riyayı meslek edinen) tipi hep sakladılar. En şerir tip olarak münafık tipi öne çıkardılar. Oysa ki, Mâûn suresinin tanıttığı müraî tip münafıktan çok daha tehlikeli ve zararlı bir tiptir. Münafık, başkalarına karşı ikiyüzlü ise de kendi içinde samimidir. Yani münafık, inkârını içinde saklayarak dışa karşı mümin olduğunu söyler. Müraî ise kendi içinde de samimi değildir. Çıkarı elverdiği ölçüde ve sürece inanmış görünür, inanmışlıktan daha fazla yarar sağlayacak bir durum zuhur ettiğinde, içindeki inancı kaldırıp atar.
Müraî, öylesine pis bir karakterdir ki, onun için ne inanmak diye bir mesele vardır ne de inanmamak; onun için tek mesele vardır: Daha çok dünyalık kazanabilmek. Daha çok dünyalık kazanabilmenin en rahat ve risksiz yolu Allah ile aldatmak olduğundan müraîler daima dinciler arasından çıkar. Bunun içindir ki Kur’an, müraîlik meselesinde daima dinciliğe ve din sınıfına yollama yapmaktadır.
Müraîyi Türkçe’de en iyi tanıtacak tabir, öyle sanıyoruz ki, ‘dönek’ tabiridir. Açık inkârcıda döneklik olmaz. İnanmadığını mertçe söyler, sonuçlarına katlanır. Münafık bile durmadan dönmez; onun da iki hali vardır: Dışarıya karşı inanmış görünmek, kendi içinde inkârcı olmak. Yani münafıkın samimi olduğu bir şey vardır: İmansızlığı. Ama bunu saklar. Müraî ise hiçbir samimiyeti olmayan, çıkar ve hesaba göre durmadan dönen bir kahpedir.
Kur’an’ın verilerine dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
İçlerinde çıkarcılık saklayanlar, içlerinde inkâr saklayanlardan daha tehlikeli ve daha alçaktır. Mâûn suresi, insanlığın bir türlü kavrayamadığı veya kavramak istemediği bu sarsıcı gerçeği tüm bağlantılarıyla tanıtan eşsiz beyyinedir. Bunun içindir ki, Allah ile aldatanlar, Mâûn suresinin adı geçince fenalaşırlar, kimyaları değişir ve Mâûn mesajını gündem yapan kişiye kudurmuşçasına saldırırlar. Çünkü bu mucizeler mucizesi sure onların kirli, kanlı, zalim maskelerini yırtmakta, o maskenin arkasındaki haramla beslenmiş nursuz-ufuksuz suratı ortaya çıkarmaktadır.
Unutmayalım ki, riyakârlıkları menfaatçılığa dayananlar, Kur’an’a göre, en tehlikeli, en zararlı mahluklardır.
MUHAMMED ABDUH’UN LANETLİ NAMAZ YORUMU
Mısırlı müfessir Muhammed Abduh (ölm. 1905), Fâtiha suresini tefsir ederken, “Yalnız sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz” ayetini, Mâûn suresinin riyaya değinen ayetiyle irtibatlandırarak açıklıyor. İşte birkaç satır:
“Namazın, fotoğraf ve lafızlardan ibaret kısmını yerine getirip onun özünden ve amacından habersiz olanlar, Mâûn suresinde lanetle anılmışlardır. Bu tür namaz kılanlar fotoğraflarıyla namaz kıldıkları için ayette ‘musallîn’ (namaz kılanlar) diye anılmakla birlikte namazın hakikati olan ‘kalbi Allah’a yöneltmekten gafil’ olduklarından ‘namazdan habersizlik’le suçlanmışlardır.  Bu habersizliğin vardığı nokta ise ‘riyakârlık ve kamu haklarının yerine ulaşmasına engel olmak’ olarak gösterilmiştir.”
“Bu tür namazların Allah rızası ile bir alakası yoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Namazı kendisini kötülüklerden, çirkinliklerden alıkoymayan bir kişinin o namazı Allah’tan uzaklaştırma dışında hiçbir işe yaramaz. Böylesi salâtlar, ıslak bir bez gibi dürülüp kılan kişinin suratına çalınır.” (Reşit Rıza, Tefsîru’l-Menâr, 1/87-88)
Demek ki, riyakârlığın değişik alt başlıkları olabilir: Şirk, münafıklık, menfaatçılık. Değişmeyen şu ki, riya asla bir mert tavır değildir; iki yüzlülük ve kahpelik tavrıdır. Riyakâr bu kahpeliği bazen şirk olarak öne çıkarır, bazen nifak, bazen de çıkarcılık.
Mâûn suresini tefsir eden bütün müfessirler bu surede bahis konusu edilen riyanın şirk türlerinden biri olduğunda ittifak etmişlerdir. Sonuç şudur: Mâûn suresinin önümüze koyduğu tip genel çerçevesiyle müşrik tiptir, münafık tip değil. Özel çerçevede ise müşriklerin en tehlikelisi olan müraî tiple karşı karşıyayız.
Mâûn suresi, Kur’an’ın insanlık için en büyük tehlike gördüğü Allah ile aldatan ve bunun için özellikle namazı kullanan tipi tanıtmakta, insanlığı bu şerir tipe karşı uyarmakta ve donatmaktadır.

Oyun mu sandınız?
BOP:
(Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek Gelecek ve İlerleme için Ortaklık İnisiyatifi)
Kapsama Alanı:
Fas’ın Atlantik  kıyılarından, Doğu Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına / Karadeniz kıyılarından, Güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bölge.
Hedefleri:
1)Ortadoğu’nun kontrolünü ele geçirmek,
2)İsrail’in güvenliğini garanti etmek için Büyük Kürdistan’ı kurmak,
3)Petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimini sağlamak,
4)AB-Çin ve Japonya’yı bölgedeki ekonomik zenginliklerden uzak tutmak,
5)Var olduğunu iddia ettiği “İslami terör’ü” bitirmek.
Condoleezza Rice (Washington Post 7. 08. 2003)
“Bölgede bulunan 22 devletin sınır ve haritaları değişecektir…”
Sayın Erdoğan;
Siz, 26 .02. 2006’da; “Biz Eşbaşkanız. Biz orada görev ifa ediyoruz. Böyle bir görev seçilerek verilmiştir” dediniz. “BOP Eşbaşkanı” olduğunuzu, gururla tam 34 kez tekrar ettiniz.
Siz, BOP’ u “Başkanın Oyun Parkı” veya “Başkan Obama’nın Partisi” mi sandınız? Siz, ülkelerin kaderleriyle oynamayı, insanların ölümlerini, can almayı  “oyun mu sandınız?...”
Siz; “Şimdilik bunların dediğini yapayım, işime gelmeyince yan çizerim” diyebileceğiniz bir oyun mu sandınız?...
Siz; “Amerika ile dostluk yapmak, ayı ile yatağa girmeye benzer” sözünü hiç duymadınız mı?...
Sizin Eşbaşkan olduğunuz  BOP’ un; anlamı, kapsayacağı alan, hedefleri  yıllar önce belirlenmiş ve ilan edilmişti.
Sizin; “Ben bunu bilmiyordum, bunların niyetleri başkaymış, beni kandırdılar, aldattılar” deme hakkınız asla olamaz.
Siz bilerek ve isteyerek BOP Eşbaşkan’ ı oldunuz…
Sayın Erdoğan;
*Amerika’nın Irak’ı işgal edip, çocuk-kadın demeden 1 Milyondan fazla insanın ölmesine yol açan bu projeye,
*On binlerce Müslüman kadının tecavüze uğramasına sebep olan bu projeye,
*2 Milyon Iraklıyı yerinden yurdundan eden bu projeye,
*Irak’ın tüm yer altı-yerüstü zenginliklerinin, kültür hazinelerinin ve binlerce yıllık tohum ambarlarının küresel çetelerin eline geçmesine olanak veren bu projeye,
*Kuzey Irak’ın bölünerek, “Büyük Kürdistan’ın” kurulmasını sağlayacak bu projeye,
*Tunus-Libya- Mısır’da  emperyalistlerle birlikte hareket edip, buralarda yapılan katliamlara ve bu ülkelerde yönetimlerin “Müslüman Kardeşler” denen yobazların eline geçmesini sağlayacak bu projeye,
*Suriye’nin parçalanarak, “Büyük Kürdistan’ın” ikinci ayağı olacak bölgeyi meydana çıkaracak bu projeye,  bilerek-isteyerek-övünerek- gönüllü olarak “Eşbaşkan” oldunuz.
*T.C Devletinin bir Astsubay’ının karşısında “esas duruşta” bekleyen, Türkiye’ye 50 Bin Dolar için yalvaran  “babadan bölücü bir çapulcuyu” Türkiye Cumhuriyetini bölecek bir güce kavuşturdunuz.
*54 binden fazla insanımızın canını alan, Türkiye’nin Milyarlarca Dolar kaynağını emen  aşağılık bir Narko-Terör Örgütünü Türk Devletinin “Muhatabı” seviyesine çıkardınız.
Sayın Erdoğan;
Bu yazdıklarım siyaset ve polemik konuları değildir. Lütfen düşünün, bunları tekrar tekrar okuyun. Sizi eleştirenlerin de bu ülkenin evlatları olduğunu ve sadece Türkiye’nin iyiliğini istediklerini lütfen kabul edin.
Eğer bunu kabullenmez, yaptıklarınızı bir kez olsun değerlendirmez ve gerçeklere gözünüzü kapamaya devam ederseniz, Türkiye’yi çok yakın bir zamanda Irak’a- Suriye’ye çevireceksiniz…
Şunu hiçbir zaman unutmayın ki;
Nereye giderseniz gidin, hangi makama gelirseniz gelin, bu Eşbaşkanlık görevine devam ettiğiniz sürece, Türkiye kan kaybetmeye devam edecektir.
Son 90 günde 55 şehit verdik. Bu bile size bir şey anlatmıyor mu?

Terbiyesiz İngiliz polisi ve mürid Türk polis müdürü!
İngiliz polisi terbiyesizmiş!
Tayyip Erdoğan öyle diyor.
Niçin mi?
Polis, kendine verilen görevi yaptığı için!
Erdoğan, Londra’daki Türkiye-Angola bayan basketbol maçında, yandaş Türk gazetecilerinin gazıyla, VIP bölgesini terk etmeye yani kendi güvenliğini tehlikeye atmak isteyince İngiliz polisi buna izin vermedi!
Vay sen misin, haşmetlu Tayyip Sultan Hazretlerine “hayır” diyen!
O polise, anında paylama ve hakaret!
- “Sen ne terbiyesiz adamsın be!”
Yahu dengin mi senin, o İngiliz polisi!
Çocuk, belli ki kendine verilen emri uyguluyor!
Velev ki bir hata yapsa bile, onun seviyesine inip o şekilde hakaret etmek Türkiye gibi bir ülkenin Başbakanı’na yakıştı mı?
Hemen bir empati yapalım ve İngiliz Başbakanı Cameron, İstanbul’da bizim bir polisimize, “Sen ne terbiyesiz adamsın” diye bağırsa ne düşünürdük acaba?
Valla bu İngilizler çok olgun. Ne yalan söyleyeyim, benim polisime bu şekilde hakaret edene ettiği cevabı anında verirdim!
Ama hayır, Tayyip Erdoğan’ın bu refleksine şaşırmamak gerekiyor. Zira, hazretim kimyası değişti. Kendisini haşa ilah gibi görüyor!
Ona göre, görev tanımının ölçüsü yasalar değil, kendisine ve şurekasına, mürid olma yani tam teslimiyettir!
Mesela, Tayyip Erdoğan için Mustafa Marangoz isimli polis memuru terbiyede numune ya da timsaldir!
O kim mi?
Hatay Dörtyol’da, emrindeki polisleri umumhane sermayeleri formatı ile teşhir kepazeliğine soyunan malum Emniyet Müdürü!
Timsaldir, zira Akoğlanı koruyan yani AKP mebusunun oğlu için kurumunun şerefini ayaklar altına alan o polis müdürü, ödül olarak, anında terfi ettirildi yani 3. Sınıf Emniyet Müdürlüğü’nden 2. Sınıf Emniyet Müdürlüğü’ne yükseltilerek ilçe’den il Emniyet Müdür Yardımcılığı’na atandı.
Eee böyle, Başbakan’a böyle polis müdürü değil mi?
NOT: Facebook ve twitter’de yokum. Birileri bizim adımıza ahkam kesiyor. Bilginize.
***
Adalar’da İmam Hatip Bölücülüğü
Yer: İstanbul Adalar.
Geçtiğimiz Cuma günü.
Namaz öncesi, vaiz Adalar İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün bir duyurusunu okuyor.
Önce, İlçe’de İmam Hatip Okulu’nun açılacağını müjdeliyor ve akabinde kayıtların başladığını bildiriyor.
Ve hemen sonrasında aynen şu ifadeler:
-“Eğer çocuklarınızı İmam Hatip’e kayıt ettirirseniz, bütün kıyafet masrafları ile bir yıllık öğle yemeği paralar Milli Eğitim Müdürlüğümüz tarafından karşılanacaktır.”
Tam bu noktada soralım:
1)Normal liseler için herhangi bir duyuru yapmayan camiler, İmam Hatip Okulu için böyle bir duyuruyu, hangi yasal dayanağa göre yapar? Okulların tamamı devletin eğitim kurumları iken, cami vaizlerinin okul ayrımcılığı yapması, yasaları ihlal ve hatta bölücülük değil mi?
2)Milli Eğitim Müdürlüğü’nün, duyuruyu yapmak için camiyi seçmesi yasalara uygun mu?
3)Milli Eğitim Müdürlüğü’nün, İmam Hatip’i özendirmesinin yasal dayanağı var mı?
4)Milli Eğitim Müdürlüğü, İmam Hatip’e kayıt yaptıracak olanların kıyafet ve öğle yemek paralarını hangi kaynaktan karşılayacaktır?
5)Bu çifte standartlı tutum, Tük Milli Eğitim Sistemi’nin böğrüne saplanan hançer değil midir?
***
Baydemir eller üstünde, İlker Başbuğ esir!
Osman Baydemir kim?
PKK pardon BDP’li Diyarbakır Belediye Başkanı!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile yetkililerine adeta küfür etme ayrıcalığı olan bir adam!
Bir ara Tayyip Erdoğan için ağza alınmayacak sözler etmişti. Ama ne hikmetse, uçan kuşlara bile ayar veren Başbakan ona bir şey diyemedi!
İşte bu Baydemir, şimdi de Türkiye’deki Kürtlere açıktan özerklik talep ediyor ki, bir sonraki adım malum bağımsızlıktır!
Günlerdir bekliyorum, ne AKP’lilerde ne de yargıda tık yok!
Sanki Baydemir’in bunu talep etmesi hak ve yasal?
Osman Baydemir’e susan o yargı çevreleri ile AKP güruhu, İlker Başbuğ söz konusu olduğunda hatırlayın nasıl hücum geçmişlerdi!
Peki ne yaptı İlker Başbuğ?
Türkiye’yi bölmeye mi kalktı, Kürdistan’a özerklik mi istedi?
Tam tersi, isteyenlere direndi!
İtham edildiği suç ise AKP’yi internet ortamında kurumsal olarak eleştirmek ki o da yalan!
Bu durumda manzara şu oluyor:
Bugünkü Türkiye’de, AKP’yi yazı ile eleştirmek, ülkeyi silahlı kalkışma yani terör ile bölmekten daha büyük suç!
Değilse Baydemir niye dışarıda ve İlker Paşa neden esir?
***
Ertuğrul Günay ve Hasan Celal!
20 küsür yıldır yakından tanıdığım, Ertuğrul Günay ile Hasan Celal Güzel’e gerçekten üzülüyorum.
Ertuğrul Bey, aslında dürüst bir isimdir, lakin duruşu yok!
Bir Bakanlık koltupu uruna, Başbakan tarafından defalarca aşağılanıp refüze edilmesine rağmen, umursamaz davranması kişiliğine gölge düşürmüştür!
Değer mi Ertuğrul Bey?
1977 seçimlerinde, yaşını büyüterek TBMM’ye giren o antiemperyalist Ertuğrul ile bugün, AKP vagonunu takılıp, emperyalizme köle olan Ertuğrul’u kıyasla lütfen!
Ve Hasan Celal Güzel!
O müthiş enerjisini hırslarına kurban etti!
Ve şimdi de AKP yardakçılığı!
Tamam, 40 yaşındaki oğlunu yasa dışı memur ve DDK’ya üye, eşini de AKP’den mebus yaptırdın. Dahası, Sabah’ta yüklü maaşla güzel köşe kaptın ama bütün bunlara rağmen değer mi Hasan Bey?
Bu dozda bir AKP yalakalığı, takışıyor mu sana?
Bir de, bazı olaylara tahrif etmen yok mu, işte o çok ayıp!
Herkes belden aşağı vurabilir de, sen vuramazsın Hasan Bey. Hande Mumcu olayı boynunda yaftadır unutma!

Hakimler diktası mı?
Başbakan Erdoğan 6 Haziran'da ATV'de konuşurken bir yere geldi ki açıkça feryat etti. O feryat cümlelerini hatırlayalım: 'Özel yetkili mahkemeler tartışması MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılmasıyla başladı. Burada yargı yürütme alanına girdi. MİT Müsteşarı'nı şüpheli sıfatıyla çağırırsanız devletin tekerine çomak sokarsınız. Burada çizmeyi aşan bir adım atıldı. Bana bağlı olan müsteşarımı alırsanız ben durmam. Ha alacaksanız beni alın! (...) Tutuksuz yargılanabilecekken tutuklanan insanlar, askerler, gazeteciler var. Yargıya olan güven artmışken azalmaya başladı.'
Türkiye'de belli bir yargıç kesimi o kadar güç kazandı; o kadar 'dediğim dedik' hale geldi ki, böylece bir yargıç sultası/hegamonyası/ diktası ortaya çıktı. Derin bir adli kadro; Türkiye'de 'Biz istediğimizi alırız; istediğimizi tutuklarız; istediğimizi mahkum ederiz.' havasına girdi.  Bu özel savcılar/yargıçlar takımı; yaptıkları yanlışlar için, 'Mağdurlar, üç ay beş ay feryat ederler, sonra unutulur gider.' diye düşünüyorlar.
***
Sonunda iktidar; bu yargıçlar saltanatının önünü kesmek amacıyla 3. Yargı Paketi denilen yasa değişikliğini yaptı.
Ama o da bir işe yaramadı. Bu özel yargıçlar; eski yorumlarını ve uygulamalarını hiçbir şey olmamış gibi sürdürdüler. Ve tutuklu yargılanan milletvekillerini bile tahliye etmediler.
Manzara gösteriyor ki bu özel yargıç ekibi; artık şüphelilerle hasım haline gelmiş durumda.
Balyoz davasında; mahkeme heyeti, sanki, 'Sizi elimize geçirdik; bir daha bırakmayız; size gününüzü göstereceğiz!' havasında.
Demekki yeni yasa yetmiyor; yeni, özgür ruhlu yargıçlar gerekiyor.

YILDIRIM'IN FERYADI
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın cumartesi günkü konuşması da işte böyle bir sürece karşı yükselen feryat idi. Çünkü; 'şike operasyonu' adı altında,  Aziz Yıldırım da özel yetkili savcılar tarafından uydurulan gerekçelerle tutuklatılıp ısrarla içeride tutulmuştu. Bu operasyonun temel gerekçesi; püf noktası şike iddianamesinde (sayfa 150) şöyle yazılmış bulunuyor: (Aziz Yıldırım liderliğindeki) Suç örgütünün Türkiye Futbol Federasyonu üzerinde etkinliğinin bulunduğu, Federasyon Başkanı Mahmut Özgener'in Aziz Yıldırım'ın futbol camiası içierisindeki gücünden faydalanabilme adına şahsa her türlü desteği verdiği, Fenerbahçe kulübüne Federasyon'dan usulsüz şekilde paralar aktarıldığı, bu paraların şike faaliyetinde kullanıldığı (...)'
Eğer bu iddia doğru ise o zaman Savcı Mehmet Berk neden Mahmut Özgener'i de iddianameye şüpheli olarak dahil etmedi? Hadi şüpheli yapmadı neden tanık olarak bile  ifadesini bile almadı? Almadı; çünkü; Sayın Özgener; Savcı Berk'in bu iddiasını yalanlayacaktı ve iddianame de çöpe gidecekti.
Peki 'gerçeği bulmak ve adaleti onun üzerine kurmak ile görevli' özel yetkili yargıç Mehmet Ekinci neden, 'Gel bakalım; Sayın Özgener; bu ağır suçlamalara ne diyorsun? Şu para işini bir açıkla. Ne verdin Fenerbahçe'ye' diye ona soru sormadı?
Soramadı; çünkü alacağı cevap ile iddianame de dava da çökecekti...
Unutmayın ki Aziz Yıldırım'ın izlenmesi Mahmut Özgener ile konuşması gerekçe gösterilerek başlatıldı. Federasyon'dan Fenerbahçe'ye proje karşılığı  usulüne uygun olarak verilen parayı 'çete işi' gibi gösteren bu iddianameye ve bunu doğru kabul edip ceza veren yargıya destek olmak; insan vicdanına sığar mı?
İşte Sayın Yıldırım'ın o konuşmasını zulme uğramış bir insanın feryadı olarak görmek gerekir. Kendisinin havuza zarar vermek; Galatasaray ve Trabzonspor ile kavga etmek gibi bir derdi yoktur. Hele hele o seçkin kulüplerimizin taraftarı ile Fenerbahçe yönetiminin en küçük sorunu yoktur.
Adil olalım; özel operasyon polisinin ve savcılarının yanında durmayalım.
Hz. Ali diyor ki: 'Bir kere zalim olmaktansa bin kere mazlum olmak yeğdir.'

Gündem
İzlenen iç ve dış olaylar; haftanın değil, önümüzdeki haftaların gündemini oluşturuyor.
Güneyimizde Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye “vakası” oluştu.

İktidar dalkavuklarına, tabii sıfırlama politikasının baş mimarı Davutoğlu’na göre; PKK ile PYD işbirliği ile K. Irak’a benzer K. Suriye’de oluşmakta olan demokratik Kürt özel bölgelerinde “her şey Türkiye’nin kontrolü altında!”
Acaba gerçek böyle mi diye tartışılırken kimi gazetelerin bölgeye gönderdiği muhabirlerin önceki gün gazetelerde yer alan haberleri Kürt bayrağı çeken Kürtlerin K. Suriye’de de kontrolü ele geçirdiğini bildiriyor.
Geçen hafta çarşamba günü Londra’dan kükredi Bay Başbakan:
“Suriye’deki yapılanma oradaki Kürtlerin yapılanması olarak kabul edilemez. O PKK ile PYD yapılanmasıdır. Bu oluşuma eyvallah diyecek halimiz yok. Bu bizim için bir terör yapılanmasıdır” dedi ama..
...K. Irak’ta, K. Suriye’de, Batı âlemi ve medyasında RTE’nin bu sözlerini dikkate alan yok.
İkide bir Ankara’yı arayan Başkan Obama da günlerdir; Suriye’nin bölünmesi arifesinde acaba ne düşünüyor, ne öneriyor diye RTE’ye telefon açmıyor.
Dost dediğine güvenmenin de bir sınırı var.
RTE’nin söyleyeceklerine nasıl inansın Obama?
Geçen yıl Şam’ın elinde kitle imha silahları var dese, ne zaman Esad gitmeli diyecek olsa; karşısında yüksek stratejik işbirliği içinde olduğumuz Esad’ı aslanlar gibi koruyan, savunan, RTE’yi buldu.
***
Suriye artık Ankara’nın elinden çıktı. İpler yavaş yavaş ABD’nin eline geçiyor...
Medyaya göre; “Irak’ı 2003 yılında işgal ettikten sonra yeni (demokratik) düzenin kurulması sürecinde büyük sıkıntılar yaşayan ABD, Suriye’de de benzer bir durumun yaşanmasını istemediği için Beyaz Saray, muhaliflere Beşşar Esad’ın öldürülmesi veya devrilmesi durumunda yerleşik devlet kurumlarının ortadan kaldırılmaması” mesajı gönderdi.
Washington’ın ara sıra bir Kürt devleti kurulmasına asla izin vermeyeceği yolunda Ankara’ya verdiği güvenceye kulak asmamak gerek.
Gelişmeler aksi istikamette. ABD etkinliğinde bir Kürt devletinin kurulma provası gibi es geçilemeyecek gelişmeler izleniyor.
***
Bizse güçlü bir dış politika için güçlü bir orduya sahip olma kuralını Kuran hizmetinde siyaset yapan AKP ve lideri RTE sayesinde bir yana attık.
RTE’nin TSK’yi ne hallere düşürdüğünü örnekleyen haberler her gün gazetelerde.
2002’de tek başına iktidarı yakalayan RTE’nin amacı; orduyu sıradan bir güvenlik gücüne dönüştürmek ve yönetimine almaktı!..
Darbelerle ilgili siyasal açıklamalar ve medyatik yayınlar TSK ile ilgili asıl amacını örterek gerçekleştirmesine yardımcı oldu.
TSK’nin, askerlik mesleğinin tartışmasız ustası olanları içeri attı.
Düşünebiliyor musunuz; Genelkurmay Başkanlığı’na getirdiği İlker Başbuğ; terör örgütü kurmakla suçlandı, tutuklandı.
RTE’nin vicdanı sızlamadı.
***
Bugünlerde Yüksek Askeri Şûra toplanacak. Savaş ve kargaşa kapımızı çalmış. Bu konuların tartışılarak ne kararlar alınacağına medyadaki haberler değinmiyor bile.
Geçen yıl mahkeme sürecini bekleyelim gerekçesiyle dosyaları bekletilen, içlerinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na layık görülen Org. Bilgin Balanlı, Nusret Taşdeler gibi mümtaz değerde 22 generalin emekliye sevk edileceği baş haber.
Deniz Kuvvetleri’nde 56 amiralden 25’i tutuklu. Terfi edemiyorlar.
Adalet sever ya RTE; tutuklu amiralleri emekliye sevk etmiyor. Ne zaman biteceği Allah’a kalmış davalar devam ediyor diye görev sürelerini bir yıl daha uzatmaya hazırlanıyor.
***
Nihayet muradına erdi. Emirlerini çak diye selam verip pat diye yapan bir komuta heyetini işbaşına getirdi.
2010’lara kadar yerden yere vurduğu askerleri, emri kumandasına aldıktan sonra övüyor bugün.
Cumhuriyetin ve Atatürk’ün ordusu diye övdüğümüz ordu gitti, yerini RTE’ye bağlı ordu aldı.
Sen bizi savaştan koru yarabbi!

Abdullah Gül bir değil iki dönem aday olabilir
Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresiyle ilgili aldığı kararın ne anlama geldiği artık daha da netleşti.
Abdullah Gül’ün danışmanı Ahmet Sever’in açıklamaları bir gerçeği ortaya çıkardı.
Tam tahmin ettiğim gibi “kısmi bozma” kararı tamamen Abdullah Gül’ün arzusu doğrultusunda olmuş.
Daha önce de yazmıştım; normal olarak Meclis’in Cumhurbaşkanı’nın görev süresiyle ilgili çıkardığı yasanın tamamı Anayasa’ya aykırıydı.
Ancak Anayasa Mahkemesi kararın sadece yarısını Anayasa’ya aykırı buldu ve kısmi iptal kararı verdi.
Buna göre mevcut Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 7 yıl. Ancak yasanın ikinci bölümündeki “Daha önce Cumhurbaşkanlığı yapanlar yeniden aday olamaz” maddesi iptal edildi.
Yani yasa Abdullah Gül esas alınarak düzenlenmiş oldu
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı almasındaki temel etken bana göre yeni üye yapısını, anayasa değişiklikleri oylamasından sonra iktidarın değil Abdullah Gül’ün oluşturmasıdır.
Yüce Mahkeme üyeleri kendilerini oraya getiren Cumhurbaşkanı’na şükranlarını bu yolla sunmuş oldular.
Eğer Anayasa Mahkemesi yasanın tamamını iptal etseydi, ağustos ayı içinde yeni Cumhurbaşkanı’nı seçmek için sandık başına gidecektik.
Bugünün koşullarında, Gül’e yeniden seçilme hakkı tanınmış olsa bile, Erdoğan’ın adaylığı karşısında Gül’ün adaylıktan feragat edeceği kesindi.
Kısacası, yasanın tamamı iptal edilmiş olsaydı, önümüzdeki ay Erdoğan’ın Köşk’e çıkması neredeyse kesindi.
Oysa şimdi durum değişti. Seçime iki yıl var ve Erdoğan’ın adaylığı bugünkü kadar kesin değil artık. Erdoğan’ın adaylığını ülke ve dünya şartları belirleyecektir.
Peki, Gül, Erdoğan’a rağmen 2014’te adaylığını koyabilir mi?
Mantıken bu pek mümkün görünmüyor.
Ancak Cumhurbaşkanı’nın danışmanı Ahmet Sever’in sözleri, bu ihtimalin az da olsa 2014’te belirebileceğini gösteriyor.
Anlaşılan, açıkça söylenmese ve hatta her fırsatta “olur mu canım öyle şey” türü açıklamalarla desteklense bile, iktidar ile Çankaya arasında bir soğukluk olduğu ve ciddi bir çatışmaya bile yol açması mümkündür.
Çankaya ile iktidar arasında şimdilik “görünmeyen” çatışmanın nedenlerine önümüzdeki günlerde değinmeye çalışırım.
Burada son nokta olarak şunu yazmak istiyorum. Gül 2014’te aday olup seçilebileceği gibi 2019’daki seçimlerde de aday olabilir.
Anayasa Mahkemesi kararında “eski cumhurbaşkanlarının yeniden aday olabilmesine olanak sağlanıyor” ancak bir kısıtlama konulmuyor. 2014’e geldiğimizde sistem sil baştan olacaktır.
Yani Gül aday olursa “ikinci kez seçilmek için” değil “ilk kez seçilmek için” aday olacaktır.
*****
Teşhis rezaleti
Dörtyol’daki “teşhis rezaleti” büyük olasılıkla bir şekilde kapanacak. Hatta belki sorumlular hakkında göstermelik de olsa hafif cezalar da verilecek. Ancak bundan sonra hiçbir polis ya da herhangi bir kamu görevlisi, bir iktidar mensubu, ailesi veya yakınlarına karşı yasal ve hukuki olsa bile bir yaptırımda bulunmaya kalkamayacaktır.
Bunu bilelim ve buraya nokta koyalım.
Öte yandan, milletvekili çocuğu “yasal hakkı olan” teşhis uygulamasından yararlanırken, Hopa olayları protestosunda polislerin kalça kemiğini kırdıkları Dilşat Aktaş’ın bu “yasal hakkını” tam 425 gündür kullanamaması da ayrı bir rezalet.
Kalabalık ve heyecanlı üstelik çatışmalı bir ortamda, hepsi aynı üniformayı giymiş kişileri bir gün sonra bile tanımak çok zordur. Kaldı ki bir yılı aşkın süre sonunda karşınıza sizi yaralayan bir polisi, yine üniformalı hâlde ve 10 kişinin arasından seçip tanımanız mümkün olabilir mi?
Dilşat Aktaş’ın önüne, kendisine saldıran polisi tek başına koysanız bile teşhiste büyük güçlük çekecektir.
Bu arada bir de çok merak ettiğim konuyu sorayım; Dörtyol’daki teşhis rezaletinde, milletvekili çocuğu, karşısına dizilen polislerle yüz yüze. Oysa bu tür teşhislerde arada aynalı camlı bölme olması gerekmiyor mu? Teşhis edenle teşhis edilen karşı karşıya konulur mu?
*****
Haber kanalının süresi neden kısıtlıdır?
Her şeyde olduğu gibi haber kanallarında da enflasyon yaşıyoruz. O kadar çok haber kanalı var ki, izlemek bile zor.
Ancak “haber kanalı” olan bu kanallar garip biçimde kendi kendilerini sınırlıyor. Hemen her gün ve hemen her haber kanalında sunucuların şu sözleri bıkmadan tekrarladıklarını duyuyorum: “Efendim çok önemli bir konu ama ne yazık ki zamanımız sınırlı.”
İyi de bir haber kanalının zamanı neden sınırlıdır. Adı üstünde “haber kanalı” değil mi?
Eğer konu çok önemliyse sunucu neden konuyu kapatır ve sanki arkasından çok önemli bir başka program gelecekmiş gibi izleyiciyi de tatmin etmez.
“Reklamlar” diyen olabilir. Ne var bunda? Reklama gidersiniz, sonra konuya dönersiniz. Yok, eğer haber kanalları kendi planladıkları yayın akışını yapacaklarsa o zaman da “konu çok önemli ama zaman sınırlı” demesinler bari.
*****
Özel’in tavrı özel değil
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel gazilerle iftarda “Şehit haberlerinin geldiği ortamlarda tatil yapmam” demiş. Yani Genelkurmay Başkanı bu yıl tatile çıkmayacakmış.
Bizim gazetede dâhil gazeteler bunu “hassasiyet” olarak değerlendirmiş.
Yandaş medyadakiler ise bir karakol baskınında golf oynamayı sürdüren komutana atıfta bulunarak “İşte fark” gibi başlıklar bile kullanmışlar.
Oysa Necdet Özel’in tavrında özel bir durum yok.
Türkiye şu anda “ilan edilmemiş” bir savaşın içinde. Bir tarafta terörle mücadele, öte tarafta Suriye ile patlayabilecek bir sıcak temas olasılığı içinde yaşıyoruz.
Böyle dönemlerde ilgili ve sorumlu makamlarda olanların tatil yapma gibi bir lüksü olamaz ki zaten.
Örneğin 2010 eylülünde Anayasa referandumu yapılmıştı. Referanduma giden günlerde gündem çok yoğundu ve gazeteciler, yazarlar hatta akademisyenler bile tatil yapamamıştı.
*****
Şehit sayısına göre manşet
Okurlarımdan Coşkun Telciler gündemle ilgili neredeyse her gün bir mesaj gönderir ve görüşlerini paylaşır. Dün de bir mesaj göndermiş. Diyor ki “Gazeteler şehit haberlerinde neden sayıya göre davranıyor? Her gün şehit haberi alıyoruz, ama bunlar bir iki ise gazetelerde çok küçük haber olarak okuyabiliyoruz.”
Aslında uzun yıllardır yaşadığımız bir sorun bu. Yazı işlerinde atkif çalıştığım günlerden de hatırlıyorum, sanki bu konudaki haberleri şehit sayısına göre değerlendiriyoruz.
Yani bir iki şehit varsa fazla önem vermiyoruz. Şehit sayısı 5’i geçtiğinde haber daha büyük yer alıyor. Bu aslında şehit haberlerini kanıksamaktan kaynaklanıyor. Eskilerin deyimiyle “vaka-i adiye” yani “sıradan olay” olarak algılıyoruz. Her gün olan, adeta rutin haline gelmiş olay gibi.
Ne zamanki aynı anda 5’ten fazla şehit haberi geliyor, o zaman olay “rutin” olmaktan çıkıyor.
*****
Nedense ne zaman dış politikamızın temelini oluşturan “Stratejik Derinlik” tezini ve stratejimizin “derinliğini” duysak aklımıza “kendi mezarını kazmak” deyimi geliyor. (Gani Yıldız)

Şaşkınlıktan Şaşkınlığa!
Tımarhanede miyiz?
Belki de ondan beter bir yerdeyiz!
Nerdeyiz, ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz?
Anlayan varsa beri gelsin!..
Neler olmuyor ki?
Adam birkaç kişiyi öldürmüş gururla övünüyor.
“O sıralar öyleydi, ben de gerekenleri yaptım, pişman değilim.”
Demeye kalmadan, hapishanelerden katiller özgürlüğe çıkarılıyor... Meclis bir yasa çıkarmış, ona uyuluyormuş!
***
Öte yanda yüzlerce, binlerce genç, yaşlı, asker, sivil tutukevlerinde yıllardır yatmakta...
Suçları ne? Kendileri de bilmiyor, onları suçlayan da!..
Katil olduğu mahkemelerce kararlaştırılan, bu yüzden hapislerde yatanlar bir bir özgürlüğe kavuşturuluyor...
Balbay, Özkan, Perinçek’ler ve onun gibiler yıllarca hapislerde çile çeksin...
Ergenekon mahkemesi dört yılda işini bitiremedi! Ona beş yıl daha zaman verin!
Adam üç dört kişi mi öldürmüş, övünerek gazetecilere anlatıyor ayrıntılarıyla... Gazeteler de büyük bir ciddiyetle yazıyorlar.. Bir anda katiller kahramanlaştırılıyor.
***
Türkiye hiçbir zaman böylesine adaletsizlik yaşamadı! “Adalet mülkün temelidir” sözü duvarlarda asılı kaldı, aşağıya inemedi. Yani Türkiyemiz hiçbir zaman böylesine adaletsiz kalmadı. İyi kötü hepimiz inandık adalet denen kavrama... Hâlâ inananlarımız var. Hangi suçu işlediği bilinmeyen, ama kendini yargıç önünde savunmaya çalışan insanlar şaşkınlık içinde. Bizler de...
Gençleri evlerinde basıp işkencelerle öldüren adamlar aramızda dolaşıyor. “O zamanlar gerekliydi” diye övünerek...
***
Gerçek bir akıl hastanesine döndü ülke! İşbaşındakiler de her konuşmalarında, her atılımlarında şaşkınlıkları çoğaltıyorlar. Yalnız şaşkınlık değil acıları da, acımasızlıkları da...
Binlerce genç yaşlı, kadın erkek, asker sivil hapishane hücrelerinde... Generali var, bilim adamı var, gencecik öğrenciler var. Bütün bu korkunç durumları seyreden bir hükümet var, Başbakan var. Bir de olanlar karşısında korku içinde susan sizler, bizler!

Sosyal Demokrasi, Teşkilat Ya Da Pilav Üstü Salata
“Teşkilat” nedir bilir misiniz?
Türkçe söylenişiyle “örgüt” mü?
Genelde öyle bilinir ama biz “Mülkiye”nin yani Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin özellikle 1968 ve civarı yıllarında öğrencilik yapmış “eski”lerine “Peki söyle bakalım teşkilat nedir” diye sorarsanız; büyük ölçüde -adeta o günleri yaşarcasına- gözlerini kısar ve şu cevabı verirler:

“Teşkilat, pilav üstü salatadır”
-………?
Çok komik geliyor değil mi?
Komik gibi gelir ama aynen böyledir.
İnanmayan bulsun böyle birini sorsun “doğru mudur” diye, ben buradayım.

Haydi işin içinde biraz komiklik olduğunu düşündünüz diyelim; biraz daha kurcalayın bakalım:
“Teşkilat denen şey pilav üstü salata ise, peki pilav üstü kurudan da teşkilat olur mu?”
“-Olmaz.”
“Pilav üstü köfteden?”
“-Olmaz”
“Salata üstü pilavdan?”
“-Yine olmaz, ters olur”
“Yani teşkilat olması için ille de altta pilav üstte salata mı olmalı?”
“-Evet, aynen öyle.”
………………….

*
“Teşkilat”ı anladık…
Peki “sosyal demokrat” üstü “liberal” olur mu?

Bu “teşkilat”çılar var ya, onda da dediğim dedik, çaldığım düdükçüdürler…
Aynı “teşkilatçı” kafasıyla:
-Hayır, “sosyal demokrat”ın üzerine “liberal” olmaz.
“Bal gibi olur, bak biz yapıyoruz oluyor” derseniz o zaman da bu yapılana “teşkilat” falan demezler.
*
Neden?
Nedeni şu:
Sosyal demokrasi asla sadece bir slogan, bir moda, pazarı olan bir söylem değil; halkın günlük hayatının içinde karşılığı olması gereken “bir ekonomik sistem”dir.
O; işçinin, işsizin, emeklinin, esnafın, üretici ve tüketicinin, devletin ve hatta yabancı sermayenin rollerinin iyi tanımlandığı bir ekonomi düzenidir:
“Düzen” olmaktan dolayı da “yürütülebilmesi için” tabanından tavanına kadar kendi içerisinde tutarlı olmak zorundadır.

Sosyal demokrat bir ekonomik modelden yola çıkmayan siyasetin sosyal demokrat bir düzen kurması mümkün değildir.
Böyle bir ekonomik düzende de aynen bizim “teşkilat”ta olduğu gibi ne ile neyin altlı üstlü olması gerektiği bellidir.
Ekonomide kimin ne yapabileceği, neyi yapamayacağı, kimin ne üretip kiminle paylaşacağı, alınacak kararların öncelikle kime yarayacağı belli edilmiştir.
Örneğin sosyal demokrat ekonomi modelinde uluslararası finans kurumlarının belirleyiciliği yoktur.
“Küreselleşme” hayranlığı ve teslimiyetçiliği yoktur, “ekonominin yönetimini uluslararası sermayenin kurumlarına bırakmak” yoktur.
Küresel sermayenin temsilcilerine de.

Sosyal demokrasi denen model apaçık “halkçı”dır.
Dolayısıyla, sosyal demokrat ekonomi de “halkçı” olmak zorundadır.
Çünkü o geniş halk kitlelerinin çıkarları üzerine kurulu olma iddiasında bir düzendir.
Bu düzende sosyal demokrat yani “halkçı ekonomi” ile “küresel sermayenin yol göstericiliği” kolay kolay bir araya gelemez.
”Gelir gelir…” denip “küresel sermayenin desteğiyle sosyal demokrasi”ye soyunulacak olunursa, o zaman da ancak küresel sermayenin “himayelerinde” yani onların çizdiği çerçeve içerisinde bir sosyal demokrasi olur ki, işin bu kadar sulandırılmışı halkın beklentisini karşılamaz.
Yani halkı tatmin etmez, dolayısıyla hiçbir zaman bir partiyi iktidara getirecek ölçüde kitleleri peşinden sürüklemez, siyasette beklenen karşılığı olmaz.

Belki birilerine bir süre için beğendirirsiniz ama, o hiçbir zaman öyle 1968’lerden bu yana unutulamayan “teşkilat” gibi bir şey olmaz.

ABD Yanlış Yapıyor, Türkiye Uyarmıyor
Daha kitabımın mürekkebi kurumadı...
Öngördüğüm sorunların hepsi gündeme geldi.
“ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı” nisan ayında basıldı...
Aradan dört ay geçti...
Kitap hâlâ raflarda...
Hâlâ Remzi Kitabevi’nin “Çok Satanlar” listesinde…
İsteyen alıp bakabilir:
Ne dediysem, öyle oldu…
Daha da ilginci, “Suriye’nin toprak bütünlüğü” konusunda ABD de benim savunduğum çizgiye geldi!
Artık çok geç mi, değil mi, bilmiyorum…
Bu saatten sonra, Suriye’nin toprak bütünlüğü korunabilir mi...
Kimyasal silahlarlın terörist grupların eline geçmesi önlenebilir mi...
İstikrarsızlığın, bütün bölgeye yayılması, İsrail’i ve İran’ı da işin içine sokacak, Rusya-Çin ile ABD’yi karşı karşıya getirecek çatışmalara yol açması durdurulabilir mi...
Bütün bu hengâme içinde, Türkiye’nin sıcak bir savaşa sokulması, tepemize bombalar yağması olasılığı nedir...
Ortadoğu’da kurulması planlanan “Büyük Kürdistan” Türkiye’yi nasıl etkileyecektir...
Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’la saptanan sınırları değişecek midir...
İçeride, rejim laik ve demokratik niteliğini koruyabilecek midir?
Kitabımda Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve barışçı bir dönüşümü savunmak yerine, sadece Esad’ın gitmesine odaklanan bir politikanın bütün bu olası karanlık sonuçlarını dile getirmeye çalışmıştım...
Şimdi ABD, Esad sonrası doğacak kaostan telaşlandı ve bunu durdurmaya çalışıyor...
Türkiye ise başındaki etnik terör sorununun komşu ülkelerden gördüğü desteğin yaygınlaşmasından korkuyor...
***
Dün Cumhuriyet’te üç çok ilginç yazı vardı:
Ergin Yıldızoğlu, ABD politikasının son birkaç günde nasıl değiştiğine, Esad sonrasında oluşacak tehdidin önlenmesi için doğrudan müdahale çağrılarına dönüştüğüne işaret ediyordu.
Erol Manisalı, Ortadoğu’daki değişimin iki hedefini, İsrail-Arap eksenli denkleme Kürdistan’ın eklenmesini ve bağımsız rejimlerin Müslüman Kardeşler öncülüğünde ABD nüfuzuna sokulmasını dile getiriyordu.
Orhan Bursalı da bütün bu değişimlerin Türkiye üzerinde beklenmedik sonuçlar doğuracağına değinmişti.
***
Aslında bu konuda, art arda yazdığım dördüncü yazı bu...
Üçüncü yazı, pazar günü, son mahkeme kararları üzerine, şimdiki yazının önüne alarak yazdığım Silivri yazısı olarak algılanabilir...
Çünkü o yazıda, Suriye ile Silivri arasında, AKP politikaları bağlamında oluşan organik ve siyasal ilişkiye dikkat çekmeye çalıştım.
İlk yazıdan itibaren Kadeş Savaşı üzerinde durmamınsa iki nedeni vardı:
Birinci neden Kuzey Suriye bölgesinin tarihsel ve stratejik önemine ve bölgenin istikrarsızlığına dikkati çekmekti...
İkinci nedense asıl odak noktam:
Kadeş aslında, Hititler ile Mısır arasında bir küçük krallık, bir kaledir ve buranın kralları iki büyük devlet arasında “tabi” (vassal) niteliğindedir.
Bu nitelikleriyle elden ele geçer, sürekli “metbu” (egemen, süzeren) değiştirirler.
Savaşın en önemli nedenlerinden biri, Hititler’in egemenliğine geçtikten sonra, Kadeş Kralı’nın öteki beylikleri de Mısır’ın egemenliğinden çıkıp Hitit egemenliğine girmeleri için teşvik etmesidir.
Söylemeye çalıştığım şu:
Türkiye, bölgede, iki imparatorluğun arasında ezilen bir “tabi”, bir küçük devlet olmamalı…
Ortadoğu politikasında, yol gösteren, arabuluculuk yapan, ABD ile Rusya-Çin-İran çizgisindeki çatışmayı kendi bilgisi, çıkarları ve bölge barışı için yönlendiren bir konumu benimsemelidir.
Asıl büyük strateji, “komşularla sıfır sorun” gibi, “Yeni Osmanlıcılık” gibi yanlış ve olmayacak politikaların peşinde duvara toslamak, dağılıp yok olmak değil, bağımsız ve özgür devlet niteliğiyle bölge ve dünya barışına katkıda bulunmaya çalışmaktır!
İşe, ABD’ye, Suriye devletinin yıkılmasından sonraki tehlikeleri ve “Ilımlı İslam” projesinin aracı olan Müslüman Kardeşler egemenliğinin uzun vadede, Afganistan örneğindeki Taliban ve El Kaide gibi, ABD’ye yönelecek bir terörizmin tohumlarını atmak olduğunu anlatmakla başlanabilir.
Çok mu hayalperestim acaba?

Gül’ün tercümesi
VATAN’ın dünkü manşeti, hardallı bir konuyu vakitsiz bir şekilde gündeme getirdi.
Aslında akla gelen gündeme de gelmeli.
Ertelemek pek çok meselenin aceleye getirilmiş çözümler yüzünden daha karmaşık hâle gelmesinden başka işe yaramıyor.
Cumhurbaşkanı Gül’ün 2014’te ikinci kez aday olmaması için getirilen tahdidi Anayasa Mahkemesi iptal ederek ilk sürprizi yapmıştı.
Bu “nahoş karar” teselli yorumları ile dengelendi.
“Problem olmaz; Tayyip Erdoğan’ın adayım dediği yerde Abdullah Gül adaylıkta ısrar etmez” dendi.
Ama Cumhurbaşkanı’nın Başdanışmanı Ahmet Sever’in VATAN yazarı Ruşen Çakır’a yaptığı açıklama, Cumhurbaşkanlığı seçiminin sanılanın aksine beklenmedik bir rekabete konu olacağının işaretini verdi.
Ahmet Sever “.. Pekalâ aday olabilir; niye olmasın” dedi.

Gönül koyduğu nedenler

Adaylar arasındaki özel hukukun demokratik geleneklere üstün tutulduğu durumlar hariç iki kez seçilme imkânının tanındığı yerde Cumhurbaşkanları mutlaka bu hakkı kullanırlar.
Çünkü ikinci hakkın kullanılmaması yetersizliğin itiraf edilmesi anlamına gelir.
Veya emanetçi konumuna girer.
Hiçbir Cumhurbaşkanı böyle bir onur sorunu yaşamak istemez.
Şimdi Abdullah Gül’ün ikinci kez adaylığını koyacağından emin olabilir miyiz?
Başdanışman Sever, Cumhurbaşkanı’na danışmadan, bu açıklamayı yapmış olamaz.
Buna rağmen Sever’in sözleri, Gül’ün ikinci kez seçime gireceğinin garantisi değildir.
Gül geri dönülmez bir karara varmış olsaydı bunu kendisi açıklamak isterdi.
Halbuki haberi Başdanışmanı duyurmuştur. Ve adaylığı sadece “gerçekleşmesi mümkün bir ihtimal” olarak ifade etmiş, Cumhurbaşkanı adayı olmak için geçerli kabul edilebilecek sebepler saymamış, onlar yerine gönül koyduğu bazı sebepleri sıralamıştır.
Sebepleri haksız değildir.
Kurucusu olduğu partinin oluşturduğu Millet Meclisi çoğunluğu, ikinci kez aday olmasını önlemek için ona yasak koydu çünkü.
Sonra o yasağı kaldıran Anayasa Mahkemesi kararını eleştirdi, kötüledi.

Bu sorun kolay çözülür

Gül’ün şu an sanki tek görevi, Çankaya’yı Başbakan Erdoğan’a devredeceği günü beklemektir.
Önümüzde iki yıl var. “Topal ördek” durumu pek çok demokraside yaşanıyor ama bu kadar uzun sürelisi yok.
Yani Gül’ün alınganlığı yersiz değildir.
Şimdi bu açıklamayı hangi niyete yorumlayacağız?
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik doğru söylüyor:
“Erdoğan cumhurbaşkanlığına aday olduğunda Abdullah Gül ‘Ben de adayım’ demez.”
Bize kalırsa Abdullah Gül, önünde iki yıllık hizmet süresi bulunan bir Cumhurbaşkanı olarak, içinden çıktığı partinin üyelerini kendisine karşı saygıda kusur etmemeye çağırmış, etkili olabilmek için biraz müeyyide göstermek istemiştir.
“Terbiyenizi takının yoksa...”
Cumhurbaşkanı Gül’ün Ahmet Sever’in ağzından yaptığı çıkışın tercümesi budur!

Onların Özgürlüğü
Ergenekon davasından tutuklu olanların tahliye edilmeyeceklerini 14 Temmuz günkü “Adalete Güvenim Tam, Yaşasın Adalet” başlıklı yazımda yazmıştım.
Bütün bunları daha önce de yaşadık. Onlara bakarak her şeyi anlamak mümkün.
Tıpkı “sivil 12 Eylül” döneminde olduğu gibi, üniformalı 12 Eylül’de de egemen (Kenan Evren) her işini hukuk kisvesine büründürerek, kendi mahkemelerinin tutukluluk ve mahkûmiyet kararları aracılığıyla yürütürdü.
Önemli davaların, yaşamsal celselerinden önce de attığı nutuklarda, verdiği demeçlerde savcılara belge, hâkimlere kanaat olmak üzere direktiflerini sıralardı.
Bu defa da öyle oldu. Düzenin egemeni, talimatını önceden verdi.
Ben mesajın alındığına, beklenen tahliyelerin çıkmayacağına emindim.
Emre Kongar 29 Temmuz Pazar günkü köşesindeki “Özgürlük Çığlıkları... Savaş Naraları...” yazısında Silivri’deki o unutulmaması gereken duruşmayı anlatıyor ve bir yerde, sanık Erkan Önsel’in izleyicilere şu seslenişine yer veriyor:
- Bu dava göstermiştir ki, bizim özgürlüğümüz Türkiye’nin özgürlüğüdür.
***
Erkan Önsel haklıdır. Onların, Büşra Ersanlı’nın, Aziz Yıldırım’ın özgürlükleri, hepimizin, Türkiye’nin özgürlüğüdür.
Ama acaba Türkiye bunun farkında mı?
Eğer Türkiye bunun farkında olmuş olsaydı, bütün bunlar böyle olabilir miydi?
Bu konuda çok ciddi kaygılarım var.
Çünkü Türkiye galiba, “onların özgürlüklerinin kendi özgürlüğü olduğunun” hiç mi hiç farkında değil, tıpkı hapiste olan gazeteciler aracılığıyla kendi haber alma özgürlüğünün gasp edildiğinin farkında olmadığı gibi...
Nitekim, benim duyduğum üzüntüyü, yine 29 Temmuz Pazar günkü köşesinde Orhan Bursalı dile getiriyor, Büşra Ersanlı’nın Cüneyt Özdemir’in programında Ergenekon davaları için, “karanlık” tabirini kullanmasını haklı olarak eleştiriyordu.
Ne garip, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım aynı günkü gazetelerde yer alan açıklamasında şunları söylüyordu:
- Amaç şike değil, bizleri Ergenekon, Balyoz ya da herhangi bir silahlı suç örgütüne monte ederek, hükümet karşıtı bir hareketin içinde gösterme çabasından ibarettir.
Büşra Hanım, henüz sürmekte olan ve hukuki gerekçelerinin zayıflığının sırıtması, hukukçuları aşıp sokaktaki adamın bile tüylerini diken diken eden Ergenekon davası hakkında, ne idüğü belirsiz delilleri bile tartışmadan bir fikir edinmiş:
- Ergenekon karanlık bir örgüt!
Aziz Yıldırım’ın da kanaati kesin:
- Ergenekon ve Balyoz davalarındaki sanıklar, silahlı terör örgütü üyesi!
***
Dikkat buyurun, bu iki kişi, alelade vatandaşlar değil, sivil 12 Eylül’ün hukuksuzluk darbesinin acısını tatmış, başlarına gelen haksızlıklara yurtiçinden ve dışından büyük toplulukların isyan ettiği insanlar.
Yine de fark etmiyor. Yine de kendilerine yapılan suçlamaların benzerlerini aynı mesnetsizlikle başkaları için rahatlıkla kullanabiliyorlar.
Hukuk dışı davranışlar, kendilerine uygulandığında zulüm, başkalarına reva görüldüğünde hukuk oluyor demek ki...
Demek, Erkan Önsel’in çığlığını Türkiye algılamamış.
Zaten öyle olmasaydı bütün bunlar da olabilemezdi.
Türkiye’de bütün insanların özgürlükleri çiğnenmiş durumdadır. Herkes, her an içeri alınabilir. Tıpkı şairin dediği gibi:
“Tutukluluk gözaltı herkesin başında. Kim bilir nerede nasıl, kaç yaşında?”
Ne yazık ki, insanlarımızın içinde yaşadıkları bu durumdan henüz haberleri yok.
Dilerseniz konuyu bir fıkra ile kapatalım.
Stalin Rusyası’nda bir aydın, arkadaşına rastlamış ve sormuş: - İvan ne yapıyor?
- İvan öldü! demiş beriki.
- Nasıl olur yahu, diye üstelemiş bizimki, biraz önce karşı kaldırımda gördüm.
- Öldü öldü, diye yanıtlamış arkadaşı, öldü, ama daha henüz haberi yok.

Baskı, Zulüm, Şiddet
Düşlerle avunmayı, umuda yolculuğu, demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını...
Yaşama sevincini.
Savaş tamtamlarını.
Silah tacirlerini...
Yoksul halklar neden hep ezilir?
Bombalar patlar, gökten ateş yağar, evler cayır cayır yanar, çocuklar, kadınlar ölür.
Barış olsun, kardeşlik olsun isteriz...
Savaşlar olmasa, insanlar ölmese, mayınlı tuzaklar kurulmasa, tanklar yürümese, savaş uçakları, helikopterler uçmasa.
Yaşam alabildiğine çoğalsa, masal kahramanları sevginin, kardeşliğin kapısını çalsa, analar ağlamasa.
Kin ve öç alma duyguları dalga dalga yayılmasa...
Din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapılmasa.
Dağları, ovaları, denizleri, akarsuları mutluluğun kokusu sarsa.
Evrenin boşluğunda, bir vadinin yemyeşil derinliğinde acıları ve hüzünleri toplayan toplumlar, kurşun yağmurunu anımsatan bakışlarla “savaşa hazırız” demese...
***
Yüreklerde bir sığınak, hüzün, yalnızlık, boşvermişlik...
Uzak ıssız dağlarda, ovalardan göklere uzanan bir tutku.
Pusuya düşürülen bir asker, bir polis, bir genç...
Mayınlı yollar...
Tanklar, tüfekler...
Kadınların o bitmeyen acıları, töre cinayetleri...
15’inde evlendirilen çocuk gelinler.
Alev alev yanan Ortadoğu.
Emperyalizm, çokuluslu şirketler.
Yalnızlık bir yağmura benzer, umutsuzluk bir dalgadır denizlerde.
Çeteler, darbeciler, sultanlar, padişahlar, krallar, tüm vahşi kapitalizme teslim olmuş yoksul halkları yöneten despotlar hep aynı yolu izler...
Baskı!
Zulüm!
İşkence!
Katliam!
***
Son otuz yılda nice katliamlar, kıyımlar, cinayetler gördük.
Ne yaptık söyler misiniz?
Dilimizden düşürmediğimiz şu tümceler:
“Akan kan dursun, yaşadığımız coğrafyaya demokrasi, özgürlükler, insan hakları gelsin... Faili meçhul cinayetleri işleyenlerden, darbecilerden hesap sorulsun.”
Peki hesap soruldu mu?
Katliam sanıkları, eli kanlı katiller salıveriliyor cezaevlerinden ama gazeteciler, milletvekilleri tutuklu.
Türkiye’de 30 yıldır darbe anayasası var.
Bir türlü sivil, demokratik, özgürlükçü anayasa yapılmıyor.
Toplum ikiye bölünmüş...
Malatya’da Alevi mahallesine saldırılıyor, insanlar kimliklerinden ötürü dışlanıyor.
Bir mahalle katliama hazır bekliyor sanki...
Korku!
Sindirme!
Dışlama!
***
Hepsi ama hepsi iliklerimize dek işlemiş...
İnsanlar düşünceleri, yazdıkları, kendi kimliklerini savundukları için yıllarca zindanlarda çürütülüyor.
Neden susuyoruz?
Tepkisiz bir toplum olduk, en doğal demokratik haklarımızı kullanmaktan çekiniyoruz.
Oysa yeryüzünün bir parçasıdır umut...
Sevgi!
Kardeşlik!
Barış!
Başınızı çevirin ve bakın gökyüzüne...
Uçaklar, helikopterler bomba yağdırıyor yaşanan topraklara.
Çocuklar ağlıyor, analar, babalar, kadınlar...
Umutları darmadağın olmuş, içleri alev alev...
Gözleri kan çanağı!
***
Uludere katliamını, Güngören, Ulus, Mavi Çarşı, Kızılay, Kayseri katliamlarını çoktan unuttuk.
Hizbullah vahşetini, köktendinci terör örgütünün devletin hangi birimince eğitildiğini...
Başbağlar’ı, Sivas’ı, Gazi’yi...
Susurluk’ta ortaya dökülen devlet içinde örgütlü çeteyi.
Yakılan ormanları, köyleri...
Hopa’da tutuklanan çevre eylemcilerini, HES’leri; “çokuluslu altın avcıları”nın Kaz Dağları’nı, Tunceli Ovacık’ı, İzmir Efemçukuru’nu, Bergama Kozak’ı, Eşme’yi nasıl yağmaladıklarını...
Unuttuk!
***
Unuttuk Uğur Mumcu’yu, Musa Anter’i kimlerin katlettiğini.
Tecavüzcüleri...
Katilleri!
Soyguncuları!
Hırsızları!
13-14 yaşındaki çocukları, 18 yaşındaki üniversiteli gençleri, çevre eylemcilerini, gazetecileri, bilim insanlarını, yazarları zindanda çürütmeyi seviyoruz biz...
Ve sonra Ortadoğu’da halklarını ezen zalimler için “oyun kuruculuğu”na soyunuyoruz...

Gül’ün masa altı hamlesi
Çankaya sırtlarından uzun bir cadde geçer. Caddenin bir yanı Cumhurbaşkanlığı Köşkü, öbür yanı Başbakanlık konutudur.
Bu iki komşu binanın sakinleri, Ankara’nın siyasi tarihi boyunca anlaşmazlıklar yaşamışlardır.
Atatürk ile İnönü...
Bayar ile Menderes...
Özal ile Akbulut...
Demirel ile Çiller...
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü ve Gül’ün Basın Danışmanı Ahmet Sever’in dünkü Vatan’da Ruşen Çakır’a verdiği demeçle bu listeye yeni bir ikili, resmen dahil oldu:
Gül ile Erdoğan...
* * *
Partinin kuruluş dönemlerindeki toplantılarda, Erdoğan olmadık bir çıkış yaptığında Abdullah Gül’ün masa altından onun ayağına bastığı, Başkent kulislerinin yaygın söylentilerinden biriydi.
Gül’ün Köşk’e çıkmasından hemen sonra, Erdoğan’ın da kontrolden çıkmasını, birçok gözlemci, bu fren sisteminin devre dışı kalmasıyla açıklamıştı.
Aynı davaya baş koymuş iki arkadaş olsalar da Gül ve Erdoğan’ın çok farklı kişilikler taşıdığı ortada...
İkisinin siyasi nikahındaki “ayak basma” ritüeli de, ilerde yaşanacakların göstergesiydi sanki...
Beklenen gün geldi.
* * *
AKP’nin Erdoğan rahat Başkan olsun diye, Gül’e Köşk yasağı koymasının, Çankaya’da “infial” yarattığı hissediliyordu.
Ancak hiç dillendirilmiyordu.
Sonunda Ahmet Sever, Çankaya sırtlarından Ramazan topunu patlattı ve Köşk’ün söz orucunu bozdu:
“Yeniden aday olmasını engellemeye yönelik yasak, Cumhurbaşkanı’nı üzdü ve kırdı” dedi.
“Gül’ün aldığı terbiye gereği aday olmayacağını” açıklayan Hüseyin Çelik ya da “Erdoğan aday olursa Gül olmaz” diyen Faruk Çelik gibi parti sözcülerini isim vermeden suçlarken 2014 için yapılan tüm hesapları altüst edecek cümleyi söyledi:
“Gül, aday olabilir.”
* * *
Aday olacağından mı?
Bence değil.
Ama Gül, Ahmet Sever aracılığıyla, kendisi adına konuşanlara “Haddinizi bilin” derken, kendisini denklem dışına itmeye çalışanlara da “Ben buradayım” mesajı verdi.
“Halkın cumhurbaşkanı adayları” listesinden kendi ismini birkaç ay içinde siliveren parti kaynaklı kamuoyu araştırmalarına da tavır koymuş oldu.
Ne bu konuda yorum yapan Canikli, Elitaş gibi parti sözcülerinin Erdoğan’dan habersiz konuştuğu söylenebilir, ne de Ahmet Sever gibi deneyimli bir ismin, Gül’den bağımsız açıklama yaptığına inanılabilir.
AKP kanadı ilk elde alttan alan açıklamalar yapsa da, danışmanlar üzerinden yürüyen bu kavga, aslında Erdoğan ile Gül’ün masa altı itişmesinin alenileşmesidir.
Muhtemelen ikisi de bunu reddedecek ve “Bizi birbirimize düşürmeye çalışıyorlar” söylemini tekrar edecektir.
Ancak Köşk’ün niyeti hasıl olmuş, tepki, kayda geçmiştir.
Şimdi denklemde, bütün ağırlığıyla Abdullah Gül de vardır.
* * *
2014’e daha iki sene var.
Siyasette çooook uzun bir süre...
Çankaya sırtlarından geçen caddenin iki yanından sürpriz sesler yükselmeye başladı bile...
Erdoğan’a yatırım yapanlar, nikâhın sonunu görmeden karar vermemeli bence...

TARİHTEN BİR SAYFA

Atatürk’ün son günlerinde, yerine kimin geçeceği tartışılırken Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Başbakanlıktan azledilen İnönü’ye “Sizi Washington Büyükelçiliği’ne tayin edelim” demişti. İnönü, hatıralarında bu tekliften kendisine yönelik “fitneler” bahsinde söz eder ve “Kati olarak önledim, reddettim” diye yazar.
Sonra ne mi oldu?
İnönü, Atatürk’ün yerine Cumhurbaşkanı oldu ve ilk icraat olarak kabinede Aras’ın isminin üzerini çizdi.
Bu aralar Gül’e dış görev biçenlerin aklında olsun istedim.

Derin Çatışma: Gül - RTE Yeniden Silivri Tutsakları Osmanlı: İkinci Bölüşüm
• Gül - Erdoğan arasındaki çekişme - temel sorun çözülmüş değil. Bu köşe, aralarındaki derin çelişkiye 8 aydır işaret ediyor. Erdoğan, Gül’ün açıkça ve gizlice kuyusunu kazıp durdu. Önce Cumhurbaşkanlığı’na yeniden seçimini yasayla engelledi, bu yasa iptal oldu. Gül’ün basın danışmanı Ahmet Sever, Ruşen Çakır’a bütün açıklığıyla anlatıyor: “Gül, Başbakan’la çatışma görüntüsü vermemeye çalıştı.” Yani çekişmeyi dışavurmuyor, diyor..
• Sever, “Gül yeniden Cumhurbaşkanlığı’na aday olabilir” derken yasal hakkını dile getiriyor. Bence olmaz. Erdoğan orayı istiyor. Gül, Başbakanlık’ın yolunun kendisine açılmasını, vefanın ötesinde bir “kurucu hakkı” olarak görüyor. Başbakan ise yöneteceği bir kişi ve hükümet istiyor. Ama o kişi Gül değil!
Yazmıştım, Ahmet Sever de bilir: Gül, bulunduğu makamlardan aldığı güçle, Erdoğan ile “eşit düzeyde”dir. Gül, RTE’nin bugünkü yetkilerle Çankaya’ya çıkmasını, hükümetin de kendisine bırakılmasını, yani bir rol takası istiyor.
Bu çatışmanın çözülmesi zor. RTE’nin tek şansı, eğer mutlaka Çankaya’yı istiyorsa, Gül’den daha büyük yetkilerle Köşk’e çıkmak! Deveye hendek atlatacak yani.
***
• Melike Demirağ’ın Silivre tutukluları için mahkemede olağanüstü bir durum yaratarak “Arkadaş” şarkısını söylemesi, toplumdaki dönüşümün güçlü işaretlerinden biri; bu seslerin güçlenerek dalga dalga yayılması gerekir. Silivri tutukluları için toplumun duyarlığı artıyor. Onların içeriden yükseltecekleri yeni sesler yankılanacak ve destek bulacaktır. CHP?
• Ahmet Şık’a hazırlanan iddianame bir kez daha gösteriyor ki özel yetkili mahkemeler olgusunun hukukla, yasalarla, insan hak ve özgürlükleriyle, anayasa ile bir ilişkisi bulunmuyor. Bunlar tamamen, iktidar ortaklarının en büyük keyfi silahları olmuştur. Oralara da iktidarın bu politikasını yeminli uygulayacaklar getirilmiştir.
• ÖYM’lerin 2006 yılında, bu amaçla oluşturulmuş olmaları, iktidarın taa o zamandan nasıl bir Türkiye tasarladıklarının kanıtı olarak görülmelidir: Susturma, intikam, gençliği yargılama, en masum protestoyu, karşı koymaları bile ezme... Suskun bir toplum! Ki 2006 yılında, bugün imdaaat diye bağıran insanlar, AKP için en özgürlükçü parti, solculardan da demokrat ve ilerici diyerek benliklerini iktidara teslim etmişlerdi!!! Hey gidi günler!
***
• Antalya’daki Lozan ve Suriye konuşmasından: Ortadoğu’da bugün yaşananlar aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden ve ikinci kez bölüşümü, paylaşımıdır! Osmanlı İmparatorluğu ne bitmez tükenmez bir imparatorlukmuş. 1918’de Osmanlı çökmüş, çökertilmiş, parçalanmış, içinden onlarca ulus devlet ortaya çıkmış. Bugün ise bu devletler içinde yeniden bir bölüşüm yaşanıyor. Türkiye dahil...
• Şimdi gelin Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” görüşünün gerçeklikle ne büyük bir çelişki içinde olduğunu görün: “Osmanlı’nın bakiyesidir oraları, bizim tarihsel kültürel uzantımız oralardadır. Bu mirası canlandırabiliriz... vb”
Uluslar, paşa, bey, ağa istememiş, devlet olmuş. Türkiye onlara ağalık sunacak! Emperyalizm üstelik onları yeniden biçimlendirip haritalandırırken, içlerinden yeni ülkeler yaratırken... Davutoğlu politikasının en büyük açmazı, ulusal devlet çağını iyi analiz edememiş olması ve emperyalizmin Ortadoğu üzerinde yüzyıllık planı programını iyice görmemiş olmasıdır.
• Davutoğlu politikası ve anlayışı tamamen çökmüştür, Suriye’de batağa saplanmıştır ve eldeki kazdan da olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Tabii Başbakan da... Bunun temel nedeni, ABD -Batı çıkarlarıyla- politikalarıyla Türkiye’yi tam özdeşleştirmiş olmalarıdır.
• Emperyalistlerin politikalarını uygulamak, tarih boyunca, Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmamıştır! Tarihi bile doğru dürüst analiz edememiş ve bugün için özgün çıkarsamalar yapamamış bir “sığ düşünce - politika”nın acısını yaşıyor ülke!
• Birer “inanmış, yani siyasi Müslüman” olarak, Batı’nın İslam politikalarının tarihini bu kadar okuyamamış bir iktidar olabilir mi? Her zaman ve durmadan, böl parçala, işbirlikçileriyle yönet, sömürge ve yarı-sömürge olarak elinde tut, gelişmelerini engelle, kadim İslami kalıpların içine itele ki oradan asla ve asla çıkamasınlar… Sürekli denetim altında tut, onlara her zaman siyasetini ve malını sat.
Batı ile işbirliği halinde İslam ülkelerini parçalayıp şekillendirmek, ne büyük ayıp… İktidarın kalemleri nasıl da bu parçalanmaya alet oluyor! Bırakın laik kılıklı kafasızları, Amerikan-Batı politikasının sürekli şakşakçılarını...
***
Günler nelere gebe...

Tek Devlet, İki İktidar
Bugünkü Düz Yazı’nın başlığı bizi, yani ülkemizi anlatıyor.
Çok şükür, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması; coğrafyamızı değiştirmek isteyen Sevr dayatmacılarını da yenilgiye uğrattı.
Ama unutmayalım:
Dış politikada bir başka güçlü devletin hakkınızda beslediği hayaller, uzun erim istese de; tazeliğini korur.
Doğrudur. ABD, bugün Türkiye’nin stratejik müttefikidir. Ancak Ankara ile Washington arasındaki bu stratejik ittifak, dünyaya nizam vermek isteyen Birleşik Devletler’in İran-Irak ve Suriye hattı doğrultusundaki geleneksel görüşlerini değiştirmemiştir.
1919’un Wilson Prensipleri, Beyaz Saray’ın şifreli kasasında durmaktadır. Ve değişen başkanların Cumhuriyetçi ya da Demokrat olmasının bu açıdan hiçbir aykırı görüşü temsil etmediği bilinmelidir.
Dolayısıyla Washington, Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun güney sınırları üstünde oluşturduğu Irak, Suriye, Ürdün ve Kuveyt gibi devletlerin haritalarını bir cetvelle geometrik olarak çizdirirken onların tümü için sınırlı bağımsızlık tanımıştır.
Sözünü ettiğim bu Arap devletlerinin bağımsızlığı hiçbir zaman Lozan Antlaşması’nı bir zafer olarak çizmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ninki gibi “tam” olarak nitelendirilemez.
Esad ya da bir başka kişinin Suriye’deki iktidarına yönelen başkaldırıları para ve silah desteği ile başarıya ulaştırmış olmak, Baas rejimini sona erdirse de Nusayrilerin varlığını ortadan kaldıramayacaktır.
Ulus olma bilinci tam anlamıyla oluşmamış olan İslam inancına sahip toplulukları ümmetleştirerek yönetmek isteyen “Süper Güçler”in, kutsal ramazan ayının özeliklerini, bile hiçe sayarak Suriye’de sözüm ona bir özgürlük savaşı verdirmelerinin asıl amacı Ortadoğu’da sadece kendilerini dinleyecek iktidarları işbaşına getirmektir.
Irak’ta artık Saddam ve avanesi yok.
Ama vaat edilen iç barış gerçekleşebildi mi?
Libya’da Kaddafi’nin yerinde yeller esiyor.
Yeni iktidar Fransa ve ABD petrol şirketlerinin doğrultusunda bir adım sağa ya da sola çıkma gücüne sahip değil.
Bu gerçekleri bile bile Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin yürüttüğü stratejinin Türkiye’ye getirisi mi yoksa götürüsü mü olacaktır?
Geleneksel bir dış politikası olmakla haklı olarak övünen Türkiye Cumhuriyeti’ne yeni bir yörünge oluşturma isteğine Çankaya dur demelidir.
Sorunun yanıtının ipuçları güney sınırımızda Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin önce Irak’a otonomiyle bağlı bir devlet olarak kurulmasıyla verilmişti.
Şimdi aynı türden bir Kürt otonomi yapısının Suriye bağlantılı olduğunu dünya âlem görüyor.
Görmek istemeyense Başbakan Erdoğan ile onun Dışişleri Bakanım diye sahiplendiği Davutoğlu’dur.

CHP’de ‘değişim’ kandırmacası ve Gürsel Tekin’e soru!
Cumhuriyet Halk Partisi‘nin “değişim” başlıklı son kurultayını izledim...
Kurultayın başlığı “değişim”di ama... Daha o gün salondan yazdığım yazıda, o kurultaydan değişim falan çıkmayacağını, “Y-CHP dedikleri, meğer eskisiymiş” başlığıyla dile getirmiştim.
Yeni Parti Meclisi dün toplandı ve yeni Merkez Yönetim Kurulu‘nu seçti.
Dün açıklanan yeni Yönetim Kurulu gösterdi ki; CHP yola “değişimsiz” devam ediyor!
Çünkü eski yöneticilerin tamamına yakını ya aynı görevlere getirildi ya da görevleri değiştirildi... Ama bir ikisi hariç hepsi yeniden MYK‘ya seçildi...
***
Sencer Ayata zaten AR-GE, Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu’ndan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı‘ydı; yine aynı göreve getirildi.
Faruk Loğoğlu, Dış İlişkiler ve Yurt dışı Örgütlenmelerden sorumluydu; devam edecek...
Ekonomi politikaları, Faik Öztrak‘a bağlıydı; yine öyle oldu...
İşveren örgütlerinden sorumlu Umut Oran‘la mali işlerden sordumlu Erdoğan Toprak; birbirlerinin görevlerini üstlendiler...
Tanıtım ve medya ile ilişkiler; 3 Mayıs‘ta istifa etmeden önce Gürsel Tekin‘e bağlıydı, yine öyle...
İnsan hakları eskiden olduğu gibi M. Sezgin Tanrıkulu‘na emanet...
Memur ve işçi sendikaları, emekliler ve emek büroları Yakup Akkaya‘ya bağlıydı, yine öyle...
Parti İçi Eğitimden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Perihan Sarı‘ydı; yine o...
Nihat Matkap; Parti Örgütü ve Örgüt Yönetimlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı‘ydı, yeni kurulan Sivil Toplum Örgütleri ve Diğer Meslek Kuruluşlarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı oldu.
Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın‘dı, yine o...
Genel Sekreter Bihlun Tamaylıgil‘di, yine o...
Yenileri yazalım:
Adnan Keskin, Parti Örgütü ve Örgüt Yönetimlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı oldu...
Atilla Emek Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı olduğu için Seçim ve Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı’na Bülent Tezcan getirildi.
Gülseren Onanç, Aysel Kayalıoğlu‘nun yerine Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı oldu.
Şafak Pavey, yeni kurulan Doğa Hakları ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı seçildi.
Haluk Koç, yeni oluşturulan Kamu Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı‘na getirildi.
Yani... Eski 16 kişilik eski yönetimden sadece üç isim 18 kişilik yeni yönetimde yer almıyor...
***
Şimdi size “Bu mu değişim?” diye soracağım ama; sizin günahınız ne?
Bu soruyu asıl sormam gereken kişi, “Ben onlarla aynı MYK’da bulunmayı, aynı yönetim anlayışıyla hareket etmeyi kabullenemiyorum” diyerek daha 3 Mayıs‘ta Genel Başkan Yardımıcılığı görevinden ve MYK‘dan istifa eden Gürsel Tekin...
Sahi Gürsel, ne değişti de “aynı MYK’da bulunmayı kabullenemiyorum” dediğin kişilerle birlikte yeniden, hem de aynı göreve gelerek çalışmayı kabul ettin?
Senin o sözlerle Nihat Matkap‘ı ve Erdoğan Toprak‘ı kastettiğini herkes biliyordu... Şimdi ikisi de yeni MYK‘da ve yine Genel Başkan Yardımcısı... Ne oldu da fikrin değişti?
***
Sayın Kılıçdaroğlu...
Birlikte çalışacağınız ekibi seçmek elbette sizin bileceğiniz iş...
Ama bu ekibe “yeni” derseniz ve adını da “değişim” koyarsanız; buna çocuklar bile güler!
Umarım bu ekiple önümüzdeki yerel seçimlerde partinizi hayal kırıklığına uğratmazsınız...
Çünkü aksi takdirde hep birlikte, “CHP yönetiminde genel seçimleri görme” şansınız kalmaz!
*****
RUHSAT!
Birkaç gün önce Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi‘nin bazı icraatlarından söz etmiş, bir gün sonra da ondan gelen yanıtı yazmıştım.
Bunu yaparken de İlgezdi‘nin yanıtından ikna olmadığımı eklemiştim.
Bazı okurlar soruyor; “Neden ikna olmadın?”
İkna olmadım; çünkü ben ona, “Çalık Holding’in dikmek istediği gökdelene İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Dairesi olumlu görüş bildirmediği halde nasıl inşaatı ruhsatı verdin?” diye sordum; o bana, “Çalık Grubu’nun gökdelenine imar iznini ben vermedim, bu benim yetkimde değil, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkisinde” diye yanıt verdi...
Oysa benim sorduğum; İmar Planı‘nın kimin yetkisinde olduğu değildi ki.
Ben, “İnşaat ruhsatı”ndan söz ettim!
Battal Bey de çok iyi biliyor ki; bu ruhsatı veren belediye Ataşehir Belediyesi...
Üstelik sadece Ulaşım Koordinasyon Kurulu değil, Silüet Kurulu da karşı çıktığı halde...
Oysa ruhsat için bu iki kurulun onayının alınması, yasa emri!
Kısacası; Battal İlgezdi‘nin o ruhsatı vermek için neden bu kadar acele ettiğini hâlâ anlayabilmiş değilim.
Bu nedenle verdiği yanıttan tatmin olmadım.
*****
GÜNÜN SORUSU
Malatya‘nın Doğanşehir İlçesi’ne bağlı Sürgü Beldesi’nde yaşayan Alevi bir aile; sahur vaktinde kapılarının önünde davul çalınmasına itiraz edince linç edilmeye kalkışıldı. 50-60 kişilik bir grup tarafından evleri taşlandı, evin bitişiğindeki ahır yakıldı. Güvenlik güçleri olaya müdahale etti ve havaya ateş açarak saldırganları “dağıttı...” Sorum Malatya Valisi‘ne:
Neden “dağıttınız”, “toplamanız” gerekmez miydi?

Hoş Geldin Şuppiluliuma!
Cumhuriyet’in 22 Mayıs 2011 tarihli Pazar Eki’nde “Hatay! Tarihin Mozaikistan’ı!” başlıklı yazım şöyle devam eder:
“(…) Her nedense ‘Müslüman Türklerin’ çoğunluğu, Anadolu’nun ‘çok’ ve de ‘tektanrılı’ dönemlerini dışlarlar!
Bilmezler ki dünyada ilk kez ‘Hıristiyan’ sözcüğü bu kentte kullanılmıştır. ‘Çoktanrılı’ insanlar ile Yahudilerin ‘birlikte yaşadıkları’ bu kentte ‘Mesih’, karşılığında İsa’nın ‘Hristos (Christ)’ adına göndermeyle sahneye çıkmıştı.
Bilmezler ki dünyada ilk ‘ekklesia (kilise-meclis)’, ne Kudüs’te, ne Efes’te ne de Vatikan’dadır. İlk kilise bu kentimize tepeden bakan yamaçta ‘mağaradan devşirme’ bir noktada kurulmuş olup ‘Aziz Petreus (St. Pierre)’ adını taşır. (…) 1963 yılında Papa 4. Paul burayı, Hıristiyanlara her yılın 29 Haziranı’nda ‘haç yeri’ ilan etti.
Bilmezler ki İncil’i dört aziz, dört ayrı yerde yazmıştır. Bunlardan ikisi Anadolu’dadır. Birini bu kentimizde Aziz Lukas yazmıştır. (…)
(…)Kentte, çoktanrılı halkla birlikte özgürlük içinde yaşayan Yahudilerin Hıristiyanlığa devşirilmesinden sonra, onlar da ‘Katolik, Ortodoks, Ermeni, Süryani, Protestan’ diye renklendiler.
Sonraki yüzyıllarda Müslümanlar da ‘Sünni, Alevi, Şii’ diye kente renk kattılar, ayrıca ‘Türk, Arap, Kürt’ olarak Hatay mozaiğinin renklerini yarattılar.
‘Tessera’, ‘mozaik’lerde kullanılan değişik renklerdeki küp biçimli taşçıklardır. Ressamın yönlendirdiği ustanın bu taşları yerleştirmesi ile mozaik yaratılır. Hatay, tarih boyunca olduğu gibi bugün de benzersiz bir ‘etnik mozaikistan’dır. (…)
(…) Bugün Yahudi ‘sinagogu’, Katolik, Ortodoks, Ermeni, Süryani, Protestan ‘kiliseleri’ ile Müslüman ‘camilerinin’ de Antakya’da birbirlerine komşu olmaları doğaldır. Antakya, Kudüs, Vatikan, Efes, Tarsus’tan sonra dünyada en çok dinsel amaçlı turist çeken bir ildir.”
Hatay’ın “tektanrılı” mozaiklerinden sonra “çoktanrılı” dönemden bir başka önemli buluntuyu o yazımızdan özetleyelim:
“(…) Böyle bir yörede her geçen gün kent içinde ve dışında yeni oteller yapılıyor ya da eski binalar onarılarak ‘butik’ otellere dönüştürülüyor. Dünyanın önemli otel zincirlerinden Hilton da, Hatay’da yerli bir girişimci ile yeni bir otel yapımına karar verdi. Otelin 17 dönümlük arazisi, 3. derece sit bölgesi içindeki yerel girişimcinin özel mülkiyetinde idi…(…)
Kazdıkça çıkan ‘çanak-çömleği’ mozaikler izledi. (…) Otel inşaat alanındaki kazılarda 20 bin kadar çeşitli taşınır kültür varlığı arasında 2 bin kadar da sikke bulundu. Taşınmaz kültür varlıkları arasında bir Roma hamamı, külhanı, havuzu ve künkleri ile gün ışığına çıkarıldı. (…)
Kuşkusuz en ilginç buluntu, şu ana kadar ‘dünyanın en uzun ve en büyük mozaiği’ oldu. Hiçbir insan ya da hayvan görselinin bulunmadığı, yalnızca geometrik bezemelerle yapılmış ve büyük olasılıkla bir kamusal alanda kullanılmış olan bu mozaik, kazıyı yapanları, bilimsel danışmanları, kurul üyelerini ve girişimciyi çok şaşırttı!
Yaklaşık 16 m. eninde, 46 m. uzunluğundaki mozaik, sellerin oluşturduğu bir çay yatağına gelince bitiyor gibi görünüyordu. (…) Bozulmadan kalan mozaik 850 m2 idi. (…)”
Otelin tasarımını, uluslararası ödüller kazanmış bir Türk mimarı mozaikli alanın üzerinde sütunlarla yükseltilecek biçimde çizdi. Yerel sivil toplum örgütleri olayın üzerine gittiler, otelin yapılamayacağı kararını mahkemeden çıkardılar.
***
Şimdi de Anadolu’nun “çoktanrılı” döneminden son yarım yüzyılın en önemli buluntusuna değinelim. Troia Savaşı’ndan sonra Anadolu’daki egemenlikler çökmeye, Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, güneyde denizlerden yeni kavimlerin göçleri ve işgalleri başlayınca Hititler güç günler yaşadılar.
Hitit Kralı 3. Arnuvanda’nın ne eşinden ne de hareminden çocuğu olunca yerine kardeşi Şuppiluliuma (İÖ 1200-1190) geçti. Hatay yöresi dahil Güneydoğu Anadolu Şuppiluliuma’ya destek verdi. Ancak göçler ve ayaklanmalar kralı zorluyordu. Bu olaylar Hitit devletinin ve Şuppiluliuma’nın sonunu getirdi!
Kanada Toronto Üniversitesi’nden arkeoloji profesörü Timothy Harrison 2004’ten beri Hatay’da “Tell (höyük) Tayinat’ta” kazı yapıyor. Harrison, geçen yıl Geç Hitit döneminden İÖ 9. yüzyılan kalma, 2 ton ağırlığında 1.6 m. boyunda bir “tunç aslan” heykelini Antakya Ticaret Borsası Başkanı Mehmet Ali Kuseyri’nin arazisinde bulmuştu.
Bu yıl ise son kral Şuppiluliuma’nın; “bazalt taşından” 1.5 m. yüksekliğinde, 1.5 ton ağırlığında, belden yukarısı olan, bir elinde kılıç, bir elinde başak tutan, gözleri “sabun taşından” yapılmış heykelini buldu.
Bu heykelin önemi birkaç noktada toplanıyor. Birincisi bir kralı tanıtması… İkincisi gözler sonradan eklendiği için bunların tüm olarak ele geçmesi… Üçüncüsü dönemin Anadolu’sunun “siyasal” ve “ekonomik” sorununu bir elinde “kılıç” ve öteki elinde “buğday başağı” ile yansıtması.
Bu yapıt Urfa Müzesi’ndeki 13 bin 500 yıllık, bilinen en eski insan heykelinden sonra dünyadaki en önemli buluntudur. Yapılmakta olan yeni Hatay Müzesi’nin başköşesini süsleyecek olan Şuppiluliuma, gözleri ile Gaziantep’de Zeugma Müzesi’ndeki “Menad (halkın Çingene Kız dediği)” mozağinin keskin gözleri gibi ziyaretçileri büyüleyecektir.
Küçükdalyan beldesinde 11 bin m2 sergileme alanlı yeni müze Hatay-Gaziantep-Urfa-Mardin doğrultusunu önemli turizm ve ekonomi çizgisine yönlendirecektir.
***
Ne var ki AKP’nin izlediği Suriye siyasası ile Hatay acı günler yaşıyor. Hatay’daki durumu, bu heykelin bulunduğu arazinin sahibi Kuseyri, “Kent ekonomisinde yaşanan ciddi hareketlilik, şimdilerde tümden durdu” sözleri ile açıklıyor.
Hatay Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Gülay Gül şöyle diyor: “Birçok firma iflasın eşiğinde… Hatay böyle bir kriz görmedi… Sanayici, nakliyeci, ithalat-ihracatçılar, turizm firmaları ile tarım sektörü, esnaf, tüccar ve işadamları ekonomik anlamda çok ciddi etkilendi. Kredi ile TIR alanlar ve kredi ile şirketini büyüten firmalar mağdur durumda…”
Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Hikmet Çinçin’in açıklaması şöyle: “Hatay ekonomisine çok olumsuz yansımaları oldu. Hatay’ın dışsatımı 2010’da 250 milyon dolar iken 2011’de 150’ye düştü; 2012’de ise neredeyse sıfır…” Dışişleri Bakanımızın “0” sorun siyasası gerçekleşiyor!
***
Hatay AKP Milletvekili Hacı Bayram Türkoğlu, oğlu ile tartışan Dörtyol Emniyet Müdürlüğü’ndeki polislerin rütbelerini söktürerek, “katil, hırsız, ırz düşmanlarını” belirlemede kullanılan yöntemle, sıraya dizdirip ellerine numara verdirerek “teşhis” ettirtiyor. Sebep, AKP Gençlik Kolları Üyesi Hasan Uzun’un oğlunun, işlettiği Emniyet kantininde bir polisle tartışması… Polisler şükretsinler, başlarına çuval da geçirilebilirdi… “Mozaikistan Hatay”da böyle “tessera”lar da var!..

Hayat Kimin Tercihi?
Üniversite sınav sonuçları açıklandıktan sonra sokaklarda özel üniversitelerin ilanları var.
“Hayat bir tercihtir” türünden ilanlar bunlar.
Ama öğrenciler nasıl bir tercih yapacaklar?
Konuştuğum öğrencilerin çoğu sınava girmeden önce gerçek tercihlerini tam olarak bilmiyordu. Daha doğrusu, alabilecekleri puanlar bir yana, herkesin okuması gereken bölümleri tercih etmeye çalışıyorlardı.
Bunda sanırım anne babaların ve öğretmenlerin de rolü var.
Öğrencilerin gerçek ilgi alanları, yetenekleri, sevdikleri branşlar yerine, onları kafalarında kurdukları başarı modeline yönlendirmeye çalışıyorlar.
Bunun için dünyanın parasını harcayıp özel okullara, olmazsa dershanelere gönderiyorlar.
Doğal olarak da o kadar yıllık yatırımın karşılığını bekliyorlar.
***
Liseyi bitirdiğim zaman “felsefe” okumak istediğimi söylediğim zaman çevremdeki tepkileri iyi hatırlıyorum. Herkes deli olduğuma iyice emin olmuştu.
Şimdi en iyi okulları en iyi derecelerle bitiren sonra yurtdışında yine iyi okullarda yüksek lisans yapan öğrencilere bakıyorum. Dünyanın en büyük uluslararası şirketlerine girmek için çırpınıyorlar. Bu şirketler, dünyanın en zeki ve iyi eğitimli çocuklarına son derece düşük maaş, fazlasıyla çalışma ve kendi markaları ve sistemleri sayesinde iyi bir gelecek vaadediyor.
Günümüzün iş anlayışı, çok büyük bir rekabet karşısında en iyi eğitimli, en zeki, en yetenekli gençlerin bile sistemin her an vazgeçilebilir bir üyesi olmasını öneriyor.
Onlara, her yolu deneyip dünyanın dört bir yanından gelmiş kendileri gibi zeki, başarılı gençlerin önüne geçmeleri için sistemin bütün isteklerini yerine getirmelerini öğütlüyor.
Hayat bir tercih mi? Belki tercihlerinizin toplamı. Ama gençler acaba kendi gerçek tercihlerini yapabiliyor mu?
***
Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim yılı başında öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş:
“Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini çok iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar... Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden istediğim şudur. Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma, yazma, matematik çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”

Her sektöre teşvik var ama eğitime yok
Hangi sektör krize girse ya da kriz sinyalleri görülse, devlet, anında yardıma koşuyor. Bu turizm için de böyle, otomotiv, enerji, tarım ve diğer sektörler için de farklı değil.
Verilen teşviklere bakıldığında hayvan yetiştiriciliği yapmak, kesinlikle ve kesinlikle öğrenci yetiştirmekten yani eğitimle uğraşmaktan çok daha avantajlı. Ama Ankara’ya gidip devletin en tepesinden, en altındakine kadar kime mikrofon uzatsanız, istisnasız hemen hepsi, eğitim çok önemli diyecektir...
Peki o zaman, eğitim bu kadar önemli ise neden hiç kimse boş kontenjanlarla ilgilenmiyor. Önceki yıl 130 bin, geçen yıl 100 bin kontenjan boş kaldı. Bu yıl da 150, 200 bin açıktan söz ediliyor. Bu bir kriz değil de ne? İlle de üç, beş üniversitenin batması mı bekleniyor?
Çözüm üretmek için daha ne olması isteniyor?..
Yine Ankara’dan gelen duyumlara göre, her an yeni gelişmeler olabilirmiş.
Ne olacaksa bir an önce olmalı ki, hemen herkes ona göre karar versin!..

Harçların kaldırılması da...
Başbakan Erdoğan’ın, tam da tercihler öncesinde, “harçlar kaldırılacak“ müjdesini, vakıf üniversitelerine darbe vurmak için verdiğini hiç sanmıyoruz. Ama vakıf üniversiteleri, yüksek sesle dile getirmeseler de, Erdoğan‘ın bu açıklamasına çok bozulmuş durumdalar. Hatta kızgınlar. Çünkü bu açıklamanın, kontenjan açığını daha da artıracağına inanıyorlar.
Diğer yanda bedava devlet üniversiteleri varken, paralı vakıf üniversiteleri niye tercih edilsin diyorlar.

Haksızlar mı?
Abartıldığı kadar değil ama haklılar. Cebinde trilyonları olanlar bile, çocuğunun geleceği için doğru olanı değil, bedava olanı tercih edebiliyor!..
Üniversite harçları, vakıf üniversitelerinin yanında, devede kulak bile değil ama kaldırılması önemli bir tercih nedeni olacaktır!..

Bir kez daha düşünülsün!
Harçların kaldırılacağından ne YÖK’ün ne de Maliye’nin haberi vardı. Olsaydı, ona göre bir hazırlık yaparlardı. Ama görünen o ki, önce açıklama geldi, şimdi de oluruna bakılıyor.
Üniversiteler bu konuda çok tedirgin. Öğrenciye yönelik sübvansiyonlar, spor ve sağlık harcamaları ile öğrenci etkinlikleri, hep bu fondan karşılanıyordu, ya yerine aynı miktar para gönderilmezse ne olacak? Sorusunu sormadan edemiyorlar.
Biz söyleyelim. Öyle bir kaynağı artık hayallerinde görürler. Ne YURTKUR artık onlara böylesi sürekli bir kaynak sağlayabilir ne de Maliye ek bütçe verir. Belki bir süre gider, sonra da genel bütçeye katılır ve üniversitelerin de iki ayağı bir pabuca girer. Bunun sonucunda da, yemek fiyatları tavan yapar, sağlık ve spor aktiviteleri en aza iner, bilimsel etkinlikler ve diğer seyahatler için kaynak bulunmaz noktaya gelinir...
Umarız, bu konuda da yanılan biz oluruz...

Parası olandan alınsın
Üniversitelerde örgün öğretimde bir milyonu aşkın öğrenci var ve yarısı, ihtiyacı olmadığı için harç kredisi almıyor. Geri kalanın tümüne de zaten YUTKUR, bu desteği sağlıyor. Yani parası olmadığı için hiç kimsenin okuyamama durumu söz konusu değil.
Şu an, harç kredisi sadece ihtiyacı olana veriliyor ve mezun olduktan sonra da faiziyle alınıyor. İş bulamadıklarında da geri ödeme süreci, bazen sorunlar çıksa da genelde uzatılıyor.
Şimdi yapılacak olan, tümden kaldırma yerine, ihtiyacı olanlara, karşılıksız harç kredisi verme yönünde olabilir. Böylece, devletin kasasından çıkacak para yarı yarıya azalmış olur.
Bu da, öğrenciye sağlanan desteğin kesilmemesi anlamına gelir ki, bu çok önemli!..

Yemek ücreti patlar!..
Devlet üniversitelerinde, yemek ücretleri 1 lira ile 4 lira arasında değişiyor. Ve maliyeti en az 7, 8 lira. Aradaki fark ise harçlar fonundan karşılanıyor.
Ve göreceksiniz, harçların kaldırılmasıyla birlikte, yemek fiyatları anında fırlayacak...
Sakın ola, üç, beş lira artsa ne olacak ki gibi bir düşünce içerisine girmeyin. Çünkü 2, 3 liralık yemek ücretini bile pahalı bulup, yiyemeyen on binlerce öğrenci var.
Devlet eğer ille de bir bonkörlük yapacaksa, hiç ihtiyacı olmayanların harcını kaldırmak yerine, öğrencilere verdiği burs miktarını artırsın.
Zaten çok arttı gibi bir açıklama da getirmesinler. Evet arttı ama gelsinler kendileri 320 lira ile İstanbul’da geçinebiliyorlar mı, bakalım, görelim!...
Özetin özeti: Çocuklara en büyük kazığı iyilik olsun diye anne babalar atıyor. Devletin yaklaşımı da sanki onlardan hiç farklı değil!..

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget