Mayıs 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Laiklikte ısrarlı demokrasi - 1 - Özdemir İnce
Cüneyt Ülsever, 17 Mayıs 2012 tarihli Yurt Gazetesi’nde “Laiklikte Israrlı Olmayan Demokrasi” başlıklı harika bir yazı yayınladı. Benim yazımın adı “Laiklikte Israrlı Demokrasi” ama Cüneyt Ülsever’e karşı bir yazı değil. Tanımladığı konuma, tasvir ettiği duruma karşı... O, Arap toplumlarının nesnel, doğru ve gerçekçi bir portresini tanımlıyor, betimliyor. Ve sanki benim yıllardır işaret ettiğim gerçekleri madde madde özetliyor. Ben yıllardır, Arap toplumlarının laikleşmesinin din yüzünden olanaksız olduğunu, laikleşme olmadan da demokrasinin gerçekleşemeyeceğini yazıyordum. O da kendi açısından Arap toplumlarını teşrih masasına yatırıyor ve Müslüman Kardeşler olgusunu öne çıkartıyordu.

Seyyid Kutub’u ve en azından onun “Yoldaki İşaretler” (Hicret Yayınları) adlı kitabını okumadan Arap toplumlarını anlamak mümkün değildir. Cüneyt Ülsever işte bunu çok iyi biliyor. “Milli Görüş” partilerinin, özellikle de AKP’nin zihniyet dünyasında ve siyasal yapılanmasında Müslüman Kardeşler’in etkisini benimle birlikte ilk saptayan gazete yazarıdır.

İslam sadece kendisiyle uzlaşır

Şimdi gelelim onun saptamalarına:

Cüneyt Ülsever: “Tarihi şartlar Ortadoğu’ya demokrasi getirmenin kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. Bu, laiklikte ısrarlı olmayan demokrasidir” diyor.

Benim görüşüm: Söz konusu demokrasi genel ve yerel seçimlerle ilgilidir. İktidarlar seçimle gelip seçimle gidecektir. Demokrasi seçimlerle sınırlıdır. Arap insanı ve toplumu için İslam sadece bir din değildir, aynı zamanda kültür, Arap dili (lisanı), edebiyat, tarih, hukuk ve gündelik hayattır. Bu nedenle Arap toplumlarında laiklik, sekülerlik (din ile devletin birbirinden ayrılması) mümkün değildir. Oysa laiklik olmadan gerçek demokrasi de mümkün değildir. (Ülker İnce, “Mümkün değildir” deme, “Çok zor de!” diyor.) O halde gerçek demokrasi olanaksızdır. Benim en azından 20 yıldır yazdığım şeyler bunlar.

Cüneyt Ülsever bu nedenle “laiklikte ısrarlı olmayan demokrasi” diyor. Aslına bakarsanız laiklikte ısrarlı olmayan demokrasiye razı olan, isteyen ABD’dir. Yoksa laiklik, 1928 yılında kurulan Müslüman Kardeşler’in, Selefilerin, El Kaide’nin, Hamas’ın, radikal ve sıradan İslamcıların umurunda bile değildir. Düşman oldukları “şeytan”dır!

Yozlaşmış İhvan

Cüneyt Ülsever: “Ortadoğu’daki gelişmeler gösteriyor ki: 1) Artık halkın yönetimde bir şekilde söz sahibi olması lazım. 2) Ancak, Ortadoğu halkı, İslami hukuku ön plana alan Müslüman Kardeşler (İhvan) ve türevlerine meyil etmiş durumda 3) İhvan ise 1920’lerden beri bugüne dek İslami hukuk arayışı dışında ve anti-emperyalist tutumunu sürdürüyor. // Ortadoğu için İhvan vazgeçilmez bir gerçek. Öte yandan İhvan da biliyor ki; halkın desteğini alsa da, ABD’ye rağmen, Ortadoğu’da rahatça hükümran olamaz” diyor.

Benim görüşüm: Günümüz Müslüman Kardeşleri (İhvanü’l Müslimin), Seyyid Kutub’un özgün görüş ve ilkelerini günümüzde uygulayamayacağını bildiği ve öyle davrandığı için artık ABD tarafından kabul ediliyor. Resmi Müslüman Kardeşler artık turistlere saldırmayacaktır. İsrail, Filistin ve Hamas konusunda eskisi kadar katı ve uzlaşmaz ol(a)mayacaktır. Bu konularda ABD’ye çoktan söz vermiş olmalı. (Onlar da antiamerikan ve antiemperyalist gömleklerini çıkarmış olmalı.) Söz vermemiş olsa Arap baharları gerçekleşemezdi. ABD için Müslüman Kardeşler artık sorun değil. ABD ve Müslüman Kardeşler’in ortak sorunu gerçekten özgürlükçü, gerçekten demokrat, gerçekten antiemperyalist kesimlerle, özgürlükçü kadınlarla...

Ama ne ki ama!

Cüneyt Ülsever ile Araplar konusunda anlaşıyoruz ama onun Türkiye ile ilgili yorumlarına katılmam mümkün değil.

Cüneyt Ülsever: “Halk kendisine dayatıldığına inandığı ‘Cumhuriyet değerlerinden’ rahatsız olmuş, onun ‘tek-tip insan yaratma’ projesine karşı çıkmıştır ama AKP’nin dayattığı ve kendisini ‘kindar gençlik’, ‘dindar nesil’ ‘tek din’ türü projelerinden rahatsız değildir” diyor.

Benim görüşüm: Türkiye Müslümanları için İslam sadece bir dindir. Aynı zamanda kültür, dil (lisan), edebiyat, tarih, hukuk ve gündelik hayat değildir. Bu nedenle Türkiye’de laiklik, sekülerlik (din ile devletin birbirinden ayrılması) mümkün olmuştur. Türkiye’de de laiklik olmadan gerçek demokrasi mümkün değildir. Ama Türkiye, 90 yıllık iç muhalefete ve 65 yıllık karşı devrime karşın laikliği savunmuş ve pekiştirmiştir.

AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesinde ve o tarihten bu yana iktidarda kalmasına Müslüman Kardeşler’den esinlendiği, (patenti bana ait) “sadaka ekonomisi”nin taktikleri etkili olmuştur. İnkar edilemez. Ancak, AKP’ye oy verenlerin yüzde 25’i bile Müslüman Kardeşler’in dinî ve siyasî programını kabul etmez.

Öte yandan 19 Mayıs gösterileri, halkın bir bölümünün Cumhuriyete, laikliğe ve Kemalist devrime sahip çıktığını kanıtlamaktadır. Ve halkın bu bölümü AKP’ye oy verenlerden sayıca az değildir. (Yazı bitmedi, Perşembe ve Cuma günleri devam edeceğim .)

Türkiye’de gündem o kadar hızlı değişiyor ki, bir dönem ülkeyi kasıp kavuran olaylar zincirinin bir numarasıyla ilgili iddialar bile arada kaynayıp gidebiliyor!..
İşte bakınız, Hizbullah ve lideriyle ilgili o kadar önemli bir iddia ortaya atıldı ki, yenilir yutulur gibi değil...
Bu vahim iddiayı, geçen hafta “Ergenekon” davasının 187. duruşmasında tanık olarak dinlenen Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ortaya attı.
Orakoğlu, İl Emniyet Müdürlüğü yaptığı dönemde, Hatay’daki şehir kulübünde, Adana Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz ile yemek yediklerini belirterek, “Kapının önünde esmer bir kişi vardı. Ben Cingöz Paşa’nın koruması zannettim. Ancak 1991 yılında gördüğüm bu kişinin daha sonra Hüseyin Velioğlu olduğunu öğrendim” dedi.
Şimdi bir emniyet müdürünün o dönemde de aranan Velioğlu’yla ilgili neden bir işlem yapmadığını bir tarafa bırakalım!.. Hatta Velioğlu’nu ısrarla askerlerle ilişkilendirmesine de Hizbullahçılar yanıt versin! Çünkü olayın daha vahim boyutu var!..
Bakınız; Orakoğlu, 17 Ocak 2000’de İstanbul Beykoz’da polisle girdiği çatışmada öldürülen Velioğlu’yla ilgili neler söylemiş:
“Ölü olarak ele geçirildiği iddia edilen Velioğlu’nun yüzü tanınmayacak şekilde, kurşun izleri vardı. Yanındaki iki kişiye ise hiçbir şey olmuyor. Sıyrık bile yok.”
Kısacası Orakoğlu diyor ki, “Beykoz’da ölen kişi Velioğlu değildi!..”
Hizbullah liderinin Batman’da yaşayan ağabeyi Hayrettin Velioğlu, kardeşinin cesedini kendisinin de teşhis ettiğini belirterek “Orakoğlu yalan söylüyor” dese de, bu çok önemli iddiayı ortaya atan kişinin sıradan biri olmaması kuşku yaratıyor!..
Ne kadar ilginç değil mi?.. Bu ülkede, 11 yıl istihbarat ve terör şube müdürlüğü, 9 yıl da il emniyet müdürlüğü yapan bir polis şefi, 12 yıl öncesinin en tehlikeli örgüt liderinin yaşadığını söylüyor ama kimse umursamıyor!..
Aslında bu olayı üç kişi net biçimde kapatabilir; çatışma günü Velioğlu’nun yanında olan ve yara almayan Edip Gümüş- Cemal Tutar ikilisi ile bir dönem Hizbullah liderinin korumalığını yapan ve cesedini teşhis eden Abdülaziz Tunç.
Aksine “Batman’daki mezarlıkta yatan kim” sorusu bir şehir efsanesi olarak konuşulmaya devam edecek!..

Pegasus’a elini veren kolunu alamıyor!..

Bir uçak bileti aldığınızda, başına ne gelebileceğini görmeniz için yazıyorum...
Örneğin Pegasus’tan internet üzerinden Adana için bilet aldınız. Bir saat sonra bu bileti iptal etmek istediniz... İşte o zaman vay halinize!..
İptal işlemini internet üzerinden yapmak istediğinizde 160 liralık biletin ancak 49 lirasının geri ödenebileceği belirtiliyor!.. Gerisi cukka!..
Tabi sigortanız atıyor... Bu kez zar zor ulaşabildiğiniz müşteri hizmetlerine derdinizi anlatıyorsunuz. O da, 111 liranızın geri ödenmeyeceğini robot gibi tekrarlayıp duruyor.
Bileti açığa aldırmak da kurtuluş olmuyor... Bu kez de sizden üstüne para istiyorlar...
İnanamadınız değil mi?.. Maalesef böyle... Rötarda rekor kıran, uçakta bir bardak suyu bile parayla satan Pegasus, paranıza bırakın rötar yaptırmayı kendi kasasına ömür boyu park ettiriyor!..
Bir havayolu şirketi bunu hangi kanuna göre yapıyor belli değil...
Ama bu kanunsuzluğa göz yummayacak bir Ulaştırma Bakanlığı olsa Pegasus boş pistte at koşturabilir mi?..
Velhasıl, Pegasus’a elinizi verdiğinizde kolunuzu geri alamıyorsunuz!.. Bunu bizzat test ettik!..
Bizden uyarması... Uçuş iptallerinde ya da biletinizi açığa aldırırken paranızın üçte ikisini kaptırmak istemiyorsanız ya bu firmadan uzak durun ya da bu tür iptallerde paranızı kuruş kuruşuna geri ödeyen otobüs firmalarını tercih edin...
Ulaştırma ve Maliye bakanlıklarına buradan açıkça ihbar ediyoruz; Bilmem haberiniz var mı, Pegasus fazla uçmaya başladı!..

Pervasız liman ocak söndürür!

Türkiye’ye özgü o klasikleşmiş deyimin üzerinde durmak istemiyorum ama ne yazık ki, taşı gediğine koyan en iyi sözcükler de o deyimde dizilmiş:
“Yaşam ne kadar ucuz bu ülkede?..
İnsan canının bu denli pervasızca harcandığı kaç ülke vardır bilemem ama günlük hayatın ortasında karşımıza çıkan dramlar, ülkemizi hayat söndürme konusunda birinciliğe oturtuyor...
Gaflet, ilgisizlik, duyarsızlık ve savsaklama şampiyonluğunda, beceriksizlerin boynuna asılan utanç verici bir pervasızlığın birinciliğidir bu!.. İşte örnek:
İki aile, çocuklarının düğün hazırlıkları için İzmir’den yola çıkmışlar... Dünür olan Eriş ve Gülhan çifti çocuklarıyla birlikte önceki gece Balıkesir’in Bandırma ilçesinde gece “Yener C” adlı arabalı vapuruna binmişler...
Vapur önceki gece sabaha karşı Tekirdağ Limanı’na yanaşmış... Dünürler öndeki arabayla çıkmışlar, gelin ve damat ise çeyizlerinin de yüklü olduğu kamyondan onları izliyormuş...
Dünürlerin otomobili vapurdan iner inmez aniden ortadan kaybolmuş!.. Olayın gerisini gazete haberinden okuyalım:
“53 yaşındaki Vecdet Eriş sağa dönmesi gerekirken, gece karanlığında iddiaya göre uyarı tabelası da olmadığı için düz gidince otomobil denize uçtu. Denizden çıkartılan 51 yaşındaki Zeynep, eşi 53 yaşındaki Ahmet Gülhan ile öğretmen oldukları belirlenen dünürleri 49 yaşındaki Aysel ve eşi Vecdet Eriş‘in cesetleri Tekirdağ Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı.”
Gelin Selvi Eriş ile damat Mustafa Gülhan anne ve babalarının gözlerinin önündeki şoke edici ölümünü dehşet içinde izlemekten başka bir şey yapamamışlar...
Tam Türkiye’ye özgü bir ölüm değil mi?..
Peki, bu insanlar en mutlu günlerinde öldükleriyle mi kalacaklar?..
Bakalım Tekirdağ Valiliği ile cumhuriyet savcılığı görevlerini ihmal ederek ocak söndürenler hakkında ne yapacak?...

SEVGİLİ okuyucularım, gazetemizin eski yazarlarından Aytun Çıray’ı tanıyorsunuz. Çıray bir tıp doktoru. İç hastalıkları uzmanı.
Geçmişte Sağlık Bakanlığı Müsteşarı idi. Sağlık olayını, devletin ve özellikle de bu hükümetin sağlık politikalarını ve uygulamalarını en iyi izleyen ve bilen kişilerden biri.
Son seçimde CHP’den İzmir milletvekili seçildi. Dün kendisinden aldığım mektubu sizlerle de aynen paylaşmak istedim. Okuyunca sağlıktaki son rezaletin perde arkasını hem bir uzman doktorun, hem de siyasetçinin kaleminden farklı bir bakışla-öğrenmiş olacaksınız:
***
“Sevgili Emin ağabey, ülkemizin sağlık sisteminden kaynaklanan sorunlarına olan hassasiyetinizi ve yazdığınız yazıları bildiğimden size bu mektubu yazma ihtiyacı duydum.
Biliyorsunuz, Sayın Başbakan son olarak milletimizin sezaryen ve kürtaj meselesine (!) el attı. Hatta bu konuyu gündeme getirirken de “Her kürtaj bir Uludere’dir” deyiverdi ve her zamanki gibi haklı olarak Sözcü manşetten sordu:
Uludere cinayetse sen orada neden oturuyorsun?
Aslında bu benzetme, bilinçaltının Başbakan’a bir oyunu ve Uludere’de olduğu gibi sağlıkta da insanımıza acı çektirdiklerinin kabulü idi .
Başbakan kürtaj ve sezaryene karşı tavır aldıktan birkaç saat sonra da diğer Recep Bey, Sağlık Bakanı Akdağ devreye girdi ve “Sezaryen yönteminin eskisi kadar rahat uygulanmayacağını” söyledi.
Şimdi de bu konuda yeni bir yasaklama yasası çıkaracaklarını açıklıyorlar.
İşte o anda Başbakan’ın bu polemiği ortaya atış nedenlerinden biri daha belgelenmiş oldu.
Bu açıklamaların nedeni bu defa sadece gündemi değiştirmek değil, efsanevi (!) sağlık sistemlerinin iflas ettiğini örtbas etmekle ilgiliydi .
Belli ki sağlık sistemi ile ilgili can yakıcı tedbirler yoldaydı. Nasıl ki 21. yüzyılda Ankara’da yaşanan Kolera salgınını halktan saklayabildilerse, nasıl ki halkımızın cebinden çıkan sağlık harcaması paralarını üçe katladıklarını gizledilerse, nasıl ki ilaç kullanımının 750 bin kutudan 1,5 milyon kutuya çıktığını duyurmadılarsa, şimdi de bir başka gerçeği saklamak üzere yeni bir kurgu siyaseti başlattılar...
Çünkü bugün sezaryen ve kürtajların artışından şikayet eden Başbakan ve Sağlık Bakanı, aslında bu artışın tek nedeni ve azmettiricisidir.
***
Aslında ikisi de milletin sağlığı ile ilgili değillerdi. Öyle olsalardı bu konuda yapılan uyarılara beş yıl önce kulak asarlardı.
Onlar artık altında ezildikleri yanlış politikaları nedeniyle arttırdıkları sağlık giderlerini kısmaya kılıf arıyorlardı.
Kurgu siyasetinde başarıları (!) tartışılmaz olan AKP’liler bu defa da asıl amaçlarını “kürtaj ve sezaryen tartışmasının” arkasına saklayacaklardı. AKP’ye yaklaşık yüzde 10 oy getiren “Sağlıkta Dönüşüm” politikalarının iflas ettiğini hiç kimse anlamamalıydı!
Nitekim Feminist gruplarla popüler olma sevdasında olanlar işin “kürtaj tartışması” yönüne dalıp AKP’nin ekmeğine yağ sürdüler. İşin gerçeğini ortaya koyan açıklamalar ise elbette ki gözardı edilecekti, çoğunlukla da edildi....
***
İşin aslı şudur: AKP hükümeti, “Sağlıkta Dönüşüm” kapsamında adına “Performans Sistemi” denilen bir sistem getirdi. Bu şu demekti:
Ne kadar muayene yaparsan, ne kadar ameliyat yaparsan, ne kadar sezaryen ve kürtaj yaparsan, ne kadar tahlil ve tetkik yaptırırsan, o kadar para kazanırsın.
İşte AKP’nin bu sistemi yüzünden işler çığırından çıktı. Ameliyat sayılarında yüzde 80’e, sezaryen ve kürtaj sayısında yüzde 45’e varan artış oldu.
Google’a girenler görecektir, ben bu sistem kurulduğundan beri “Yapmayın etmeyin, vatandaşımızı kestirip biçtirmeyin” diyorum ama kimin umurunda!
O sırada herkes aslan payını almakla meşguldü.
Vatandaşımız doktor değildi ki, başına gelenlerden haberi olsun. Halkımızı kobay gibi gören AKP yönetimi “Muayenehaneleri kapatıyoruz” diyerek devleti kocaman bir muayenehane haline getirmişti bile.
***
İşte bu yanlış sistemin sonucu olarak 2002 yılında 16 milyar dolar olan sağlık harcamaları bugünlerde 50 milyar doları aştı.
Birileri zengin edilirken devletin kasası boşaltıldı.
AKP hükümetinin para sıkıntısı başladı ve IMF’nin istekleri doğrultusunda önce “Sağlıkta Katkı Paylarını” getirmek zorunda kaldılar.
2002 yılında her ailenin bütçesinin ortalama % 3,4’ü sağlık harcamalarına giderken, günümüzde bu üç katına çıktı. O da yetmeyince şimdi sıra ikinci çareye geldi:
Doktorlar üzerinde baskı yaratarak ameliyat ve sezaryen sayılarını azaltmak ve masraftan kurtulmak!
Bu işin insan sağlığı veya tıp bilimi ile uzaktan yakından ilgisi yok.
İşte, hazırlanan ve kutsal duygularla (!) paketlenen tezgah budur...
Ve daha ne tezgahlar var ki, buraya sığmaz. Bu tür tezgahlarda halkımızın aldatılmasına katkı sağlayan “Yandaş ve prangalı medya” ise hükümetle suç ortağıdır.
Kısacası hükümetin ekonomi politikalarıyla birlikte sağlık politikaları da iflas ettikçe, yanlış kortizon tedavisinde olduğu gibi, yani başlangıçta kendini çok iyi hisseden ve doktoruna hayran kalan hastalarda olduğu gibi, ilacın etkisi geçtikçe acı büyüyerek geri dönmeye başladı.
Başbakan işte tam bu aşamada yeni bir kortizon yüklemesine geçti.
Ama buraya kadar! Artık mutfakta yangın başladı, çarık ayağı sıkıyor ve bütün bunlara neden olanların hesap günü yaklaşıyor.
Sevgi ve saygılarımla değerli ağabey.”
Sağlık rezaletinin perde arkasını böyle güzel anlatan
Aytun Çıray’a teşekkür ediyorum.

Başbakan, kadının gebeliğini sürdürme-sonlandırma konusundaki karar verme hakkına saygılı olmalı; cinayet benzetmesini ise asla kullanmamalıdır. Ayrıca, benimsediği tutucu-gerici ahlaksal değerleri(!) “Onlar” diyerek “ötekileştirdiği” ülke nüfusunun yüzde 50’sine kabul ettirmeye çalışmamalıdır.

Gündemi değiştirerek yurtiçi ve yurtdışı başarısızlıklarını gizlemekte gerçekten başarılı olan Başbakan, şimdi de Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nın kapanış oturumunda önemli bir kadın hakkı ve istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması uygulaması olan kürtajı tanımlarken “Kürtaj bir cinayettir. Her kürtaj bir Uludere’dir” demiş. Daha da ileri gitmiş “Kürtaj, bizi dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan... Bu milletin çoğalması için asla bu oyunlara prim vermememiz gerekir” diye eklemiş.

Dinci kesimin kadın bedeni üzerinden siyaset yapmaya ne denli meraklı olduğunu, on yıllık AKP iktidarında, özellikle “türban” tartışmaları sürecinde genç kızların/kadınların başlarını örtmek için “hukukun arkasından dolanarak” yaptıklarını izleyerek gördük. O günlerde feminizmin “Bedenim benimdir” sloganını ödünç alıp baş örtme özgürlüğü(!) isteyen İslamcı feminist kadınlardan ise şimdilerde çıt çıkmıyor.

Çağdaş-özgürlükçü anlayışın kadın haklarına ve cinselliğine bakış açısı ile tutucu-gerici anlayışın bakış açısının tümüyle farklı olduğunu biliyoruz. İkinci anlayış biçimini örneklendiren Başbakan, kendi dogmatik düşünceleri uyarınca kürtajı cinayetle aynı kefeye koyuyor ve yeniden yasaklanmasını istiyor.

Onun bu tutumu kadınlarımızın yasal yollarla kürtaj yaptırma özgürlüklerine son verecek; onları daha pahallı ve riskli yollardan kürtaj yapmaya zorlayacaktır. Bu durum, kadın ölümlerinin artmasına neden olacaktır. Çünkü, kürtajın yasal olmadığı ülkelerde kadınlar, sağlıksız koşullarda - ilkel yöntemlerle düşük yapmak zorunda kalmakta ve Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, her yıl 78 bin kadın yaşamını yitirmektedir.

Kürtaj hem ülkemizde hem dünyada hukuksal sınırları belirlenmiş, kabul gören bir olgudur. Nitekim 14.04.1983’te kabul edilmiş olan Nüfus Planlaması Yasası ile ülkemiz kadınlarına eğer isterlerse, sağlıklı bir ortamda gebeliklerini sonlandırma hakkı tanınmış, on haftaya kadar olan gebeliklerin hastanelere başvurarak sona erdirilmesi sağlanmıştır.

İşine geldiği zaman eski özdeyişleri kullanmaya pek meraklı olan Başbakan, o konuda bile içtenlikli değildir. Örneğin, “Eski hal muhaldir, yani eskiye dönüş olmaz ve olmayacak” derken kürtaj konusunda 30 yıl öncesine, yani eskiye dönmenin özlemi içindedir.

Kürtaj, pek çok Avrupa ülkesinde, Amerika Birleşik Devletleri’nde (kadınların uzun süren “kürtaj hakkını elde etme” savaşımlarından sonra) yasal olarak uygulanmaktadır. Katolik Kilisesi’nin sert eleştirileri ve şiddetli direncine karşın İspanya’da da kabul edilmiştir. AB ülkeleri arasında ise yalnızca Malta’da nüfus politikası uygulamaları nedeni ile yasaklanmıştır. (Malta’nın nüfusu 413bindir.)

Birleşmiş Milletler Kahire Bildirgesi, kürtajı kadının temel insan haklarından biri olarak tanımlamaktadır. Zaten liberal ve laik demokrasilerde kadınlar, doğurganlıklarına ilişkin kararları vermekte özgürdürler. Yani sahip olmak istedikleri çocuk sayısını belirleme ve istenmeyen bir gebeliği sonlandırma hakkını kullanabilirler. Bu, kadının genel olarak kendi bedeni üzerinde ve doğurganlığı konusunda söz sahibi olması anlamına gelir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (İrlanda örneğinde) kürtaj yasağının kadının insan haklarının çiğnenmesi olduğunu karara bağlamıştır.

Kısacası, Başbakan’ın kafasındaki (kürtaja ilişkin) sınırlayıcı, zorlayıcı, yasaklayıcı yeni(!) önlemler, ne yurtiçinde ne de yurtdışında destek bulabilir.

Sonuç olarak, Başbakan, kadının gebeliğini sürdürme-sonlandırma konusundaki karar verme hakkına saygılı olmalı; cinayet benzetmesini ise asla kullanmamalıdır. Ayrıca, benimsediği tutucu-gerici ahlaksal değerleri(!) “Onlar” diyerek “ötekileştirdiği” ülke nüfusunun yüzde 50’sine kabul ettirmeye çalışmamalıdır.

Kadın bedeni ve kadın sağlığı, kadın haklarına duyarsız siyasetçilerin oyun alanı değildir.
Prof. Dr. Necla ARAT Kadın Araştırmaları Derneği Başkanı

Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkındaki 5982 sayılı yasanın halkoyuna (referanduma) sunulması sırasında, İktidar ve “yetmez ama evet” diyenler, Anayasanın değiştirilen 53. Maddesine eklenen ek fıkralarla;
-Memurlar ve diğer kamu görevlilerine de, grevsiz toplu sözleşme hakkının verilmesini,
-Toplu sözleşmesinin yapılması sırasında çıkacak uyuşmazlıkları çözmek için birde “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu” kurulmasını,
-Toplu İş Sözleşmesinin nasıl yapılacağı ile Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun teşkili ve çalışma usullerinin yasa ile düzenleneceğini,
Bu değişikliğin memurlara ve diğer kamu görevlilerine büyük yarar sağlayacağı propagandası ile halka anlatmaya çalışmışlardı.
Diğer maddeler hakkında ki propagandayı bir tarafa bırakarak, bu yazı ile Toplu İş Sözleşmesinin geldiği noktayı açıklamaya çalışacağım.
Toplu Sözleşme Yasası geç çıktığı için Cumhuriyet tarihinde Memurlar ve emeklileri ilk defa 5 aydır zamsız maaş almaktadırlar
6289 Sayılı yasa ile değiştirilen 4688 sayılı “Kamu Görevliler Sendikalar Yasası”nın adı “Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Yasası” olarak değiştirilmiş bu değişiklikle “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu” kurulduktan sonra Toplu Sözleşeme görüşmelerine başlanması gecikme nedenidir.
Yasanın 34. Maddesinde yapılan değişiklikle Kamu Görevlileri Hakem Kurulu 11 kişiden oluşmaktadır.
Bu Kurulun oluşum şekli şöyledir.
-Yargıtay, Danıştay ve Sayıştan Başkanları, Başkan vekilleri, Başkan Yardımcısı veya Daire Başkanlarından Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek bir Başkan,
-Kamudan 4 üye,
-Sendikalardan 4 üye,
-En az Doçent unvanlı olmak üzere Üniversitelerden Bakanlar Kurulunca seçilecek 1 üye,
-En az Doçent unvanlı olmak üzere Sendikalar tarafından Üniversitelerden önerilen 7 bilim adamı arasından Bakanlar Kurulunca seçilecek 1 üye,
Bu Kurulun oluşum şeklinde görüleceği gibi 1+4+1=6 üye kamuyu, dolayısıyla iktidarı, 4+1=5 ise Memurlar ve Kamu Görevlileri temsil etmektedir.
Peşinen çoğunluğu iktidar yanlısı olan bu Kuruldan, iktidarın isteğinin dışında bir şey beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Nitekim Toplu Sözleşme Görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine Kurula giden uyuşmazlık dosyası üzerinde ancak ilk yarıyıl için hükümetin önerdiğinde 0,5 puan bir artış yapılabilmiştir.
Yasaya göre Kurulun kararları kesin olduğundan, Memurlar, Emekliler ve Kamu Görevlileri verileni kabul etmek zorunda bırakılmışlardır.
İşin diğer garip tarafı, medyaya yansıyan haberlere göre, Sendikalar tarafından gösterilen Gazi Üniversitesinden Doç. Dr. Aydın Başbuğ’da hükümet lehine oy kullanarak, Memur ve Kamu Görevlileri aleyhine durumu 7 ye 4 yapmıştır.
Tüm Üniversite Rektörlerinin iktidardan yana tavır koydukları sürekli yazılıp, söylenen bir gerçektir. Rektöre karşın, Sayın Başbuğ’un hükümet aleyhine oy kullanması zaten düşünülemez.
Anayasanın halkoyuna sunulması sırasında işin böyle olacağı o zamandan belliydi.
Ama bu gereği gibi yurttaşlara anlatılamadı.
30.07.2010 Tarih ve “REFERANDUM PROPAGANDASINDA YÖNTEM HATASI” başlıklı yazımda muhalefet partilerine ve Hayır’cılara uyarı olarak bu durumu şöyle dile getirmiştim.
“-Yasanın 6. Maddesi ile Anayasanın 53. Maddesinde yapılan değişiklikle, Memurlar ve diğer kamu görevlilerine, toplu sözleşme yapma hakkı verilmekte, ancak grev hakkı tanınmamakta ve uyuşmazlık halinde de “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na”başvurulacağı belirtilmektedir. Grevsiz bir toplu sözleşmenin fazla bir anlamının olmadığı, kararlarının kesin olduğu belirtilen Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun da, işçilere uygun gördüğü düşük orandaki ücret artışları ile tanınan “Yüksek Hakemler Kurulu’ndan”farklı olmayacağı çok açık ifadelerle yurttaşlara anlatılmalıdır.”
O zaman söylenen bu gün aynen çıkmıştır.
Memurlara ve Kamu görevlilerine tanınan Toplu sözleşme sonucunda meşhur özdeyişte olduğu gibi “Dağ fare doğurmuştur.”
Hayırlı olsun!

Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Başbakana çağrımdır. Gel, vaz geç bu sevdadan!
Haçlıların emrinde bir Türkiye olmayalım!
Karayılan efendi ROJ TV de fetva veriyor. Hiç kimse merak etmesin Kürt gençlerinin kanı yerde kalmayacak. Kürdistan Özgürlük mücadelesi bu katliamın hesabını soracak.
Türkiye’den ve askerden düşman diye konuşup beyinleri yıkıyor. Allah cezanızı versin ya!
Ah! Ah Sayın başbakanın gücü sadece uyduruk Ergenekon davası ile askerlere ve kendisini eleştiren aydınlara yetiyor.
Bu bölücülere gelince sus pus oluyor, bu da insanın ağrına gidiyor.
İşçiye, memura, öğrenciye biber gazları, coplar ama bunlara gelince neredeyse çiçek atılacak.
BDP li Gültan Kışanak, Mecliste insanlıktan, merhametten, bahsederek ağzına geleni söylüyor sana ve bakanlarına. Uludere’de 35 kişinin ölümünden bahsederken celallenip cinayet, katliam gibi laflar ediyor.
Yine BDP li Hasip Kaplan "Toplu katliam, insanlığa karşı işlenen suçların en adisi, alçakçası ve en rezilidir. Uludere, budur" diyor. Önceki yazımda yazdığım gibi” PKK tarafından kaçırılan AKP yöneticilerine ilişkin "Savaş süreçlerinde böyle şeyler olur " diyor.
Yani işlerine geldiği zaman savaş süreci, gelmediği zaman da katliam cinayet diyorlar.
Yine BDP li Muş milletvekili Sırrı Sakık Cumhuriyeti kuranları kalleşlikle suçluyor. Terbiyesiz vatan haini adam.. Elimde olsa onun bu lafları söyleyen ağzına en acı biberleri doldururum. Gerisini düşünün artık.
Bunlar Devletin bağımsızlığına, vatanın ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik eylemlerin kışkırtıcılarıdır. Bunları sustur artık.
Bunlar hem bu vatanın ekmeğini yerler, bizim paralarımızla aylıklarını alırlar bir de ihanet ederler.
Kalleşe gelince;
Esas Kalleş kendileridir.20 milyon Kürt nüfusunun 30 binini temsil eden “oda tehdit ile silah zoru ile bu temsilciliği alan” kalleşlerdir. Diğer Kürt kardeşlerimin ilgisi yoktur bunlarla.
Kalleş arkadan vurandır.
Kalleş,1993 te silahsız olarak birliğine silahsız olarak giden 33 erimizi Bingöl –Elazığ yolunda otobüslerden indirip kurşuna dizenlerdir. Unutmadık.
Kalleşler, öğretmenevinde öğretmenleri, halı sahada, polisleri, otobüste genç bir kızı, camide imamı, sokakta hamile kadını, karakollarda polisleri, pusu kurarak, bombalayarak sivil halkı çoluk, çocuk demeden öldürenlerdir .
Kalleşler, çocukları kullanarak ortalığı yakıp, yıkan devlet malına zarar verenlerdir.
Onların kalleşliklerini yazmaya kalksam sayfalar yetmez.
*****
Başbakanın bu terörü bitirmeye niyeti yok anladığım kadarıyla. Bitirmek istese bebek katili ile anlaşma yapmaya kalkmaz.(O kim? Sen kimsin be sayın başbakan? Sen bizleri temsil ediyorsun,unutma.)
Irak’ın Kürt kökenli Dışişleri Bakanı Zebari, terör örgütünün yuvalandığı Kandil’in kimsenin denetiminde olmadığını söylemişti. Eeee! Bunlar o zaman bu silahları nereden temin ediyorlar?
Dağlarda silah fabrikaları mı kurdular?
Elbette hayır.
Artık hepimiz biliyoruz ki, PKK, Türkiye’ye karşı silahlı eylemlerini gerçekleştirirken ülkemize komşu toprakları üs olarak kullanıyor.
Başbakan terörü bitirmek istese önce Irak’a restini sürer. Ama nerdeeee?
Barzani geliyor kırmızı halılar üzerinde yürütülüyor.
Sonra bir de NATO var ortada.
Biz NATO’nun uşağı mıyız ya? Kore’de, Afganistan’da, her tarafta Türk askerini öne sürüyorlar. Bize düşmanlık olunca kılları kıpırdamıyor .
Biz NATO üyesi değil miyiz?
NATO Antlaşması’nda, bir müttefik ülkeye yapılmış saldırının, müttefiklerin tamamına yapılmış sayılmasını ve bu saldırıya karşı müşterek müdafaa yapılmasını öngören 5. Maddesi neden uygulanmıyor? Kabul edelim bir savaş var ama bu savaşın adı kalleşlik savaşıdır. Amerika’ya bastırsana…
Bugün hâlâ “uluslararası terörle mücadele” çerçevesinde sürdürülen Afganistan harekâtına NATO kumanda etmekte değil mi? Libya da öyle olmadı mı?
Türkiye yıllardır terörle mücadele ediyor kendi topraklarını, askerini, sivil halkını koruyamaz durumda iken bir de Suriye’ye kafa tutuyor.
Güleyim mi? Ağlayayım mı?
Sayın Erdoğan, tecrübeli generallerimizi, subaylarımızı içeri tıktınız daha bir PKK ile baş edemezken adama sormazlar mı Suriye’ye hangi orduyu göndereceksiniz?
Acı ama gerçek bu. Analar Suriye ile savaş çıkarsa evlatlarını göndermeyecekler. Müslüman kardeşlerimizi vurmayız diyorlar. Ne olacak?
Varsa, yoksa BOP eş Başkanlığı ile öğünüyorsun Sayın Erdoğan. Bu eş başkanlık sonunda hepimizin başını yiyecek gibi.
Şimdi artık İstiklal Savaşımızdaki gibi süngü tak, Allah, Allah de ile olmuyor bu işler.
Elin Haçlısı birkaç roket, kimyasal silah ile işi bitiriyor.
Padişahlığı istiyorsun ama hangi ordunla ve hangi silahınla nereyi fethedeceksin?
Çakıl taşına kadar babalar gibi satıldı her şeyimiz. Bizlere ne faydası oldu ha?
Dış borçların parasını işçiden, emekliden, memurdan keserek ödemeyi düşünüyorsun. Oldu mu ya?
Sayın Erdoğan gel vaz geç bu sevdadan da Türkiye’nin başbakanı ol, hepimizi kucakla BOP muş filan bize hayrı olmaz. Üstelik 3,Dünya savaşını tetikler.

Tünay Süer

Uykumdan komşu daireden gelen seslerle uyandım.
Hasan Mutlucan davudi sesiyle serhat türküleri söylüyordu.
O yıllarda Hasan Mutlucan'ın tek kanallı TRT televizyonunda görünmesi, pek hayra alamet sayılmazdı!.. Çünkü Mutlucan, askerin muhtıra verdiği ya da darbe yaptığı dönemlerde ekrana çıkarılırdı...
“Acaba yine mi darbe oldu?'' diyerek kalkıp, televizyonu açtım.
Yanılmamışım!
12 Eylül 1980 darbesi olmuştu.
Aceleyle giyindim...
Hasan Mutlucan serhat türküsünü bitirip, “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı''yı söylemeye başladığında, evden çoktan çıkmış, arabamla son sürat Ortaköy'deki İstanbul Televizyonu'nun yolunu tutmuştum.
Issız İstanbul caddelerinde kimsecikler yoktu.
Birkaç askeri kontrol noktasında durduruldum. Televizyonda çalıştığımı bildikleri için, selam verip bıraktılar.
Darbecilerin görevlendirdiği bir muhabere yarbayı televizyon yönetimine el koymuş, her taraf silahlı askerlerle kuşatılmıştı. Koridorlarda bile silahlı askerler dolaşıyordu.
Merdivenleri koşar adımlarla çıkıp, üst kattaki Müdür Vural Tekeli'nin odasına daldım. Bir de ne göreyim? Zaten ufak tefek bir insan olan Müdür Tekeli koltuğuna yığılmış, adeta tespih böceği gibi büzülerek minicik kalmıştı. Suratı kireç beyazıydı. Ne diyeceğimi şaşırmıştım!
“Bu ne hal Vural Bey?'' diye sorunca, hemen sağ elinin işaret parmağını dudağına götürüp “sus'' işareti yaptı. Sonra da aynı parmağını odanın tavanında dolaştırarak kulağına değdirdi.
“Dinleniyoruz, konuşma!..'' demek istiyordu.
“Dinlerlerse dinlesinler, korkacak neyimiz var Vural Bey?..'' deyince, koltuğundan fırlayıp boynuma sarıldı.
Hüngür hüngür ağlamaya başladı!..
Hem ağlıyor, hem de “Uğur kardeşim hakkını helal et! Beni cezaevine götürecekler. Artık oradan çıkamam, ailem sana emanet!'' diyordu.
Müdür Tekeli'yi güçlükle sakinleştirip koltuğuna oturttum. Hiçbir aşırı görüşü olmayan, sosyal demokrat eğilimli, teknik bilgisi mükemmel, çok çalışkan, dürüst, sevdiğim ve saydığım, değerli bir insandı.
Nihayet kendini toparlayıp, yaşadıklarını anlatmaya başladı:
“Askerler geceden gelmişler, tüm binada sıkı bir arama yapılmış. Sekreterimin masasındaki çekmecelerde birkaç sol içerikli yayın bulmuşlar. Bu nedenle beni evden aldılar ve Ortaköy Karakolu'na götürdüler. 'Anlat bakalım komünist!' diyerek sorgulamaya başladılar.
Komünist olmadığımı, aşırı hiçbir düşünceye sahip bulunmadığımı söyleyince, iyi bir dayak attılar. Sonra da buraya getirip, “Sakın ayrılma, gerekirse seni Selimiye Kışlası'na götüreceğiz, sorgun orada devam edecek!'' diyerek gittiler...''

***

Vural Tekeli, bir daha sorguya götürülmedi. Görevine darbe günlerinde de başarıyla devam etti. Yıllar içinde TRT'de Genel Müdür Yardımcılığı'na kadar yükseldi.
Çekmecesinde sol içerikli yayınlar bulunan sekreteri ise yanılmıyorsam TRT'deki görevinden alınıp, yatay geçişle bir başka devlet kurumuna gönderildi.

***

Aradan 32 yıl geçti.
Başta 12 Eylül olmak üzere darbecilerden hesap sorulan günlere geldik. Hesap tabii ki sorulacak.
Peki ama ne değişti?
Darbe günlerinde sol içerikli kitap okuyanlar cezalandırılırdı, şimdiyse kitap yazanlar...
O günlerde farklı düşünenler “komünistlikle, vatan hainliğiyle'' suçlanır, zindanlara atılırdı... Şimdiyse yağcılık, dalkavukluk yapmayanlar!..
“Ergenekoncu, vatan haini'' yaftası hazır! Derhal boyunlara geçiriliveriyor!İnsanlar önce yaftalanıyor, sonra cezaevine postalanıyor!..
Sıradan vatandaş bile, telefonla konuşmaktan korkuyor.
Basın özgürlüğü sıralamasında bir zamanlar dudak büktüğümüz kabile devletleri ve muz cumhuriyetleri bile bizi geçiyor.
Medyada hemen her gün, dünya basın tarihinin eşsiz yalakalık örnekleri, habercilik başarısıymış gibi yutturulmaya çalışılıyor.

***

Geçenlerde yandaş gazeteci, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu'na soruyor:
“Sayın Bakanım, acaba mevcut sistemde mi daha çok baraj yaparsınız, yoksa başkanlık sisteminde mi?..''
Bakan'ın cevabı hazır:
“Elbette başkanlık sisteminde!..''
Şaheser soruya şaheser cevap değil mi?..
(Not: Değerli dostum Vural Tekeli'yi, ne yazık ki kısa bir süre önce kaybettik. Onu hep sevgi ve saygıyla anacağım. Nur içinde yatsın....)

Dünyayı Yerinden Oynatın - Rifat Serdaroğlu
Dünyayı değiştirenler kadınlardır. Kadınların, hakları için mücadeleye başladıkları 19. Yüz yılın ikinci yarısından bu yana dünya çok değişmiş ve çok daha güzel olmuştur.
Milattan önce 3 binli yıllarda başlayan,yaklaşık 5 bin yıllık bir yazılı tarihe sahibiz.
Bu 5 bin yıllık süreçte kadını hep toplumun dışında tutmuşuz. Eğitim ve kişiliğin gelişmesine olanak sağlayacak her türlü imkan sadece erkeklere tanınmış. Kadınlar tarlalarda ve her türlü işlerde ırgat gibi kullanılmışlar, daha fazlası onlara verilmemiş.
Irgat gibi çalışmasına gerek olmayan aristokrat ve daha üst düzey burjuva kadınlara da eğitim olarak biraz okuma-yazma, felsefi olmayan az bir din bilgisi, müzik ve elişi(Nakış- Goblen gibi) öğretmek yeterli görülmüş.
Düşünün Avrupa’da Rönesans’ta bir tek kadın sanatçı çıkmamıştır, ve bu dönemi takip eden  Akıl ve Aydınlanma çağlarında da ismini duyurabilen kadın yoktur.
Daha sonra yani 18. Yüzyılın sonu ile 19. Yüzyılda alt düzey  burjuvaların, özellikle Protestan din adamlarının kızlarına bu okuma yazma eğitiminin biraz daha ciddi verildiği ve bu kadınların, bu yarım yamalak bilgileri ile aristokrat ve üst düzey burjuva ailelerin kız çocuklarına mürebbiyelik ederek hayatlarını kazandıklarını görürüz. Bu kadar sınırlı bir eğitim bile kadınların çiçek açmasına olanak sağlar. 18. Yüzyılın sonu ile 19. Yüzyılın başında
Jane Austen’ler, Bronte kardeşler eserler vermeye başlar. Yine 18. Yüz yıldan itibaren özellikle aristokrat hanımların seyahat mektupları, seyahatnameleri yayınlanmaya başlar.
Ancak 19. Yüzyılda hala, her kadın kocasının mülkü sayılıyor, şahsına ait serveti üzerinde dahi tasarruf yetkisi bulunmuyor, boşanamıyor, okula gidemiyor, mesleki eğitim alamıyor, loncalara alınmıyor yani bağımsız olarak iş yeri açamıyordu.
Erkek egemen toplumda pek çok yer gibi parlamentolara da dinleyici olarak giremiyorlardı.
Ama yılmadılar, daha fazla hak için değil, sadece ve sadece eşitlik için mücadele ettiler ve acılar çektiler.
19. Yüzyılın son çeyreğinde Alman Anatomi Profesörü Theodor Von Bischoff, kadın beyninin erkeklerinkinden küçük olduğunu bu nedenle erkeklerin gördükleri eğitime uygun olmadığını iddia ediyordu. Ancak bu zırva sadece bu aklı evvel profesöre özgü bir düşünce değildi. Tüm batı Avrupa’da yaygın olan kanı buydu.
Kadınların yaklaşık 200 yıl önce başlayan mücadeleleri ancak 2.Dünya savaşından sonra meyvelerini vermeye başladı. Erkekle eşit birey konumuna gelebilmeleri için pek çok ülkede önlerindeki yasal engeller 20.Yüzyılın ikinci yarısında kalkmıştır. Ancak bu ülkelerde dahi kadın ezilmesi, kadının kötü muamele görmesi, kadının sömürülmesi bitmiş değildir.
Bütün bu olumsuz tabloya rağmen kadınların bilimde, sanatta, politikada kısaca toplumsal yaşamın her alanında gösterdikleri başarının sayısal oranlaması yapılırsa, erkeğin 5 bin yıllık gelişiminin çok üstünde bir sonuç  ortaya çıkar. Unutmayalım ki bir iki istisnai örnek dışında kadınların üniversitelere kabul edilmeleri 20. Yüzyılın başında olmuştur.
Berlin Üniversitesi 1909 da kadınlara açılır, 1933 te Reich yasası ile Üniversitelerde kız öğrenci sayısının, tüm öğrencilerin %10 unu geçemeyeceği esası getirilir.
Kısaca Mary Wollstone Craft’ın  “Kadın Hakları Savunusu” nun üzerinden geçen 200 yıl hep anti-demokratik, faşist iktidarlar tarafından sekteye uğratılmıştır.
Bizlerin kadın-erkek olarak unutmamamız gereken gerçek şudur;
Cinsel ayrımcılığın olduğu yerde demokrasi ve insan hakları olamaz.
İşte 21.Yüzyılın ilk çeyreğinde sözde İslam dünyasının kadına bakışı ortada. Yanı başımızda İran’da yaşananlar korkunç. Kadın zina yaptığı gerekçesiyle taşlanarak öldürülür.
Peki, erkek zina yapınca bu recm vahşeti niye uygulanmaz?  Tam tersi, İran İslam Cumhuriyetinde fuhuşa kılıf uydurmak için kutsal ibadet yerleri bile alet edilir. Cami yakınında tesettürlü kadınlar bekler, bu hanımlarla birkaç saatlik veya günlük olarak dini nikah kıyılır, ayrılık vakti gelince erkek, “boş ol” der ve ayrılırlar. Bu işi yapan kadınlara recm filan uygulanmaz çünkü bunun adına fuhuş denmez. Bunun adı bal gibi “Allahı aldatmaya” kalkmaktır. Ama mollaların elinde zina-recm, kadınlar için tam bir zulüm ve yok etme aracı haline getirilmiş. Tabii bu bir tek İran’a has değil, Suudi Arabistan’da da aynı uygulama  geçerli. Şeriat uygulamaya başlayan Pakistan’da, Malezya’da uygulama nasıl bilmiyorum. Ama insan olarak, 21.Yüzyılda yanımızdaki  bir ülkede yaşananlardan utanç duyuyorum.
Cumhuriyetimizin aydınlık kızlarına-kadınlarına sesleniyorum;
Mahallenin ebe annesi Erdoğan, adım-adım kadınlar hakkındaki gerçek düşüncelerini göstermeye başladı. Kadının “kendi vücuduna sahip olmasını” bile istemiyor, kabullenemiyor.
Sizler şanslı insanlarsınız. Eğitim hakkı, Siyasi haklar, Mülkiyet hakkı, Eşit Miras Hakkı ve Çalışma hakkı size altın bir tepside Büyük Atatürk tarafından sunuldu.
Bu haklarınızı kaybetmekle karşı karşıyasınız, lütfen susmayın. Susmakla onaylamak aynı şeydir. AKP’nin Türkiye’ye getirmek istediği rejim, İran’daki adi rejimin benzeridir.
İnanın sizler bu tip bir rejimde bırakın yaşamayı, nefes bile alamazsınız.

Türkiye nüfusunun %51’i kadındır. . Eğer, “ırgat” olmak istemiyorsanız, eğer, “ikinci sınıf” vatandaş olmak istemiyorsanız, eğer, “karafatmalar” gibi kapkara olmak istemiyorsanız, lütfen  tüm kadınları uyarınız. Tayyip ve avenesinin kafalarına, kadınlarımız için hazırladıkları tuzakları geçirmek hepimiz için vicdan borcudur.
Türk kadını isterse dünyayı yerinden oynatır…

Sağlık ve başarı dileklerimle.  31 Mayıs 2012

Bir gün önce söylediklerini ertesi gün değiştirenlerden şikâyet eder durur. Yalan makinesi gibi suçlamalar yöneltir siyasal rakiplerine...
Oysa bir gün önce söylediğini ertesi
gün yalanlayan ise, adıyla sanıyla Başbakan Bay RTE!
Üstelik bir gün söylediğini, ertesi gün değiştirdiğini açıklamalarıyla kanıtlıyor.
Salı grubunda “Terbiyesiz bazı kişiler Başbakan bu işle (kürtajla) niye meşgul oluyor diyorlar” dedi ve şöyle devam etti:
“Ben bu ülkede her meselenin sorumlusuyum.”
Hayret diyenlere, nihayet anayasal sorumluluğunu anımsadı diyenlere bile rastlanıyor.
Oysa karakteriyle, kişiliğiyle tamamen örtüşen bir tablo sunuyor RTE.
Uludere katliamını örtbas etmek için günlerdir nefes tüketen Başbakan, derin izler bırakan olayın sorumlularının kim veya kimler olduğu sorusuna fena halde bozuldu.
Hık mık derken bir ara Başbakanlık’a bağlı Genelkurmay’a gerekli yetkiyi verdiğini ve bu yetki çerçevesinde Genelkurmay’ın gerekenleri yaptığını söyleyiverdi.
Kestirmeden gidelim:
Başbakan böylece, sorumluluğu Genelkurmay’a boca ediverdi.
Şimdi çıkmış AKP grubunda kürsüye; kürtajla neden meşgul oluyorsun diyene, yazana ders veriyor.
Elbette bu ülkenin başbakanı olarak her sorunun sorumlusu benim, diye aslanlar gibi kükrüyor.
İşine geldiği yerde ve zamanda sorumlu değil, ama fiyakaya sıra geldi mi, birden başbakanlığını anımsıyor ve sorumlu oluveriyor.
Bir gün önce söylediğini, başka bir gün yalanlayan konuma düşüyor.
Alacağı yanıttan korktuğu için, aynanın karşısına geçip “Söyle ayna, bu ülkede yalan makinesi etiketi kime layık” diye soramıyor.
***
Mademki ülkedeki sorunların sorumlusunun kendisi olduğunu, hata yapanı mutlaka cezalandırılacağını söylüyor.
Yedi yıl emrinde devlete hizmet eden, üstelik görevi sırasında terör örgütü kurmaktan tutuklu eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un talebi üzerine Silivri’ye bir zahmet gidip tanıklık etmesi gerekmez mi?
Yedi yıllık hizmetine tanıklık eden, başlarında Bay Gül yedi kişinin tanıklığına neden gerek gördüğünü İlker Paşa, mahkemeye verdiği dilekçede şöyle açıklıyor:
“Devlet ve hükümet yöneticilerine baskı yaptığım ileri sürülüyor. Mesai arkadaşım olan resmi görevliler belli. Şahit olarak dinlenirse iddiaların asılsız olduğu görülür.”
Herhalde Başbakan da kabul eder, tutuklu İlker Paşa’nın davasında bir hata olduğu gün gibi aşikâr.
Şimdi soru, başta Cumhurbaşkanı Gül’ü, Başbakan’ı ve diğer üst düzey bürokratları mahkemenin tanık olarak çağırıp çağırmayacağı....
9 Ocak’ta Başbuğ’un tutuklanmasına karşı çıkan Başbakan RTE’nin hatayı onaracak bir davranış göstermesi; tanıklığı söz konusu olmazsa, en azından 2 yıl birlikte çalıştığı Genelkurmay Başkanı’nın terör örgütü kurduğuna inanmadığını açıklaması gerekmez mi?

Bugün Türkiye'nin ayağına vurulmuş bir bukağı (demir bağ) olan Kürtçü terör; arkasında derin bir tarihsel gerçeklik saklıyor.
DERSİM İSYANLARI VE SEYİT RIZA GERÇEĞİ isimli kitabımda gösterdiğim gibi; PKK, yüz yıllık Kürdistan projesinin  son temsilcisi olarak eylem yapıyor. Örgütün etnici (kabileci/soycu) dünya görüşü, millet bilincinin yeni yeni uyandığı Kürt gençleri arasında yankı buluyor. Ortadoğu'da etkili olmaya uğraşan küresel güçlerin de desteği ile PKK; oldukçe etkinlik kazandı. 23 yıldır yaptığım gözlemlerde ve gezilerde şunu gördüm: Avrupa ülkeleri; para ve insan kaynağı olarak bu terör örgütüne açıkça arka çıkıyor.  ABD'nin Ortadoğu'daki Kürtleri kullanma planı içinde bu örgüt de hep yer aldı. Yani sorun; sadece ekonomik veya etnik değil aynı zamanda uluslararası bir boyut da taşıyor.

DİN ADINA
Tarihte Kürt milleti diye bir toplum olmadı ama Kürt  aşiretleri hep vardılar. Anadolu ile İran arasındaki dağlık alanlarda göçebe olarak yaşayan bu aşiretler iki yandaki devletlerle ilişki kurdular. Göçebe bir topluluk olan Kürtleri; tarih boyunca aşiret reisleri ile şeyh-molla takımı yönetip geldiler.  Kürtlerin halk katmanları yüzyıllar boyunca bu egemenler tarafından acımasızca  sömürüldüler.
Kürt aşiretlerinin yaşadığı coğrafyada İslam dini; derebeylerin haklı ve meşru liderler olduğunu kabul ettirmek için kullanıldı. Reise ve şeyhe karşı çıkmak Allah'a karşı çıkmak gibi gösterildi. Böylece Kürt göçebeler ve ırgatlar, sömürülmelerini, hatta katledilmeleri 'Kader' yani Allah'ın takdiri olarak yorumladılar.
İş bu kadarla kalmadı. Arkasına; dinin karşı konulmaz desteğini ve olurunu alan reis ve şeyh gibi derebeyleri; yoksul Kürt katmanlarını  iki taraftaki devlete fedai gibi kullandırdılar. Örneğin Kürt derebeyleri; 1514'ten sonra  Osmanlı Devleti'nin emrine girerek kılıç salladılar. Bu kılıcı çoğunlukla da bölgedeki Alevileri  katletmekte kullandıklarını Osmanlı belgeleri gösteriyor.
Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit için de Kürtler (Hamidiye Alayları) Ermenileri ezen kuvvet olmaktan başka bir şey değildi.  Bu alışkanlık; zamanla Güneydoğu'daki Süryanilerin ve Asurilerin de yine Kürt derebeyleri tarafından katledilmesi biçiminde devam ettirildi.
Yani o bölgelerdeki Aleviler, Ermeniler, Asuriler, Süryaniler; arkasına Osmanlı Devleti'ni alan Kürt gericileri tarafından ezildiler, kırıldılar.

YAVUZ'UN SİSTEMİ
Doğu'daki Kürt derebeylerine 'beylik' hakkı tanıyarak onları asker olarak kullanan ilk Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'dir. Kürt aşiret reisleri bir de kendilerine 'seyyidlik' elbisesi uydurarak siyasi ve dinsel gücü tek elde toplamışlar; alt katmanları koyu bir karanlığın içine itmişlerdir. Cumhuriyet rejimi de Güneydoğu'da etkin olan bu derebeylik (feodal) sistemini değiştirememiştir.  Bugün de aynı odaklar milyonlarca Kürt köylüsünü ve göçebesini sömürmektedir.
Kimse de bu acı gerçeği görmek istememekte; o sıradan Kürt çocuklarının kanı üzerinden siyaset düzenlenmektedir.

YENİ DEREBEYLERİ
PKK örgütü; daha ilk başta 'yeni derebeyleri' gibi düşünen ve davranan bir kadro tarafından kuruldu. Abdullah Öcalan ve arkadaşları solcu veya devrimci değildi. Bunlar; etnici (Kürt ırkçısı) olarak faşist bir örgüt oluşturdular. Feodal ağaların yanıbaşında  böylece PKK'nın etnici ağaları ortaya çıktı. Bunlar kafalarındaki düzenin kurulabilmesi için eski ağalar gibi acımasız eylemler yapıyorlar.  Alt katmandaki Kürtler; işte bu yeni ağalar ile devlet güçleri arasında kalmış durumdalar. Canı yanan da sömürülen de onlar...
Eski ağa-şeyh takımı AKP'de yeni ağalar ise BDP'de siyaset yaparak egemenliklerini çok tatlı bir hayat içinde sürdürüyorlar.
Güneydoğudaki terör eylemleri; hem bölgedeki eski ve yeni ağaların işine geliyor; bunlar bu yolla özel ayrıcalıklar elde ediyorlar... Hem de devleti yöneten siyasi kadroların işine geliyor; bu terör ortamı üzerinden siyasete istedikleri gibi yol veriyorlar.
Öyleyse terörü neden bitirsinler ki?....
YARIN: Temel kırılma anı neydi?

Dünkü Zaman gazetesi dikkat çekiciydi. Üç cemaat yazarı, üç ayrı konuda Başbakan Erdoğan’ı hedef aldı. Mümtazer Türköne Uludere, Şahin Alpay ise Başkanlık sistemi konusunda Erdoğan’ı eleştirirken, İhsan Dağı’nın Necip Fazıl’ın 12 Eylülcülüğünü gündeme getirmesi anlamlıydı!
CEMAAT KURBAN İSTİYOR
Dönemlerinin Amerikancılık seviyesine uygun olarak MHP’den Çiller’e, oradan da cemaate yönelen Mümtazer Türköne, dün “Uludere’den çıkış” başlıklı “özel” bir yazı kaleme aldı. Yazısının giriş bölümünde “devleti adam etmek” ifadelerini kullanan Türköne, ardından şu saptamayı yaptı: “Devlet kim? Uludere’de oluşan bataklığın sırrı bu soruda saklı. Bütün öfkemi dizginleyip, sabırla anlamaya çalışıyorum. Devlet bugün sadece AK Parti hükümeti.”
“Uludere katliamı AK Parti hükümeti için bataklığa dönüştü” diyen cemaat yazarı, Erdoğan’a şu çıkış yolunu öneriyor: “Bir tek kişinin etini kuşbaşı doğrayıp, sağda solda hırlayan köpeklerin önüne atmak. Sonra kalan parçalarını Uludere bataklığına gömüp üzerinden devlet denen devasa aracı geçirmek.”
Acaba cemaatin istediği kurban kim?
CEMAAT: ERDOĞAN YORULDU
Bir diğer cemaat yazarı Şahin Alpay ise “Başkanlık niçin bize yaramaz?” başlıklı yazısıyla, Erdoğan’ı can evinden vurdu.
Alpay’ın başkanlık ve yarı başkanlık sistemine itirazlarını dile getirdiği yazısı bakın nasıl bitiyor: “Başkanlık sistemleri demokratikleşmemize hizmet etmez. Bunu Başbakan Erdoğan’ın son zamanlardaki tavırları da göstermiyor mu? Başbakan, Türkiye halkını güdülmeye muhtaç bir sürü, kendisini de onun çobanı görmeye başladı. Bunun için sanattan spora, tiyatrodan kürtaja, medyanın neyi yazıp yazmayacağına kadar kendisini ilgilendirmeyen her konuya müdahale etmeye başladı. Başbakan Erdoğan’ın bu ülkeye çok büyük hizmetleri oldu. Ama anlaşılan uzun süren iktidar liderleri yoruyor, yıpratıyor.”
Alpay’ın bir tek “artık yeter, görevi bırak” demediği kaldı!
CEMAAT: ERDOĞAN’IN İDEOLOĞU DARBECİDİR!
Cemaatin Erdoğan’ı aynı gün hedef alan üçüncü yazarı ise İhsan Dağı’ydı.
Necip Fazıl’ın Erdoğan için anlamı ve önemi herkesin malumudur. Başbakan, Necip Fazıl’ın görüşlerini, sözlerini her vesileyle dile getirir. Erdoğan daha geçenlerde Necip Fazıl’ın hitabesini okumuş ve onun sözlerinden hareketle “dindar nesil” özlemini, hedefini ilan etmişti.
Ancak cemaat yazarı İhsan Dağı, dünkü yazısında Necip Fazıl’ın darbeciliğini gündeme getirdi ve sorguladı; sözlerinden örnekler verdi:
“Hareketin mahiyeti… Malum klasik darbelerden biri değildir… Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye’nin çöküşü gerçekleşebilirdi… 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır… 27 Mayıs 1960 hareketi ‘millete rağmen’ diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade edilebilir.”
Necip Fazıl bir başka yerde de 12 Eylül’ü şöyle tanımlar: “Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah…” Necip Fazıl, “şeriatın kestiği parmak acımaz” diyen Kenan Evren için “başımızdan hiçbir an için eksik olmayın” da demiştir!
Dağı’nın “Üstad’a göre ‘ordu mecbur’dur. Orduya davetiye çıkarmayan siyasilere de sitem eder” sözleri oldukça anlamlı. Zira Fethullah Gülen de 28 Şubat’ta Erbakan hükümetine sitem etmişti!
Dağı yazısını şu saptamayla bitirmiş: “Sağın Soğuk Savaş yıllarında devletle ve uluslararası anti-komünist hareketle ilişkisi, 1970’li yıllarda da şiddetle ilişkisi hem karanlık, hem sorunlu. Bence sağın tarihi de yeniden yazılmalı…”
Dağı’nın, “Necip Fazıl, 12 Eylül ve Türk sağı” başlıklı bu yazısı sanırız önemli bir tartışma da başlatacak. İlk sözü de 12 Eylül’ün en ateşli savunucusu Nazlı Ilıcak söylemeli!

Herkes suç işleyebilir. Ya da suç sayılan bir şeyler yapar. Ya da yaptığı söylenir...
Savcı ifadesini alır, sonra mahkemeye gönderir. Yargılama başlar. Bir, iki, üç gün, hafta, ay derken yıllar geçer. Tanıklar dinlenir, belgeler incelenir, bir türlü karara varılmaz. Duruşmalar sürer gider. Aylarca, kiminde de yıllarca...
Bugün cezaevlerinde aylardır yıllardır yatanların baş sorunu budur. Mahkemenin bir türlü karara varamaması, ama suçlanan kişinin bu yüzden, hapisten çıkamaması...
Her sabah Cumhuriyet’in köşesinde Balbay’ın hapis günleri, ayları, yılları yayımlanıyor. Bin gün, daha çok gün. Balbay içerden yazıyor yine de. Dört duvar arasında küçük bir hücrede yaşıyor. Mahkemesi var ama bir türlü sonuçlanmıyor! Yasalar onu mahkûm etmemiş ama o yine de hapis cezası almış! Kim vermişse vermiş ama gerçek şu ki yasaların gözünde mahkûm olmamış!..
Şu anda hapislerde yatan yüzlerce insanımız bu durumda işte. Kimileri bağırdıkça bağırıyor: “Hangi suçu işledik, söyleyin bilelim...” Tuncay Özkan gibi.
Mahkeme bir şey diyemiyor. Sorguluyor, savcısı, yargıcı görevini yapıyor. Arada bir sanığı serbest bırakıyorlar ama çoğunlukla onu içeri tıkacak bir karar veriyorlar. Karar dediysem değil: “Sen hele içerde biraz daha kal...”
Adalet mülkün temelidir.
Çocukluğumuzdan bu yana hep bu sloganı gördük tepelerde. Adalet neydi, nasıldı, öğrenmeye kalktık, okullar bitirdik, fakülteler, üniversiteler, uzmanlıklar, profesörlükler, hep aradık adalet adlı bir üstün gücü... Bir düş gibi, bir hayal gibi, gerçekleşmesini umutla ya da umutsuzlukla beklediğimiz bir kurtarıcı gibi...
Adalet heykellerini bilirsiniz. Elindeki terazi bir yanı ağır basmış yerlerde, ötekisi yukarda.
Tanrı’nın adaletine inanılır. Ama insanoğlunun adaletine inanılır mı? Dün başkadır, bugün başka... İnsana bağlıdır, gücü elinde tutan insana adaleti o evirir çevirir, keyfine, çıkarına göre kullanır. İyi kullanan da vardır, tersini yapan da.
Bir ülkede gerçek adalet olsa, yasalar ona göre düzenlenmiş, yargılar ona göre uygulanmış olsa zulüm denen, işkence denen acılar yaşanmaz. Ama işbaşında kim varsa onun adaleti başkadır. Seninkine benimkine benzemez. Ama bu yalnız bizim gibi ülkelerde değil, dünyanın en uygar toplumlarında da görülen, bilinen bir acı gerçek...

Biz­de ba­şa­rı ce­za­ya ta­bi­dir bi­li­yor­su­nuz.. Dün­ya ça­pın­da üne sa­hip ba­şa­rı­lı sa­nat­çı­mız Fa­zıl Say “T­wit­te­r’­da şöy­le de­di, böy­le de­di­” di­ye­rek so­yut-kav­ram­lar üze­rin­den tartışma­lar ya­pan ve­ya 1000 yıl ön­ce ya­zıl­mış ve 1000 kez ya­yın­lan­mış bir şii­ri ya­zan Fa­zıl Sa­y’­a so­ruş­tur­ma açılıyor. Şe­hir Ti­yat­ro­la­rı ko­nu­sun­da tep­ki gös­te­ren sanatçı­la­rın “i­de­olo­jik tep­ki­” gös­ter­di­ği be­lir­ti­li­yor. Yine dün­ya ça­pın­da ba­şa­rı ka­zan­mış ve bu­gün Tür­ki­ye­’de yapılan or­gan nak­li ope­ras­yon­la­rı­nın alt­ya­pı­sı­nı yıl­lar önce baş­la­tan Meh­met Ha­be­ral gi­bi bir cer­rah ise ha­la yıllar­ca ce­za­evin­de “bi­li­me kat­kı­la­rı da en­gel­le­ne­re­k” bekle­ti­li­yor.

Bu yet­mi­yor­muş gi­bi Bü­lent Ece­vi­t’­in ko­ru­ma mü­dür­lü­ğü­nü yapmış Re­ca­i Bir­gün Si­liv­ri Mah­ke­me­si­’ne çı­ka­rı­la­rak Haberal aley­hin­de id­di­alar­da bu­lun­ma­sı sağ­la­nı­yor. Bir­gün, ko­me­di öte­si şe­kil­de “Ha­be­ra­l’­ın Ece­vit hak­kın­da ‘iş yapamaz’ ra­po­ru ve­re­rek onu gö­rev­den uzak­laş­tır­ma­yı planladı­ğı­nı­” söy­lü­yor. Ve san­ki Ece­vi­t’­in o dö­nem­de ar­tık za­ten fi­zi­ki ola­rak da, zi­hin­sel ola­rak da görevini yapmakta zorlandığını (laf­la­rı ka­rış­tır­dı­ğı­nı, unutmalarını, ya­rım ka­lan cüm­le­le­ri­ni ha­tır­la­ya­lım) tüm toplum görmemiş gibi he­men med­ya­nın “yağ­dan­lı­k” isim­le­ri orta­ya atı­la­rak çe­şit çe­şit se­nar­yo­lar yaz­ma­ya baş­lı­yor­lar. Ney­miş efen­dim, as­ker­ler Ece­vi­t’­in ye­ri­ne baş­ka­sı­nı getişrmek is­te­miş de, Baş­kent Has­ta­ne­si­’n­de “ça­lı­şa­ma­z” rapo­ru ve­ri­le­ce­ği du­yu­mu alın­mış da..

ÇA­LI­ŞA­Bİ­LİR MİY­Dİ?

O dö­ne­mi ha­tır­la­yan her­kes eli­ni vic­da­nı­na ko­ya­rak söylesin; ça­lı­şa­bi­le­cek du­rum­da mıy­dı Ece­vit? Öy­ley­di de biri­le­ri kas­ten mi “ça­lı­şa­ma­z” di­yor­du? Bu­na ge­rek var mıydı?

Yok­tu ve ni­te­kim rah­met­li Bü­lent Ece­vi­t’­in ken­di­si de Hastane­’den çı­kar­ken “Baş­kent Has­ta­ne­si ve Sa­yın Ha­be­ral bana çok iyi bak­tı­lar, te­şek­kür ede­ri­m” açık­la­ma­sı yap­mış. Da­ha son­ra baş­ka dok­tor­la­ra da gö­rün­müş. Şim­di bun­lar ortaday­ken, is­te­di­ği her is­me ve ce­za­evin­de tu­tuk­lu bekletilen­le­re “san­ki elin­de ke­sin de­lil­ler var­mış da if­şa edi­yor­mu­ş” gi­bi çar­şaf çar­şaf ya­zı­lar di­zen­ler, TV’­ler­den he­def gös­te­ren­ler, mah­kum edil­me­le­ri için uğ­ra­şan­lar hiç durak­la­ma­dı bi­le..

ŞÜP­HE YA­RAT­MA ÇA­BA­LA­RI

Bun­lar ara­sın­da bir (ve­ya iki) ka­dın ga­ze­te­ci de var ve bu huy­la­rı da dol­muş çı­ğırt­ka­nı gi­bi kö­şe­le­rin­den ek­ran­lar­dan hay­kı­ra­rak ya­la­ka­lık ya­pan er­kek­ler­de ol­du­ğu gi­bi ka­mu­oyu ta­ra­fın­dan ar­tık iyi bi­li­ni­yor.. Ya­zı­la­ra, ko­nuş­ma­la­ra bir ta­kım alın­tı­lar, fark­lı isim­ler­den gö­rüş­ler fi­lan yerleştire­rek ve ade­ta bi­lim­sel ger­çek­le­ri açık­lı­yor ha­va­sı ya­ra­ta­rak in­san­la­ra suç ya­pış­tır­mak­tan çe­kin­mi­yor­lar. Mesela da­ha kı­dem­li ola­nı Ece­vit ko­nu­sun­da da “tu­za­k” mu­zak ha­va­sın­da baş­la­yıp (ar­tık bir nok­ta­da utan­ma mı gel­di bilinmez) Ha­be­ral için so­ru işa­ret­le­ri ya­rat­tı.

“O dö­nem ya­şa­nan­lar bi­ri­le­ri­nin Ece­vi­t’­ten kur­tul­mak istediği id­di­ası­na cid­di­yet ka­zan­dı­rı­yo­r”.. “Bu iş­ler­de Habe­ra­l’­ın pa­yı ne­dir bi­lin­me­z” de­dik­ten son­ra ola­yı Hüsamet­tin Öz­kan, İs­ma­il Cem ve Ke­mal Der­vi­ş’­in par­ti deneme­si­ne bağ­la­dı ve “bun­la­rın ar­ka­sın­da Er­ge­ne­kon ve onun ele­ma­nı Ha­be­ral var di­ye­me­yiz ama..” di­ye şüp­he­ler yaratarak sür­dür­dü ya­zı­sı­nı..

KEN­Dİ­Sİ SUÇ İŞ­Lİ­YOR!

Er­ge­ne­kon ne­dir, böy­le bir ör­güt ke­sin mi­dir, kim­ler ne yapmış­tır, bir suç var mı or­ta­da bel­li de­ğil.. Tu­tuk­lu denerek ha­ya­tın­dan yıl­lar ça­lı­nan in­san­la­rın ço­ğu ül­ke­nin say­gın isim­le­ri ve bu­ra­da da “sa­de­ce Tür­ki­ye­’nin de­ğil dünya tıp ca­mi­ası­nın en önem­li isim­le­rin­den bi­ri­” söz konusu.. Bu­na rağ­men ha­nı­me­fen­di umur­sa­maz­ca “Er­ge­ne­kon ve onun ele­ma­nı­” di­ye­rek ak­lın­ca bir bi­lim ada­mı­na suç yapıştırı­yor. “Yar­gı sü­re­ci de­vam eden da­va­da­” bu­nu ya­pa­rak ken­di­si suç iş­li­yor ama is­te­di­ği­ni gö­ren ve he­men ya­ka­sı­na ya­pı­şan­lar bun­la­rı gör­mü­yor.

RAH­ŞAN HA­NIM RE­ZİL ET­Tİ!

Ga­ze­te­ci­li­ği unu­tup “si­ya­si ami­go”lu­ğu ter­cih eden bu isimle­ri Rah­şan Ece­vi­t’­in ken­di­si açık­la­ma ya­pa­rak re­zil etti. Rah­şan Ece­vit “Re­ca­i Bir­gü­n’­ün söy­le­di­ği bir­çok şey ha­yal ürü­nü­” de­dik­ten son­ra “Dok­tor ola­rak yan­lış te­da­vi yapıl­ma­dı­ğı­nı ve o dö­nem­de Hü­sa­met­tin Öz­ka­n’­ın Ece­vi­t’­in has­ta­lı­ğı­nı abar­ta­rak yay­dı­ğı­nı, Ece­vi­t’­in ka­mu­oyun­da­ki baskı­la­ra rağ­men ay­rıl­ma­ma­sın­da­ki tek ne­de­nin ise ‘Türkiye’yi bek­le­yen ve şu an ya­şa­dı­ğı­mız sü­re­ç’ olduğunu­” söy­le­di.

Rah­şan Ece­vi­t’­in söz et­ti­ği “ka­mu­oyu bas­kı­la­rı­” o dö­nem­de Bü­lent Ece­vi­t’­in sağ­lı­ğı­nın ar­tık si­ya­se­te izin ver­me­di­ği­ni gö­ren­ler ta­ra­fın­dan bu­nun di­le ge­ti­ril­me­si­dir ki o da açıkça söy­lü­yor. Aca­ba Ece­vi­t’­in ko­ru­ma­sı­nın söz­le­ri­ne balık­la­ma at­la­ya­rak za­ten yıl­lar­dır (ba­şa­rı­la­rı ne­de­niy­le ödül­len­di­ri­le­ce­ği­ne) ce­za ve­ri­lir gi­bi hap­se­dil­miş olan “bir bi­lim ada­mı­nı suç­la­ma­ya­” kal­kan­la­rın yüz­le­ri kızar­mış mı­dır? Ben san­mı­yo­rum, o özel­li­ği kay­bet­miş olmasalar bu şe­kil­de dav­ra­na­maz­lar­dı za­ten!
Bı­rak­sın­lar bu ayak­la­rı da “üç beş ki­şi­lik ami­go kadrolarıyla­” da­ha faz­la re­zil ol­ma­sın­lar!
*****

Gökçek’i haklı çıkarmak zor!

Ön­ce­ki gün VA­TA­N’­da Mu­rat Çe­lik bir rö­por­taj yap­mış Me­lih Gök­çe­k’­le.. Onun Twit­te­r’­da bir genç kız­la “kür­ta­j” konusunda tar­tış­ma ya­par­ken “Sen çok mu kür­taj yap­tır­dın ki..” de­me­si ve on­dan son­ra söy­le­dik­le­ri­nin, mu­ha­ta­bı­nı korku­tup özür di­le­me­ye zor­la­ma­sı­nın med­ya­da ve top­lum­da tepkiy­le kar­şı­lan­ma­sın­dan son­ra ade­ta bir kur­tar­ma operasyonu gi­bi gö­rün­dü rö­por­taj..

Ön­ce Gök­çek san­ki işi Be­le­di­ye Baş­kan­lı­ğı de­ğil de Twit­ter soh­bet ya­rış­ma­sıy­mış gi­bi ken­di­ni övü­yor, Twit­te­r’­da ne kadar da et­kin bir ki­şi ol­du­ğu­nu tek­rar­lı­yor, son­ra da kürtaj tar­tış­ma­sı­na ge­li­yor. Öy­le bir an­la­tı­yor ki kendisini yap­tı­ğın­dan do­la­yı eleş­ti­ren­le­rin hep­si hak­sız, bir tek o çok hak­lı..

HER­KES EŞİT!

Kim­se ola­yı an­la­ma­mış, kız “ken­di­si­ne ve Baş­ba­ka­n’­a de­vam­lı sal­dı­rı­yo­r”­muş, “e­dep­si­z” de­miş ama son­ra özür di­le­yin­ce affet­miş vs vs.. Eğer Twit­te­r’­da genç­ler­le atı­şı­yor­sa­nız onla­rın en sert tep­ki­le­ri­ne bi­le “ba­na sal­dır­dı­” di­ye bu şekil­de ağır ha­ka­ret­le ce­vap ve­re­mez­si­niz. Ora­da her­kes eşit ol­du­ğu­na ve bu­nu pe­şi­nen ka­bul et­ti­ği­ni­ze gö­re “ön­ce had­di­ni bi­l” di­ye­mez­si­niz. Eğer ken­di­si­ne ve Baş­ba­ka­n’­a saldı­rı var idiy­se bun­lar yar­gı yo­luy­la sor­gu­la­na­bi­lir, o an­da su­su­lup da son­ra “kür­ta­j” ola­yın­da ba­şı der­de gi­rin­ce söy­len­mez.

Ya­ni kı­sa­ca­sı, bir “Baş­ken­t” be­le­di­ye baş­ka­nı­nın bir genç kı­za, her­han­gi bir va­tan­da­şa “Çok mu kür­taj yap­tır­dın ki­” de­me­si­nin hiç­bir şart al­tın­da ma­ze­re­ti ola­maz. Onu te­mi­ze çı­kar­ma­ya ça­lış­mak ye­ri­ne özür di­le­me­si­ni is­te­mek ge­re­kir ki si­ya­set­çi­le­rin bu tür ha­ta­la­rı tek­rar­lan­ma­sın. Açık­ça­sı ben Çe­li­k’­in bu rö­por­ta­jı­na şa­şır­dım, eğer bu söz­le kar­şı­laşan genç Gi­zem Su­yol­cu ile rö­por­ta­jı da dü­şün­se ve ek­le­se an­cak o za­man an­lam­lı ola­bi­lir­di!

Açıklandı:
“Biber gazı sağlığa zararlı değil...”
*
Mesela bal zararlı...
Bakan televizyonda görünce alıp yedi, o gün yerinde durduğu halde sanki gidiyormuş gibi hissetti kendini...
Sonra balın zararlı olduğunu söyledi...
Ki yasakladılar...
*
Bu memlekette süt zararlı...
Sebzeler GDO’lu, zararlı...
Peynir zararlı...
Tereyağı zararlı...
Kıyma zararlı...
Vitaminler bile zararlı görülüp yasaklandı...
Ama açıkladılar; biber gazı zararlı değil...
*
“Çağdaşlığın” zararlı, “gericiliğin” faydalı görüldüğü ülkede, bu gibi çaprazlama sonuçlara niye şaşıracaksınız?..
*
Biber gazı hadi zararlı olacak olsa, zaten 6 bin adet “yeni nesil cop” alındı polise...
Dün internet haber portallarında fotoğrafı, işlevi, tanıtımı vardı yeni ürün copların...
Boy; kapalı 24 santim, açık 60 santim...
Malzeme; paslanmaz çelik...
Şekli; portatif...
Çeşitleri; burgulu, burmalı, butonlu...
Poliüretan coplara göre daha kullanışlı ve hoş duruşlu...
Okuyunca insanın canı çekiyor...
*
Bu yeni nesil copun da “bedende arıza bırakması bakımından hiçbir tehlike teşkil etmediği” açıklandı...
Mesela şemsiye sapı tehlikeli; 7 yıl...
Poşu tehlikeli; 11 yıl...
Sezaryen, tehlikeli...
Telefon, tehlikeli...
Yürümek, tehlikeli...
Ağız açmak, tehlikeli...
Yazmak, tehlikeli...
Konuşmak, tehlikeli...
Ölmek bile tehlikeli, nekrofiller dedi, ölünce gelip seviyorlar adamı...
*
Ama cop tehlikeli değil...
Yeyip yeyip öyle gidiyorsun maşallah...
*
Devlet, diktatörün elinde polis devletine dönüştürüldüğünde, nasıl olsa tüm bunları bileceksiniz...
Cop yemek nedir?..
Biber gazı yutmak nasıldır?..
Ya ikisi birden yenirse hani...
Öğreneceksiniz...
Faşistin menüsüdür...

Pek makbuldür üç…
vatan millet sakarya
at avrat silah
yol su elektrik
kulak burun boğaz
90 60 90
domates biber patlıcan
kestane gürgen palamut
göz gez arpacık
zincir takoz çekme halatı
fizik kimya biyoloji
eti eti eti
boş ol boş ol boş ol
iki dirhem bir çekirdek bile, üç.
* * *
Atos Portos Aramis mesela… Halbuki, Dartanyan da var. Ama, onu da sayarsan dört eder ki, kafamız karışır, aklımızda tutamayız.
Üç silahşörler denince…
Şırrak, birimiz hepimiz, hepimiz biliriz.
* * *
Mangalda kül bırakmayız…
Breh breh breh.
Şaşarız, vay vay vay.
Alkışlarız, şak şak şak.
* * *
E hat trick itibariyle…
İki köprü bünyede rahatsızlık yaratıyordu.
Üçüncüsü şarttı.
İhalesi tamamlandı.
Bi ismi eksik kaldı.
* * *
Müteahhidi İtalyan olduğuna göre “Veni Vidi Vici” köprüsü desek, sezar’yene gıcığız, olmaz.
* * *
“Yetmez ama evet” köprüsü desek…
Hele bunu bitirelim hayır’lısıyla.
Gerisini düşünürüz sonra.
* * *
Olan biteni görmeyen duymayan konuşmayan’ları onurlandırmak için “üç maymun” köprüsü desek, ağzını kulağını tıkayıp oturur oturmasına da, direksiyon bu…
Gözünü kapatarak nasıl geçsin?
* * *
Hazır Boğaz’ı başka tarafa taşıyorken “Cebesiz Tarık köprüsü” desek?
Tarık kim, niye cebesi yok filan…
İzah ederken sıkıntı yaşanır.
* * *
Yarın öbür gün satması kolay olur diye Sülün Osman köprüsü desek, yanlış anlaşılır.
* * *
Altından gemicikler geçecek, minimalist yaklaşıp “köprücük” desek, yakışık almaz.
* * *
İyisi mi…
“En az üç” olsun ismi.

İnsanın kafasında, dil yoluyla benimsenen düşünce kalıpları vardır…
Belli terimler, kavramlar, tanımlar ve sınıflamalarla koşullanmış insan beyni, bu kalıpların etkisinde kalır…
Bu kalıplara göre düşünür…
Bu kalıplara göre konuşur…
Bu kalıplara göre karar verir.
Örneğin “ustalık” olumlu bir kavramdır.
“Usta” sıfatı, bir kişinin, bir meslek sahibinin önüne getirildiğinde, kafamızda derhal o insan için olumlu bir imge oluşur:
Her mesleğin “ustası” iyidir…
İnsanlar, işi düştüklerinde marangozun da beyin cerrahının da “ustasını” arar.
***
Demokratik siyaset iki kaynaktan beslenir:
1) Demokrasinin, insan haklarının evrensel ilkeleri…
2) Toplumsal yapının, geniş kitlelerin, seçmenin, politikacıların genel nitelikleri.
Gelişmiş demokrasilerde bu iki ilke birbiriyle uyuşur…
Azgelişmiş demokrasilerde toplumsal yapının, geniş kitlelerin, seçmenin, politikacıların genel nitelikleri, demokrasinin ve insan haklarının evrensel ilkelerinin gerisinde kalır.
Acemi politikacı, işe ilk koyulduğunda genellikle evrensel ilkelerden hareket eder…
Zamanla deneyim kazanır…
Kendi gücünü sınar…
Ülkesinin gerçekleriyle karşılaşır ve “ustalaşır”:
Çevresine tepeden bakmaya, demokrasinin ve insan haklarının evrensel ilkelerinden sapmaya, kendisi gibi düşünmeyenlerin haklarını kısıtlamaya ve sınırlamaya, fırsatçılığa kaymaya, cebini doldurmaya başlar.
Böylece politikadaki “ustalaşma” süreci, öteki mesleklerde olduğunun tersine, azgelişmiş demokrasilerde politikacıyı ve toplumu başarıya ve daha iyiye değil, daha geriye ve başarısızlığa götürür.
Şimdi kendi örneğimizden hareketle acemi ve usta politikacı arasındaki farkları görelim.
***
Acemi politikacı, demokrasiye, insan haklarına inanır.
Usta politikacı, kendi gücüne inanır.
Acemi politikacı, eşitler arasında birincidir.
Usta politikacı, totaliter liderdir.
Acemi politikacı, muhalefeti, farklı düşünceleri saygıyla karşılar.
Usta politikacı, muhalefeti, farklı düşünceleri ihanetle suçlar.
Acemi politikacı, uzlaşma arayarak sorunları çözmeye çalışır.
Usta politikacı, çatışmayı tırmandırarak sorunları bastırmaya çabalar.
Acemi politikacı, güler yüzlüdür, sevimli olmaya çalışır.
Usta politikacı, asık suratlıdır, korku saçar.
Acemi politikacı, sevgiden, dayanışmadan beslenir, kendisini, partisini, toplumu geliştirmeye, mutlu etmeye çalışır.
Usta politikacı, çatışmadan, öfkeden, kinden, nefretten beslenir, bu duyguların esiri olur, kendisine de topluma da cehennem hayatı yaşatır.
Acemi politikacı, hukuka, bağımsız ve tarafsız yargıya saygılıdır.
Usta politikacı, kendi hukukunu kendi yargısını yaratmaya çalışır.
Acemi politikacı, bilime, sanata, edebiyata yakın durur, onlara saygı ve sevgiyle yaklaşır.
Usta politikacı, bilime, sanata, edebiyata uzak durur, onlara düşmanca, öfke ve nefretle yaklaşır.
Acemi politikacı, medyanın desteğini almaya çalışır, ona aslan muamelesi yapar.
Usta politikacı, medyayı köleleştirmeye çalışır, ona köpek muamelesi yapar.
***
Allah hepimizi böyle “ustalardan” korusun!

Eski apartmanımızda, sürekli karısını döven bir adam vardı.
Bir gün yardım için kadınla konuştuk; kocasının işleri yolunda gitsin diye dua ettiğini söyledi.
“Niye” diye sorduk:
“İşler kötü giderse acısını benden çıkarıyor da ondan” dedi.
Son kürtaj-sezaryen tartışması bana bunu hatırlatıyor.
Korkarım hükümet de Uludere’de işler kötüye gittikçe, Kürt sorunu çetrefilleştikçe, grevler, eylemler, itirazlar yükseldikçe acısını kadınlardan çıkarıyor.
Son gol:
Kürtaj yasa tasarısı...
“Kürtaj cinayettir” lafı, yakında yasaklanacağına alamettir.
Kürtajın yasak olduğu dönemde, düşük için feci yöntemler denerken ölen, illegal muayenehanelerde sakat kalan kadınları hatırlayanlar uyarmaya çalışıyor; ama duyurmak ne mümkün.
Başbakan “dindar nesil” icraatına “3 çocuk kampanyası”yla başladı.
Kürtajla devam etti.
Sezaryene kadar geldi.
Bu gidişle iş, İrlanda’daki gibi “boşanma yasağı”na uzanabilir.
* * *
Bunların, rahmetli Özal’ın da pek sevdiği türden bir “asıl gündemi unutturmak için suni gündem yaratma faaliyeti” olduğunun hemen herkes farkında...
Oysa bu kadar mesaiye gerek yoktu.
Uludere’den sonra Başbakan’ın söylemesi gereken 4 cümle vardı:
“Devlet vahim bir hata yapmıştır.
Bunun örtbas edilmesi mümkün değildir.
Başbakan olarak devlet adına özür diliyorum.
Sorumluların bir an önce ortaya çıkarılıp yargılanacağına söz veriyorum.”
O kadar!
Erdoğan, en başta bu dört cümleyi kurmadığı için beş aydır çırpınıyor. Çırpındıkça da batıyor.
İnsan bir kez yanlış yola sapınca her sapakta biraz daha kaybolur ya, aynen öyle...
Son grup toplantısında bu kez Amerikan basınını azarlama, bombalamaya mazeret bulma ve hatta savunma noktasına kadar geldi. Ölenlerin ardından, “Merhumu nasıl bilirdiniz” sorusuna “İyiydi” demeyi inancı gereği insanlık görevi sayan hangi insan, kazara vurulmuş kurbanların arkasından “Zaten kaçakçıydı. Elinde mayın haritası vardı. Öldürülmese yargılanacaktı” diye bahane sıralar.
Hangi Müslüman, evlatlarını böyle bir katliamda kaybetmiş ana babalara, 5 aydır sorumluların bulunmamasının hesabını vereceği yerde, “Hatalıyız dedik ya, daha kaç kere diyeceğiz” diyebilir?
Hangi devlet adamı, başında olduğu devletin hatasıyla katledilmiş insanların tabutunun hangi bayrağa sarıldığını sorgulayabilir? Devlet cenazelere sahip çıktı, özür için tören düzenledi de, o insanlar al yıldızlı bayrak örtmeyi mi reddetti?
Daha da vahimi:
Uludere gibi korkunç bir hata, geçen hafta Kayseri’de bomba yüklü bir aracın 94 kilometre boyunca durdurulmamış olmasına gerekçe olabilir mi?
Böylesi bir güvenlik zaafı, “Uludere’yi çok büyüttünüz, elimizi korkuttunuz” diye geçiştirilebilir mi?
Durdurmak ille ateş açarak, bombalayarak mı olur; bir aracın lastiğini patlatmak, sınırda insanları bombalamaktan zor mudur?
* * *
Başbakan sıkıştıkça, katliama üzülen bir çizgiden, katliamı üstlenen bir çizgiye yürüyor.
Ve Uludere’yi kürtaja benzettikçe, yolunda gitmeyen işlerin acısını kadından çıkaran hırçın komşumuza benziyor.

Ne olacaktı ki?!
Yaşamın her alanına karışan “Mukaddes Mürşit” kürtajı cinayet olarak niteledi ya, AKP hemen bir kürtaj yasası getiriyor TBMM’ye.
Kürtaj tartışmaları dünyanın çok yerinde geçen yüzyıl yapılıp, sonuca bağlandı.
Kürtaj tartışması çoğu yerde demokrasi tartışmasıyla iç içe girmiş, sağcı ve tutucular, kürtaj yasağını savunurlarken Papalığın desteğini yanlarında bulmuşlardır. Çünkü Katolik Kilisesi’ne göre kürtaj bir cinayettir.
İslamın ise kürtaja yaklaşımı daha esnektir.
AKP, Türkiye’deki uygulamayı Vatikan’ın çizgisine doğru çekme eğilimindedir.
Hemen belirtmek isterim, kürtaja salt kadının bedeni üzerindeki tasarruf özgürlüğü açısından yaklaşmak, herhangi bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın, her ahvalde bu özgürlüğü tanımak, yanlış bir yaklaşımla başlayan, hatalı, sakıncalı, tehlikeli sonuçlar doğuracak bir uygulamaya yol açacaktır.
Birden çok etkenin rol oynadığı, hem toplumsal yönü olan, hem kişi hak ve özgürlüklerini ilgilendiren, hem sağlık alanına giren bir olay ile karşı karşıyayız.
Türkiye’nin, demokrasilerin hemen hemen tamamına yakınında, geçen yüzyılda tartışılıp çözüme bağlanmış bir konuyu hâlâ tartışıyor olması üzücü.
***
Yanlış anlaşılmasın! Üzücü olan tartışma değil, tartışmanın gecikmiş olmasıdır.
Gecikmiş tartışmalar, çağ dışı tartışmalardır.
Örneğin, kadınların oy hakkı, şimdi bize akıl almaz gibi görünse bile zamanının önde gelen demokrasilerinde çok değil, bundan yüz yıl öncesinde bile keskin tartışmalara, acı çatışmalara, kabul edilmez baskılara yol açmıştı.
Ama bugün, hâlâ kadınların oy hakkını tartışan ülkelerin temsilcileri “Ne var yani, bu konu İngiltere ve ABD’de de, nice tartışmaya, nice tutuklamaya, hapse neden olmuştu. Orada olurken iyiydi de burada tartışılırken mi kötü oldu?” diyemez.
Böyle bir davranış, Sivas katliamını irdelerken, St. Barthelemy katliamına atıf yaparak, “Her yerde oluyor böyle şeyler” demeye benzer... Bunlardan birincisi 20. yüzyılın sonunda, ikincisi 16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde (1572) olmuştu.
Ama “günü dün ile başlayan” bir iktidarda, çağ dışı tartışmalar kaçınılmazdır.
Ve günü dün ile başlayan iktidarın tepeden aşağı doğru inen piramidindekiler, tepedeki imamın aksırması üzerine gemi azıya alıyorlar.
Totaliter iktidarların belirgin özelliklerinden biri de, iktidar piramidinin alt basamaklarında yer alanların tepedeki kişiye biat etmenin yanı sıra, egemenden sadır olan en küçük bir açıklamayla birlikte, durumdan vazife çıkararak, yeni yeni baskı yöntemleri ve alanları yaratmalarıdır.
***
Dünkü gazetelerde, Tayyip Bey’in kürtaj karşıtı tavrı üzerine, yeni kürtaj yasası hazırlıklarına başlandığından başka bir haber daha yer alıyordu.
O da, tutulan TV dizilerinden “1 Erkek 1 Kadın”ın kahramanları Zeynep ile Ozan’ın, programda zoraki evlenmeleriydi.
Senaryoya göre Zeynep ve Ozan çiftinden Zeynep, Ozan’ın bütün ısrarlarına karşın evliliğe yanaşmamaktadır.
Dizinin erkek kahramanının bu tavrı yüzünden kimilerinin duruma tepki gösterdikleri, aynı zamanda RTÜK’ün de rahatsız olduğu söylentileri artıyordu.
Anımsanacağı gibi, TV’nin tutulan dizilerinden bir diğerinin kahramanı, aykırı komiser Behzat Ç.’nin savcı Esra ile evli olmadan ilişkilerini sürdürmeleri de tepki çekince çift evlendirilmişti. Şimdi aynı tepkiler yüzünden sıra Zeynep ile Ozan’a gelmiş.
Yaşamın her alanına müdahale her yere bulaşmakta, TV dizilerine kadar ulaşmaktadır.
Totaliter düzenlerde, yalnız toplumsal yaşamın her alanı değil, kişisel yaşamın en kuytu köşeleri bile müdahaleye açıktır.
Bu müdahale, iktidarın başından kaynaklanır, onun talimatı, teşviki ya da göz yummasıyla kademe kademe toplumun her kesimine yayılır ve özgür birey için yaşam dayanılmaz kılınır.
İmam aksırdı, şimdi cemaatin zincirleme tepkisini görmenin zamanıdır.

Dengesizliklerin, adaletsiz paylaşımın, emeğe saygısızlığın kol gezdiği bir ülke olan Türkiye, bütün bunların göstergesi olarak bir yığın israf zümresi barındırmaktadır. Bu zümrelerin tümü, Mâûn Suresi ihlalcisidir. Bir şey daha:
Türkiye’de artık israfın başını ‘din-iman’ edebiyatıyla öne çıkan ve servetinin büyük kısmı Mâûn ihlalleriyle oluşan ‘modern dinci takım’ çekmektedir.
İsraf zümreleri içinde devlet de önemli bir yer tutmaktadır.
Biz, öncelikle devletin bulaştığı israf illetinin önünün kesilmesini istemekteyiz. Çünkü bu konuda en inandırıcı ve etkili örnek devlettir. Ve Türkiye'de devlet bünyesinde ciddî bir israf vardır.
Bürokrasideki israfın utanmazlık boyutu, insaf ve insanlık sınırlarını delip geçmiştir. Birbirine riyakârlık olsun diye Cuma namazlarında buluşan nice ‘dindar bürokrat’ (!) gazetelerinin satın alımını, çocuklarının okula gidiş gelişlerini devletin Mercedesleriyle yapmakta hiçbir sakınca görmemektedir.
“Yarın akşamki yemek için arzu buyurduğunuz şarap elimizde yok, dışarıda da bulduramadık” diyen görevliye, “Canım ne diye işi zora sokuyorsunuz, özel uçağı hemen Paris’e gönderin, elçiliğe de bilgi verin, şaraptan birkaç kasa alıp hazırlasınlar; uçak alıp geri gelsin” diyen başbakanlarımız olmuştur. İşin bir de dış ülkeler ayağı var.
Dış ülkelerde 5 bin civarında bürokratımız mevcut. Tarafsız tespitlere göre, bunların % 90'ı yabancı dil bilmemektedir, % 80'i gittikleri yerlerde hiçbir iş yapmamaktadır.
Çok deneyimli bir bakan-diplomatımız, Kâmran İnan, ‘Türkiye Gerçeği’ adlı kitabında şu satırlarla yakınıyor:
“İki trilyon dolarlık yıllık bütçesi olan Amerika, 40 milyon dolar tasarruf etmek için dışarıdaki 30 temsilciliğini kapatırken, Dışişlerimiz hiçbir Türk'ün bulunmadığı yerlerde başkonsolosluklar, birer milyonluk Baltık memleketlerinde büyükelçilikler, daimî delegelikler açıyor. Hazine ve dış ticaret müsteşarlıkları dışarıya müşavir tayininde yarışıyor...”

“1980 öncesinin iki meclisli TBMM'sinde toplam 650 personel vardı. Bugünkü tek meclisli TBMM'de 5.500 personel var. TRT'den 12 bin küsur personel maaş alıyor. Bunların yarısı yapacak iş ve oturacak yer olmadığından büroya uğramıyor... Sayıları binleri bulan müşavirler ordusu, evinde oturarak maaş alıyor...”
“Binlerce köyde su, sağlık ocaklarında ilaç, okullarda sıra yokken Cenevre'de büyükelçiye 4 milyon dolara ev, bakanlara, sefir ve konsoloslara 500'er bin Alman markına iki yüz adet Mercedes makam arabası alındı... Geri kalmış illerimizin vali ve emniyet müdürü Mercedesleri en ileri modellerden seçiliyor...”


“İdarede örnek olması gereken başbakanlık ise israfın en kötü örneğidir... Fransa'nın saygın bir başbakanı, şöhreti bozuk bir iş adamından bir milyon frank borç aldığının ortaya çıkması üzerine intihar etmişti. Fransız çalışma bakanı da yazlık ev edinmesindeki yolsuzluk ortaya çıktığında intihar etmişti. Benzeri kıstaslar bizde uygulansa intihar edenlere mezar yetiştirmek zorlaşır...”


BÖYLE TENCEREYE BÖYLE KAPAK!

Devletteki bu israf son zamanlarda, topluma hakaret boyutuna varan ve aynı zamanda anayasal bir suç olarak değerlendirilmesi de mümkün bulunan davranışlarla önümüze çıkmaktadır.
Aile bireylerinin nikâh davetiyelerini devletin uçağıyla dünyaya dağıtmak, yine devlet uçağını kullanarak aile boyu tatiller yapmak, balayına çıkmak, düğün, sünnet, nikâh vs. merasimlerini on binlere yaklaşan polis ve istihbarat ordularını kullanarak gerçekleştirmek, bu türden örneklerdir.
Bunları yapanların, bir de dinden, imandan, Peygamber sünnetinden, tarikatlardaki kanaatkârlıktan filan dem vurmaları ise hem bunların samimiyet kalitesini hem de halkın Allah ile aldatılmaya âdeta davetiye çıkardığını gösteren dehşet verici bir ibret tablosudur. Galiba, artık, “Bunlar nasıl yönetici?” demeden önce “Bu ne biçim halk?” demek gerekiyor. Ne demişler:

“Böyle tencereye böyle kapak…”

Yaşar Nuri Öztürk/Yurt Gazetesi

Beş yılı aşan uzun tutukluluk süreleri, demokrasi ve özgürlük bayraktarlığı, sivil demokratik anayasa sözü, darbelerle, darbecilerle hesaplaşma kandırmacası...
Bugün geldiğimiz nokta neresi?
Ben bilmiyorum, bilen varsa açıklasın.
Elbet darbecilerle ve darbeseverlerle, devlet içindeki derin güçlerle hesaplaşılmalı, bu ülkeyi geriye götürenler yargı önünde hesap vermeli...
Son günlerde yaşananlara bakıyorum ve ülkemizin geleceğinden kaygı duyuyorum.
“Türkiye nereye gidiyor” sorusunu sık sık bu yüzden soruyorum.
Terör her geçen gün can almayı sürdürüyor... Uludere olayını ağzına alanlar, Türkiye’nin başbakanı tarafından ağır dille suçlanıyor.
AKP’yle MHP arasında sanki bir anlaşma söz konusu.
MHP lideri Devlet Bahçeli, İçişleri Bakanı Şahin’e sahip çıkarken, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik eleştiriyor.
Acaba neden?
AKP ve MHP yoksa yeni anayasa konusunda anlaştılar mı?
***
Tüm bu gelişmeler olurken 12 Eylül davası unutulup gitti.
Aslında herkes biliyordu bu davanın böyle olacağını...
12 Eylül’de Ankara’da yapılan işkencelerle ilgili soruşturma kapsamında dönemin Mamak Askeri Cezaevi Müdürü Albay Raci Tetik aranıyor...
Soruşturmayı yürüten Ankara Cumhuriyet Savcısı, Albay Tetik’in adresinin polisçe bulunmasını istemiş.
Bildiğim kadarıyla bugün 74 yaşında olan emekli Albay Tetik, İzmir’de yaşıyor.
Nedense uçan kuşu teknik izlemeye alan güvenlik güçleri işkenceci Raci Tetik’i bulamıyor.
Önce şu 12 Eylül’le bir hesaplaşın bakalım...
Sözüm ona hesaplaşılıyor!
Aslına bakacak olursak 27 Mayıs’la hesaplaşmak işlerine geliyor.
27 Mayıs’ta Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu idam edildi. 12 Mart, 27 Mayıs’ın rövanşıydı ve alındı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi, pek çok devrimci öldürüldü.
***
12 Eylül, Türkiye’deki devrimcilerin, sosyalistlerin, aydınların kökünü kazıdı...
AKP iktidarı 12 Eylül’e dokunamaz, göstermelik olarak karşı çıkar...
12 Eylül davasının iddianamesinde, 16 Mart katliamından MSP’nin Konya mitingine kadar çok sayıda önemli olay var ama nedense İzmir İnciraltı Öğrenci Yurtları katliamı yok!
O katliamı jandarma yaptı ve kanlı eylemi işleyenler İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandı.
Bir başka önemli konu Abdi İpekçi, Doğan Öz, Cavit Orhan Tütengil, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler cinayetleri.
Katillerin kimler tarafından korunup kollandığı, Mehmet Ali Ağca’nın İstanbul Maltepe Askeri Cezaevi’nden nasıl kaçırıldığı herkes tarafından bilinmiyor mu?
Biliniyor!
Peki soruşturmayı yürüten savcı, İpekçi, Öz, Tütengil, Türkler’in ailelerini davaya müdahil olarak çağırdı mı?
Bildiğim kadarıyla çağırmadı!
***
12 Eylül davası benim için kandırmaca...
Devlet içindeki “derin yapı” yerli yerinde duruyor... Siyasal iktidar “göz boyama”yla toplumu oyalıyor...
Bakıyorsunuz, Başbakan Erdoğan’la MHP lideri Bahçeli aynı çizgiye geliyor...
Terörle mücadeleye “evet” ancak her Kürt yurttaşımızı “potansiyel terörist” olarak görmeye “hayır” diyorum...
90’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetlerin hangisi aydınlatıldı bugüne değin?
Salt tetikçiler bulundu, o kadar!
Uğur Mumcu’dan Musa Anter’e; Vedat Aydın’dan Sivas katliamına değin çok sayıda faili meçhul...
Susurluk olayının üstü örtüldü, çocuklar öldürüldü...
Eli kanlı PKK’nin iç ve dış güçlerle ilişkisi elbet var...
PKK’nin komuta heyetinin Erbil ve Süleymaniye’de yaşadığını, sık sık uçakla Frankfurt’a gittiklerini, özellikle Almanya’da dönerci-lokanta zincirleri olduğunu, para transferlerini AB ülkelerinden yaptıklarını biliyoruz.
Güçlü bir devlet önce masaya yumruğunu vurur bu konuda.
Vuruyor mu?

Başbakan Erdoğan, kürtaj konusundaki sözlerini eleştirenlere hadlerini bildirmiş:
“Bazıları çıkıyor diyor ki, ‘Kürtaj yaptırmak bir haktır. Kadın isterse kürtajı yaptırır. O onun kendi hakkıdır. Siz onun vücuduna müdahalede bulunamazsınız, tasarrufta bulanamazsınız...’ Bırak intihar edene de müsaade et o zaman... Niye köprüden atlarken müdahale ediyorsun adama? Hakkını kullansın. Böyle saçmalık olur mu?”
Başbakan doğru söylüyor:
“Kişi” dediğin nedir ki kendisi karar verebilsin?
Kararı bir tek Başbakan verebilir...
O olmasa, biz nefes bile alamayız...
Âciziz çünkü âciz!
Dünyanın en “özgürlükçü” Başbakanı, madem “hayırlı” bir işe daha soyundu ve bizim iyiliğimizi düşündüğü için bir “yasak yasası” da kürtaj için çıkarmaya hazırlanıyor; o zaman kendisinden bir dizi talebim olacak...
Hayırlısıyla onları da yapar ki; biz âciz kullar kötülüklerden uzak bir hayat süreriz...
***
Madem bizim iyiyle kötüyü ayırt edecek bilinçte olmadığımızı düşünüyor ve bizim bedenimiz hakkında kararı o veriyor; o zaman kürtajdan daha büyük bir sağlık sorunu olan “üç beyaz” da yasaklanmalı...
Un kilo yapıyor, kilo da her hastalığa davetiye çıkarıyor...
Tuzu biliyorsunuz zaten, yüksek tansiyon nedeni...
Hele şeker; Allah korusun, diyabet oluruz genç yaşta...
Ve elbette kırmızı et... Dolayısıyla sucuk, salam, pastırma, kebap kesin yasaklanmalı, sattığı ve yediği görülenler tiz zamanda infaz edilmeli!
Balık yasaklanmalı, cıva taşıyor...
Tavuk yasaklanmalı, fazla gıdaklıyor...
Yağ yasaklanmalı, yağlı...
Su yasaklanmalı, nemli!
Hava yasaklanmalı, kirli...
Kola yasaklanmalı, mideyi deler...
Hıyar yasaklanmalı, hormonlu...
Çilek yasaklanmalı, ilaçlı...
Kuru fasulye yasaklanmalı, gazlı...
Biber yasaklanmalı, acı...
Limon yasaklanmalı, ekşi...
Sağan yasaklanmalı, kokar...
İlaç yasaklanmalı, yan etkili...
Sabun yasaklanmalı, üstüne basar kayarsın...
Şampuan yasaklanmalı, kepek yapar...
Deterjan yasaklanmalı, alerji olursun...
Diş fırçası yasaklanmalı, domuz kılı...
Diş macunu yasaklanmalı, doğal sarılığı bozar...
İğne yasaklanmalı, deler...
Kalem yasaklanmalı, muhalefet eder...
Kitap yasaklanmalı, göz bozar...
Telefon, televizyon, bilgisayar yasaklanmalı, radyasyon saçar...
Gazete yasaklanmalı, uyandırır...
Walkman yasaklanmalı, sağırlaştırır...
Cam yasaklanmalı, kırılır, insanı keser...
Bıçak yasaklanmalı, cinayet silahı...
Araba yasaklanmalı, hızlı...
Uçak yasaklanmalı, düşer...
Vapur yasaklanmalı, batar...
Tren yasaklanmalı, çarpar...
Mini etek yasaklanmalı, tahrik eder...
Uzun etek yasaklanmalı, rüzgârda uçuşur...
Orta etek yasaklanmalı, ille de neden mi gerekir?
Pantolon yasaklanmalı, kıç gösterir...
Gömlek yasaklanmalı, düğmesi kopar...
Ayakkabı yasaklanmalı, vurur...
Çorap yasaklanmalı, kokar...
Ruj yasaklanmalı, azdırır...
Kaş aldırmak yasaklanmalı, acıtır...
Rimel yasaklanmalı, göze kaçar...
Oje yasaklanmalı, kir saklar...
Ateş yasaklanmalı, yakar...
Para yasaklanmalı, her kötülüğün nedeni...
Mayo yasaklanmalı, ne o öyle, her yer ortada?
Bikini yasaklanmalı, hatta giyenin başı kesilmeli...
At yasaklanmalı, düşürür...
Çay yasaklanmalı, uyku kaçırır...
Kahve yasaklanmalı, sinir yapar...
Telve yasaklanmalı, fal haramdır...
Tavla yasaklanmalı, kumardır...
Zar yasaklanmalı, köşeli...
Top yasaklanmalı, yuvarlak...
Futbol yasaklanmalı, sakatlar...
Uzun ya da yüksek atlama yasaklanmalı, bir yerin kırılır...
Uzun hava yasaklanmalı, kederlendirir...
Piyano yasaklanmalı, gâvur icadı...
İzmir yasaklanmalı, zaten gâvur...
Eskişehir yasaklanmalı, ah Büyükerşen!
Bağdat Caddesi yasaklanmalı; bayramda bayrak sallıyorlar!
Bayram yasaklanmalı, marş söylüyorlar...
Marş yasaklanmalı, gaza geliyorlar...
Gaz yasaklanmalı, iktidarın üstüne gidiyorlar...
***
Ama silah yasaklanmamalı örneğin!
Verilebildiği kadar çok kişiye silah ruhsatı verilmeli...
Herkes silahlanmalı, birbirini öldürmeli...
Yoksa zavallı silah tüccarları ne yapar; değil mi?
***
Uludere katliamı ülkenin gündemine yerleşti; Başbakan kurmaylarına, “Bu konuyu kapatın” talimatını verdi ve yeni konuyu açtı:
Kürtaj yasağı...
Yukarıdaki yasak önerileri, umarım bundan sonraki gündem değiştirme arayışları sırasında Başbakan’ın işine yarar...
*****
DÜZELTME VE ÖZÜR

Dünkü yazımdaki “(...) bu liste kürtajın serbest bırakıldığı ülkelerden” ifadesi, “kürtajın yasaklandığı ülkelerden” olmalıydı. Düzeltir, özür dilerim.
*****
GÜNÜN SORUSU

Başbakan, sezaryenle, kürtajla ilgili sözleri nedeniyle “Bu konuda uzman mısın? Neden karışıyorsun” diyen “bazı terbiyeden muaf kişilere”, “Ben bir başbakan olarak bu ülkede her meselenin sorumlusuyum, hepsiyle ilgilenirim” diye yanıt vermiş... Sorum kendisine:

Terör, yoksulluk, işsizlik, açlık, adaletsizlik gibi meseleler hariç; öyle değil mi?

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget