Nisan 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

“Kaçın Demokrasi Geliyor” adlı son kitabı ve aynı adla ülke genelinde sürdürdüğü söyleşilerle yaşananları tüm açıklığıyla bizlere yansıtan bir isim Banu Avar…
Söyleşileri, seyahatleri, yazıları sebebiyle yoğun programının arasında mülakatımızı gerçekleştirebildik. Uzun oldu ama gerçeklerin ayrıntıda gizli olduğunu mülakatı okudukça anlayacaksınız. Sorulara içtenlikle ve detaylı bir şekilde yanıt verdiği için bir kez daha kendisine teşekkür ediyor başarılarının devamını diliyoruz.
2 bölüm halinde yayınlanacak olan mülakatın ilk bölümü:
“KAÇIN DEMOKRASİ GELİYOR”
Ömer Yıldız: Öncelikle onca yoğunluğunuz arasında, mülakat talebimizi olumlu karşıladınız. Nezaketiniz ve tevazuunuzdan ötürü çok teşekkür ediyorum. İnsanlarımızın sizi daha iyi tanıması açısından kendinizden bahsedebilir misiniz?
Banu Avar: Ben taraflı bir gazeteciyim. Tarafım Türkiye’nin tarafı. Bu vatana, bu millete aşığım. Bugün “tarafsızım” diyen basın yayın mensuplarının hiç de tarafsız olmadıkları gayet ortada… Yaptığım “Sınırlar Arasında” programı ile bir zamanlar TRT’de idim… ABD ve İsrail büyükelçiliklerinin müdahalesiyle işimi kaybettim. Ama çalışmaya devam ediyorum. Anadolu’da konuşmalar yapıyor yazı ve kitaplar yazıyorum. Bu memlekete olan borcumu ödemeye çalışıyorum. Hepsi bu…
“19 MAYIS’TA SAMSUNDAYIZ”
Ömer Yıldız: 19 Mayıs yaklaşıyor… Kurtuluş Mücadelesi’nin başladığı tarihte, mücadelenin başladığı yerde olacaksınız. Yani Samsun’da… Bununla ilgili bilgi verir misiniz?
Banu Avar: 19 Mayıs Milli Mücadele'nin başladığı gün olarak kabul edilir. Atatürk o günü, doğum günü olarak kabul etmiştir. O gün ben Samsun'dayım. Atatürk Kültür Merkezi'nde saat 16.00’da bir konuşma yapacağım. Tüm vatanseverleri beklerim...
Ömer Yıldız: “İsrailliler üzülebilir” diyerek TRT de ki işinize son verildi. Hâlbuki programlarınızda Batının, Amerikan emperyalizminin, AB ülkelerinin gerçek yüzünü tüm yalınlığıyla dile getirdiniz. TRT ve hükümet nasıl bir yaklaşım sergiledi? Dış güçler sizi susturma konusunda ne gibi çabalar harcadı? Kısaca içte ve dışta nasıl bir süreç izlendi bahsetmek ister misiniz?
Banu Avar: TRT’de “Sınırlar Arasında” ile 4 yılda 80’den fazla ülkeden gözlemlerimizi izleyicilerimizle paylaştık. ‘Demokrasi, özgürlükler’ safsatalarıyla göz boyamaya çalışanları, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana hatlarını deşifre eden programlar yaptık. “Sınırlar Arasında” taraflı bir programdı; Türkiye’nin tarafındaydı. Özellikle ‘Hangi AB’ bölümleriyle TRT’yi işgal altında tutan bir kesimden büyük tepki aldık. Ve 2008 Mayıs’ında program yayından kaldırıldı. Yeni genel müdürün yöneticilerinden biri, programın yayından kaldırılmasında “bazı büyükelçilerin” şikâyetlerinin etkili olduğunu açıkça söyledi. ‘Türkiye’de, Türkçe bakışlı bir program’ onları rahatsız etmişti…
Ömer Yıldız: Bugüne kadar da pek çok ülke gezdiniz. Programlarınız içinde sizi en çok etkileyen hangisidir? Aktarmak istediğiniz bir anınız var mı?
Banu Avar: Az öncede belirttiğim gibi 80 küsur ülkede bulundum. Tabii olarak anne ve babamın kökleri nedeniyle Batı Trakya, Makedonya ve Dağıstan beni çok etkiledi. Kitaplarımda, mesela “Avrasyalı Olmak”ta bu bölümleri okuyanlar heyecanımı hissedeceklerdir. Ayrıca Venezuela ve Küba beni çok etkiledi. Caracas’ta beni gezdiren genç siyasetçi, 8 yıl gibi kısa bir zamanda Venezuela’nın gönenmesinin sebebi olarak ‘Biz Atatürk modeli uyguluyoruz!’ demiş beni ağlatmıştı…
Ömer Yıldız: Yıllarca yurt dışında bulundunuz, eğitim aldınız. Normal şartlarda yurt dışında yetişen aydın diye adlandırılan insanlarımız batıdan daha batıcı olurken siz neden bu geleneğe uymadınız? Batının ve gezdiğiniz ülkelerdeki insanların ülkemize ve ülkemiz insanına bakış açısı nasıl?
Banu Avar: TRT’de, işten çıkarılmadan önce Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden raporlar hazırladım. Mısır, Lübnan, İran, Irak, Ürdün, Suriye, Sudan gibi… Bunları BÖL ve YUT adıyla kitaplaştırdım. Batının bize bakışı malum… Denetim altında tutulan ‘Ortadoğu’da Batı bekçisi’!
Komşularımız özellikle Orta Doğu ülkeleri ya işgal altında ve kan ağlıyor, ya da küresel çetenin denetlediği hükümetlerce yönetilerek inliyor. Suriye ve İran dışında… Ortadoğu’da herhangi bir ülkede “Ben Türk’üm” dediğiniz zaman halkın büyük sevgisi ile karşılaşırsınız. Çünkü o ülkelerin nüfuslarının belli yüzdesi Türk’tür, tarihimiz ortaktır, emperyalizmden çektiklerimiz benzerdir. Bu Cezayir’de de Mısır’da da böyledir. Ve bir Atatürk’leri olmadığı için hepsi Türkiye’den çok daha geridedir. Gıptayla bize bakarlar, büyük sevgileri var. Öte yandan neden Amerikalıymış gibi kararlar aldığımızı da anlayamazlar. Mesela Cezayir’de yüz binlerce insan Fransızlar tarafından soykırıma uğradığında, Türkiye, Fransızların yanında yer aldı ve Cezayirli bunu bir türlü anlayamadı!
Lübnan’ın karasularına Amerikan savaş gemileri girdiğinde Türkiye Amerika’dan taraf çıktığında Lübnanlı şaştı kaldı…
Sudan’ın başkentinin adı bile Türkçe Hortum! Bu iyi bir örnek aslında… Adını verdiğimiz Hortum’a bugün aydınlarımız Amerikan aksanıyla Khartom! diyor. Olay budur. Onlar bu uzaklığa bu değişmişliğimize milli olamamamıza şaşırıyorlar… Atatürk Türkiye’si bir zamanlar hepsine emperyalizme direnme gücü vermişti oysa!
Ömer Yıldız: Şehir şehir, ülke ülke gezerek üniversitelerde gençlerle buluşarak çaba gösteriyorsunuz. Peki, bir şeylerin değiştiğine, insanların bakış açısını değiştirebildiğinize inancınız hangi noktada?
Banu Avar: Karıncayı hatırlayın… Yangına su taşıyan karıncayı… “Karıncanın taşıdığı sudan ne olacak” mı diyeceğiz. Yoksa hepimiz bir damla da olsa yangının üzerine su ile mi gideceğiz? Bana gelen mektuplardan, karşılaştığım insanlarla olan konuşmalardan anlıyorum ki ben ve bu ülkenin cefakâr aydınları yavaş da olsa, birçok kırımlar arasında da olsa üzerlerine düşeni yapmaktadırlar… Ve bunun meyveleri alınmaktadır… Bakın bu millet bunca propagandaya rağmen Suriye ile savaşa ikna edilememiş, Irak’a müdahaleye “hayır” demiş, ABD’yi yüzde 90 oranında kınamış ve AB palavrasına kanmamıştır.
“GENÇLİK GELECEKTİR”
Ömer Yıldız: Üzerimde çok emeğiniz var, hem lise sonrası dönemimde eserleriniz, belgeselleriniz ile hem de yazma konusunda ki yönlendirmeleriniz ve fikirlerinizle… Birçok kişiye örnek oluyorsunuz bu bağlamda. Dikkat ettiğim nokta ise gençlerin size olan hayranlığı... Sizi takip ediyorlar, eserlerinizi okuyorlar, söyleşilerinizde salonları dolduruyorlar. Gençlerin bu tutumunu neye bağlıyorsunuz?
Banu Avar: Gençlik gelecektir… Ve son yıllarda karşılaştığım lise ve üniversite gençliği bana güç veriyor. Özellikle Anadolu gençliği… Gençliği aşağılayan, küçümseyen söylemlerin şiddetle karşısındayım. Bu söylemlerin sahipleri, küçük çevrelerinden ibaret hayatlarıyla, dışarısını bilmeyenler… Gençlerin ilgisine gelince: ‘Gerçek’i yansıtmaya çalışıyorum yıllardır… Kendi ülkemin tarafında gazetecilik yapıyorum. Gösterdiklerimize, kitaplarımıza 10 yıl önce ‘komplo teorisi’ diyenler, bugün onların gerçekleştiğini gördüler. Çünkü aklın yolu bir…
Ömer Yıldız: Kendi hayatınızdan örneklerle gençlerimize ne öneriyorsunuz?
Banu Avar: Ben genç bir kızken 70’li yıllarda kendimizi kaptırınca okulu bitiremedik. Ben otuz yaşında okulu bitirebildim bu nedenle ve dersleriyle fazlasıyla uğraşıp yanımdan gelip geçenler oldu. Üzüldüm yani son derece geri kaldım bir süre. Onun için ben bütün arkadaşlarıma bu ülkenin geleceğinde söz sahibi olacakları için derslerine yoğunlaşıp, okullarını bitirmelerini söylüyorum. Aynı anda yürütmek lazım her şeyi… Ülke sorunlarına eğilirken, okul başarısını göz ardı etmemek gerekiyor. Öğrenciler etraflarında belli bir örgütlenmeye gidip, etraflarında ki tamamen bilinçsiz, tamamen televizyonun etkisinde veya belli bir operasyonların etkisinde olan insanları aydınlatmakla yükümlüdürler diye düşünüyorum. Bunun içinde kendilerini mümkün olduğunca geliştirip mutlaka ve mutlaka konuşabilir pozisyonda olmaları lazım.
Ömer Yıldız: Gençlere değinmişken kültür erozyonundan bahsedelim isterseniz. Kültürün bu denli yozlaştırılmasının nedenleri nelerdir? Algı yöneticileri ve emperyalist güçler nasıl bir Türk toplumu hayal ve inşa ediyorlar?
Banu Avar: Küresel güçler sadece Türk toplumunu değil tüm dünya toplumlarını insanlıktan çıkarıyorlar. Önceleri toplumlar kendilerini suçladılar. Kültürlerine sahip çıkamadıklarını düşündüler. Oysa durum farklı... Buldozer gibi kültürel değerleri ezip geçen küresel şirketlerle emperyalizmle karşı karşıyayız… Batı robot insanlar, paralı ordular, boş beyinler istiyor. Batıya köle olmuş, onun dilini konuşan, onun gibi giyinen, onun türküsünü söyleyen, onun dansını yapan ve sonunda onun bayrağını taşıyan toplumlar hedefliyor.
Emperyalizm ‘düşmanı yok etmenin en kolay yolu onun kendi kendini yok etmesini sağlamaktır!’ der… Beyni yıkanmış bireyler hem kendileriyle hem toplumla kavga etmeye hazırdır. Kavgayı besleyen en önemli etken yoksulluk ve işsizlik, hedef ülkelerde özelleştirmelerle sağlanmıştır… Parasızlıktan eve hapsedilmiş bireyler televizyon makinesinin esiridirler ve istendiği gibi yönlendirilirler...
Ömer Yıldız: Bu dezenformasyonda Türk basın-yayınının konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Banu Avar: Türk medyası Türk değil ki… Tüm TV kanallarının başında Amerikalılar var. Siyonist dönekler tüm basın yayın organlarında… Şu anda TV’de ve basında boy gösterenlerin büyük çoğunluğu batıya beyninden ve cüzdanından bağlı… Tüm kanallarda yalan başköşede...
Küresel çete hedefine varmak için medyayı kullanır. O nedenle birincil görevimiz izlediğimiz her şeyi sorgulamaktır. Önümüze konan haberin altına bakmaktır. Gizli mesajların aslını aramaktır. Televizyon ve gazetelerdeki tüm haberleri, belgeselleri, tarih konuşmalarını, tartışma programlarını, dizi filmleri, çocuk, gençlik ve kadın programlarını, yarışmaları, dikkatle süzgeçten geçirmeliyiz.

Nasıl bir tecavüzle karşı karşıya olduğumuzu anlamak ve anlatmak, gerçekleri örten perdeyi yırtmak ilk görevimiz olmalı... Bu perde medyanın üzerimize örttüğü perdedir. Ve internet medyasına büyük ilgi halkın bu zehrin farkına vardığının da göstergesidir! Tarih hiçbir zaman geriye gitmez hep ileri akar! Unutmayın, son kertede kaybedecek olan, tarihin en büyük krizini yaşayan, bu nedenle kuyruklarını can havliyle oraya buraya çarpan ‘küresel dinazorlar’dır!
“DEMOKRASİNİN TEK ŞARTI MALİ BAĞIMSIZLIK”
Ömer Yıldız: Demokratikleşme yolunda en büyük yolun bu dönemde kat edildiğinin söylendiği bir ortamda gazeteci ve yazarlara ve özelliklede size yapılan bu sansürler demokrasinin neresinde tam olarak? Yalnızlığa düştüğünüzü hissediyor musunuz?
Banu Avar: Ben çok kalabalık bir insanım yani yalnızlığı bir yana bırakın sürekli Anadolu’da dolaştığım için ben bir defa çok şanslı bir insanım. İnanılmaz bir sevgi halesiyle kuşatılmış durumdayım. Bana gelen mailler, bunun bir göstergesi... Halk inanılmaz derece benim tarafımda yani Türk halkı tarafında olduğumu biliyor ve destekliyor. Dolayısıyla hiç yalnız hissetmiyorum. Tabi ki yaygın medya bizden bahsetmiyor. Ama orada da helal süt emmiş birçok insan da yazıp çiziyor.
Atatürk ‘demokrasi’nin tek bir şartta mümkün olacağını söyler: “Mali Bağımsızlık.” Ekonomik olarak bağımsız olmayan bir ülkede demokrasi olmaz… Karnı guruldayan insanlar demokrat olamaz… Çalar, çırpar, dilenci olur, iane alır… Yani özgür iradesini kullanamaz. Bu bağlamda Türkiye ‘demokrasi’ ile yönetilmemektedir. Otoriter rejimlerde de doğruları söyleyenler susturulur.
Ömer Yıldız: Aydın insanlara yönelik gerçekleştirilen linç kampanyasının amaçları nelerdir? Görüştükleriniz var mı?
Banu Avar: Onları sık sık ziyaret ediyorum. Yakında büyük bir operasyon daha olacakmış. Sanırım o zaman beni de alırlar. Ancak şunu söylemek istiyorum. Çare; aydınların işçi, çiftçi gibi halkın en alt tabakasındakilerle beraber olmasıdır. Türkiye işgal altında… Türkiye’yi savunanlar da işgale uygun tavırlara muhatap kalıyor.
Ömer Yıldız: Tabii birde orduya yapılan açık ve örtülü operasyonlar var. Bu operasyonların nedeni ve bunda Batı’nın rolü nedir?
Banu Avar: Türkiye’nin yakın geçmişinde yaşadığımız darbelerin tümü ABD-NATO-Gladyo desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Türkiye NATO çerçevesine alınır alınmaz, Türk ordusuna dış istihbarat sızmış ve kendi adamlarını konuşlandırmıştır. Sonra bu da yetmemiş, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne psikolojik ve doğrudan operasyonlar gerçekleştirilmiştir. Washington, bunlarda dahli olduğunu açıkça söylemektedir.
Şimdi Yugoslavya’ya dönelim isterseniz. Yugoslavya’da önce ordu kalkacak demişlerdi. Yugoslavya’yı bölme planının ilk aşamasında özelleştirmeler yapıldı, herkes sokağa döküldü işsizlikten. Arkasından etnik olarak kaşıma başladı arkasından da “bu ordu size fazla, orduya gerek yok, biz sizi koruruz” dediler ve ordu halledildikten sonra da işgal ettiler. Türkiye için de aynı! Metotlar çok yaratıcı değil birbirine benziyor. Türkiye’de de aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar.
“BECEREMEDİLER… ARAP BAHARI TERS DÖNDÜ”
Ömer Yıldız: Biraz “Sözde Demokratikleşme” çabalarından bahsedelim isterseniz. Turuncu devrim, Kadife devrim, Arap baharı… Sırada ne var?
Banu Avar: ‘Bu bir devrim dalgası!’ diyen arkadaşlara seslenmek gerekiyor: Nerede, bu devrimlerin liderleri? Nerede, örgütlenmiş işçi, köylü kitleler? Nerede, ‘tam bağımsızlık’ sloganı? Nerede, ufkun ötesini görenler? Nerede, kanlı diktatörlerin iplerini tutan ABD ve İngiliz emperyalizmine lanet okuyanlar?

Mısır zonkladı, kanadı, günlerce Tahrir Meydanı’nda yattı Mısırlı… Şimdi evinde… Yine aç, yine 30 dolar maaşı var tabii alabilirse... İktidar koltuğunda Mübarek yok artık. Kaddafi’nin saray/çadırı da geçmişte kaldı. Tunus’ta Zeynel Bin Abidin’in koltuğu ABD damgalı generallerin altında!

Bunları dile getirdiğimizde bazı ‘çokbilmişler’ kıyameti kopardı! Mısır’da halk bilinçlenmiş sokaklara çıkmış. Ve biz, ‘ABD’yi yüceltenler’(!) halk devrimini yok sayıyormuşuz. O günden bugüne ‘halk devrimi’ diye nitelenen olaylar iç savaşa kadar uzandı.
Batı projeleri bir bir batıyor. Beceremediler… Arap ‘baharı’ ters döndü. Bakın Kissinger, Batının en büyük akıl hocası ne diyor: “Beceremedik... Ne Mısır, ne Libya, ne Suriye, ne Irak, ne Afganistan tam denetimimize girmedi. Kaynaklarını rahatça sömüreceğimiz bir düzen sağlanamadı.” Şimdi geri durup yeniden saldırma zamanını bekleyecekler. O arada Avrasya kendine çeki düzen vermeli…
Ömer Yıldız: Batının; Arapların bu demokratikleşme çabalarına desteğinin, demokrasi havarisi edalarının altında yatan nedir?
Banu Avar: Şifreli bir dil var ortada… Ve şifreli bir örgütlenme… Küresel ‘şifrecilerin’ en gözde şifresi ‘İnsan Hakları’, ‘Özgürlük’ ve ‘Demokrasi’dir.

‘İnsan Hakları’ tüm işgallerin, kanlı operasyonların, darbe ve müdahalelerin bahanesi!

Ekranlarda parlak gazetecilerimiz, ‘Demokrasi geliyor! Diktatörlüğe son!’ diye çığırıyor. Kendilerinden ne kadar da eminler! Libya da olanları “olağan” karşılayanlar, bir gün herhangi bir ülkede ‘diktatör’ suçlamasına uğrayan, herhangi bir liderin aynı sonla yok edilebileceğini unutmasınlar… Diktatör ne demek bir de onu okuyup anlasınlar!

Bush, Obama ve diğer pek çok lider gelmiş geçmiş en kallavi diktatörlük örneklerine imza attılar.

Uluslar arası hukuk taş devri kurallarına dönerse, onlar da aynı hukuk çerçevesinde ‘yargılanırlar’! Onlara yardakçılık edenlerde aynı sondan kaçamazlar… Tarih bilimi böyle diyor!
Ömer Yıldız: Basın-yayında Esad’ın insanları katlettiğinden, insan haklarını çiğnediğinden, bir an önce oraya müdahale edilmesi gerektiğinden bahsediliyor. Oraları görüp, yakından inceleme fırsatını yakalayan biri olarak neler yaşanıyor Suriye’de? Bu yaygaranın asıl amacı nedir?
Banu Avar: Asıl amaç, bu coğrafyanın zenginliklerine el koymaktır. Asıl amaç, Türkiye ve İran ardından Rusya ve Çin’i çökertmektir. Asıl amaç, petrol coğrafyasına 2. İsrail yani Kürdistan’ı kurdurmaktır. Bunun için 4 ülkeden parça koparılması gerekir. İran, Irak, Suriye ve Türkiye…
Demek ki esas mesele ‘Tek Dünya Devleti’ne giden yolda Suriye’nin oyunbozanlık etmesi, dünya bankerlerinin arzusu hilafına hareket etmesi… Tüm bu gelişmelerin Suriye’ye ve bölgeye ‘demokrasi’ getireceğini sanacak kadar iyi niyetliyseniz ve bunun sonrasında Türkiye’yi, bir paylaşım savaşında ‘paylaşılacak bir cephe ülkesi’ olarak kan gölüne sürükleyeceğini göremiyorsanız, siz ‘bekleyip görecek’ olanlardansınız!
“ERDOĞAN: KOMŞULARIMIZIN İÇ İŞLERİNE KARIŞMAYIZ”
Ömer Yıldız: Seçenekler arasında Suriye’ye müdahale en öncelikli madde gibi görünüyor? Böyle bir müdahalede Rusya ve İran’ın tutumu ne olur sizce?
Banu Avar: Böyle bir müdahale olamayacağını 15 Nisan 2011’den beri söylüyoruz. Ve şimdi Batılılar da söylüyor. Hatta Arap Birliği de… Ve dahası 23 Nisan günü Tayyip Bey’de söyledi… Uzun zamandır ‘müdahale’ diye bağırıyordu... Ama 23 Nisan’da aniden ‘komşularımızın iç işlerine karışmayız!’ dedi. Demek ki şartlar değişti. Dik duran Suriye emperyal saldırıyı püskürttü şimdilik... Rusya ve Çin bu süreçte, Suriye’ye bir müdahale durumunda ‘müdahil’ olacaklarını söylediler, söylemekle kalmadılar, savaş gemilerini bölgeye gönderdiler onla da yetinmediler ortak tatbikat yaptılar…
Ömer Yıldız: Suriye’ye çekilmek istenen bir Türkiye’nin kaybı ve ya kazancı ne olur?
Banu Avar: Türkiye böyle bir işe kalkışamaz… Yönetim böyle bir işe kalkışırsa karşısında Türk Milleti’ni, Türk ordusunu bulur… Suriye bizim akrabamızdır, yarı nüfusu Türkçe konuşur.
ABD Kuveyt'e de Irak'ı sokmuş sonra Saddam'ın kellesini almıştı. Sonucunda 2 milyon Iraklı ölecek 2 milyonu göç edecekti! Suriye topun ucunda ve pis işleri bize yaptırmak hedefindeler. Halk, Suriye düşmanlığına hazırlanıyor. Her yerde özellikle medyada 'müdahale!' çığlıkları atılıyor... Herkes Suriye'ye müdahaleye karşı çıkmak için elinden geleni yapsın… Bu psikolojik harbe karşı koyalım. Suriye 'düşerse' Türkiye düşer! Tüm bölge yangınlara düşer…
“KOMŞULARIMIZLA SIFIR BARIŞ”
Ömer Yıldız: Komsularımızla sıfır sorun politikası diye yola çıkılmışken, gelinen noktada komşularımızla ilişkilerimizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Banu Avar: Komşularımızla “sıfır barış” pozisyonundayız! Demek ki bizi bu noktaya sürükleyenler ne yaptıklarını bilmiyorlar. Türkiye’nin Suriye topraklarının bir kısmına girmesi durumunda, Türkiye, Suriye’ye karşı savaş açmış sayılacaktır… Suriye-Türkiye savaşının içinde yer alacağız. Ondan sonra Türk vatandaşları ve Türkiye yönetimi, Suriye vatandaşları ve yönetimi için tehdit ve düşman olacaktır…

Batı basını şu anda Suriye içindeki muhalifleri ‘teröre karışanlar’ ve ‘barışçıl olanlar’ diye ikiye ayırdı. Bunların ‘barışçıl’ olanları da Türkiye düşmanı olarak konuşlanacaktır. Geriye Türkiye ‘dostu’ olarak El Kaide, Taliban, İhvan-i Müslimin yani CIA tetikçileri kalacaktır…

İkincisi, Türkiye’nin karşısına Suriye’nin stratejik müttefiki İran dikilecektir…

Üçüncüsü Türkiye’nin karşısına Maliki yönetiminde Irak dikilecektir…

Tüm güney ve güneydoğumuz savaş alanına dönecektir.

Bir de doğu ve kuzey var… Türkiye karşısında Rusya Federasyonu’nu da bulacaktır!

Bu durum komşularla “sıfır barış” pozisyonu demektir!

İçerdeki “barış” gülleri işte tam da bu çevrelenmiş coğrafyada açmaktadır. BDP'li Selahattin Demirtaş, ‘Iğdır’dan Hatay’a Türkiye’nin güney sınırları resmen Kürdistan olacak!’ demiştir.

Ömer Yıldız: ‘Hadi Türkiye! Aslan kaplansın! Bizim bölgedeki jandarmamızsın! Yüzlerce yıllık akrabalarına savaş aç… Öl öldür! Sen toprağın üstündekileri temizlerken ben toprağın altındaki servete konayım!’ diyor emperyalistler demiştiniz? Sizce bu oyuna gelir mi Türkiye?
Banu Avar: Gelmeyecek... Beceremeyecekler! Bunu yüz yıl önce de planlamışlar, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle TÜRK Milleti’nin kurduğu koca bir setle karşılaşmışlardı.

Emperyalist hedefleri gören ve her türlü imkânsızlığa açlık ve yoksulluğa rağmen önlem alan bir millet heveslerini kursaklarında bırakmıştı. O gün bugün uğraşıyorlar. 4 ülkeden koparılacak toprakla 2. İsrail Devleti’ni kurmak için yırtınıyorlar.
Güçlü ordusuyla Türkiye, bölgede emperyalist güçlere direnen ülkelerle savaşırsa, hem kendisi hem İran hem de Suriye kan gölüne dönecek. Emperyal sırtlanlar için kaos mükemmel fırsat haline gelecek. Ve son “altın vuruş” Türkiye’yi bitirecek. Planları bu…
“İNANCIM TAM”
Ömer Yıldız: “Tek çıkış yolu bölge ülkeleriyle birlikte hareket etmek bu azgın emperyalist saldırıya DUR demektir. Eğer bunu yönetimdekiler yapmazsa, yapamazsa Türk milleti yapacaktır. Ya da Türkiye tarihinin en sancılı dönemine adım atacaktır.” diyorsunuz peki sancılı dönemden kastınız nedir? Bu sancılı süreçten sonra Türk Devleti dünya sahnesinde güçlü bir devlet olarak yerini alabilecek midir?
Banu Avar: Türkiye fiilen şu anda bir müdahale üssü olarak şekillenmiştir. Türkiye’yi yönetenler, geri dönülmez bir yolda ilerlemektedir. Türkiye, Kuzey Irak dışında tüm bölge ülkelerinin düşmanı ve hedefi konumuna gelmektedir.
Bu milletin genetik hafızası TV dizileri ve evlilik programlarıyla ezilip püre yapılmaya çalışılıyor. Olan biteni göremez hale gelsin diye... İşsizlik ve yokluktan yılgın eve kapanmış ve televizyona bağlanmış bir millet yaratmak istediler. Şimdi yeni yasayla kafası saman doldurulmuş bir gençlik hedefliyorlar.
Sancılı dönemler kanlı savaşlara gebe dönemlerdir. Karanlık dönemlerdir. Ama her karanlığın bir sabahı vardır. Gecenin en koyu karanlığı aydınlığa en yakın andır… Türk milletinin binlerce yıllık sağduyusuyla devletine sahip çıkacağına inancım tamdır.
Ömer Yıldız: Peki, dünyanın gidişatı ne yönde, Avrupa ve ABD’nin umursamaz ve başına buyruk işgalleri, Birleşmiş Milletler ve Nato’nun acziyeti İsrail’in şımarık tutumu, Rusya’nın yaşananları sessizce izlemesi, Doğu komşumuz İran’ın tehditleri… 3. Dünya savaşının eşiğindeyiz diyebilir miyiz?
Banu Avar: Dünya savaşı 2001’de başladı. Bu bildiğimiz meydan muharebesi değil ama asimetrik bir çeteler savaşı… Dünyadaki sermayenin yüzde 65’ini elinde tutan küresel şirketlerin birbiriyle savaşı… Hedef bölgelere el koymak için gırtlaklaşıyorlar. Batı ile Avrasya güçleri arasında da ayrı bir savaştan söz etmek mümkün…
Ömer Yıldız: Afganistan’dan gelen şehitlerimiz… Butik devlet tartışmaları… Afganistan’da Türk askerinin ne işi var? tepkileri… Sizin fikirleriniz nedir bu konuda?
Banu Avar: Obama göreve gelir gelmez “Hedefimiz Afganistan’da başarı elde etmektir!” demişti. Amerika’nın dünya hâkimiyeti için Orta Asya ve Doğu Akdeniz’de hâkim olması gereğinin altını çizmişti. 2009′da NATO o bölgelere doğru genişlemeyi hedefleyecekti.

Bir zamanlar Afganistan ile Sadabad paktı içindeydik. Cumhuriyetimiz kurulduğunda, Atatürk’ü ziyaret eden ilk devlet başkanı Afgan kralı Emanullah Han’dı. Afganistan ile etle tırnak gibiydik. Şimdi? ABD tarafında Afganistan’a gönderiliyoruz. Düşman ordulara yardım amacıyla Afganistan’da bulunmamız utanç vericidir.

Ömer YILDIZ
Yazıları Facebook’tan takip etmek için : http://www.facebook.com/mryldz46
Sayfa: http://www.facebook.com/omeryildizyazilari

57 kişinin yaşamını yitirdiği Çorum katliamından bir yıl önceden tahmin eden MİT,Emniyet ve askeri suçladı.
‘polis sağ kesimi tuttu’

Maraş,tan sonra Çorum,da da Alevi ile Sünniler arasında kitlesel bir olay yaşanacağını “tahmin” eden MİT,bunun işareti olarak Çorum,da halkın evlerine erken çekilmesi,sokakların tenhalaşması,gece misafirliklere gidip gelmelerin azalmasını gösterdi.

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), 1980’de 57 kişinin hayatını kaybettiği Çorum katliamından bir yıl önce geçtiği istihbarat notunda, Sivas ve Maraş’tan sonra Çorum’da da Aleviler ile Sünniler arasında kitlesel bir olay yaşanacağını “tahmin” etmiş. Olayların çıkacağına ilişkin “emare” olarak MİT, Çorum’da halkın evlerine erken çekilmesi, sokakların tenhalaşması, gece misafirliklere gidip gelmelerin azalmasını gösterdi. Teşkilat, katliamın yaşanmasına “Polisin yanlı davranarak sağ kesimi tutması” ve “askeri birliklerin olaylara bazı nedenlerle zamanında müdale etmemesi”ni gerekçe gösterdi.
12 Eylül darbesine giden yolun önemli sacayaklarından olan Çorum katliamı, 29 Mayıs-9 Temmuz 1980 tarihleri arasında gerçekleşti. 57 kişinin katledildiği olaylarda, onlarca ev ve işyeri yakıldı, tahrip edildi. Çok sayıda Alevi ve solcu yurttaş, kenti terk etti. Cumhuriyet’in ulaştığı MİT belgeleri, Çorum’daki katliamın göz göre göre geldiğini ortaya koydu. MİT, Çorum’a ilişkin ilk istihbarat notlarını, olaylardan yaklaşık iki yıl önce geçti.
25 Eylül 1978 tarihli MİT belgesinde Sivas Ali Baba Mahallesi’nde Alevilere yönelik saldırı olaylarına değinilerek “Sivas’ta meydana gelen olayların bölgenin etnik yapısı nedeniyle Çorum’daki vatandaşları, özellikle Alevi kesimi psikolojik yönden etkileyerek huzursuz ettiği” belirtildi. Belgede “Sivas olaylarına benzer olayların Çorum’da da çıkabileceğine dair söylentiler bulunduğu” kaydedildi. Bu söylentilerin “maksatlı olarak” yapıldığını ve Çorum’da “büyük çapta olayların olacağının sanılmadığını” iddia eden MİT, yine de yetkililerin uyarıldığını ifade etti. 3 Ocak 1979’da da MİT ısrarla “büyük çapta bir olayın zuhur edeceğine ihtimal verilmediğini” savunarak “Çorum’da mezhep ayrımına dayalı muhtemel olayların çıkacağını gösterir bir emarenin mevcut olmadığı ülkücü kesim tarafından belirtilmektedir” dedi.
MİT, 15 Ocak 1979’da ise Maraş olaylarından sonra Çorum’da tahrikler sonucu kitlesel bir olay meydana geleceğinin tahmin edildiğini bildirdi.

Emareleri sıraladı

MİT, 15 Ocak 1979 tarihli istihbarat notunda, bunun emaresini şöyle sıraladı: “Erken evlere çekilme, sessizlik ve sokakların tenhalaşması. Gece misafirliklerine gidip gelmelerde azalma. Aynı semtte oturan Alevi ve Sünni ailelerin okul çağındaki çocuklarının ayrı ayrı gruplar halinde okula gidip gelmeleri. Belirli çevrelerin özellikle silah temin ederek diğerine saldırıya hazırlandığı yolunda dedikoduların çoğalması. Vatandaşların ve bilhassa gençlerin akşamları evine gruplar halinde gitmeleri.”
İki mezhep mensupları arasında kuşku, korku ve tedirginlik yaşandığım belirten MİT, 15 Ocak 1979 tarihli istihbarat notunda, bunun emaresini şöyle sıraladı:
“Erken evlere çekilme, sessizlik ve sokakların tenhalaşması. Gece misafirliklerine gidip gelmelerde azalma. Aynı semtte oturan Alevi ve Sünni ailelerin okul çağındaki çocuklarının ayrı ayn gruplar halinde okula gidip gelmeleri. Alevi-Sünni vatandaşlar arasında değişik söylentilerin yayılması ve belirli çevrelerin özellikle silah temin ederek digerine saldırıya hazırlandığı yolunda dedikoduların çoğalması. Vatandaşların ve bilhassa gençlerin akşamları evlerine gruplar halinde gitmeleri. Yurdun herhangi bir yerinde cereyan eden Alevi-Sünni çatışması şeklindeki olayların belirli çevreler tarafından tartışılması ve tepkilere yol açması.”

Ve katliam başlar

MİT’in “Konu üzerinde hassasiyetle duruyoruz ve gerekli önlemler alınması sağlanmıştır” demesine karşın, dönemin MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın 27 Mayıs 1980’de öldürülmesi Çorum’daki olayların fitilini ateşledi.
MİT,e ait 30 Mayıs 1980 tarihli belgede, Gün Sazak’ın öldürülmesi nedeniyle ülkücülerin 29 Mayıs 1980 akşamında Çorum merkezinde solcuların işyerlerini tahrip etmeye başladığı belirtilerek “Çorum,da Sağcı kesim, bir terör havası estirmekte olup, dükkânlara, evlere, kişilere saldırmaktadır” denildi.
MİT’in 2 Temmuz’da geçtiği notta da sağ kesimin daha saldırgan olduğu kaydedilerek ,“Cemilbey yolu üzerindeki sağ eğilimli Ovasaray köylülerince yol kesilerek Alevi köylülerine ait 3 minübüs dolusu halk tartaklanarak dövülmüşlerdir” denildi. Çorum’daki Emniyet ve askeri kuvvetlerin olaylar karşısında yetersiz kaldığını aktaran MİT, 7 Temmuz’da “Ölü olarak bulunan şahıslardan 6’sı Sünni, 23’ü Alevidir” denildi.
Çorum,daki Emniyet ve askeri kuvvetlerin olaylar karşısında yetersiz kaldığı ve mutlaka takviye gerektiğini aktaran MİT, 7Temmuz,da “Ölü olarak bulunan şahıslardan 6,sı Sünni,23,ü Alevidir” bilgisini verdi.
MİT, 9 Temmuz 1980,de olaylara ilişkin hazırladığı genel bir istihbarat notunda, Çorum,daki katliamın çıkması ve büyük boyutlara ulaşmasının nedenlerini şöyle açıkladı:

- Eminiyet kadrosunun sağ ve sol olarak ayrılması, ülkücü-sağcı polislerin işbasına gelmesi ve bu kadroyu Emniyet Müdürü Nail Bozkurt'un istemeyerek de olsa himaye ederek ülkücü ve sağ kesimin himaye edildiği izlenimi vermesi. Ülkücü olarak tanınan polislerin Alevilere baskı ve işkence yaptığı iddialarının yaygınlaşması, bu durumdan aşın sol kesimin yararlanması.


- Olaylar sırasında aşırı solcular tarafından 2 polisin öldürülmesi ve evlerinin yağma edilmesinin polis üzerine yaptığı etki ile yöneticilerin Alevi kesimde oturan polislerin ailelerinin evlerini sol kesimden taşımaları ve sağ kesime yerleştirmeleri, cereyan eden olaylarda polisin yanlı davranarak sağ kesimi, tutması.


- Olaylara müdahale eden askeri birlikleri yöneten General Sabahattin Esengün ile vilayet arasında iyi diyalog kurulmaması. Askeri birliklerin cereyan eden olaylara bazı nedenlerle zamanında müdahale etmeyip silahlı grupları enterne (etkisiz hale) edememesi. Askeri birliklerce yapılan arama operasyonlarının sıhhatli olmaması.


Alican Uludağ/Cumhuriyet

KAHRAMANMARAŞ KATLİAMI

İhanet ortamından geçiyoruz.
Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde görülmeyen, rastlanmayan bir ihanet ortamı bu…
Okullardan, resmi kurumlardan Atatürk’ün resimlerini, heykellerini kaldırıyorlar.
Üç beş yalaka, üç beş dalkavuk 89 yıllık şanlı bir Cumhuriyeti ve onun önderini 3 günde yok edeceğini sanıyor.
Tarih çarkını geri çevirmeye çalışıyor.
Ortaçağ yolcuları bunlar…
Her devirde rastlanan çıkarcı, mevki düşkünü kurşun askerler…
Kraldan çok kralcı, her zaman güçlünün yanında, zayıfın karşısında yer alan, “Evet efendimci, sepet efendimci” kullar bunlar…
Ne demişti bu zalimler için Namık Kemal,
“Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten…”
Yani, “Dünyada zalimin yardımcısı alçaklık erbabıdır, insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir.
İhanet ortamından geçiyoruz.
Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde görülmeyen, rastlanmayan bir ihanet ortamı bu…
Yandaşlar, yalakalar el üstünde.
Türk ulusunun şanlı tarihine, kahramanlarına küfredenler el üstünde.
Teröristler el üstünde.
Milletvekilleri, yıllarını terörle savaşa harcamış komutanlar, yazarlar, çizerler, politikacılar küf, rutubet, beton kokan zindanlarda yaşam mücadelesi verirken terörist başı lüks, konforlu odasında sultanlar gibi yaşıyor.
Avukatlar, doktorlar emrinde.
Yediği önünde, yemediği arkasında.
Dengeli beslenme programına göre hazırlanıyor tüm öğünleri.
Özel savcılar, özel mahkemeler gibi bu da özel tutuklu.
Türk ordusunun generallerine savaş açan, her Allahın günü Atatürk’e, İnönü’ye hakaretler yağdıran, “cami hikâyeleri” ile bu ülkenin kurtarıcılarını halkımızın gözünde küçük düşürmeye çalışanlar, söz konusu terörist bölücüler, aşiret reisleri, Irak’ta camileri, minareleri yıkan, içinde kafa çeken Amerikalılar olunca ağızlarından bal akıyor…
Ama PKK’ya, ABD’ye toz kondurmuyorlar.
Mustafa Kemal, ulusumuzla birlikte, emperyalizme karşı bu kadar zorlu bir mücadeleyi Recep Tayyip’ler, Abdullah Gül’ler gelsin, sevgili yurdumuzu ABD’ye, AB’ye, üç beş terörist bozuntusuna ve çağdışı bir cemaate peşkeş çeksin, teslim etsin diye mi gerçekleştirdi? Bu kadar kan ve gözyaşı boşuna mı aktı? Bu kadar şehit boşuna mı verildi?
Yandaşlara, kraldan çok kralcılara sesleniyoruz;
“Ey 21. yüzyılın Damat Feritleri, Derviş Vahdeti’leri, Seyit Abdülkadir’leri, biz bu vatanı sokakta bulmadık. Ne böleriz ne böldürürüz. Bu vatan uğruna sadece Çanakkale’de 55.127 şehit verdik. Yaralananlarla birlikte Genel toplam 186.865’tir. Doğuda, karlı-buzlu Sarıkamış Dağlarında 80 bine yakın asker ya şehit oldu ya da donarak öldü. Binlercesi ise Yemen’e gidip geri dönmedi. Muş, Yemen türküleri boşuna yakılmadı…”
Herkes aklını başına toplasın ve boş hayaller peşinde koşmasın.
Bu Cumhuriyet kanla, canla, başla, gözyaşıyla kuruldu. Ciğeri beş para etmez Talabani’lerle, Amerikan Coni’leri ile bütünleşerek, kimse bu ülkenin bir karış toprağına sahip olamaz.
Ne sizin gücünüz, ne ağababalarınızın gücü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü yıkmaya, yok etmeye yeter.
ANAYASA KURULTAYI size bir şeyleri anımsatmıyor mu? Anımsatmadı mı?
Yakında GERÇEK MİLLİ İRADENİN şahlandığı günlere de tanık olacaksınız…
Zamana ve modaya uyup, “Efendilerime yaranacağım” diye Atatürk’ün resimlerini, heykellerini, hitabesini bulundukları yerlerden kaldırmayın…
Altında kalırsınız.
Günü saati geldiğinde hesap vermekten kurtulamazsınız.
Ne diyordu Pir Sultan Dedemiz:

“ Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir”

Balyoz davasından tutuklu yargılanan ve Hasdal askeri cezaevinde yatan jandarma kurmay albay Mustafa Önsel’den ilginç bir mektup aldım. Biliyorsunuz, Balyoz davası tıkandı.
Sanıkların avukatları duruşmadan çekilmek zorunda kalınca, mahkeme adına yapılacak bir şey kalmadı. Mahkeme davayı kısa kesip bir an önce bitirmeye çalışıyor. Amaç, tutuklu muvazzaf subayların ilk Yüksek Askeri Şura toplantısında TSK’dan atılmasını sağlamak!
Sanıklar ise tarafsız bilirkişi istiyor, ayrıca Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman’ın mahkemede tanık olarak dinlenmesini talep ediyor. Bu isteklerin hiçbiri mahkeme tarafından kabul edilmiyor.
Önce bir gerçeği belgeleyelim. Bütün kurumlar gibi TÜBİTAK da artık iktidarın elinde. Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu, ne yazık ki bilimsellikten ve tarafsızlıktan sapmış durumda.
Önsel mektubuna belgeler eklemiş, ilginç hususları açıklıyor. İşte “Bilirkişi” olayından belgeli örnekler. Tarihlere dikkat ediniz:
-Mahkeme, Balyoz sanıklarıyla ilgili CD’lerin incelenmesi için işi TÜBİTAK bilirkişisine havale ediyor. Savcılık bu konuda TÜBİTAK’tan uzman bilirkişi istiyor. (Yazı tarihi 4 şubat 2010.)
-Savcılık aynı gün (4 şubat 2010) bilirkişi görevlendirme tutanağı hazırlıyor. Buna göre, Hayrettin Bahşi isimli şahıs bilirkişi seçilmiştir. İşlemlerin jet hızıyla yapıldığı anlaşılıyor!
-Aynı gün Hayrettin Bahşi, aynı tutanağın altına “Elden teslim aldım” diye imzasını atıyor, üstelik görevini tarafsız, bilim ve fenne uygun olarak hazırlayacağı konusunda, namusu ve vicdanı üzerine yemin ediyor!
-Ancak o tarihte yapılmış bir görevlendirme yok! TÜBİTAK, savcılığa yazdığı 9 şubat 2010 tarihli yanıt yazısında “Hayrettin Bahşi görevlendirilmiştir” diyor!
-Demek ki bilirkişi resmen görevli olmadan çalıştırılmaya başlanmış!
Bunlar yargının hassas terazisinde olmaması gereken şeyler. Bilirkişi seçilen şahıs, ortada resmi bir görevlendirme olmadan, gerekli yazışmalar ve tebligatlar yapılmadan göreve başlatılıyor…
Ve verilen olumsuz bilirkişi raporu doğrultusunda nice subaylar gözaltına alınıp tutuklanıyor.
***
Sanık subaylar işte bu durumlara isyan ediyor. Suçlandıkları CD’ler içerisinde bin’den fazla hususun gerçek dışı olduğunu belgeleyip kanıtladılar.
Masum olduklarını söylüyorlar, mahkemeyi inandırmaları mümkün olmuyor.
Albay Mustafa Önsel, bilirkişi yazışmalarının belgelerini göndermiş. Üniversite öğretim üyesi profesörlerin, yabancı kuruluşların verdiği raporlar yok sayılırken, AKP’nin bir yan kuruluşu olarak görev yapan TÜBİTAK’tan bir şahsın raporuyla insanların hayatı kaydırılıyor, çile çektiriliyor.
Önsel mektubunda şöyle diyor:
“İşin daha da ilginç yanı, Hayrettin Bahşi yanında, aynı raporda yine TÜBİTAK çalışanı olan iki bilirkişinin daha imzaları var. Erdem Alparslan ve Tahsin Türköz. Savcılığın görevlendirme yazısında bu iki isim de yok! Ayrıca yemin tutanakları da yok! Bunların bilirkişi olması mümkün değildir, dolayısıyla yazdıkları raporlar da geçersizdir.”
Acaba Adalet Bakanlığı, ya da iktidarın HSYK adlı kuruluşu bu olanları biliyor mu, ilgileniyor mu!
Eğer Önsel’in yazdıkları doğru değilse bir açıklama göndersinler, burada herkese duyurayım.

URUGUAYLI HANIMIN MESAJI
Sevgili okuyucularım, iktidarın bir de Türk Hava Yolları (THY) isimli bir kuruluşu var. Uçağa bindiğiniz zaman görmüşsünüzdür, Sözcü gazetesi hiçbir zaman yoktur. Ya ne vardır?..
Yandaş gazetelerin tümü vardır! Bunları her gün binlerce satın alıp yolculara dağıtırlar. Türkiye’nin ek ve kupon vermediği halde beşinci büyük gazetesi olan Sözcü’ye karşı alerjileri olduğu kesindir!
Şimdi size önceki gün Uruguaylı bir hanımefendiden, Andrea Moretti’den aldığım mesajı iletiyorum. Türkçe soyadını, kendisinin ve ailesinin başına iş gelmesin diye açıklamıyorum. Hemen not düşeyim, gazetecilik yaşamım boyunca ilk kez Uruguaylı birinden mesaj aldım.
“Ben Uruguaylı olan, 23 yıldır bu güzel ülkede yaşayan bir bayanım. Eşim ve çocuklarım Türk. Yazım hatalarımdan dolayı sizden özür dilerim. Eşimle THY uçağı ile Viyana’ya gittik. Kalkmadan önce hostesler gazete dağıtmaya başladılar. Sıra bize geldiğinde Sözcü istedik. Yok! Hostese niçin olmadığını sorunca ‘Kimse istemediği için elimizde kalıyor’ dedi.
İyice sinirlendik. Eşim yalan söylediğini söyledi. Arkadaki yolcu da Sözcü istedi, hostes aynı şeyleri söyledi. Ama bu yalanı söylerken hostesin yüzünü görecektiniz.
Ne yazık ki üzüntümüz bununla da kalmadı. Uçakta bulunan THY dergisine bir bakalım dedik. Keşke aklımıza gelmeseydi. Dergide 23 Nisan için İngilizce dahil bilgiler veriliyor. Dünyadan değişik çocukların geldiği, onların bayramı olduğu, nasıl kutlandığı falan anlatılıyor.
Atatürk’le ilgili bir tek satır yok. O kadar çok üzüldük ki. Dergideki adrese şikayet mektubu yazdık, e-posta adreslerimizi istediler, verdik ama henüz bir cevap alamadık.
İnşallah başımıza bir şey gelmez.
Ben seneler önce geldiğimde Türkiye başkaydı. Şimdi ise çocuklarım adına, herkes adına korkuyorum.
Benim görmediğim ve yapabileceğim bir şey var mı? Umudumu kaybetmek istemiyorum. Sizlere teşekkür ediyorum ve destekliyorum. Yazmaya devam edin gerçekleri korkusuzca. Saygılarımla.”
Böylesine tepkisiz, duyarsız, afyonlanmış bir toplumda bir Uruguay vatandaşı çıkıp bunları yazabiliyor. Ona ben de saygılarımı sunuyorum…
Ve o Uruguay vatandaşı bile “İnşallah başımıza bir şey gelmez…Seneler önce Türkiye başkaydı. Şimdi ise herkes adına korkuyorum” diyebiliyor.
***
Bundan bir süre önce hızlı trenle Eskişehir’e gidip geldim. Hem gidiş, hem de dönüşte trende aynı filmi gösterdiler:
“Cennetin Çocukları.”
Bir İran filmi imiş. Örtülü küçük kızlar, çarşaflı öğretmen, kara tahtada eski harflerle eğitim!..Filmin tamamı böyle.
Trende şikayet formu doldurdum, dönüşte burada yazı konusu yaptım. Bir süre sonra TCDD’den yanıt geldi:
Çok değerli bir filmmiş, şeriat propagandası yapılmıyormuş, ayakkabısı kaybolan bir küçük çocuğun öyküsü anlatılıyormuş!
On binlerce film arasında bula bula bunu bulmuşlar, yolculara kakalıyorlardı.
Al sana THY, al sana TCDD!
Al birini vur öbürüne!
Bütün kuruluşları ellerine geçirdiler, şimdi onun safasını sürüyorlar. Bakalım film ne zaman kopacak.

Deniz Feneri adı paylaşılamamış olacak ki, birisinin adı “Deniz Feneri”, diğerinin adı ise Deniz Feneri e.V adını taşıyor. Sıkça karşımıza çıkan “e.V” Almanca’da “eingetragener Verein” yani “kayıtlı dernek” anlamına gelen sözcüklerinin kısaltılmışı.

Tüzüğünde “Toplanan paraların muhtaç insanlara yardım amaçlı kullanılacağı” yer aldığı için Alman makamları “kamu yararına çalışan dernek” kabul etmiş ve vergiden muaf tutmuş. Sonradan “Asrın bağış vurgunu”nu görmüşler, tutuklamışlar.

Türkiye’de 2008 yılının eylül ayında soruşturmayı C.Savcısı Nadi Türkaslan yürütmeye başladı. Kapsamının genişliği dikkate alındı C.Savcıları Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz’de soruşturmaya dahil oldu.

“Onlardan önce bizi yargılarlar”
O soruşturmanın bir ateş topu olduğunu fark etmişlerdi. Bir Savcı, arkadaşlarına “Bu soruşturmayı bize bitirtmezler. Sanıklardan önce bizi yargı önüne çıkartırlar” dediği zaman diğer savcılar da aynı görüşte olduklarını söylediler.

Gerçekten öyle oldu. Soruşturmanın en kritik döneminde görevden alındılar. Görevden alınmakla kalmayıp haklarında dava açılması kararlaştırıldı. “Belgede sahtecilik ve görevi kötüye kullanmakla” suçlandılar.

Türkiye’de kamu görevlilerinin görevlerini baskı olmadan yerine getirmelerinin ne kadar zor olduğunun en somut örneğini Deniz Feneri soruşturması son anda ellerinden alınan C.Savcıları olayında gördük. Devlet adına hesap soranlardan “niçin soruyorsun?”un hesabı soruluyor.

O ifadeler “aklamak” için mi?
Soruşturmadan alınan 3 C. Savcısı, Türkiye’deki Deniz Feneri ile Almanya’daki Deniz Feneri e.V arasında bağlantıları saptamıştı. Ancak, iddianamede, Türkiye’deki Deniz Feneri ile ile ilgili “takipsizlik” kararı verildiği neredeyse 40-45 sayfada anlatılmış.

Deniz Feneri Derneği de, kendilerine yakın gördüğü gazetelere verdiği ilanla “takipsizlik” kararı aldıklarını duyurmuş. Şunu unutmayalım: Ceza Muhakemesi Kanuna göre, soruşturmanın konusu tüzel kişi değil, gerçek kişidir. Soruşturma ancak gerçek kişi için olabilir, soruşturma konusu olabilir, tüzel kişi olamaz.

Soruşturmayı yürüten C.Savcıları “Deniz Feneri Derneği tüzel kişilik” denilip takipsizlik kararı verilebilirdi. Kişilerin sorumluluğu varsa bunlar hakkında soruşturma sonucuna göre ya dava açılmalı ya da takipsizlik kararı verilmeliydi. Kısaca, “tüzel kişilik” şüpheli olamaz Dolayısıyla, “tüzel kişilik” şüpheli olamayacağı için hakkında “soruşturmaya yer olmadığı”na ilişkin iki satırlık kararın, sayfalarca anlatılmasına da gerek yoktu. Açıkçası bu ifadelerle adeta derneğe güç katıldı ve hakkındaki iddialardan da “aklanmış” oldu.

İddianame, ekleriyle uyumlu mu?
Deniz Feneri e.V bağlantılı soruşturma 374 klasörden oluşuyor. 526 sayfalık iddianamenin, belge ekleriyle uyumlu olup olmadığını bunlar açıklandığında göreceğiz. Ancak, “uyumlu” olmadığının işaretleri, iddianamede görülüyor.

İki Deniz Feneri arasında çok önemli bağlar olduğunu, soruşturması elinden alınan C.Savcıları belirlemişti. Deniz Feneri’nden yardım alan kişilerle ilgili “teslim edildi” belgeleri bakıyorsunuz Almanya’daki Deniz Feneri e.V’den de çıkıyor. Derneklerin iç içe çalıştığına ilişkin Savcıların ulaştığı çok önemli belgeler bulunuyordu.

Zimmetten açılması gerekirken
Türkiye’de dava açılanlara yönelik suçlama, iddianameye göre Deniz Feneri e.V’nin parasının sanıklar tarafından sahiplenilmesi nedeniyle Dernekler Kanunu’nun 32. maddesine göre dava açılmış oldu. Deniz Feneri e.V “kamu yararına çalışan dernek” sayıldığından, bu “güveni kötüye kullanma” değil, “zimmet” suçunu oluşturur. Ancak iddianameyi incelediğimizde “güveni kötüye kullanmak”tan dava açıldığını görüyoruz. Dernekler Kanuna göre “zimmet”ten dava açılması gerektiğini konuştuğum etkin hukukçular da dile getirdi.

Onlara mahkeme aranırken…
Deniz Feneri e.V bağlantılı davanın iddianamesi hazırlandı ama dava için Ankara Mahkemesi “şirketler İstanbul”da” diye yetkisizlik kararı verdi. Dosya İstanbul’a gidecek, onlar da “Ankara başladı, Ankara bitirsin” derse, bu kez Yargıtay’a gelecek. Kısaca, davanın ne zaman başlayacağı bile belirsiz…
Ya, soruşturmadan el çektirilen, “Deniz Fenerinden önce bizi yargılarlar” diyen C.Savcıları Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz’ün davası ne durumdu? Yargıtay 11. ceza Dairesi’nde, 4 Mayıs Cuma günü saat 09.30’da ilk duruşmaları yapılacak. Sanıyorum CHP Milletvekilleri onları yalnız bırakmayacaktır.

Anlaşılıyor ki, Deniz Feneri Davasına bakacak mahkeme bulunamadan, C.Savcılarının davası belki de sonuçlandırılmış olacak…

CHP’li Onur Öymen, eğitimci İbrahim Betil’in çeşitli uluslararası kaynaklardan derlediği sayıları ve yüzdeleri gönderdi. Eğitim alanında Türkiye’yi başka ülkelerle kıyaslayan rakamları aşağıda sunuyorum.
***
*171 ülke içinde ulusal gelir bakımından eğitim harcamalarına ayrılan paya göre sıralama: Danimarka (13), Tunus (17), İran (76), Uganda (129), Türkiye (132).
*Yetişkin okur-yazarlık oranı (Türkiye’ye göre ekonomik olarak daha az gelişmiş 194 ülkeyle karşılaştırma): Kazakistan (38), Uruguay (58), Türkiye (95).
*Toplam nüfus içinde ortaokullaşma oranı: 19 ülke içinde: Türkiye (113). Toplam nüfus içinde okullaşma oranlarında sıralamada 183 ülke arasında Türkiye (107). sırada.
*Toplam nüfus içinde lise diploması olanlar (yüzde): Çek Cumhuriyeti (91), ABD (88), Kanada (87), İsrail (80), Kore (78), İzlanda (65), Şili (50), Meksika (33), Türkiye (29).
*Türkiye’de ortalama okullaşma süresi 6.5 yıl. Bu, Türkiye’yi dünya sıralamasında 92. sıraya yerleştirmekte.
*173 ülkede okula gitme yılına göre sıralama: Malta (47), Namibya (97), İran (103), Kenya (108), Türkiye (115).
*Dünyanın eğitim alanında gelişmiş ülkelerinde, yıl olarak, zorunlu eğitim süreleri: Finlandiya (9), İsveç (9), Çin (9), Almanya (11-12), Avustralya (11-12), Yeni Zelanda (9-10).
*İlköğretimde kız-erkek oranı (Türkiye’ye göre ekonomik olarak daha az gelişmiş 185 ülkeyle sıralama karşılaştırması): Gambiya (4), Ürdün (22), Katar (69), Tunus (105), Türkiye (107).
*185 ülke arasında orta öğretimde kız-erkek oranı sıralaması: Türkiye (139), Sudan (140).
*Türkiye’de orta öğrenim diploması olan: Erkek (%46), kadın (%27).
*15-24 yaş grubu nüfusun okur yazarlığı (2003-2007)dünya sıralamasında, Türkiye: Kızlarda 89, erkeklerde 60.sırada.
*Kadın nüfusunun okur yazarlığı %79.6 ile Türkiye 140.sırada
*150 ülke içinde eğitimde eşitsizlik sıralaması: Türkiye (94.sırada), Namibya (95), Mozambik (96).
*2003-2008 yıllarında, 6-14 yaş arası kızların yüzde (%) olarak okula devam oranı (Türkiye’ye göre ekonomik olrak daha az gelişmiş ülkelerle karşılaştırma): Özbekistan (100), Ürdün (99), Ermenistan (98), Lübnan (97), Meksika (97), Suriye (96), Mısır (94), Tunus (93), Filipinler (89), Türkiye (87).
*Dünyada, 2003-2008 yılları, yüzde (&) olarak, kızların orta öğretimde okula devam oranı: Kazakistan (97), Bosna Hersek (89), Azerbaycan (80), Cezayir (65), Ortadoğu ve Kuzey Afrika (50), Türkiye (43), dünya ortalaması (47).
*152 ülke içinde, lise öğrenimi yapan nüfus içinde kadınların erkeklere oranı bakımından sıralama şöyle: Tanzanya (123), Zambia (124), Türkiye (125).
Türkiye’nin dincileri ve sağcıları nimetlerinden hamhumşarolop yararlandıkları Cumhuriyet’in gerçekleştirdiği devrimleri içlerine sindirememiştir. Cumhuriyetin kurduğu Öğretmen Okulları ve Eğitim Enstitüleri yapı ve ideal bakımından geliştirilerek korunsaydı, Köy Enstitüleri kapatılmasaydı yukarıdaki utanç verici tablo bugün olmazdı.
Dinciler ve sağcılar, ABD’nin kılavuzluğunda, 1950′den itibaren ülkemizin eğitim öğretim düzeniyle neredeyse her yıl oyun oynamıştır. Kimse bana, Köy Enstitülerinin kapatılmasına CHP döneminde (1946-1947) adım atıldığını, Yüksek Köy Enstitüleri’nin 1947-1948 ders yılında kapatılmış olduğunu söylemesin. Biliyorum! Bu cinayet CHP’nin içindeki ve dışındaki dinciler, sağcılar, mütegallibe ve feodaller tarafından işlenmiştir. Cesedi, 1954 yılında Demokrat Parti iktidarı tarafından gömülmüştür.
Oynanan oyunu Van’lı aşiret reisi ve Adalet Partisi Milletvekili Kinyas Kartal (1900-1986) çok iyi özetler. Van yöresinde 258 adet köyün sahibi olan Brukan aşireti reisi Kinyas Kartal, birçok kaynağa göre şöyle konuşur:
“Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören (SSCB Bakü Harp Okulu mezunu. Öİ) benim. Köy Enstitüleri bizim devlet üzerimizdeki gücümüzü yok etmeyi amaçlıyordu Köylü halk devletten çok bana bağlıdır. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmen gelince, benim gücümden başka güçler olduğunu anladılar. Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, kapattırdık.”
***
1950′den bu yana iktidara gelen sağ hükümetler ile askeri darbe hükümetleri Türkiye’nin ilk ve orta eğitimini dinamitleme yarışına girdi. Bu hükümetler, eğitim-öğretim planlaması yapmayı imam-hatipleri yasa dışı yollarla kayırmak olarak görmüşlerdir.
Amaç din adamı yetiştirmek olmadığı için, bu okullar imam ve hatip eğitim ve öğretiminde başarılı olamamıştır. Ama, bu okullardan birinin sıradan mezunu olan günümüz Başbakanı, “İHL’ler bu ülkenin gözbebeği olacak” derken, bu sözlerin Türkiye toplumunu ikiye böleceğini anlayacak düzeyden uzak görünmektedir.
O anlamayabilir ama biz kendisine yaptığı işin ne anlama geldiğini inat ve sabırla anlatacağız.

Bekir Coşkun, önceki gün organ karışıklığıyla ilgili enfes bir yazı yazdı.
Organlarını karıştıran adamın, tedaviden sonra hangi organın nerede olduğunu bilmesi ve kafasını göstererek “eee… Buna döt derler” diyerek övünmesi, derslerle dolu…
Bekir Coşkun’un bu çağda hâlâ bu fıkra üzerinden mesaj vermek durumunda kalması, elbette onun suçu değil! Nitekim her gün Bekir Coşkun’u haklı çıkaran örneklerle karşılaşıyoruz.
ATATÜRK’Ü DÜŞMANLARI BİLE ANLAMIŞKEN…
Örneğin BDP’li milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” sözlerinden ne anladığını TBMM kürsüsünden şöyle açıklıyor: “Bu söz barışın değil, teslimiyetin ve acziyetin ifadesidir.”
Durumu daha da vahim kılan ise Sırrı Süreyya Önder’in bu yorumu, Suriye’ye saldırıyı savunurken “Büyük Atatürk”e yaslanan AKP milletvekili Ömer Çelik’e karşı söylemesidir!
Yani karışan sadece organlar değildir!
DİYAP AĞA’YA İHANET
Sırrı Süreyya Önder’in “O söz bir barış havariliği değildir. Bunu herkes yanlış biliyor.” diyerek başladığı konuşması burada kalsaydı, “cehalet” der geçerdik. Ancak Sırrı Süreyya Önder’in şu sözleri, cehaletten öte tarihe ihanet içinde olduğunu göstermektedir:
“Biz yutta sulhu istiyoruz, cihanda sulhu istiyoruz değil, o bir teslimiyetin ve acziyetin ifadesidir. Bu Misak’ı Milli’den vazgeçme durumunun formüle edilmiş biçimidir. Biz yani Hatay’la, Suriye’yle, Irak’la, Musul’la bütün taahhüt ve taleplerimizden vazgeçiyoruzun Atatürkçesidir.”
Sırı Süreyya Önder bu sözleriyle sadece tarihe değil, Diyap Ağa’ya da ihanet etmiştir!
ATATÜRK TESLİM OLMADI, TESLİM ALDI!
Atatürk’ün teslimiyetçi olduğu saçmalığı, en az irticacıların Atatürk’ü İngiliz ajanı diye suçlamaya kalkması kadar saçmadır, yalandır, haincedir!
İrticacıların türbanı savunmak için “keşke İngilizler bizi yönetseydi” diyebilmesinde bile bir mantık bulunabilir ama ayrılıkçı Kürtçülerin Atatürk’ü teslimiyetçi diye suçlamasında en ufak bir mantık bulunamaz!
Hadi İngilizlerin Mondros’unu, Sevr’ini kimin imzaladığını unuttunuz… Bari 17 Kasım 1922 günü İngiliz zırhlısı Malaya ile kaçanın Vahdettin olduğunu hatırlayın!
DAVUTOĞLU’NUN ATATÜRK YORUMU
Ömer Çelik’in “Büyük Atatürk” demesine gelince…
Ne zaman kamuoyunun geçit vermeyeceği Atlantik görevlerine soyunsalar, akıllarına Atatürk gelir. Milletin Atatürk sevgisini ABD görevleri için kullanırlar…
Kenan Evren’in de Kemalizm’i, “Yüce Atatürk” diye diye tasfiye ettiği belleklerdedir.
Tıpkı Ömer Çelik gibi Ahmet Davutoğlu da ABD’nin Suriye görevi için Atatürk’e yaslanmak zorunda kalıyor.
MHP Milletvekili Lütfü Türkkan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na “Suriye’de tutuklu 49 Türk istihbaratçı” iddiasını sordu geçenlerde. Yanıtta ilginç bir ayrıntı vardı:
“Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana dış politikamızın temel dayanağını oluşturan ‘yurtta barış, dünyada barışanlayışımız, gerek bunun günümüze yansıması olarak dile getirdiğimiz ‘komşularla sıfır sorun’ ilkesi, Türkiye’nin etrafında bir barış, istikrar, güvenlik ve refah kuşağı oluşturulmasını hedeflemektedir. Suriye’deki gelişmeler de bu mercekten izlenmektedir.”
Meğer Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” ilkesi, Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin günümüze yansımız haliymiş!
AKP’nin takîyecilikte sınır tanımadığını da böylece öğrenmiş olduk!
Ama daha önemlisi, mecbur kaldıklarında Atatürk’ün komşularla barış istemesini bile sömürmekten, Suriye’ye saldırı ve Kuzey Irak’ı himaye gibi görevlerine alet etmekten geri durmayacaklarını görmüş olduk!
ATATÜRK KARŞITI CEPHE
AKP ve BDP el ele önce Atatürk’ün Cumhuriyetini yıktılar, şimdi de Cumhuriyetçilerin içindeki Atatürk’e saldırıyorlar!
Atatürk’ün partisi CHP ise Yeni Türkiye’nin Yeni Anayasası için kendini yeniliyor!

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yurt genelinde “Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması” yapmış. Sonuçlar ürpertici.

Sinema ve tiyatroya hiç gitmeyenlerin oranı yüzde 74.4!
Gençliğimde Beyoğlu’nda adım başı tiyatro vardı. Pazartesi dışında her gece İstanbul’da 401 özel tiyatro perde açardı. Hepsi dolu oynardı. Daha gişe açılmadan gişe önünde kuyruk oluşurdu. O zamanlar İstanbul’un nüfusu Adalar dahil 300.000 kişi idi.

1980′de Küçük Sahne’de Şahları Da Vururlar’ı oynadığımızda, gişenin önündeki kuyruk, atlas Pasajı’ndan sokağa taşar, Taksim’e doğru uzayıp giderdi. Pazartesileri 15 günlük biletler satışa sunulurdu. Her pazartesi kuyruğun önünde karaborsacılar olur, değişik seanslara tomar tomar bilet alırlar, oyun girişinde fahiş fiyatla satarlardı bu biletleri.

-Sayende araba aldım, allah senden razı olsun ağbi!
diyen karaborsacı tanıdım.

İstanbul’da hayatında hiç tiyatroya gitmemiş birine rastlamak mümkün değildi! Şimdi gidene rastlamak mümkün değil.

Araştırmaya göre, ara sıra sinemaya ya da tiyatroya gidenlerin oranı yüzde 22. Soruya “ara sıra” diye yanıt verenlerin, bir bölümü, hiç gitmedim demeye utananlardır. Ara sıra kavramını geniş zaman dilimine yayanlar da vardır, 5 yılda bir gitmek de ara sıra sayılabilir. Sık gidenlerin oranı yüzde 3.3. Onlarında sıklıkla kasıtları nedir, bilinemiyor. Haftada bir değil herhalde. Ayda bir mi? Yılda yarım mı? (birinci perdeden sonra çıkanlar!)

Kitap okuma konusunda, hiç okumayanlar yüzde 44! Korkunç bir oran. Sık sık okuyanlar yüzde 12.8. Bunların çoğu da Elif Şafak ve Orhan Pamuk okuyanlardır herhalde.

Mutluluk konusundaki sonuç şaşırtıcı. Çok mutsuzlar yüzde 0.4! Ben bu gruba giriyorum. Ve fakat ne kadar azız! Sadece mutsuzlar yüzde 2.4! Toplam mutsuzlar yüzde 2.8 ediyor. Soruya “orta” diye yanıt verenler yüzde 20.5. Orta ne demek? Galiba bunların bir bölümü, mutsuzum demekten korkanlar. Mutluyum diyenlerin oranı yüzde 59.6! Çok mutlular yüzde 17. Mutlu olanların toplamı yüzde 76.6! İnanılacak gibi değil, herkes neden ve bu kadar mutlu?

Ülkenin içinde bulunduğu manzara karşısında bu kadar insanın mutlu olabilmesini aklım almıyor. Bakanlıktan gelen anket memuruna, mutsuzum demekten mi korkuyor herkes?

Araştırmanın sonucu AKP’nin ilk seçimde daha çok oy alacağını gösteriyor.

Mutluluklar Türkiye!

AKP’ye oy vermeyenlerin hepsi hapse girince ortalık süt liman olacak. Limanda başı bağlı martılar uçacak!

Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet savcılığı tarafından yürütülen “28 şubat soruşturması” kapsamında hakkında soruşturma başlatılacağı hükümete yakın yayın organlarında sıkça gündeme getirilen dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, “Genelkurmay Başkanı Karadayı, yardımcısı Çevik Bir dahil bir tek askeri yetkili değil ‘Vural Savaş’ın Refah Partisi’nin kapatılması için dava açacağını biliyorduk, tahmin ediyorduk’ desinler, yalan bile olsa ben kendimi dünyanın en aşağılık insanı ilan edeceğim” dedi.

Döneme ilişkin bazı gerçeklerin farklı bir biçimde yansıtıldığına dikkat çeken Vural Savaş, SÖZCÜ’nün sorularını şöyle cevaplandırdı:

RP ile ilgili gerçekler
“Refah Partisi’yle (RP) ile ilgili açtığım dava ile ilgili her işlemim ve kullandığım tabirler Yargıtay 1. Başkanlık Kurulu tarafından incelenmiş ve oybirliğiyle yaptığım işlemlerin ve kullandığım tabirlerin dosya içeriğine uygun olduğu kabul edildiği gibi, RP’nin kapatılması için açtığım da Anayasa Mahkemesi’nde 2’ye karşı 9 oyla kararlaştırıldı. Bu konuda RP’nin yaptığı başvuruyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) götürdüler. AİHM’de 1’e karşı büyük bir oy çokluğuyla istemi reddedip haklılığımızı tescilledi. Daha sonraki davalarda da RP’nin kapatma davasına atıf yapmış ve böylece RP’yi kapatma davası örnek alınacak bir Avrupa içtihadı haline geldi.

RP’yi kapatma davasının haklılığını ve Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararını AİHM’de savunan kişi ise AKP’nin en önem verdiği, kendisine Anayasa taslağı hazırlatılan Anayasa hukukçusu Prof.Dr. Ergun Özbudun’dur.

Beni Genelkurmay’dan aradılar

RP’nin kapatılmasına ilişkin iddianamede, gazete kupürleri ve Batı Çalışma Grubunu’nun (BÇG) belgelerini kullandığım iddia ediliyor. Bunlar da yalan. RP’nin kapatma davasına ilişkin iddianamemde bir tek gazete kupürüne yer verilmemiştir. BÇG belgelerini kullandığım ise tamamen yalandır. Aksine, RP’nin kapatma davasını açtığım 22 Mayıs 1997’de tarihinden bir gün sonra Genelkurmay Başkanlığı’ndan ismini hatırlayamadığım bir paşamız bana telefon etti, ‘Vural Bey, bizim elimizde de belgeler vardı. Keşke bizim de haberimiz olsaydı’ dedi. Ben de ‘Dava açıyorum, elinde belgesi olan getirsin diye ilan mı verecektim’ dedim.

Kısa süre sonra, Genelkurmay’dan BÇG’nin belgeleri olduğu iddia edilen bir yığın belge geldi. Açılan bir davaya ilişkin olduğu için hepsini Anayasa Mahkemesi’ne gönderdim. Davanın açıldığı tarih belli, Genelkurmay’dan gelen belgelerin Anayasa Mahkemesi’ne çok sonra gönderildiği belli.

Evet, brifinge katıldım
Ben 22 Mayıs 1997’de RP’nin kapatılma davasını açtım. Son dönemde televizyonlarda hemen her gün gündeme getirilen ‘yargıya brifing’ ise 10 Haziran 1997’de yapıldı. Brifing tarihinden 15 gün öncesine kadar ben Çin’deydim. Brifingin yapılacağı gün Çin’den döndüm ve o brifinge katıldım. Ancak hatırladığım kadarıyla dönemin Sayıştay Başkanı Vecdi Gönül dahil üst düzey yargı mensuplarının hemen hepsi bu brifingeydi. Görülmekte olan RP kapatma davası olduğu için Anayasa Mahkemesi üyeleri katılmasa daha iyi olurdu.

Kendimi ‘en aşağılık insan’ ilan edeceğim
Şunu iddia ediyorum: O dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, yardımcısı Orgeneral Çevik Bir dahil bir tek askeri yetkili değil ‘Vural Savaş’ın RP’nin kapatılması için dava açacağını biliyorduk’ desinler, yalan bile olsa ben kendimi dünyanın en aşağılık insanı ilan edeceğim. İnanın, davayı açtığım 27 Mayıs 1997’den birkaç gün öncesine kadar o tarihte dava açacağımı ben dahi bilmiyordum. RP hakkındaki iki soruşturma, dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan tarafından engellendiği yazılı olarak bildirilince, 8 klasör olan söz konusu partiyle ilgili dokümanları evime götürüp iddianameyi yazmaya başladım. ‘Anılarım’ adlı eserimde bunu ayrıntılı olarak anlattım.

Askeri darbe olabilirdi
28 şubat sürecinde Süleyman Demirel gibi tecrübeli bir cumhurbaşkanı, İsmail Hakkı Karadayı gibi sorunun askeri müdahalelerle çözülmesini istemediğini bildiğim bir genelkurmay başkanı, benim gibi hukukun gereğini cesaretle yapacak bir başsavcı olmasaydı, ABD güdümünde bir askeri darbe olabilirdi. Demirel’in bana söylediklerini günü gününe yazdım.
O süreçte görevde bulunan bazı üst düzey komutanların basına yansıyan açıklamalarında ‘Biz nizamiyenin kapısından döndük’ deniliyor. Onları nizamiyenin kapısından Erbakan mı veya başka siyasiler mi döndürdü? Bu soruya verilecek doğru cevap Demirel’in tespitinin ne kadar haklı olduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. .

Karşı devrim sürecine girildiğini gösterir
“Onursal Yargıtay C.Başsavcısı’nın yargılanması gerekiyorsa yargılanacağı yer Anayasa Mahkemesi’dir. Tüm bu hususlar ortadayken, görevimden dolayı yaptığım işlemler ve açtığım kapatma davası hakkında yetkili olmadığı halde özel yetkili bir savcının soruşturma yapmaya kalkışması ancak iddia edildiği gibi bir karşı devrim sürecine girdiğimizin kanıtlarından birisi olabilir.”

MGK kararına karşı pompalı itirazı
28 Şubat kararlarından önce pompalı silahlard Yargıtay tarafından “suç aleti” olarak kabul edilmiyordu. MGK kararında, pompalı silahların ruhsata bağlanması önerilmişti. Söz konusu kararlardan sonra Yargıtay 8. Ceza Dairesi, pompalı tüfek bulundurmayı suç kabul eden bir karar verdi. Ben, ‘28 Şubat kararları kanun değildir, kanun değişikliği olmadan pompalı tüfek bulundurmanın suç haline getirilmesinin yasal olmadığına’ ilişkin ceza genel kuruluna itiraz ettim. İtirazım kabul edildi.

Brifinge katıldığı için eleştirilen Özden SÖZCÜ’ye konuştu:


Bugün olsun, o brifinge yine giderim

28 Şubat döneminde, Genelkurmay Başkanlığı tarafından yargı mensuplarına verilen brifinge katılanlar, hükümete yakın yayın organları tarafından hedef gösteriliyor. Bunlar arasında dönemin Anayayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden de bulunuyor. Özden, “Bugün olsun, o brifinge yine giderdim. Gittiğim için hiçbir zaman pişmanlık duymuş değilim. Memlekette olup bitenler konusunda Devlet arşivinde olan konularla ilgili bilgilendirilmiştik. Bunda ne sakınca var?” dedi.

Genelkurmay Başkanlığı’nın verdiği brifinge “28 Şubat brifingi” denilmesinin, sonraki olayları amaçlı bir biçimde saptırarak 28 Şubat’ı sömürmeye dönük olduğunu öne süren Yekta Güngör Özden, SÖZCÜ’nün sorularını şöyle cevaplandırdı:

Genelkurmay’dan telefon
Refah partisi (RP) hakkında hiç ummadığınız bir zamanda, hiçbir ön bilgimiz olmayan kapatma davası Mayıs ayında açıldı. Haziran ayı ortalarına doğru, Genelkurmay Başkanlığı’dan gelen telefonda, yargı mensupları için ‘bilgilendirme toplantısı’ yapılacağı söylendi. Brifingin içeriğini sorduğumda, ‘filmlerle ülkedeki duruma ilişkin ayrıntı verileceği’ belirtildi.
Sezer brifinge katılmadı
Genelkurmay’ın brifing davetini ben de Anayasa Mahkemesi üyelerine söyledi. Onlara, ‘bu brifinge isteyen gelir. İsteyen gelmez’ dedim. Çoğunluğu gelmekle birlikte gelmeyenler de oldu. Örneğin, Ahmet Necdet Sezer (Daha sonra 10. Cumhurbaşkanı oldu) yoktu. Brifing için kimseden bir itiraz da gelmedi.

‘Silah kullanacağız’ denilmedi
Toplantının başında ve sonunda bir korgeneral konuştuğunu hatırlıyorum. Başında, neden toplantı yapıldığını belirtip görüntülerin izleneceğini, sonunda da toplantıya katıldığımız için teşekkür edildi. Bize ülkedeki anarşik olayların filmleri gösterildi. İrticai faaliyetler ve bunlarla ilgili görüntüleri izledik. Orada gerek iktidar partisi ya da herhangi bir siyasi parti için olumsuz sözler söylenmediği gibi ‘gerekirse silah kullanacağız’ gibi bir söz de kesinlikle edilmedi.
10 dakika alkışlama durumu yok
Korgeneralin, ‘katıldığınız için bizlere teşekkür etti’ eden sözlerinden sonra kendisini alkışladık. Basında iddia edildiği gibi ayağa kalkıp 8-10 dakika alkışlamak gibi bir durum olmadı.
Bu toplantıda, 28 şubat kararlarından Anayasa Mahkemesine açılan RP’nin kapatma davasından asla söz edilmedi. Oraya katılanlar, brifing etkisiyle kanılarını değiştirecek ya da başka türlü bier zaafa düşecek insanlar değillerdir. Yararlanma olsa bile duygularını kararlarına yansıtacak kimseler yargıç olamazlar. Bir vatandaş olarak edindiklerimizi, kendi eleştirilerimiz ve değerlendirme hakkımız saklı kalarak belleğimize geçirilir.

Gitmek niçin suç olsun?
Bizi davet eden Genelkurmay Başkanlığı. Devletimizin en önemli organlarından birisi. Üstelik gidip gitmeme sizin isteğinize bağlı. Çocuk değiliz ki birisi elimizden tutup götürsün. Genelkurmay’a gidişin ne sakıncası va? Yasalarda böyle bir suç öngörülmüş mü? Kendileri brifing almıyorlar mı? Bu tür toplantılara hiç katılmadılar mı? Kararlarını o toplantılara göre mi verdiler?
Hepsi Devletin arşivinde
Şunu çok açık yüreklilikle söylüyorum, bugün aynı durum olsa yine giderim. Gittiğim için pişmanlık duymuş değilim. Tersine bilgilendim. Gidemediğim, göremediğim yerleri ve tanımadığım kişilerle ilgili bizzat eylemleri gördüm. Değişik yörelerdeki irtica kalkışmaları, olaylarıyla izlettirdiler. Bunlar zaten Devletin arşivinde. “

Suriye… Ve Atatürk - Emin Çölaşan
Suriye rezaleti sürüp gidiyor. Hükümetin başındakiler Suriye hakkında ipe sapa gelmez laflar ediyor, posta koyuyor…
“Suriye bizim iç meselemiz!”
Dostumuz veya düşmanımız olsun, bir ülke için böyle sözler söylenemez. Suriye bizim ilimiz mi? Tayyip’in valisi ile mi yönetiliyor? Ne demek iç meselemiz?
Hariciye Nazırı Davutoğlu Ahmet Meclis kürsüsünden önceki gün yine esti gürledi, Esad’a posta koydu!
“Ortadoğu’da değişim dalgasını artık biz yöneteceğiz. Suriye rejimi bir tehdittir. Er geç yıkılacaktır. Suriye hakkında ne konuşulacaksa, artık İstanbul ve Ankara’da konuşulacak. Yeni Ortadoğu’nun sahibi biziz!..”
Valla helal olsun!..Cart curt’un bu kadarı şimdiye kadar hiç duyulmamıştı!
***
Suriye’de olaylar oluyor. Birileri Esad rejimine karşı ayaklanmış. Bizim hükümet ise isyancılardan yana açık tavır koymuş, ABD’den gelen emir ve direktifler doğrultusunda Esad’ı devirmek için çaba harcıyor. Niçin?..
Çünkü Esad devrilince yerine şeriatçılar, Müslüman Kardeşler örgütü gelecek! Tam bizimkilerin istediği şey.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım ve kendimizden bir örnek verelim.
Yıllardır PKK terörü ile boğuştuğumuzu bütün dünya biliyor. Varsayalım terör olayları yoğunlaştı, kitlelere yansıdı, İstanbul ve Güneydoğu’da yüz binlerce silahlı insan sokağa dökülüp Türkiye Cumhuriyetine karşı isyan bayrağı açtı.
Hükümetin gitmesini, Kürdistan kurulmasını, kendilerine özerklik verilmesini istiyorlar. Bu amaçla silaha sarıldılar. Her gün askerimizi ve polisimizi şehit ediyorlar.
Dünya kamuoyu bu olayla ilgilenmeye başladı. Ordumuzun isyancılara karşı silah kullanması dünyada büyük tepki yarattı, Birleşmiş Milletler arabulucu heyetleri Türkiye’ye gelmeye başladı!
Esad veya herhangi bir ülkenin başındaki kişiler ise bizim isyancılara yardım ediyor, destek veriyor.
Biz bu durumda ne yapardık? Çok büyük tepki göstermez miydik?..
Devlet, isyancı güçlere karşı bütün gücüyle karşı koymaz mıydı?
Sadece Türkiye için düşünmeyin, her ülke aynı şeyi yapardı. Esad da ülkesinde onu yapıyor.
***
Ben Esad’ın babasının oğlu, ya da avukatı değilim. Onun sıkı rejimini de bilenlerden biriyim. Ama bir rejimin ABD’nin çıkarları doğrultusunda devrilmesinin, yönetimin aynen Mısır’da olduğu gibi İslamcılara verilmesinin karşısındayım.
Bu olayda Türkiye’nin Tayyipgiller eliyle ABD’nin taşeronu olarak kullanılmasını hazmedemiyorum.
Eğer Esad rejiminden herhangi bir düşmanlık gördüysek, Suriye yönetimi bizim ulusal çıkarlarımıza ters düşen işler yapıyorsa, Tayyipgillerin bunu Türk milletine açıklaması gerekir.
Ama ortada böyle bir olay yok. Daha düne kadar karılı kocalı vaziyetlerde Esad ailesi ile sarmaş dolaş olanlar, karşılıklı ziyaretlerde öpüşüp koklaşanlar, dostluk mesajları verenler, iki ülke arasında vizeyi kaldıranlar, sınırları açmak için mayınları temizleme kararı alanlar, şimdi bir bakıyoruz ki durup dururken Suriye düşmanı kesilmişler ve başımıza hayali bir düşman yaratmışlar!
***
ABD oturup kendi çıkarlarını düşünmüş ve kararını vermiş:
“Ortadoğu’da bizim kucağımızda oturmayan bir İran kaldı, bir de Suriye. Ötekiler, Türkiye dahil tümüyle devşirildi. Şimdi, çoğu bizim elimizde bulunan Irak Kürdistanı petrollerini İran’ın erişemeyeceği bir yerden, Suriye üzerinden, Akdeniz yoluyla satacağız. Böylece Kürdistan petrolünü kurtarmış olacağız. Bunun tek yolu da, Esad’ı devirip Suriye’de kukla bir rejim kurmaktır…”
İşte, Tayyipgillere iletilen mesaj bu idi!
“Haydi Tayyip, görev başına! Esad’ı düşman ilan et, senin yardımınla devireceğiz.”
Hikayenin, daha doğrusu rezaletin özü işte bundan ibarettir sevgili okuyucularım. Oynanan bu oyunu hepimizin iyi bilmesi, iyi algılaması gerekiyor.
***
Burada sizlere yüz kızartıcı bir olaydan daha söz edeyim. Yabancı gazeteciler fotoğraflarla belgeledi. Suriyeli isyancılar, ellerinde silahlarıyla, üzerinde Türk Kızılayı yazan çadırların içerisinde poz veriyorlar.
Demek ki bizim paramızla iş gören Kızılay tarafından hazırlanan çadırların bir bölümü isyancıların eline verilmiş.
Kim verdi bu çadırları onlara? Bu nasıl rezalettir, nasıl sorumsuzluktur. Bir insani yardım kuruluşu olması gereken Kızılay bile siyasete alet olmuş, Suriyeli isyancılara çadır sağlıyor!
Kim verecek bu inanılmaz rezaletin hesabını?

VE ATATÜRK HATAYI’I ALDI
Suriye deyince, akıllara Atatürk dönemindeki Hatay olayı geliyor. Ancak o zaman Suriye diye bir devlet yoktu. Bütün Suriye, Hatay gibi tümüyle Fransa’nın elindeydi.
Hatay nüfusunun çoğunluğu Türk ve Müslümandı ve Atatürk, kendisine 1921 yılında Fransa tarafından verilen söz doğrultusunda, Hatay’ın Türk toprağı olduğunu savunuyordu. Amacı Hatay’ı Türkiye’ye katmaktı.
Yıl 1937. Hükümet bu konuda ürkek ve çekingen davranıyor, isteksiz görünüyor.
Şimdi ötesini o dönemde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olan Hasan Rıza Soyak’ın kitabından okuyalım.
“Atatürk’ten Hatıralar.” (Yapı Kredi Bankası Yayınları)
Soyak kitabında, Atatürk’ün kendisine söylediklerini anlatıyor. Fransızlar silaha sarılırsa ne yapılacağını sorduğunda şu yanıtı alıyor:
“Çocuk, Fransız sefirine de defalarca söyledim. Bu dava benim şahsi davamdır ve icap ederse yine şahsen halletmem gerekir. Şayet böyle bir zorunluluk karşısında, yani işi silahlı bir hareketle halletmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum.
Böyle bir durumda derhal Devlet Reisliğinden, hatta mebusluktan istifa edeceğim. Serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bunun her zaman imkanı ve çok emin yolları vardır.
Oradaki mücahitlerle ve anavatandan kaçıp bize katılacağına şüphe etmediğim kuvvetlerle, meseleyi yerinde ve içten halletmeye çalışacağım.
İsterse Türkiye hükümeti beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder ve hakkımızda takibat da yapar.
Fakat çocuk göreceksin, yakında bu dava istediğimiz şekilde halledilmiş olacaktır. Yeter ki biz işi ciddiyetle takip edelim, bir takım vesveselere kapılıp gevşek davranmayalım.”
***
Yurtseverlik ve devlet adamlığı işte budur. Atatürk bu sözleri 1937 yılında söylediği zaman ortada ABD veya başka güçlerin çıkar hesapları yoktu. Başkalarından emir almıyordu. Sadece ulusal çıkarlarımız açısından düşünüyor, emperyalist Fransa ile silahlı çatışmayı göze alırken, “Gerekirse hükümet beni asi ilan eder” diyordu.
Sadece kendi ülkemizin çıkarları için her şeyi göze almıştı, bugün olduğu gibi kimseye uşaklık etme peşinde değildi.
Diplomatik ilişkiler sürüyordu. Atatürk hastaydı ve yavaş yavaş sağlığını yitiriyordu. Buna rağmen bir Mersin gezisi yaptı, Hatay sınırlarında nutuk verdi…
İlk Türk askeri birliği, temmuz 1938’de albay Şükrü Kanatlı komutasında Hatay’a girerken büyük tezahüratla karşılandı. Atatürk, silahlı direniş olmayacağını doğru tahmin etmişti.
Hatay’da seçim yapıldı ve Türk çoğunluk kazandı.
Eylül 1938’de toplanan Hatay Meclisi, devlet başkanlığına önce Abdülgani Türkmen’i, sonra Tayfur Sökmen’i seçti.
Resmi adı Meclis kararıyla Hatay Devleti olan bu yeni devletin bayrağı, bizim bayrağımızdı. Tek farkı, yıldızın içi dolu değildi ve çizgilerle gösterilmişti.
Başımızda ne idüğü belli olmayan tipler değil, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir dünya devi vardı ve Hatay bir tek kurşun bile atılmadan, onun ağırlığı ve çabalarıyla Türkiye sınırlarına katılmıştı.
Bir şimdikilerin gülünç Suriye tantanasına bakın, bir de Atatürk’ün yaptığına…
Şimdikiler almış ABD’yi arkalarına, onların emirleri doğrultusunda Suriye atraksiyonu yapıyorlar!
Atatürk’ün arkasında ne ABD vardı, ne de başkaları. Hatay’ı tereyağdan kıl çeker gibi almıştı. Bugünküler gibi cart curt etmeden!..Hatay devletinin 1939 yılında Türkiye’ye katılma kararı aldığını görmeye, ne yazık ki ömrü yetmedi.
O günlerle şimdiyi kıyaslayın, farkı anlayın!

“Anayasa Platformu” girişim grubu adı altında bir araya gelen 13 meslek kuruluşu ve sendika konfederasyonu tarafından düzenlenen “Türkiye Konuşuyor Vatandaş Toplantıları’nın on üçüncü ve sonuncusu, 28 Nisan 2012 Cumartesi günü İstanbul Ataköy Atletizm Salonu’n da yapıldı. Ankara Odalar Birliği‘nin daveti üzerine oradaydım.
AKP ‘in hazırlamış olduğu ve CHP ile MHP ‘in de desteklediği anayasayı merak ettiğim için oradaydım tabi.
Ses düzeninin salonda feci akustik yaratması ve konuşulanları anlamamamız dışında görüntü olarak organize çok güzeldi ama hiç coşku yoktu. Konuklar için on kişilik yuvarlak masalar hazırlanmış ve masa numaraları büyük beyaz balonlar üzerine yazılarak tavana doğru yükseltilmişti. Salona girip bu balonları gözlediğiniz zaman hangi numaralı masada oturacağınız belli oluyor, aranmıyordunuz. Bu hem salona güzel bir hava vermişti hem de katılımcılara büyük rahatlıktı. Çay, kahve açık büfe vardı. Öğle ve akşamüstü sandviçlerle meyve suları meyveler dağıtıldı. Prof. Oğuz Babüroğlu’nun idare ettiği toplantıda başlıca konular şunlardı.
1---İfade özgürlüğü ve siyasal örgütlenme özgürlüğü.
2---Siyasal iktidarın denetlenmesi ve dengelenmesi.
3---Kamu hizmetlerinin niteliği(eşit biçimde yararlanma +tarafsızlık ilkesi.
4----Ekonomik ve sosyal haklar, sosyal devlet ilkesi ve pozitif ayrımcılık.
5----Birlikte yaşama.
6---Hükümet sistemi.
7----Yerel yönetimler.
8---Seçimler ve siyasal partiler.
9---Doğa ve kültürel varlıklar.
10---Devlet-din ilişkileri.
Evet, konular bunlardı. Baktığınız zaman ne kadar masum ve yararlı olduklarını düşünüyor insan değil mi? Ama kazın ayağı hiçte öyle değildi.
Bu konular salonun çeşitli yerlerine konan büyük ekranlarda yer alıyor sonra beyin yıkayıcı ve şaşırtıcı cümlelerle ucu açık sorularla bırakılıyordu.
Genelleme yaptığımda Sevr Antlaşmasında ve İkiz Sözleşmelerde yazılan şartlar çeşitli kelime, cümle oyunları ile süslenerek soruluyordu. Yani anlayacağımız tuzak sorulardı bunları anlayabilmek için ya politikanın içinde olmalı ya da yakından takip etmeliydi insan.
Kısacası Ortadoğu haritasını belirlemek için hazırlanmıştı sanki.
Özetlemeye kalkarsam soruların esas amacı gün gibi aşikârdı. Rejim değişikliğinden tutun Türkiye’yi bölecek yerel yönetimlerin özerkliğine kadar tuzak sorulardı.
Mesela;
Cumhurbaşkanının yetkileri kısaltılsın mı? Böyle kalsın mı veya artırılsın mı?
Cumhurbaşkanı başbakanlık yetkilerini de alıp başbakanlık kalksın mı?
Yerel yönetimleri güçlendirmek için merkezden yönetilmesi kalksın mı?
Birlikte yaşama için azınlıklara istedikleri haklar verilsin mi?(Özerklik)
Yargı bakanlık sisteminden kalkıp başbakanlığa veya cumhurbaşkanlığına bağlansın mı?
Devlet din işlerinin içerisinde olsun mu? Olmasın mı?
Birlikte yaşamak için etnik kökene özgürlük adına istediği haklar verilsin mi?
Dediğim gibi başta masum gibi yazılan 10 madde içine girildiğinde bu sonuçlar çıkıyordu.
Salonda sessizlik hâkimdi. Benim bulunduğum masada iki AKP li vardı ki bunlardan teki emekli derneklerinden birinin başkanıymış. Haliyle iktidarı met edip duruyorlar ve sorularda bizi ikna etmeye çalışıyorlardı. Ama tam tersi oldu diyebilirim. Onların anlamadıklarını biz masadakiler anlatınca anlamış oldular. Yine de bazı konuları tam anlatamamıştık veya öylesine beyinleri yıkanmıştı ki anlamak istemediler. Mesela Padişah Vahdettin’i kafalarında çok güzel çizdirmişler sanki özlem içerisindeler gibi.
Her bir konu ile ilgili bilgi verilirken(Prof. Oğuz Babüroğlu) salondaki akustikten hiç birisi anlaşılmıyordu tartışmanın konusu ekranlara güzel ama gizemli sözlerle yansıtılıyordu. Elektronik aletlerle oylama yapılıyordu. Bu yeni anayasaya muhalif olanların oyları belliydi ve salonun yarısı gibiydi bu da. Basına veya kamuya nasıl yansıtılacak bilemem.
Derken TBMM. Başkanı Sn. Çiçek ve (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Ak Parti, CHP, MHP ve BDP'nin Anayasa Komisyonu üyeleri, 13 sendikanın temsilcisi toplantıya katıldılar. Dedim ya hiç coşku yoktu diye, lütfen cansız alkış sesleri oldu, o kadar. Çiçek’i alkışlamam masadaki iki AKP’ liyi şaşırttı haliyle. Ben de onun şahsını değil makamına olan saygımdan alkışladığımı söyledim, aptallaştılar.
Gelenlerin konuşmaları hiç ama hiç anlaşılmadı hatta bir ara kalkıp görevli gencin tekine anlattım. Bu salonun boş tribünlerini perde ile kapatsaydınız bu olmazdı dedim. Bana İst.Valiliği’nin salonu geç ayarlayabildiğini ve bu sebepten yetiştiremediklerini söyledi.
Neyse bir kulaklarımızı gerçek anlamda rahatsız eden sesleri anlamak şöyle dursun, artık bitse bu çile dedirtmeye başlamıştı bizlere.
CHP ne yapmak istiyor?
Bu komisyonda olan CHP tüm bu söylenenleri kabul ediyor mu anlayamıyorum. CHP Konya Milletvekili Atilla Kart’ı giderken iki dakikalığına uğurlamak için yanına gittim aslında çok soracak sorum vardı ama olmadı sadece el sıkıştık iki kelam ettik. Zira o da o gurupla birlikte çıkmak durumundaydı sanırım.
Zaman içerisinde hükümete, başbakana hatta cumhurbaşkanına hakaretlerde bulunan BDP li Sırrı Sakık bu komisyonda olmaktan çok mutlu görünüyordu. Ne de olsa onların istediği bir anayasa çıkartılmak isteniyordu. Burada yapılan oylamalarda adaletin bağımsız olması oyları çoğunluktaydı. Diğer illerde yapılan sonuçları incelediğimizde Türkiye’de adalet isteyenlerin seslerinin yükselmeye başladığını gözlemliyoruz.
Türkiye de bu anayasa kabul edilirse çok büyük bir tehlike var demektir. Atatürk İlke ve düşüncelerine bağlı bir Kemalist kadın olarak CHP’ in bu komisyondan çekilmesini isterdim. Zira bu gidişatı durdurabilecek tek parti CHP’ dir.
Ne yazık ki CHP içerisinde bu anayasayı destekleyen milletvekilleri var.
"Demokratik anayasa, statükocu, ırkçılığa dayalı Atatürk milliyetçiliğine son vermek.
"Halkların kardeşliği, anadilde eğitim, demokratik özerklik "
"Bu ülkeyi bölen siz ve sizin gibi ulusalçı, kalıplaşmış Atatürkçü zihniyettir.” Diyenler CHP li olamazlar.
Tabi bu aradaAtatürkçü milletvekillerinin ise suskunluğunu anlamak mümkün değil.
Toplantı bitiminde AKP’nin zarflar içerisinde hazırlamış olduğu 15 lira yol paralarını aldık, herkes kendi yoluna gitmek üzere vedalaşıp ayrıldık. (Bu parayı çerçeveleyip duvara asacağım). Yolda YCHP’nin neden bu kadar sessiz kaldığını, neden bu kadar yanlışlıklar yaptığını düşündüm ve kahroldum.
Not: Belki beni anlamayan veya anlamak istemeyen arkadaşlarıma şunu diyorum. Atatürk’ün deyimi ile parti içerisinde bir yanlışlık görürseniz sesinizi çıkartın. Bunu yapmak durumundasınız. Şayet koltuk ve makam bağımlısı değilseniz tabii.
Tünay Süer

Karşıdaki kitapçının vitrininde bir kitap var, gözler eskisi gibi uzaktan seçemiyor ki!
Kitabın adı bile yazı konusu, hem de iki adı var:
“Türkiye kime kalacak?”
İçinizden gülüyorsunuz:
“Herhalde bize kalmayacak!”
Kitabın ikinci adı:
“Başbakan’ın yazdırdığı kitap!”
İşte bu önemli!
Demek Başbakan bunca işi arasında, bir zamanlar kapı komşumuz olan Osman Ulagay’a kitap da yazdırmış!!!
* * *
Az çok, kenardan köşeden de olsa Osman Ulagay’ı tanırız, “yağdanlık, yandaşlık, yağcılık” yapacak biri değildir.
Peki, bu başlık, hem de kitabın kapağındaki başlık neyin nesi?(*)
* * *
İster itiraf deyin, ister pişmanlık deyin, ister durum tespiti deyin, Ulagay açık açık yazmış:
“Ben Recep Tayyip Erdoğan’ın partisine cephe alan ve önyargılı davranan kesim içinde yer almadım” diyor.
Tersine, Erdoğan’a ve AKP’ye önyargılı olanların, AKP ve Erdoğan’a karşı hoşgörülü olmakla suçladıkları köşe yazarları arasında onun da adı geçti.
Yani kısacası “AKP’li ve Tayyipçi” işte.
Yüzeysel bir tespit olsa dahi...
* * *
Oysa, sular köprülerin altından akıp gidiyordu.
İlk ipucu 20 Şubat 2010 tarihli Milliyet’teki yazısında var.
“Türkiye’yi fena halde demokratik-leştirdiklerini iddia eden Sayın Başbakan’a göre, ideal köşe yazarının, iktidarın yalakalığını ve patronun hizmetkarlığını yapan biri olması gerekiyor.”
Ey ahali ne diyorsunuz?
Biz dahil kimsenin sesi sedası çıkmadığına göre...
Ya da duyulmadığına göre...
* * *
Bir de dükkân meselesi var.
Rivayet o ki; Sayın Başbakan, genişletilmiş il başkanları toplantısında, hitabet sanatının güzel bir örneğini vermiş -kendileri diplomalı hatiptir- yine köşe yazarlarını diline dolamış, hayali bir patron ağzından demiş ki:
“O insanlara (köşe yazarlarına) kalemi teslim edenler der ki, (gazete patronları) kusura bakma kardeşim, bizim dükkanda sana yer yok! Çünkü herkes vitrinine layık olanı koyar.”
Osman Ulagay, bu rivayetten çok alınmış ve kararını vermiş:
“Sayın Başbakan haklı galiba, bu dükkânda bize yer yok! Sayın Başbakan’ın sivil ve demokratik hışmına uğramadan işi noktalamak belki de en doğru olacak.”
* * *
Ve köşe yazarlığına son vermiş, bu kitabı yazmaya başlamış!
Buraya kadar anlaşılmayan şey yok da “Türkiye kime kalacak?” sorusunun cevabı nerede?
Onun cevabı da yok değil var!
Bir zahmet kitaba bir göz atın.
Murisinizi, yani mirasçınızı öğrenin, parti mi, cemaat mi?
——————————-
(*Doğan Kitap)

Geride bıraktığımız hafta, her zamanki gibi iki kitap okudum. Ama bu kez iki kitabı ayrı ayrı değil de tek başlıkta ele almak istiyorum:

Çünkü ikisinde de Büyük Orta Doğu Projesi ekseninde Orta Doğu’da ve Türkiye’deki değişimler incelenmiş...

Prof. Dr. Emre Kongar, ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı isimli son kitabında Libya, Tunus ve Mısır’daki halk hareketlerini ve bunun Türkiye’ye olası yansımalarını araştırmış...

Bununla kalmamış, kitaba belgesel tadı veren bazı alıntılar yapmayı da ihmal etmemiş...

Benim en çok dikkatimi çeken ise bir İslam, Arap, Osmanlı ve Orta Doğu uzmanı olan tarihçi Bernard Lewis’ten yaptığı alıntı...

2011’de Wall Street Journal’a verdiği demeçte aynen şunları söylüyor Lewis:

“Türkiye’de gidiş, artan biçimde İslamlaşmaya doğru. Hükümetin böyle bir niyeti var ve çok ustaca Türk toplumunun çeşitli kısımlarını ardı ardına devralıyor. Ekonomi, iş dünyası, akademik topluluk, medya ve şimdi, geçmişte cumhuriyet rejiminin kalesi olan yargıyı ele geçiriyorlar. İran gittikçe demokratikleşirken, Türkiye her geçen gün biraz daha İslamlaşıyor. On yıl içinde Türkiye ile İran’ın (siyasal rejim açısından) yer değiştirmeleri sürpriz olmayacak.”

Emre Hoca, Lewis’in görüşlerine kitabında yer vermekle birlikte, onun kadar “umutsuz” olmadığını belirtiyor:

“Gerek Türkiye, gerekse ABD ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ülkeleri için, her şeye karşın, iyimserliğimi koruyorum.

Başbakan Erdoğan’ın ve Cumhurbaşkanı Gül’ün İslam-Arap âlemine verdikleri laik demokrasi ve modernleşme mesajlarını da son derece olumlu buluyorum. ABD, bu mesajların arkasında olduğunu beyan etmelidir diye düşünüyorum.

Ayrıca Türkiye’de de, bu mesajların altını dolduracak söylem ve eylemlerle, GOP bölgesinde teknik, ekonomik ve siyasal girişimlerde bulunulacaktır diye umut ediyorum.”

Bernard Lewis mi yoksa Emre Kongar mı haklı?

Ölmez sağ kalırsak, göreceğiz!
***

Akşam Gazetesi yazarı Hüsnü Mahalli de “Ortadoğu’da Kanlı Bahar” adını verdiği son kitabında; aynı olayları farklı bir gözle değerlendirmiş...

Ona göre her şeyin temelinde ABD’nin petrol tutkusu ve politikaları var...

Mahalli bu kitabın ilk sayfalarına dört buçuk yıl önce yazdığı bir makaleyi de koymuş... O makale, yaşadığımız bugünleri adeta bir fal gibi önceden anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda Türkiye’nin geleceği konusunda Bernard Lewis’ten ve Emre Kongar’dan farklı üçüncü bir seçenek sunuyor:

“Elliyi aşkın Müslüman ülkenin tümünde farklı alanlarda farklı anlayış, uygulama ve sorunlar var. Yani ne Türkiye Malezya olur, ne de Pakistan, Mısır ya da İran Türkiye’ye benzer.

Büyük ve iddialı söylemlere gerek yok:

Her ülkenin kendine özgü koşulları var. Türkiye ise nevi şahsına münhasır bir vakıadır!

Türkiye ve AKP yönetiminin tercihi ise kuşkusuz Türk halkının eğilimini ve sosyo-psikolojik yapısını ilgilendiriyor. Önemli olan AKP yöneticilerinin ‘Ilımlı İslam’ tanım ve söyleminden ne anladıklarıdır.

Daha açık bir ifade ile Erdoğan ve arkadaşları, genel itibarıyla muhafazakâr bir toplum olarak Türk halkına ne tür bir ‘din tanımını ve uygulamasını’ uygun görüyorlar. Bence bu sorunun yanıtı yalnızca Türkiye’deki ılımlı İslam tartışmasını değil, aynı zamanda AKP’nin geleceğini de belirleyecektir.

Türkiye yüzlerce sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, tarihsel ve genetik nedenlerden dolayı dinsel tartışmalar açısından diğerlerinden farklı bir ülkedir ve öyle kalacaktır.

AKP yöneticilerinin tercihi bu ülkeyi nereye götürürse götürsün, elbette ABD bundan yararlanmak isteyecektir. Bunu yaparken ABD, Türkiye’de ne tür bir İslam olduğuna bakmayacak ve yalnızca Ankara’daki iktidarın kendi planlarına ne kadar hizmet edeceğiyle ilgilenecektir.

ABD ve yandaşlarının tercihi asla Ilımlı İslam ya da Ilımlı Müslüman ülkeler değildir ve olmayacaktır. ABD’nin AKP’den ve Türkiye’den beklentisi ve isteği İslam’ı içeriğinden boşaltmak yani içeriksiz kılmaktır.

ABD’ye göre ancak böyle bir Türkiye yakında uygulanacak Büyük Ortadoğu Projesi’nde başkalarına örnek olabilir. ABD, Müslüman ülkelerle ilişkilerinde ılımlı ya da demokrat olup olmadığına bakmaksızın tek bir kriteri göz önünde bulundurur:

‘Petrolü bana vereceksiniz, kazandığınız paralarla silah alarak birbirinizle savaşacaksınız ve hep benim dediklerimi yapacaksınız.’

Kendi içinde barışık, sorunlarını çözmüş, toplumuna esenlik sağlayan ve komşusu ülkelerle barış içinde yaşayan Ilımlı Müslüman ülkeler sizce ABD’nin bu beklentilerini yerine getirir mi?

Yakında hep beraber göreceğiz. Çünkü ABD Başkanı, BOP’da hop demeyecektir!”
***

Ne dersiniz; Türkiye’nin bugün özellikle Suriye konusundaki tavır değişikliğinde, Mahalli’nin ta o günlerde anlattığı etkenlerin rolü olabilir mi?

Kısacası... BOP konusunda kafanız karışıksa ve taşları yerine oturtamadıysanız, bu iki kitap tam size göre...sorusuna üç farklı yanıt!
*****

OKUDUKLARIM

ABD’NİN SİYASAL İSLAM’LA DANSI

Türü: Araştırma-İnceleme
Yazarı: Emre Kongar
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Baskı tarihi: Nisan 2012
Sayfa sayısı: 224
Fiyatı: 12.5 lira
İnternet (İdefix) fiyatı: 9.38 lira.
Kişisel not: Yazarla ‘Merhaba’mız var...
***

ORTADOĞU’DA KANLI BAHAR

Türü: Araştırma-İnceleme
Yazarı: Hüsnü Mahalli
Yayınevi: Destek Yayınevi
Baskı tarihi: Ocak 2012
Sayfa sayısı: 290
Fiyatı: 17 lira
İnternet (İdefix) fiyatı: 11.90 lira.
Kişisel not: Yazarla tanışmadım.

Türk Ceza Yasası (TCY), eğer bir kişiye ağır suçlamalar yöneltilmişse, yargılama boyunca avukatının da hazır bulunmasını
zorunlu kılıyor. Sanığın avukat tutacak gücü yoksa barodan bir avukatın görevlendirilmesi gerekiyor.
Bu, savunma hakkının en azından ilkesel olarak korunması anlamına geliyor.
Uygulamada ise daha farklı bir seyir söz konusu.
Silivri’deki davaların bir özelliği de şöyle özetlenebilir:
Uzun sorgulama, kısa savunma.
Sanki sorgulamanın ardından her şeyin belli olduğu, savunmanın “usulen” dinlenmesi gerektiği gibi bir hava hâkim.
Benzer durum savunmanın istekleri konusunda da yaşanıyor. Sanık ya da avukatının dosyaya eklenmesini istediği bir belge, dinlenmesini istediği bir tanık gündeme geldiğinde bunların bir bölümü kabul ediliyor ama, ağırlıklı olarak şu karar veriliyor:
“Davaya bir yenilik katmayacağından, isteğin reddine...”
Cümle aynen böyle...
***
Avukatların kendi müvekkili dışındaki sanık ya da tanıklara yöneltmek istediği soruların da “sınırı” şu:
Daha önce sorulmamış olması!
Eğer sorulmuşsa uyarılıyor:
- Bu soru daha önce yöneltilmişti.
Oysa aynı şey savcı ya da hâkimler için geçerli değil.
Basit gibi görünen bu ayrıntıyı biraz açalım...
Bir sanığın çapraz sorgusu sırasında ilk savcının soruları bitince ikinci savcı sormaya başlıyor. İlk sözü de şu oluyor:
- Benim yönelteceğim sorular daha önce sorulmuş olabilir ama, ben tekrar soracağım.
Savcıların sorusu bitince üye hâkim soruya başlıyor. Onun da ilk cümlesi şu oluyor:
- Yönelteceğim sorular daha önce sorulmuş olabilir ama, ben tekrar soracağım.
Eğer sanık aynı soruların tekrar tekrar sorulmasına tepki gösterirse başkan, “Daha önce yanıtlamıştım ya da cevap vermek istemiyorum, dersin” diyor. Aynı soruların yinelenmemesi uyarısı yapmıyor.
İş, avukatlara gelince değişiyor. Daha soru yöneltilen kişinin ne diyeceği belli olmadan mahkeme başkanı avukata şu müdahaleyi yapıyor:
“Bu soru daha önce sorulmuştu, lütfen tekrarlamayalım...”
Eğer avukat ısrar ederse, mikrofonun kapatılacağı uyarısı yapılıyor.
Benzer bir çelişki de soruların çerçevesiyle ilgili. Savcılar “maddi gerçeğin ortaya çıkması için” her türlü soruyu yöneltebiliyor. Buna suçlamayla doğrudan ilgisi olmayan konular dahil. Örneğin şunlar:
- Ne tür yemekler seversin?
- Kredi kartını hangi sıklıkla kullanırsın?
Bu sorular, “Belki de savcı sanığın ifadesindeki bir çelişkiyi ortaya çıkarmak istiyordur” yaklaşımıyla gerçekçi bulunabilir.
Benzer soruyu avukat sorarsa, müdahale ediliyor:
- Bu sorunun davayla ilgisi yok, başka soru yöneltin.
***
Silivri davalarında dönemsel yavaşlamaları ya da hızlandırmaları bu köşede konu ettik. Şimdi “hızlı-yavaş”tan öte yeni bir yöntem söz konusu.
Şöyle tanımlanabilir:
Atlamalı yargı!
Ceza yargılamalarının en önemli aşamalarından biri olan “delillerin değerlendirilmesini” atlayıp esasa geçmek, oradan karara...
Avukatlar bu durumu kabul etmeyip, duruşmalara girmeyince, yeni bir “çözüm” arayışı başladı. Ankara’dan arkadaşımız İlhan Taşcı’nın haberine göre hazırlık şu:
- Karar verirken, avukat olmasa da olur!
Hastayı ameliyat ederken doktor olmasa da olur demek gibi bir şey...
Oldu olacak arkasını getirin:
Sanık ölse de olur ölmese de olur...
Delil olsa da olur olmasa da olur...
Usule uyulsa da olur uyulmasa da olur...

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget