Şubat 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Cumhuriyet yazarı Orhan Birgit, in 29 Şubat 2012 yazısı :
Doğrudur 28 Şubat postmodern bir darbe girişimiydi.
Girişim sözcüğünü,1997 yılında ülkenin başkentinde sergilenen bazı olaylara karşı askerlerin Mamak Garnizonu'ndaki tankları harekete geçirme tehdidi karşısında dönemin yürütme erkini temsil eden Refahyol hükümetinin beyaz bayrak göstermiş olduğunu hatırlatmak için kullanıyorum .
Dün, yazılı ve görsel medyanın gündeminde 28 Şubat 1997'de yaşananlar vardı.
Tankların yürütülmesine gerekçe gösterilen Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın.TBMM'de milletvekili andını türbanı ile okumak için görevlendirilen Merve Kavakçı'nın ve dönemin popüler simalarından RP Ordu Milletvekili Şevki Yılmaz'ın 28 Şubat için konuşmalarını, dahası mağdur oluşlarının arkasındaki gerçek nedenin ortaya çıkartılmasını istemeleri doğaldır .
Mehmet Ali Birand'da hem o postmodern darbeyi yapanların yasaklı gazeteciler listesinde yer aldığı; hem de başından geçenleri anlatan bir kitap yayımladığı için söyleyecekleri ilgi uyandırabilir.
Ama geçen on beş gün içinde üst üste iki operasyon geçirdikten sonra sağlığına kavuşan Başbakan'ın, partisinin grup kürsüsünde gerçekleştirdiği salı konuşmasının neredeyse tamamını niçin 1997'deki bir olaya ayırdığını anlamak kolay değildir.
Darbeyse, 27 Mayıs 1960 ve ondan hemen bir yıl sonra, önce TBMM'nin yeniden açılmasındaki aritmetik oluşumu bahane ederek harekete geçen 22 Şubat, 21 Mayıs darbecilerini, 12 Mart'çıları, cumhurbaşkanlığı seçimleri için homurdananları birer tespih tanesi gibi dizmek varken Başbakan cımbızlama yöntemine başvuruyor. Ve 28 Şubat'ı o tespihin imamesi yapıyor.
Hadi MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural'ın "Aslında 28 Şubat uluslararası projede taşeronluk görevini üstlenen AKP'nin doğum günüdür. AKP o günü telin etmek yerine kutlanmalıdır" sözlerini parlamentodaki bir muhalefet partisi sözcüsünün görevleri arasında değerlendirelim.
Ama AKP ile aynı kuvözde doğan HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş'un dünkü BirGün'dekı açıklamasına ne diyelim?
Kurtulmuş, 28 Şubat'ın Türkiye'nin uluslararası finans kapitalizminin ağlarına düşürülen uluslararası bir operasyon olduğunu ve Fazilet Partisi'nin o operasyon sonucunda bölüneceğini söylediğini hatırlatıyor. Öngörüsünün gerçekleştiğini söylüyor.
Kurtulmuş'a göre, 28 Şubat'a giden günlerde televizyon kanallarını dolaşarak Ali Kalkancı adında birisinden şikâyetçi olan Fadime Şahin de, sokaklarda asaları ile şov yapan Aczimendiler de o operasyonun içindeki senaryolardır.
Kurtulmuş da tıpkı Oktay Vural gibi 28 Şubat 1997'yi AKP'nin doğum günü olarak sayanlardan.
Ne dersiniz yeni bir WikiLeaks belgesi, 28 Şubat 1997'de Sincan'da yürütülen tankların aslında bir gün gecikme ile harekete geçtiğini, yoksa o postmodern darbenin 27 Şubat'ta gerçekleştirilerek Erdoğan'ın doğum günü yürütüleceğini iddia eder mi dersiniz?..
Öylece günümüzün postmodern yalakaları da iki bayramı bir arada kutlama imkânı bulurlar.
Salı günkü yazımda Sayın isa Gök'ten Aydın milletvekili olarak söz etmiştim. Kendisi Mersin milletvekilidir, düzeltir özür dilerim .

Cumhuriyet yazarı Güray Öz,ün 29 Şubat 2012 yazısı:
Türkiye'nin yüzleşmek, hesaplaşmak zorunda olduğu gerçeklerin sayısı birden fazladır. Üstelik hepsi birbirinin üstüne yürüyor, birbiriyle savaşıyor; gerçek, ekonomi , sahtekârlıklarının, politika girdaplarının içinde kayboluyor. Geleceği kurmak isteyenin, ütopyası olanın mücadelesi, çoğu zaman abartılmış manşetlerin altında kalıyor. Kavramlar dünyasında yalan ve demagoji egemenliğini sürdürürken, gerçeği kurgudan, komplodan ayırmak zorlaşıyor .
İktidara ilişik yandaşın kötü niyeti, gerçeği arayan gazetecinin iyi niyetini kovuyor. Baskı kıskacındaki gazeteci de bu sisli havanın içinde "geç kaldım, demagojinin egemenliğinde söylediklerim gölgede kaldı" diye düşünüyor. Manşetler olup bitenin yalnızca bir boyutunu iri puntolarla anlatırken, gerçek eğilip bükülüyor, hakikat uzaklaşıyor, sis koyulaşıyor.
Ne yapmalı o zaman?
***
Bu soru pek eski, Çernişevski'den, Lenin'den bile eskidir. Yanıtı sürekli değişen bu soruya, eğer zamanın ruhuna teslim olmayan, onu zorlayan bir yanıt bulabilmişseniz devrimci olabilme ihtimaliniz yüksektir. Teslim olmuşsanız, siz ne kadar i şatafatlı, tahrik gücü yüksek nutuklar atarsanız atın, statükocu olacaksınız, zamanın ruhu bile size onay vermeyecektir.
***
Aslında ekonominin, politikanın pek karmaşık görünen dağdağası içinde, ihmal edilebilir olanları ayıklar, diyalektik bir soyutlamayı başarabilirseniz, gerçek kendini hiç nazlanmadan gösterecektir.
Bu yolun ilk durağı, sorunları görmezden gelmekten vazgeçmekse, ikincisi o sorunlarla yüzleşebilmektir. Ama burada durup, yüzleşmenin, kendini kandırmadan yapılması gerektiğinin altını kalın kalın çizmeli. Geleceğe dair bir ütopyan yoksa, insan haklarına yüz çevirmiş, soyutlama yapayım derken, insanı, ezileni, sömürüleni ihmal etmişsen, yüzleşmeyi de zinhar başaramayacaksın .
Haber böyle dikleşiyor, manşet böyle irileşiyor. Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu bilen bilir. Hata payı pek büyüktür. Ama yine de gerçeği aramaktan vazgeçecek değilsin herhalde. İsin bu çünkü senin.
***
Üçüncüsüne geldi sıra
Sorunlarla yüzleşmeyi başarabildinse bir yanıtın var dernektir. O yanıtı soranlara söylemekten niye sakınacak, neden dibine saklayacaksın?
Haberi yaz, spotunu çıkar, başlığı manşetini kur.
Verdiğin cevabı beğenmeyenlerin kum kadar çok olduğunu görecek, itirazların içeriğe mi, biçime mi yöneldiğini anlamakta zorlanacaksın. Her ikisi de sana büyük Ödüldür. Ne güzel, içeriğe itirazı tartışmaktan büyük devlet olur mu? Değişeni belki de iyi anlayamamışlardır, belki sen de yüzleşmeyi kendi kendinle, yalnızca kendi kurgularınla yapmış, kendini avutmuşsundur.
***
Uzun bir gecenin sonunda, sabahın kör karanlığında, bütün bunları yazarken, yavaş yavaş aydınlandı ortalık. Yeniden kente dönen kar bu defa tutmadı. Yalnızca ince bir beyazlık sokakta, çatılarda... Gerçekle hakikatin muhteşem dansını düşünürken, yaşadığın gecenin değil, uzak mavi bir karanlıkta ışıltısını gördüğün ütopyanın, en uzun gece, "şeb-i yelda" olabileceğini anladın.
Mırıldandın sonra:
"Şeb-i yeldâyı muvakkitle müneccim ne bilir / Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâat."

Cumhuriyet yazarı Mine Kırıkkanat,ın 29 Şubat 2012 yazısı:
'Beyoğlu 'nu keşfettiğimde 20 yaşındaydım. Yeni kurulan Sinema
Oyuncuları Derneği'nde (SODER) 1 aylık bir (ş bulmuştum. Yeni üyelerin kayıt bilgilerini defterlere işleyecektim. Her sabah vapurla karşıya geçer, Karaköy'den Tünele biner, sabah güneşinde parlayan bomboş İstiklal Caddesini yürür ve en güzel binasına, SESAM'a girerdim. Bugünlerde tartışılan ve pek yakında AVM olacak Cercle D'orient binasına....
SESAM, dönemin en etkili sinema kurumuydu. Binadan içeri girdiğimde, mis gibi çikolata kokar, Çünkü İnci Pastanesi'nin kocaman profiterol kazanı odamın birkaç basamak altında gün boyu kaynardı. Pencerem yoktu, ama binanın orijinalinde servis merdivenlerine açılan bir küçük kapı vardı. İstersem İnci'nin çikolata kazanına, istersem yukarıdaki muazzam balo salonuna kaçabilirdim...
Gizli Bahçe, Alice Harikalar Diyarı gibi romanlar serpilmiş hayal gücüm, beni hep yukarı katlara doğru çekerdi, öğle güneşinde içeriye dolan ışık, harika parkeler, yıpranmış tavan süsleri, bakımsızlık, toz, pislik hepsi bir arada altüst ederdi ruhumu. Zihnimi zorlar, baloları hayal etmeye çalışır ve çok kısa sürede yokluğum anlaşılır korkusuyla kalbim güm güm atarak aşağıdaki odama inerdin.
***
80'lerin sonuydu. 12 Eylül'ün izlerini taşıyan yeni bir sinema anlayışı, benim apolitik ergenlikten çıkışıma denk gelen bir sürü yeni bilgi, 20 yaşımın heyecanıyla hayatıma giriyor, yeni insanlarla tanışıyor, sinemaya merak salıyor ve çevrenin sosyal alanlarına hızla dalıyordum.
Öğlenleri Beyoğlu mekânlarını keşfe çıkıyor, akşamlan barlara ya da Nevizade'ye gidiyordum. Bir aylık iş sürem doldu, ama beni bırakmadılar. Antalya Film Festivali konuk koordinasyon görevini . üstlendim. Böylece sadece oyuncular değil, sektörün tamamını tarama şansım oktu. Harika insanlardır sinemacılar.
Yine o yıllarda moda olan 'nostalji' sözcüğüyle tanıştım. Herkes eskiden gittiği mekânları anlatıyor, Sinematek'ten bahsediyor, eski set âdetlerini yüceltiyor, 'sen bilmezsin o bankanın yerinde bilmem ne vardı,' diye lafa başlıyordu. Ben bu kırgınlığı çok arılamıyordum, ama
Eski Beyoğlu'na saygı duyuyordum. Onların hiç sevmediği, yaşadığıma Beyoğlu berim için çok güzeldi... Aslında bir tek Portekizcede var olan 'Saudade' gibi bir sözcük bulmalıydık belki, geçmişte kaybettiğimiz, özlediğimiz şeyleri anlatan....
***
Beyoğlu artık o kadar hızla değişiyor ki, yetişmek İmkânsız. Bir sürü işletmenin, esnafın, sinemanın yerinde yeller esiyor... Ya da aynı itibarla duran, ama biz gittiğimizde kendimizden bir parça bulamadığımız çok yer de var. Beyoğlu yaşıyor.
Eski Beyoğlu sızlanması yapmayacağım, ama har Özel binamı otel ve AVM olduğu bir
kent çok sıkıcı değil mi? Emek Sineması en güzel filmleri izlediğimiz, gençliğimizi şekillendiren bir yer değil mi ?
Çok değil 1950'den buyana hizmet veren kaç lokantama, kahvemiz var? Oysa koca İstanbul'da 200-300 yıllık birkaç kahvehane olması gerekmez miydi?
Beyoğlu 'nda herkes yıllarca Markiz'in yeniden açılmasını bekledi. Keşke kapalı kalsaydı, o harika panolar 'yengeçlere, 'çift kaşarlı'/ara tanıklık etmeseydi... İlk zamanlarında iyi bir pastane olarak açıldı, ama demek kirayı çıkartamadı.
Kiralar, vergiler o kadar zorlaştırıyor ki tutunmayı, yabancı bir marka, tostçu değilsen, hani biraz denemek istiyorsan ne sokakta, ne AVM'de şansın var. Git Frankfurt'ta aç, sabah git akşam dön, daha ucuza gelebilir.
***
Ya Yeşilçam, sinemanın kalbi Beyoğlu'nda değil miydi? Bir Sinematek var mı? Kütüphanesi, müzesi, vizyona girememiş ya da klasik filmlerin gösterildiği bir sinema merkezi var mı? Olmadı bir festival merkezi? Yok. Aklına bir şey takılsa soracağın bir kurum yok. Eşten, dosttan, vlkipedi'den bakarsın... Beyoğlu'nun sinemanın merkezi olduğuna bizi inandıracak bu bilgiyi, gelecek kuşaklara aktaracak ne var?
Güzel binalarımız, geleneksel lezzetlerimiz, sinemamız utun yıllar yaşasın, anıtlaşsın. Gelenler getirdiklerini tamam paylaşsın, ama İstanbul'dan da Ur şey alsın, bir adapla yasasın. İstanbullu olmak istesin!"

‘G’ NOKTASI
(*)1968 İstanbul doğumlu Ebru Köktürk Korali, Marka Sokak reklam şirketinde çalışır ve Hayal Kahvesi Çubuklu'nun ortaklarındandır. Adalara Modalara gezmeyi sever, gastronomiyle İlgili ne bulursa okur, marka i olmak isteyenlere akıl fikir verir, şöhret olmak isteyenleri kovalar...
Ebru'nun İstanbul'a dair bir başka saptaması da şöyle:
"Çelik Gülersoy, İstanbul'da TTOK'nin olanaklarıyla Çamlıca Tepesi, Kariye Camisi, Sultanahmet 'teki ' Soğukçeşme Sokağı gibi kentsel mekânları yeniden düzenleyerek ve Yıldız Parkı'ndaki Malta Köşkü, Çubuklu'daki Hıdiv Kasrı, Sultanahmet'teki Yeşil Konak, Emirgân Korusu 'ndaki San ve Beyaz köşkler gibi tarihsel yapılan onartarak bunlara yeni İşlevler kazandırılmasını sağladı. Sonra Beltaş geldi, hepsini bir standarda bağladı. Niye? Beltaş tipi restoranlar, alkolsüz, ekonomik Kârını, zararını bilen yok..."
EBRU KÖKTÜRK KORALI (*)

“ Güzelin bir yüzü, çirkinin bin yüzü vardır.”
VİCTOR HUGO

Şu Metris,in İçi
6 Mart 2009 Cuma günü saat 13.30 sıralarında Metris Hapishanesi T-24 hücresine konulduğumda evden ayrılalı 30 saat olmuştu.
Otuz saat sonra ayakkabımı çıkarıp üzerimdekilerle yatağa uzandım.
Uykusuz, ayakta, arada abur cubur bir şeyler yemelerle polis-savcı-yargıç üçgeninde geçen 30 saat.
5 Mart Perşembe sabahı iki polis kapıma dayandığında sordum:
“Bu bir gözaltı mı?”
- Öyle değil.
“Ne peki?”
- Sizi alıp Emniyet'e götüreceğiz. Oradan İstanbul'a... Ek ifadeniz alınacak.
06.00 sıralarında Yemen türküsüyle uyuttuğum 9.5 aylık oğlumu uyandırmadan öptüm. Kızımı okul saati yaklaştığı için uyandırdım. Öptüm, "İstanbul'a gidiyorum, döneceğim," dedim.
Polis zili çaldığında çantama Deniz Gezmiş'in savunmasını koymuştum. Halit Çelenk'le Denizler üzerine yaptığım uzun söyleşinin kitaplık son halini konuşacaktık bugün!
Kapıda karıma sıkıca sarılıp çok fazla yorum yapmadan ayrıldım.
Emniyet'ten havaalanına gidecektik, ama önce Adli Tıp dediler, "Sağlık kontrolünden geçireceğiz."
O zaman durum daha da netleşmişti.
Sağlık kontrolünü yapan doktor Fuat Bey, "Sabah radyoda yorumunuz yoktu. Demek ki buymuş," dedi.
Araçtaki polisler de, "Sabah radyo konuşmalarınızın sıkı takipçisiyiz," deyince takıldım:
"Her anlamda sıkı takip ettiğinizin farkındayım."
10.00 uçağı ile İstanbul'a götürecekler. Saat 09.30'a geliyor, yoldayız, Polislerden biri, "Uçağı kaçırabiliriz," deyince yanındaki gülümsedi, "Bomba ihbarı yapıp bekletelim," dedi. "Aman," dedim, "Ergenekon'dan bilirler."
12.30'da Beşiktaş Adliyesi'ndeydik. 1 Temmuz 2008'deki gözaltı sırarasında yanımda olan polisler tek tek gelip sordular;
- Bizi hatırladın mı?
Volkan, Turgay hepsini hatırladım.
15 .OO'te savcılar Zekeriya Öz, Fikret Seçen ek ifade almaya başladılar. İfadenin ayrıntıları savunmamdan kesitler bölümünde. Bir kez daha vurgulamadan geçemeyeceğim. Bana yöneltilen soruların hiçbirinde, "Sen Ergenekon terör örgütü üyesisin, işte belge" denmedi. “Sen darbe çalışmaları içindesin, işte kanıt” denmedi.
Bilgisayarım aradan geçen 8.5 ayda delik deşik edilmiş, derlenmiş-toplanmış, eklenmiş-çıkarılmış... Bana hiçbir şey göstermeden, önlerinde kendilerince hazırlanmadığı soruş şekillerinden belli olan soruları yönelttiler.
İfade 00.30 sıralarında bitti. Koridorda bekliyoruz. Yarım saat kadar sonra, "Tutuklama istemiyle nöbetçi mahkemeye sevk edeceğiz" dediler.
Gazetemizin avukatları Akın Atalay, Bülent Utku sordular
"Bu saatte mahkeme var mı?"
- Önceden haber vermiştik!
Ben ne söylersem söyleyeyim, amaç önceden belliymiş.
03.00 sıralarında nöbetçi ağır ceza mahkemesine sevk edildim.
Zemin katta her yer karanlık, kenarda iki bank var.
Nöbetçi hâkim Resul Çakır 06.00'da duruşma salonuna çağırdı Soru sormaya başladığında ayakta 24 saatim dolmuştu. Akın Atalay Nöbetçi 14. Ağır Ceza Mahkemesi Yargıcı Çakır'a şu Öneriyi gelirdi:
"Müvekkilim 24 saattir poliste ve savcılıkta. Kabul edersiniz ki yorgun. Kendisi kaçacak değil. Bugün dinlensin, yarın ya da pazartesi günü istediğiniz saatte burada olsun. Bu halde sorularınıza çok sağlıklı cevap vermesi zor..."
Yargıç hepimizi çıkardı, "Az sonra çağıracağım," dedi.
Ne kadar süre sonra çağırdığını tam anımsamıyorum. Girdik.
“Öneriniz olmaz,” dedi. Dışarıdaki polisleri çağırdı, "Mustafa Bey nezarethanede bir-iki saat dinlenebilir mi?" diye sordu.
Bu beni daha çok yoracaktı.
Duruşma başladı...
Yargıç şu soru etrafında yoğunlaştı:
- Bu kadar çok belge sizde ne arıyor?
Her kitabımın kısa öyküsünden gazetecilik mesleğimin gereklerine kadar geniş bir yelpaze çizdim.
Dikkatle dinliyordu, ilk tepkisi şu oldu:
"Kendinizi çok iyi ifade ettiniz."
Sonra şunu sordu:
"İyi de bu kadar belge sizde ne arıyor?"
Bıkmadan bir kez daha farklı cümlelerle anlattım.
Saat 10.00'a gelmişti. Karar için bizi dışarı çıkardı. Koridora çıktık. Önceki ıssızlıktan eser yok. Ortalık ana-baba günü.
Beşiktaş Adliyesi'nde yeni bir gün başlamıştı. Benim için dünkü gün devam ediyordu.
Saat 10.30 sıralarında yargıç çağırdı. Yerine oturmadan iki cümle kurup gitti:
"Tutuklama çıktı. İtiraz edersiniz."
Akın'a, "Karımı arayayım. Benden duysun," der demez mahkeme salonunda iki polis iki yanımda belirdi:
“Su andan itibaren tutuklusunuz. Telefon görüşmesi yapamazsınız”
Adalet için halkımızın kullandığı deyimlerden biri şudur.
“Adaletin pençesi...”
Halkımızın hangi yakıştırması boşunadır ki!
Polis otosu beni güneşli bir Mart günü Metris Hapishanesi'ne götürdü. Girişte tanıyan iki memur sordu:
- Burada ne işiniz var?
“Tutuklandık,” dedim... İki görevli eşliğinde içeri girdik. 200 metre kadar yürüdük. Çok yüksek, duvar gibi demir kapıdan içeri girdik.
Bomboş bir salonda bir masayla sandalye vardı. Kimliğimi, paramı, üzerimdeki her şeyi zapta geçirip aldılar.
İşte şimdi beş adımlık hücredeyim. Eni kaç adım, ölçmek olanaksız. Bir yatakla yarımda bir masa-sandalye kapatıyordu.
Demir parmaklıklı pencerede bir de tel örgü vardı. Benden Önce kalanlar onu kesip açmışlar.
Hücrenin demir kapısının tam ortasında yemek vermek için ekmek ve tabak sığacak genişlikte mazgal var. Üstte göz hizasında küçük bir dikdörtgen daha var. O, gardiyanlar gelince bakmaları için.,.
Beni hücreye koyan gardiyan kesik bir soru sordu:
- İlk kez mi?
"Evet..."
-Temel kuralları söyleyeyim. Sabah 8, akşam 8 sayım var. Seni buradan Silivri'ye götürecekleri için bir şey vermezler. Televizyon falan... Yemek geldiğinde ne verirlerse al...O an aç olmasan bile sonra yersin. Az sonra sana üç tabak, kaşık ve biraz sıvı deterjan getireceğim. Tabakları kapının yanındaki tuvalet-banyo musluğunda yıkarsın. Üzerinde para var mıydı?
“Vardı... Girerken aldılar...”
- Senin geçici hesabın açılmıştır. Oradan su alıp getirelim sana…Sabah günde bir kez çay verilir. Su şişesine koydur. Gün içerisinde de içersin...
Akşamüzeri sert bir demir sesiyle uyandım. Kapı açıldı. Bu sese artık alışmalıyım. "Seni doktor çağırıyor," dediler.
Labirent tipi, uzun, bol demir kapılı koridorlardan geçtik, İri cüsseli, iyi sigara içen bir doktor Alp Bey. Sağlık sorunum olup olmadığını sordu. Rahat uyumam için ilaç verebileceğini söyledi. "Eğer olabilirse tek ihtiyacım 2 doz kitap" dedim, "bulabilir misiniz?"
Bir şekilde buldu, 5 kitap!
Çay içimi sohbet ettik. Yarın da viziteye çıkma çerçevesinde gelebileceğimi söyledi.
Hücreye döndüm. İyi, en azından 5 arkadaş bulduk. Her birini bir günde bitirsem, 5 gün sonra Allah kerim!

Günaydın Yerine 'Sayıııım'
Bir hapishanede ilk gece hissedilecek bütün duygularla birlikte sık sık uyansam da 07.00'ye kadar uyudum.
Metris'te ilk sabah, 08.00' de şu anonsla başladı:
"Sabah sayımı için düzen alınız."
Az sonra iki gardiyan mazgalın hemen üstündeki açıklıktan "sayıııım" diye bağırdı. Gardiyanların acelesi var. İçeride ayakta olduğumu görür görmez, "Allah kurtarsın" diye bağırdılar, geri dönüp gittiler. Arkalarından bağırdım:
- Bana gazete bulamaz mısınız?
Önceden yazdırmak gerekiyormuş. Ama bir şekilde ayarlayabileceklerini söylediler. Öncelikle Cumhuriyet istedim. Başka hangisi varsa.
Ne bulurlarsa getireceklerini söyleyip gittiler.
11.00 sıralarında nöbetçi gardiyan, demir kapının üstündeki küçük perdeyi açtı, "Havalandırmaya çıkmak ister misin?" diye sordu.
Hemen üstüme paltomu geçirip, "Hazırım," dedim.
Kaldığım T-24 koğuşu 2. katta. Demir kapıyı açıp alt kata indik. Oradan da havalandırmanın demir kapısına...
Havalandırma yan yana üç koğuşun önünde. Martın nemli soğuğu…
Üç gündür ilk kez açık havaya çıkıyorum. Üç taraf duvar. Kısa süreli şaşkınlıktan sonra başımı gökyüzüne çevirdim. Bulutlar gelip geçiyor.
Başka selamlayacak biri yok derken, dip koğuştan bir ses geldi:
- Merhaba!
Ayda birine rastlasam bu kadar şaşırırdım. Zayıf, ince yüzlü, seyrek saçlı, 50 yaşlarında biri. Dişleri tütün siyahı, gözlerinin akında sanki ince demir pencereler var. Çizgi, çizgi..
"Ben İsmet," dedi.
"Ben de Mustafa..."
Gülümseyerek sigarasından bir nefes çekti, “Tanıtmana gerek yok” dedi, "iki gündür gazeteler, televizyonlar senden söz ediyor."
Sohbetin ikinci dakikasında öyküsünü anlatmaya başladı.
15 yıldır cezaevinde.
6 cinayeti var.
1i dışarıda...
5'i cezaevlerinde!
Ayrıntıya girmese de birer diploma gibi anlattı cinayetlerini
Sonunda insanlarla hiç temas kurmamayı, yalnız yaşamayı tercih etmiş. Bu tarafa gelmiş.
Başımı uzatıp hücresine baktım. Benimkiyle aynı büyüklükte... Yere bir kilim sermiş, televizyonu var.
İlk sigara tuttuğunda kullanmadığımı söyledim. Kendisi ikinci sigarayı yakarken yine tuttu. Yine hayır deyince sertçe yüzüme baktı:
- Hiç mi?
Hiç, dedim, kendinden emin mırıldandı:
- Burada alışırsın!
Kendi derdim bir yana, İsmet'in öyküsü ilgimi çekti.
Bir cinayet işleyip içeri giriyorsun. Giriş o giriş... İçerideki hayat yeni cinayetleri getiriyor.
İlk olayı anlatmadı. Hapistekilerin nedenini şöyle özetledi:
"Gürültü beni bozar!"
Koğuşun kuralına uymayanlarla sorunu böyle çözmüş!
Yedi-sekiz cezaevinde kalmış. Her birinin özelliklerini tek tek anlattı.İkisini tavsiye etti, "ötekiler yaramaz" dedi.
Türkiye'deki cezaevlerini en iyi kendisinin bildiğini söyledi. “çok şanslısın, benimle tanıştın," dedi. Gazeteci olduğuma göre, mutlaka cezaevleriyle ilgilenmeliydim, gerçeği araştırmalıydım. Bu konuyu en iyi bilen kişilerden biri de oydu.
Öğle arası koğuşa dönmek gerekiyor. Gardiyan gelince koğuşumda çay için semaver, televizyon olup olmadığını sordu. Yoktu . Buradan Silivri'ye götürüleceğim için bunları vermeyeceklerini söylemişlerdi.
İsmet. "Çayı ben hallederim." dedi.
Sözünde durdu.
Az sonra alttan bağırıyordu:
“Balbaaay, pencereyi aç…”
Bir litrelik kola şişesine çay koymuş. Pencerede demir parmaklık var. Ayrıca ince tel örgü koymuşlar, ama yırtılmış. "Kap." Dedi. Alt koğuşun önünden öyle bir ustalıkla attı ki, pet şişe özenle yerleştirilmiş gibi iki demirin arasına oturdu. Bu onun en basit cezaevi yeteneklerinden biriydi.
Metris 'te kaldığım bir hafta boyunca çaylar İsmet'tendi.
Havalandırmalarda ara ara sohbete devam ettik. İçeride yaşamanın inceliklerini anlattı.
İsmet'in ne zaman çıkacağı belli değil. Hesap yapmaya çalışmış, tam tutturamamış.
Birinin cezası bitti...
Öteki nefsi müdafaa, hafifletici neden çok...
Biri kavgada, sadece onun suçu değil!
İsmet'in bir özlemi var:
"Toprağa basıp dalında bir gül koklamak isterdim..."

Gayta Çetesi
Kaloriferler çok iyi yanıyordu. 1.5 litrelik iki plastik su şişesini akşamdan kaloriferin üzerine yatırınca ertesi gün kuşluk vaktine kadar ısınıyordu. Onlarla duş alıp rahatladım.
Beşiktaş Adliyesinden Metris'e doğru yola çıkarken Akına, "En kısa zamanda bolca kitap gönder," demiştim. Onlar da geldi.
Dr. Alp'in hapishane içindeki revirde odası var. İki kez vizite kapsamında çağırdı.
Nasıl kalabalık!
Dr. Alp'e göre en zor yer Bakırköy Kadınlar Hapishanesi. Çok fakirler, çingeneler doğuma iki ay kala bir yolunu bulup hapse giriyormuş, orada doğum yapıyormuş. Pek çok öykü anlattı. Kadınlardan biri, "Rüyamda üzerimden kamyon geçti, çocuğuma bir şey olmuş mudur?" diye muayeneye gelmiş.
Tanıdığı ilginç çetelerden biri “gayta çetesi”,ymiş.
Devletin sağlıkla ilgili kadrolarında işe alınacak olanlar sağlık kontrolünden geçiyormuş. Aranan şartlardan biri gaytanın temiz çıkmasıymış. Laboratuvarın tuvaleti önünde konuşlanan turp gibi çete üyeleriri müşteriye sonuçları garanti gayta verip pazarlık usulü bedelini alıyormuş.
Demek ki yerine göre boncuktan kıymetli!
Dr. Alp e gelen hasta tutukluların çoğu el-ayak kırığı, vücutta yara... Yakalanmadan önce polise ya karşı koymaya girişmekten ya da polisin işini özenle yapma kaygısından.

Hücrede Yanık Kokusu
Ertesi akşam 21.00 sıralarında demir kapının açıklıklarından yanık kokusu gelmeye başladı. Şaşırdım. Demir kapının karşısı da demirdi. Yer beton yanlar beton... Bunlar yanar mı?
O zaman bu koku ne? Derken hafif bir duman da belirdi. Az sonra iki gardiyan geldi. Hücrenin penceresini açmamı istedi, öğrendim ki, az ötede bir tutuklu hücresinde yatağını yakmış, içten içe yandıkça duman artmış.
Yatak yakmak burada tutukluların protesto ve seslerini duyurma yöntemlerinden biriymiş. O an Engin Ceber'in burada tutukluyken dövülerek öldürüldüğünü anımsadım.
Üçüncü gün sabah yine kaloriferin üzerine pet şişede su koyarak su dökündüm.
Gardiyanlara bir gün önceki yatak yakma olayım sorduğumda, sık karşılaştıkları bir durum okluğunu söylediler.
- Neden yakıyorlar?
Tek bir neden yokmuş. Onlara göre en çok iki neden öne çıkıyormuş:
- Kendini ifade etme, sesini duyurma biçimi...
- Psikolojik sorunlar.
Metristeki beşinci gece 10 Mart 2009 akşamı duman kokusu nün ardından gardiyan sesi geldi: "Bir kişi daha yatağını yakmış. Pencerenizi açın."
11 Mart günü öğle saatlerinde gardiyanlar geldi. Bir saat içinde hazır olmamı istediler. Silivri'ye sevk edecekler.
Metris, İstanbul adliyelerinde tutuklananların ilk konaklama yeri. Bir süre burada tutulduktan sonra davaya göre ilgili cezaevine naklediliyorlar.
Nakil aracı iki tarafında 10 santim yüksekliğinde 30-40 santim uzunluğunda demir ızgaralı iki açıklığı olan kocaman bir tabuta benziyor.
Yalnız değilim, Silivri'ye Ali Kalkancı'yı da götürüyorlar. Yol boyu kesik kesik konuştuk. Onu, uyuşturucu hap imal etmekle suçluyorlar. "Keşke," diyor, "beni de siyasi bir şeylerden alsalardı, bunu anlatmak zor olacak."
Ara ara ızgara delikten dışarı bakıyorum. Nerede olduğumuzu kestirmek zor. Bir buçuk saat kadar sonra Silivri Kampusu yazısı göründü. Kapıda bir süre bekledik.
Birden araca sertçe "pat pat" vuruldu, kıyıktan baktım. Bir el ve bir ses:
"Mustafa seni çok seviyorum..."
Karım, nakli duymuş, Metris'ten beri aracı izleyip bir şekilde sesini duyurmaya çalışıyormuş. Artık ailecek tutukluyduk.

Tünel Malzemesi Yasak!
Dış kapıdan içeri girdik. Çevrede sadece duvar görünüyor. Duvar, duvar, duvar...
Otobüs yüksekliğinde, kamyon genişliğinde dev bir kapıdan girdik. Her tarafı beton bir boşluk bizi karşıladı. Ona yakın büyüklükte ikinci kapıdan girdik.
Toplam 7-8 metrelik L şeklinde bir masa üzerinde büyük, siyah bir çöp torbasına koyduğum eşyaları kontrol ettiler.
Fotoğraf çekimi ve tüm vücut özelliklerinin kaydından sonra 34 maddelik bir metin imzalattılar. Metnin başlığı şöyleydi:
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun-Tüzük ve Yönetmelik Gereği Hükümlü ve Tutukluların Disiplin Kuralları, Bilgi Edinme ve Şikâyet Yollarını, Haklarını ve Sorumluluklarını Öğrenmeleri ve Kurum Yaşamına Ait Genel Bilgilendirme
Ne kadar kalacağımı bilmediğim yeni yaşam yerinin 34 temel kuralının ana unsurları şunlardı:
- Kurumun belirlediği koğuşta kalacaksınız.
- Üzerinizde para bulundurmanız yasaktır.
- Korumun belirlediği düzende yakınlarınızla haftada bir görüşebilirsiniz.
- Her türlü istek ve şikâyetinizi dilekçe ile yapacaksınız.
- Koğuşun tüm temizlik ve düzeninden kendiniz sorumlusunuz.
- Kurumun verdiği ya da kurum kantininde satılanlar dışında bir şeye sahip olamazsınız.
- Kurallara uymazsanız çeşitli disiplin cezalarına çarptırılacaksınız.
- İdare izni dışında hiçbir gruplaşma yapamazsınız, toplu hareket edemezsiniz.
- Size gelen ve göndereceğiniz mektuplarınız idarece okunur.
- Tüzükte belirtilen şekilde haftada 10 dakika telefonla görüşebilirsiniz. Bu görüşme kayıt altına alınır.
- Cezaevi eşyasını tünel kazmaya elverişli araç haline getirmek yasaktır.

En altta şu yazıyordu:
Okudum ve bir nüshasını aldım.
Sol tarafta hükümlü-tutuklu imzası, sağda 4 No'lu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu-Kurum Müdürü-İmzası
Böylece 4 No'lu cezaevinde kaldığımı öğrenmiş oldum. Silivri Kampında toplam 10 cezaevi var. Biri kadınlar, biri çocuklar için.
Ergenekon sanıkları 4 ve 5 No'lu cezaevlerine dağıtılmış.

Mustafa Balbay –Silivri Toplama Kampı ZULÜMHANE sayfa 209…218
Hastalıkta İlk Tanı: Ergenekon
Haberal Hastane, Üniversite Bir de Teterör Örgütü Kurmuş
Yaşasın... Erol Hoca Kansermiş!

Türkiye’de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayan fakat her konuda konuşan televizyon tartışmacılarının ortak özellikleri, konuşmaya genellikle “Dünyanın hiçbir yerinde…” girişiyle başlamalarıdır.
Eğitim kesintili mi yoksa kesintisiz mi olmalı konusunda yapılan tartışmalar da böyle oluyor. Kendilerinden öyle emin görünüyorlar ki tanımasanız, “Bu arkadaş onlarca ülkenin eğitim sistemini incelemiş” sanısına kapılırsınız .
Bunlardan biri daha dün, “Gelişmiş ülkelerde meslek eğitimi hızla geriliyor” diyordu. Üşenmedim, Alman İstatistik Kurumu’nun 2010/2011 eğitim yılı sayılarına baktım. Meslek okullarına gidenlerin sayısı 2.687.974, diğer okullara giden toplam öğrenci sayısı ise 8.796.894. Bu sayılar, ilk ve ortaöğretim çağında bulunan toplam 11.484.868 öğrencinin yüzde 23.4’ünün mesleki eğitimi tercih ettiğini ortaya koyuyor.
Almanya’da bilindiği gibi zorunlu temel eğitim 9-10 yıldır. Bu temel eğitimi alan çocuklardan bir bölümü aynı okulda eğitimlerini sürdürerek 13. yılın sonunda “olgunlaşma” sınavı vererek, kendilerine üniversite kapısını açan lise diplomasını alıyorlar. Diğer bölümü ise seçecekleri dallara göre süreleri iki ya da üç yıl olan meslek okullarına geçiyorlar .
Son günlerde Türkiye’de sıkça duyduğumuzun tersine Alman eğitim sistemi artık “demode” kabul edilen kesintili eğitimden kesintisiz eğitime geçiyor. Klasik (eski) sistemde çocuk ilkokulun 4. sınıfında devam mı, lise mi (Gymnasium) seçimini yapmak zorunda kalırdı. Öğrencilerin görece küçük bir bölümü liseye geçer, geride kalan büyük bölüm ya 9. yılın sonunda meslek okullarına devamı olası kılan ilkokul (Hauptschule) diploması alır ya da iki yıl daha okuyarak kendisine meslek yüksekokullarına devamı sağlayan ortaokulu (Realschule) bitirirdi. Bu klasik sistem bugün de uygulanmaktadır fakat eğitim hızla yeni sisteme kaydırılmaktadır.
***
Almanya, Avrupa’nın en güçlü sanayi ve ekonomisine sahip bir ülkedir. Almanya’nın eğitim sistemi, özellikle de meslek eğitimi ülke ekonomisinin temeli/motoru olan sanayinin gereksinimlerini karşılamak üzere biçimlenmiştir.
Bugün Türkiye’de başta sanayi olmak üzere ekonominin tüm dallarında en büyük gereksinim nitelikli işgücüdür. 1970’lerin ortasına kadar başarıyla işleyen meslek eğitim sistemi, Sanat Okulları ve Sanat Enstitüleri kapatılıp liseleştirilerek gereksinimlere yanıt vermeyen yetersiz bir düzeye inmiştir. Meslek okullarına lise statüsü kazandırılması eğitim sistemimize indirilmiş en ağır darbedir. İmam hatip okulu mezunlarına üniversite kapılarını açmak çabası eğitim sistemimizi, özellikle meslek eğitimi bağlamında iğdiş etmiştir.
Oysa eski sistemde de bu okul mezunlarının üniversiteye girişleri olasıydı. Sanat okulu mezunları iki yıllık tekniker okullarına gidebiliyorlar, oradan da eğitim aldıkları dallara bağlı yüksekokul ve üniversitelere devam edebiliyorlardı.
İmam hatip okulu mezunları ise Yüksek İslam Enstitüsü’ne devam ediyorlar, oradan ilahiyat fakültelerine geçiş yapabiliyorlardı.
Bu sistem bugün Almanya’da uygulanan yeni sisteme uyan bir modeldi.
***
Ne var ki yukarıda da değinildiği gibi baştaki iktidar imamlardan diplomat, vaizlerden kaymakam, hafızlardan öğretmen yaratmayı bir hedef olarak önüne koyduğu sürece bizim eğitimimizin çağdaşlaşması pek olası görünmüyor. İlköğrenim öğrencilerinin isterse tümüne tablet-bilgisayar dağıtılsın, çocuklarımızın gelişmesine pek yararı olmayacaktır. Çünkü belirleyici olan aygıt değil, o aygıtın belleğini dolduracak olan insandır.
Ama nasıl bir insan?

Medyamız ilan etti. Artık lamı cimi yok.
CHP’nin gerçek patronu Kılıçdaroğlu!..
Kolay değil bu sonucu yakalamak!
Parti içi muhalefet ayakta. Olağanüstü tüzük kurultayı çağrısına imza atanların
sayısına bakılırsa; parti içi muhalefetin delege bazında sayısı 362!
Fakat kamuoyunda genel merkez kaynaklı bir kaygı yaygın...
Ya, 362 sayısı artarak Kurultay’a egemen olursa… Kurultay’ı açmayı engelleyecek sayıya ulaşırsa… Kurultay’ın toplanmasını engellemeseler bile, ya yeni CHP’nin yeni tüzüğünü değil de olağanüstü kurultay için önerdikleri tüzük maddelerinin kabulünü sağlarlarsa. Ya -maazallah- Kurultay’da gündeme genel başkan seçimini de ekletiverirlerse… Baykal’ın, Sav’ın delegeleri bunlar. Şak diye -maazallah- götürüverirlerse Kılıçdaroğlu’nu….
Oysa bu kaygılara, kuşkulara gerek yoktu. Parti içi muhalefeti Kurultay’da temsil edecek delege sayısı olağanüstü kurultay başvurularındaki sayı kadardı.
Genel merkez bu gerçeği bal gibi biliyordu; ne ki bu kaygının kamuoyunda dolaşmasına ve Kurultay’ı genel merkez lehine etkileyecek türden yazılı sözlü söylentilere ses çıkarmadı.
***
967 delegenin katılımı ile Kurultay açıldı. Kaygıların beş paralık değeri olmadığı anlaşıldı.
Basit bir matematik denklem yapalım.
Kurultay delegesi sayısı 1247.
Katılım: Baykalcı - Savcı diye anılan 280 muhalif delegeye karşın, Kılıçdaroğlu’na biat etmiş Baykalcı - Savcı delege sayısı 947!
İkinci Kurultay’da muhalif sayısı daha da düşük: Katılım 1031!
Şimdi sonuca gelelim:
Bu rakamlar; delege bazında genel merkezin iki Kurultay’a egemen olacağını gösteriyor.
Bu nedenlere karşın; medyanın Kılıçdaroğlu’nun iki zafer kazandığını ilan etmesi, bir bakıma Pirus zaferini çağrıştırıyor.
***
Kılıçdaroğlu ikinci Kurultay’ı kaparken sürekli “Yeni CHP” vurgusu yaptı.
Akşam gazetesi önceki gün, Kurultay sonucunu, “CHP’de yeni Kemalizm” diye adlandırdı.
Medyasıyla, siyasetçileriyle, bilim adamlarının olağanüstü gayretiyle, Cumhuriyetin iliklerine işleyen, etkisini hâlâ silemedikleri Kemalizm ile CHP’deki Yeni Kemalizm arasındaki farkı, eski ve yeni tüzükteki aynı madde açıklıyor:
Eski tüzük; “CHP’nin amacı; ülkenin ‘güvenliğini ve bütünlüğünü, ulusal birliği, ekonomik ve siyasal bağımsızlığı’, yurtta ve dünyada barışı koruyup, güçlendirmektir” yazıyor.
Kılıçdaroğlu tüzüğünde ise madde şöyle: “CHP’nin amacı; insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne, laik, çağdaş, katılımcı ve çoğulcu demokrasiye dayanan hakça bir düzen oluşturmaktır.”
CHP’deki Kemalizmin önceliğinde “ülkenin güvenliği, bütünlüğü, ulusal birliği” öncelikli konu ve sorun değil artık!
***
Kılıçdaroğlu’nun, bir söylemine eleştiri yoğunlaşınca, ertesi günü bu söylemini yadsıyan açıklamalar yapmasına alıştık.
Kürsüdeki Kılıçdaroğlu’nun gözü önünde, yanlış veya doğru delege katılım sayısına itiraz edeceğini dilekçeyle beyan etmek istediği sırada darp edilerek yaka paça dışarıya atılan Mersin Milletvekili İsa Gök; son Kurultay’da; genel başkanının konuşmalarında Atatürk yerine sürekli Mustafa Kemal dediğini söyledi.
Fikret Bila nedenini sormuş; Kılıçdaroğlu Kuvayı Milliye’yi anımsattığı için “Mustafa Kemal demek hoşuma gidiyor” demiş. Ama Bila’ya bu konudaki kısa açıklamasında tabiatına uygun bir üslup kullanıyor; Mustafa Kemal yerine bu kez dört kere Atatürk diyor.
Atatürk yerine Mustafa Kemal’i kullanması kimi çevrelerde zaten iki gün, Kürt kökenli Kılıçdaroğlu’nun, Türk’ün atası anlamına gelen Atatürk’ü kullanmamaya özen gösterdiğine değinen ve hatta kimi çevrelerde…
…Kürtlerin önderliğine soyunmaya ve Atakürt diye anılmaya mı heves ediyor diyen yorumlara neden oldu.
Geride kalsın bu yorumlar.
CHP’ye Yeni Kemalizmin hayırlara vesile olmasını yineleyerek bugünkü Güncel’i kapatalım.

Benim sarı piknik buzluğumdan var ellerinde, hastabakıcı giysili adamlar hızla koşuyorlar merdivenlerden...
Arkalarında kameraman ordusu...
Bacaklar gidiyor...
Kollar geliyor...
*
Haberler var gazetelerde:
“Böbrek yanlış hastaya gitti...”
“Kollar karıştı...”
“Bacağı düşürdüler...”
*
Yüz takılan hasta, aynayı alıp kendi yüzüne bakamadan, medyayı içeriye doldurup Türkiye’ye gösterdiler...
Doktor, “Çok mutlu ama şimdi gülemiyor, altı ay sonra gülecek” diyordu...
Bir kız, “Yüz babamın, ondan bana kalan bir parça” diye ağlıyor kapıda....
*
Bir insana kol takıyorlar...
Ertesi gün geri alıyorlar kolu...
Kendisinin değildi zaten “kolum gitti” diyemiyor...
İkinci haber:
“Ayağını da geri aldılar...”
Ve son haber:
“Dayanamadı, öldü Şevket...”
*
O zaman bir başka kadın ağlıyor:
“O eller oğlumun elleriydi, uymadıysa çöpe atmasınlar...”
*
İnsanlar, iyi ile kötü arasına sıkışmış, kendi ellerini okşayıp, ayaklarını yoklayıp, gidip aynada kendi yüzlerine bakıp çıkmak istiyorlar karmaşık duyguların içinden...
Kader göstermesin...
Bir gün başkasının eli elinizde...
Ya da yüzünüz sizin değil...
Ağlayacaksın, dudaklar katılmıyor...
Sileceksin, yanaklar elin...
*
Önemli bir iş yapıyor aslında doktor...
İnsanlara yaşamlarını geri vermek için çabalıyor...
İnsanlığa hizmet...
Kutsal...
*
Ama böyle ilkel ve kötü görüntülerle olmak zorunda mı?..
Görgüsüzce...
Duygulara saygısız...
Özensiz....
Reyting yarışında olan televizyonlarla, reklam peşinde olan doktorların yarışı mıdır bu kollar, bacaklar, yüzler?..
Böyle midir tıp?

“Sessiz film” çekildi.

Oscar verdiler.
*
Halbuki.... Bizde senelerdir vizyonda.
*
Başbakanımız, MİT-savcı kriziyle ilgili “sessiz” kaldı. Adalet Bakanı, Deniz Feneri’yle ilgili “sessiz” kaldı. Türk basını “sessiz” kalırken, Le Monde gazetesi, Genelkurmay Başkanı’nın içeri tıkılmasına Genelkurmay Başkanı’nın “sessiz” kaldığını yazdı. Polislerin ABD elçiliğine brifing vermesine, İçişleri Bakanı “sessiz” kaldı. Sınav sorularını arakladılar, Milli Eğitim Bakanı “sessiz” kaldı.
*
Hepsi kameraların önünde oluyor....
*
Daha nasıl çekilsin ki sessiz film?
*
“Sizin ahali sessiz film’den anlamıyor” diye düşünüyorsan... Hadi gel, deneme çekimi yapalım... Kalabalık ortamda siyaset konuşurken mesela, elinle ağzına fermuar çeker gibi yap, göz ucunla cep telefonunu işaret et... Bak bakalım şıp diye anlıyorlar mı, anlamıyorlar mı!
*
Veya, sırıta sırıta ceketini ilikle, ayaklarını bitiştir, popo hafif dışarı, şakşak yaparak, 90 derece öne eğil... Bırak yetişkinleri, üç yaşındaki çocuk bile, anında, “kralın soytarısı” filmini tarif ettiğini bilir.
*
Dünya rengârenkken...
Türkiye’nin görüntüsü ak ve kara diye, siyah-beyazlaşmadı mı?
*
Sessiz kalan işadamı...
Sessiz kalan bilimadamı...
Sessiz kalan gazeteci...
Sessiz kalan sanatçı...
Hiç olmazsa “en iyi figüran” oscarını hak etmiyorlar mı?
*
Elini vicdanına koy.
Kuzuların Sessizliği mi daha etkileyiciydi...
Yoksa, bunca rezalete sessiz kalanlar mı?

Akdeniz’in ılıman havası yerini yağmurlu bir güne bırakmıştı...
Lefkoşa’da yağmur altında dolaşıp, bir kahvede oturduk bir süre.
Belediye temizlik işçilerinin grevi vardı. Sağlık Bakanlığı’nın önünden geçerken birikmiş çöpleri gördük önceki gün.
KKTC’de çalışma saatleri sabah sekiz ile akşamüzeri üç arası.
Ara yollardan otele dönerken, bir yanda Mercedes öte yandan çamur toprak yollar.
Bir arkadaşım şöyle dedi:
“Otomobiller Mercedesler, yollar Bangladeş...”
KKTC’yle Güney Kıbrıs arasındaki görüşmeler 1 Temmuz 2012’ye odaklı.
Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti AB üyesi olduğundan,1 Temmuz’da AB dönem başkanı olacak.
Süre altı ay...
İşte kıyamet o zaman kopacak...
Daha önce değindiğim gibi nisan ayı önemli bir eşik. Çünkü BM Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer mart ayı sonunda raporu Derviş Eroğlu ve Hristofyas’a gönderecek.
Kıbrıs sorunu bir çözüme açık değil.
Çünkü Rum kesimi devlet statüsünde ve AB üyesi... KKTC’yi ise Türkiye’nin dışında tek bir devlet tanımamış.
Kardeş Azerbaycan bile....
***
KKTC’de “sol siyaset” yaptığını söyleyen kesimle, onların sözcüsü olan medyaya baktığımda, şu başlıklar dikkatimi çekti:
“Hristofyas’a istediği ödünler verilmeli...”
Verilmesi gereken ödünler ne?
“Türk askeri Ada’dan çekilmeli, sınırlar kalkmalı, Yeşilyurt, Karpaz bölgesi, hatta Girne Rumlara geri verilmeli. Göçmen Türkler geri dönmeli...”
Lefkoşa’dan Rum kesimine girdiğinizde orada bir binada şu yazıyor:
“Girne Belediyesi...”
Simgesel olarak Yeşilyurt, Girne ve Maraş belediyeleri olduğu gibi, milletvekilleri de var...
KKTC’de yayımlanan bu sözde sol gazeteler sanki Rum Kesimi’nin de sözcülüğünü yapıyorlar.
Onların bu tür yayınlarına karşı çıkanlara ise yapıştırdıkları yafta ilginç:
“Faşistler!”
Rumlara teslim olmaya karşı çıkmak nasıl oluyor da faşistlikle örtüşüyor, anlamak gerçekten çok zor.
Kıbrıs sorununu bir yılda, beş yılda, on yılda çözmek kolay değil.
İki taraf da bunu biliyor zaten...
Bilinmeyen, Türk ve Rum kesiminin düşleri.
O düşler, algıları öne çıkarmadı, olguların yaşama geçmesini istedi ve bugünlere gelindi.
Sekiz yıl önceye dönüp Annan Planı’nın eşzamanlı oylamasına bakıldığında bu açık seçik görülüyor zaten...
***
KKTC’de olduğum için CHP’nin pazar ve pazartesi günü yaptığı “tüzük kurultayı”nı televizyonlardan izledim.
Delegeleri “kurşun asker”, Mustafa Kemal’in kurduğu CHP’yi “babasının malı”, Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibini de “misafir” sananlar, iki gün süren kurultayın sonucundan bakalım ders çıkarabilecekler mi?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, haziran kurultayını da kazanacak.
CHP Türkiye için önemlidir ve bunun için kabuk değiştirmesi, sermaye-emek çelişkisini sürekli olarak ortaya koyması gerekir.
CHP’de önüne gelen milletvekili, grup başkanvekilleri Kılıçdaroğlu’na danışmadan her konuda ahkâm kesmemelidir.
Bu gibi konuşmalar halkın büyük kesiminde tepkiye neden oluyor.
Bir başka önemli konu, CHP sosyal demokrat bir çizgiye gelmeli, yurtseverliği kaba milliyetçilik sananlara hoşgörüyle bakılmamalıdır.
Kemal Kılıçdaroğlu demokrasi ve özgürlükleri savunurken, laik demokratik Cumhuriyetin temel değerlerine de, Aydınlanma Devrimi’ne de sahip çıkıyor.
***
1930’lu ve 40’lı yıllarda yaşamıyoruz...
Elbet sömürgeci ve emperyalist güçlere karşı tavır alacaktır CHP ve almalıdır.
Bunları yaparken yakın tarihimizle hiç utanmadan sıkılmadan yüzleşmelidir CHP...
Seçmene ulaşmanın yolları vardır... CHP eğer halkla tümleşir, Kürt sorununu iyi algılarsa, emek-sermaye çelişkisini sürekli vurgularsa sıkı muhalefet yapar, böylece de oylarını yükseltir...
CHP’nin KKTC’yle bağları kopuk...
Orada neler olup bittiğini de görmesi gerekir...
***
Fransa Anayasa Konseyi, soykırımların inkârını suç sayan yasanın anayasaya uygun olmadığına karar verdi.
Demokrasi budur işte!..
İfade ve düşünce özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından biridir.
Geçmiş olsun Sarkozy, bundan sonra yeniden yasa çıkarsan ne olur çıkarmasan...

SAYIN Davutoğlu gibi yetenekli bir kişinin böylesine yanlış bir politikaya uzun süre alet edilebileceği hiç düşünülmezdi.
Parti disiplini mi?
Çizgisi ne olursa olsun, Başbakan’a mutlak bağlılık mı?
ABD’nin övgülerinden ileri gelen bir aldanış mı?
İktidar etkisi altındaki diplomatların bürokratik ağırlığı mı?
Yoksa düpedüz, ülke çıkarlarını yanlış değerlendirme mi?
Şöyle ya da böyle, Sayın Dışişleri Bakanı’nın Suriye konusunda bunca tartışmalı bir tutumu coşkuyla sürdürmesini anlamak güçtür.
Yanlışın, tehlikeli ve onarılmaz sonuçlara varmadan, bir an önce değiştirilmesi gerekiyor. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim’in Utku Çakırözer’e söyledikleriyle açılan fırsat kapısının şu sırada hemen kapanması, yanlış üstüne yanlış eklemek olur.
Bu sütunda defalarca yazıldı: “Arap Baharı” denen ve Afrika kuzeyini yangın yerine çeviren olaya Ankara’nın da karışıp Batılı büyük sermayenin petrol kokulu hesapları için görev üstlenmesi, Türkiye’nin çıkarlarıyla zaten büyük bir çelişki oluşturmaktaydı. Son gelişmeler, bu çelişkinin ülkeyi aşama aşama hiç küçümsenmeyecek bir tehlikenin uçurumuna sürükler gibidir: Şam muhalifi birtakım grupların sanki özgürlük mücahitleriymiş gibi bağra basılması, toplantılarına kucak açılması, “insani yardım” koridoru kurma bahanesiyle komşu topraklara girme gibi bir olasılığın ortaya atılması başka türlü nasıl açıklanabilir?
Bereket, başkalarınca kışkırtılan ve ancak asker gücüyle gerçekleştirilebilir türden olan bu hevesler, Silahlı Kuvvetler’in bilinçli ve sağduyulu direnişi sayesinde kursaklardan yukarı çıkamıyor .
Ama yine de bir komşunun toprakları konusunda bu çeşit niyetler beslemek ve hatta dile getirmek yakışıksız olmakta. Komşular bizim topraklarımıza ilişkin böyle sözler etseler hoşumuza gider mi?
Kısacası, Suriye konusunda değişik ve olumlu bir ulusal tutum oluşturmanın zamanı gelmiş ve geçmek üzeredir. Sonra zor olabilir. Gemiciler bilir; denizleri baştan yararak dalga üstüne gitmek iyidir de, geç kalınırsa dönüş anında büyümüş bir dalga bordadan vurup devirebilir tekneyi .

Yoksulluk, göreceli bir durum. Her ülkenin yoksulluk hali, kendisine göre. En beylik tanım şu: Bir ülkede ortadaki (medyan) gelirin yüzde 60’ına sahip olamayana yoksul denir. Böyle olunca Türkiye’nin yoksulu ile dünyanın içini acıtan (!) Yunanistan’ın yoksulu aynı olmuyor. Türkiye’de ortadaki gelir, AB ortalamasının yüzde 53’ü, Yunanistan’da ise, AB ortalamasına eşit. O zaman Türkiye’de, örneğin ortalama 10 bin dolarlık yıllık gelirin yüzde 60’ına ulaşamayan 6 bin dolar gelirin altındakiler yoksul sayılırken Yunanistan’da yoksul sayılmak için yıllık gelirin 12 bin doların altına düşmüş olması gerekiyor. Onun için, yoksullaşmış Yunanlı komşumuz hâlâ bizim ortalama gelirimizin üstünde gelire sahip…
Küresel kriz, AB gibi, düne kadar refah bölgesi sayılan bir coğrafyada yoksulluk terimini günlük hayata taşıdı. 2010 yılı için saptanan yoksul, dışlanmış Avrupalı sayısını, Eurostat’ın 8 Şubat 2012 tarihli bülteni, 115 milyon olarak açıkladı .
AB, “sosyal risk altındaki” yoksul, dışlanmış nüfusu saptarken öncelikle gelir dağılımından düşük pay alanları dikkate alıyor. Medyan (tam ortadaki) gelirin yüzde 60’ının altında kalanlar, yoksul sayılıyor. Yoksul sayısını saptamada kullanılan ikinci kriter, asgari ev altyapısından, donanımından yoksun yerlerde barınmayı oluşturuyor. Üçüncü kriter ise güvencesizlik. Yani, potansiyel işgücünün ancak yüzde 20’sini satabilecek kadar iş bulup onun ücretiyle yaşamak zorunda kalanlar, yoksul sayılıyor… Bu kıstaslara göre AB’nin 27 ülkesinde belirlenen yoksul sayısı 115 milyonu geçiyor.
Küresel deprem, AB’nin, “merkez ve çevre ülkeler”den oluşan bir sistem olduğunu teyit etti. AB’nin patronu Almanya, etrafında ise Kuzey’in tuzu kuruları Hollanda, İsveç, Danimarka, Finlandiya, bir ölçüde İngiltere var. Geri kalanlar, yarı-çevre ve çevre ülkeler. Fransa bile her an küme düşüp yarı-çevre liginde yer alabilir.
AB’nin çevre ülkeleri, Türkiye ayarındaki ülkeler. Bulgaristan, Romanya, Türkiye’nin bir dilim altında, ama Macaristan, Polonya, Baltık ülkeleri, Türkiye’nin bir dilim üstünde… Bu ülkelerde toplam nüfusun neredeyse yarısı, belirlenmiş kriterlere göre yoksul. Mesela ilk sırada Bulgaristan var. Bu komşumuzun nüfusunun yüzde 42’sine yakını “yoksulluk sınırı”nın altında. Romanya da aynı durumda. Baltık ülkeleri de… Sonra sırada Macaristan var. Onların da nüfusunun neredeyse üçte biri yoksul. Bir diğer “eski Demir Perde ülkesi” Polonya, yüzde 28 yoksul nüfusu ile dikkat çekiyor.
Sonra, AB’li Akdeniz ülkelerine geliyoruz. Onların ortalama gelirleri, AB ortalaması dolayında. Bu grupta, Yunanistan yüzde 27 yoksul nüfusu ile ilk sırada yer alırken borç krizi yaşayan İspanya, Portekiz ve İtalya’da da her 4 kişiden biri yoksul sayılıyor.
AB usulü yoksullaşma, AB’nin zenginlerinde olmaz mı? Tabii ki var. AB ortalama gelirinin yüzde 20 üstünde geliri olan ülkelerde, mesela İngiltere’de, nüfusun yüzde 23’ü “yoksul”. Almanya ve Fransa’da da “yoksul” sayısı yüzde 20’ye yaklaşıyor…
AB’nin Orta ve Doğu Avrupa bölümünde, yani 3 Baltık ülkesi, Macaristan, Romanya ve Polonya’daki yoksulluk, bizde yaşanana daha çok benziyor.
Türkiye usulü yoksullaşan ülkeler, siyaseten de otoriter rejimlere sürüklendiler. Örneğin, Macaristan’da Nisan 2011 seçimlerini “IMF karşıtlığı” kampanya ile kazanıp iktidara gelen Fidesz Partisi, çaresiz kalıp yeniden IMF kapısını çaldı. Yeni başbakan Orban, AKP rejimini andıran bir yol izleyerek anayasayı değiştirdi. Anayasa Mahkemesi’ni, yargıyı, medyayı ve Merkez Bankası’nı denetim altına aldı. Ancak, IMF, Merkez Bankası uygulamasını, AB, siyasi otoriterleşmeyi beğenmedi ve Orban’a “bas geri” dedi… Romanya’da ise, 2009’dan beri Başbakan Emil Boc tarafından uygulanmakta olan katı Troyka programı, 2011’de yenilendi. Ama kemer sıkmaya isyan, Başbakan’ı götürdü…
Peki Türkiye? TÜİK, 2010’da medyan gelirin yüzde 60’ına ulaşamayan yoksul sayısını 17 milyon, yani nüfusun yüzde 24’üne yakın olarak belirlemiş. Türkiye, küresel krizde birçok AB üyesinin kaderini yaşamadığını öne sürerek caka satıyor ama sonuçta, yoksullukta, onlarla yarışıyor işte…

‘Dönülmez Akşamın Ufkunda’ Suriye (ve Belki de Türkiye) Derin stratejik dalış
Geçen hafta Suriye ile ilgili haberleri okurken artık bu ülke için geriye dönüşün söz konusu olamayacağını düşündüm.
Pazartesi günü Al Hayat gazetesinde Ghassan Charbel’in yorumu, bu ölümcül çıkmazı bence çok iyi betimliyordu: “Rejim, saygınlığına, iktidar partisine, orduya, güvenlik örgütlerine, ekonomiye verdiği zarardan sonra artık geri çekilme becerisini kaybetmiştir. Muhalefet de verdiği binlerce kurbandan, yıkılan kasabalar ve kentlerden sonra artık geri çekilemeyeceği bir noktaya gelmiştir. Her iki taraf da geri çekilmenin kendisi için bir intihar olacağını düşünüyor.”
En güçlü olasılık, taraflardan birinin kazanmasına sıra gelmeden Suriye’nin ağır insani ve jeopolitik sonuçlar yaratarak dağılmaya başlamasıdır .
Eğer Asharq Al Awsat’ta Mohammad Ali Salih’in pazar günü, Washington’dan, ABD askeri kaynaklarına dayanarak aktardıkları doğruysa, AKP yönetimindeki Türkiye de bu sürece derin bir stratejik dalış yapmaya hazırlanmakta ya da itilmektedir. (Not: Al Hayat ve Al Awsat’ın Suudi rejiminin gazeteleridir.) Gelecekte tarihçilerin, bu “derin stratejik dalışı” da bir başka tür intihar eylemi olarak değerlendirme olasılığı, korkarım ilk anda sanılandan çok daha büyüktür.
Ali Salih’in kaynağına göre, ABD Savunma Bakanlığı’nda, Suriye’ye yönelik bir askeri müdahale planı hazırlanıyormuş. NATO’nun 1998 Kosova operasyonlarına dayanarak hazırlanan plana göre, ilk adımda Türkiye sınırına yakın bir yerde bir korunaklı bölge oluşturulacak; sığınmacılara, sonra da Türkiye’den Suriye’ye girmeye başlayan NATO güçleri aracılığıyla, uluslararası Kızıl Haç örgütü eliyle tüm Suriye halkına insani yardım sunulacakmış.
Bu senaryo da “insani yardım”, bu insani yardıma verilecek askeri korumaya bir uluslararası yasal zemin sunacakmış. Bu eylemler, yardım konvoyları Türkiye ve Ürdün’den Suriye’ye girerken havadan koruma operasyonlarına dönüşebilirmiş. Ali Salih’in kaynağı “Bu çok sakıngan bir senaryo, çünkü Suriye ordusunun, özellikle hava kuvvetlerinin büyük gücünü hesaba katıyor” diyormuş.
Böyle bir senaryonun başlayabilmesi, için AKP hükümetinin Suriye konusunda kesin kararını, sonra bundan bir geri dönüş olmayacağını bilerek vermesi gerekiyor. Batı ve Suudi medyasından görebildiğim kadarıyla da AKP hükümeti üzerinde, bu yönde adeta “Hani yapacaktın, hadi artık” diyen güçlü bir basınç var.
Batı basınında şöyle bir söylem dikkati çekiyor: Suriye Libya değil. Suriye’de 18 milyonluk bir nüfus, 185 bin kilometrekareye, yoğun kentsel yapılara sıkışmış durumda. Bir hava operasyonunda isyancılarla devlet güçlerini ayırt etmek son derecede güç; tüm dünyayı isyan ettirebilecek çapta yan hasar olasılığı yüksek. İsyancıların yapısı, liderliği belirsiz. İsyancıları silahlandırıyoruz derken radikal İslamı güçlendirme riski var. Esad’ın içeride güçlü toplumsal desteği, dışarıda Çin ve Rusya gibi dostları var. ABD kamuoyu yeni bir kara savaşını kabul etmeye eğilimli değil. Ortada, sürece önderlik etmeye hazır, İngiltere veya Fransa gibi ülkeler yok. Körfez ülkeleri, Suudi rejimi müdahaleden yana, ama askeri kapasiteleri yetersiz. Halbuki Türkiye NATO’nun en büyük ordularından birine sahip bölgede Sünni Araplar arasında saygınlığı var. Hillary Clinton’un vurguladığına göre “Türkiye’nin etkisi başka”. Ancak belli ki Türkiye beklenen adımı atmakta kararsız. Bunu Al Awsat’ta, Tarık Alhomayed’ın yorumundaki öfkeli sabırsızlıkta da görmek olanaklı. Alhomayed, “Duyduk ki Türkiye Dışişleri Bakanı Washington’daymış. Suriye’yi, Arap devrimlerini konuşuyormuş. Bu konuda Washington’dan işe yarar bir şey çıkmadı. Türklere gelince, ‘Ahmet Davutoğlu Washington’dan döndü mü?’.” Alhomayed, “Belli ki ABD İsrail’i korumak istiyor. Suriye’de İslamcı bir rejimin kurulmasından korkuyor. Peki, Türkiye’nin bahanesi ne? Dışişleri Bakanları hâlâ Washington’dan dönmedi mi?” diyor. Belli ki Alhomayed, Washington’da konuşulanları, Türkiye’nin yapmayı kabul ettiği şeyleri biliyor; sabırsızlıkla soruyor: “Neden hâlâ yapılmıyor?”
Büyük olasılıkla AKP yönetimi, Suriye dağılmaya başlayınca, bölgenin tüm dengelerinin bozulacağını, belki de Suriye Kürdistanı’nın, Irak Kürdistan’ıyla birleşerek daha büyük bir siyasi birim oluşturmaya başlayacağını da görebiliyor. Bu dağılma sürecinde, bir aşamada Türkiye’nin, İran’la çatışmaktan kaçınamayacağı, Rusya ve Çin gibi İran’ın müttefikleriyle geliştirmeye çalıştığı ilişkilerin istikrarını kaybedeceği de söylenebilir. Cari açığının yüzde 10’a vurduğu, büyümenin hızla frene basmaya başladığı bir ortamda petrol fiyatlarındaki artışın, Suriye, İran, Lübnan pazarlarında oluşacak kayıpların ekonomiye, büyük zararlar getireceği de...
Yola yeni Osmanlı İmparatorluğu için çıkanların, bu koşullarda, mali kaynak gereksinimi arttıkça, Osmanlı’nın eski sömürgelerine giderek daha bağımlı hale gelecek, “Bakan hâlâ dönmedi mi?” gibi “fırçalara” daha sık maruz kalacak olması da tarihin bir başka cilvesi

İnsanlar siyasette sayısız durumlarla karşılaşırlar.
Sonra da bunların bazılarına taraf olurlar bazılarına karşı çıkarlar.

Örneğin türban,
Örneğin eğitim,
Örneğin seçim usulleri,
Örneğin güneydoğu,
Örneğin yoksulluk,
Örneğin cari açık,
Örneğin kur politikası,
Örneğin Mısıra, Libya’ya, Irak’a demokrasinin nasıl getirileceği,

Örneğin ulusalcılık, küreselcilik, IMF, AB’cilik, falan filan…

Bu başlıkları isterseniz yüze ve belki de bine kadar çıkarabilirsiniz.

Başlıklar bu kadar çok olunca, tabii ki insanların bu konular karşısında alacakları tavırlar ya da yapacakları tercihleri de çok çeşitli olacak, muhtemelen bazı yanlışlara düşülecektir.

Bunlar karşısında takınılması gereken “doğru tavrın” ne olabileceği konusunda arayış içinde olanlar acaba hangi “genel kritere”, hangi şaşmaz ölçüye başvurmalıdırlar ki çizgilerinden sapmasınlar, fark etmeden başkasına hizmet etme yanlışına düşmesinler…

İşin içinde, siz o doğru ölçüyü ararken “duruma hakim olan güçlerin” ellerindeki propaganda imkanlarıyla sizi özellikle oyalama ve ters köşeye yatırma gayreti de varsa, sizin bunca konu ve bunca saptırma gayreti arasında acaba kendi doğrularınızı bulmada kullanacağınız sağlam ölçünüz ne olabilir hiç düşündünüz mü?
Ne dersiniz?

***

Bana göre bu konuda kullanılacak en uygun ölçü, karşınızdaki siyasetin hangi “temel ekonomik model”i esas aldığıdır .

Yukarıda saydığımız konulardan; türbanından yoksulluğa, cari açıktan küreselciliğe kadar nereye hizmet ettiğinde tam kanaat sahibi olunamayabilen, zaman zaman sap ile samanın karıştırılabildiği her konunun kaynağı, önünde sonunda uygulanan “ekonomik model”e dayanır.

Bu günün dünyasında, birbirinin neredeyse taban tabana zıddı olan iki “temel ekonomik model” ve bu ikisinin belirli ölçülerde karışımı olan bir üçüncü model vardır.

İki ana ekonomik model; “kapitalizm” ile “sosyalizm”, bunların karışımı olan üçüncüsü ise “sosyal demokrasi”dir.

“Sosyal demokrat” ekonomik model, iki temel model arasında yer alan bir karışım olduğu için de, adına sosyal demokrasi denen uygulamaların bu iki temelden hangisinden daha fazla etkilendiği ya da hangisine daha yakın olduğu her zaman için göz önünde bulundurulmalıdır.

***

Şimdi konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu ara ya da karma modeli bir kenara bırakıp şöyle bir soru soralım:

Kadınların türban takması acaba kapitalist modelin mi yoksa sosyalist modelin mi gereğidir?
Biz, kadınlar türban takabilir ya da hayır asla takmamalıdırlar dediğimiz zaman kapitalizmden yana mı yoksa sosyalizmden yana mı tavır almış oluruz?

Cevap: Bu soruya öyle ya da böyle demekle hiç birinden yana ya da hiç birine karşı gelmiş sayılmazsınız.

Siz alt gelir grubundan biri iseniz, işsizseniz, izlenen ekonomik politikalar sizin aç kalmanızı önlemeye yönelik değilse, siz ya da diğer insanlar başını kapatsa da açsa da durumunuz değişmeyecektir.

Dikkat ettinizse, kapitalist sistem Hollanda’da istediğiniz yerinizi açın size bir şey demez de Türkiye’de saçınızın tek telinin bile örtülmesi gerektiği propagandasına çanak tutar.
Neden?

Çünkü bu işin ekonomik sistemle bir ilişkisi yoktur.
Desteklediği iktidarlar; orada o, burada bu politikayla oy almaktadır da ondan tabii.

Demek ki kapitalizm, bir gün siyaseti gerektirirse bu gün kapattırdığı başları yarın açtırabilir. Başları açtıranlar ya da açılsın diyenler de hiçbir zaman sosyalist ya da sosyal demokrat falan sayılamazlar.

Temel belirleyici olan, her zaman için “ekonomik sistem”dir.

***

Peki, biz bu iki temel sisteme de mesafeli olup, daha dengelidir diye ikisinin karması olan “sosyal demokrat” siyaseti istiyorsak bu amaca ulaşmak için nelere dikkat edeceğiz?

Yazılı basında, televizyonlarda, internette ve politik nutuklarda her an karşılaştığımız konular yine “türban, eğitim, güneydoğu, yoksulluk, cari açık, kur politikası, ulusalcılık, küreselcilik, Irak’ın İran’ın demokrasiye nasıl geçirileceği, AB’cilik, falan filan ise bunlara bakıp işin içinden nasıl çıkacağız?
Sosyal demokrasinin gereğini yaptığımızı nereden anlayacağız?

Söyleyelim: Yine uygulanan ekonomik sisteme bakaraktan.

***

Bir ülkede:

-Gelir dağılımı bozuk ve giderek de bozuluyor ama uygulanan ekonomik politikalar bu dengeleri düzeltme amaçlı değilse ve bu sistemin kime yaradığı apaçık ortada ise (TÜİK’e göre yoksul sayımız 12,7 milyon kişi iken, Forbes’e göre dolar milyarderleri bizde 38, İtalya, İspanya ve Fransa’da 14’er, Yunanistan’da sadece 2 kişidir);

-Yoksulluk giderek artıyor ama bu yoksulluğun nedeni olan işsizliği önlemek, ekonominin çarpık yapısını düzeltmek için bir şeyler yapmak yerine o yoksullara “yardım” işi kurumlaştırılıyorsa (4,3 milyon işsiz, 9,1 milyon yeşil kartlımız, 12,7 milyon resmi yoksul var)

-Ülkede üretim düşerken tüketim artıyor ve ekonomi kan kaybediyor ama bu durum “borç bulabildikçe sorun yok” denip olay sadece bir cari açık konusu olarak görülüyorsa, (2011 sonu yıllık dış ticaret açığımız 106 milyar dolar yani 38 dolar milyarderimizin toplam varlığının yaklaşık iki katı)

-Ülkede stratejik olanlar da dâhil ekonomimizin köşe taşı kurumların hepsi “özelleştirme” adı altında parayı veren yabancıya satılıyorsa,

-Ülkede asıl vergi yükü, istihdamın ve tüketicinin üzerinde olmasına karşın, sade vatandaş ve çalışan çalışmayan işçiler üzerindeki bu ağır yük, bu dengesizlik sürerken ciddi bir düzenleme yapılmıyorsa (Vergi gelirlerinin yüzde 80’i ÖTV, KDV gibi dolaylı vergilerdir),

- Uygulanan ekonomi politikasının sonucunda yarı aç yatan ve bu yüzden sağlıksız kalan insandan reform adı altında yüzde 12 genel sağlık sigortası primi isteniyorsa,

-Aslında ekonomiye hizmet için verilmiş bir imtiyaz olan “bankacılık yapma hakkı”, bu hakkı kullanan çoğu yabancı ve bir kısmı da dolaylı olarak küresel sermayeye bağımlı bankalar tarafından “kazançlı bir ticaret imkanı” olarak kullanılıyor ve bu oldu bittiye kimse bir şey demiyorsa, dış ticaret açığıyla cebelleşen bu ülkede en fazla kar eden şirketler finans sektöründekilerse,

-Yabancıların üçte iki ağırlıkta olduğu borsanızın yatırımcılara ne kadar çok kazandırdığı ile övünülüyorsa (2011 Ekiminde borsanın yüzde 62’si yabancıların alım satımı)

-Topraklarınızın her gün daha büyük kısmı yabancıların işletimine geçiyor ve bu durum ülkeye iyi para geliyor diye karşılanıyorsa, (Bülent Ecevit’in, toprak işleyenin… sözü bu duruma da uyuyor) ama onlar araziyi alıp memleketlerine götürmüyorlar ya deniyorsa…

Bilinsin ki, uygulanan ekonomik sistem çok açık bir biçimde “kapitalist” temele dayalıdır ve buna hizmet etmektedir.

Kim ne söylerse söylesin bu biçimde yoksulluk bitmez, çarklar hep sermayeden ve kazanandan yana döner.

İşte, bir siyaset kimi günlük konularda ne söylerse; neye “evet” neye “hayır” derse desin, ancak bu saydıklarımız ve benzeri ekonomik konularda yapılanlara karşı çıktığı ölçüde ve de ancak bu işleyişi tersine çevirme konusunda gösterdiği gayret kadar “sosyal demokrat”, bunlara sesini çıkarmadığı ölçüde de“kapitalist”tir.

Sosyal demokrasi de aynen kapitalizm ve sosyalizmin olduğu gibi bir “ekonomik sistem”dir.
Yani kimin kazanacağının, çarkın kimlere hizmet edeceğini belirleyen düzendir.

Bunun yanında gerisi süslemedir, “soslama”dır, ufak çaplı iki ileri bir geri hareketlerdir.
Onlara takılmak kafaları karıştırır, yapılanlar sadece laftan ibaret kalır.

Siz temel işleyişi fark eder tercihinizde onu göz önüne alırsanız gerisi kendiliğinden gelir.

Suriye-Türkiye ilişkilerinde yaşanan krizin perde arkasını 7 Ekim’de ilk kez Cumhuriyet kamuoyuna duyurdu. Suriye lideri Beşşar Esad, görüştüğü CHP heyetine AKP ve Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında diplomaside alışık olunmadık ölçüde sert değerlendirmeler yapmıştı.
Esad’a göre AKP hükümeti “Suriye’de yasaklı Müslüman Kardeşler örgütüne hamilik ediyor”, “rejim karşıtı muhalif gruplara silah desteği sağlıyor” ve “ABD’nin sözcüsü gibi davranıyor”du.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na çok yakın bir kaynak bu haber üzerine Cumhuriyet’e şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“Müslüman Kardeşler’in hamisi gibi davransak Mısır, Libya ve Tunus’ta laiklik ister miydik? Biz kimsenin destekçisi değiliz. Tüm gruplara eşit mesafedeyiz.”
Bu haberlerden altı ay sonra Suriyeli üst düzey bir yetkili ilk kez kameralar karşısında yazdığımız iddiaları tek tek doğruladı. Suriye yönetiminin üçüncü ismi Dışişleri Bakanı Velid Muallim gazetecilerin karşısına çıkarak Erdoğan’ın her görüşmede ‘Müslüman Kardeşler’e siyasi af’ istediğini ve Esad’ın buna izin vermemesi yüzünden aralarının açıldığını açıkladı.
Esad daha ağırını söylemiş
Eylül ayında Beşşar Esad’la Şam’daki sarayında bir araya gelen CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, Muallim’in açıklamalarını yakından takip ettiklerini belirterek şunu söyledi:
“Hükümetimizin Suriye’ye ve genelde bölgemizde yaşananlara nasıl yaklaştığını deşifre eden ibret verici sözler bunlar. Esad daha ağırını söylemişti. Erdoğan ile aralarındaki temel farkın laiklik konusuna bakış olduğunu söylemişti. Demek ki hükümetin ‘Suriye’deki mezalime kayıtsız kalamayız. Özgürlük ve demokrasi istiyoruz’ sözlerinin arkasındaki asıl istek Müslüman Kardeşler’i iktidara getirmekmiş. Gerisi bahaneymiş.”
‘Adana mutabakatını delmeyelim’
Suriyeli bakan Muallim’in silahlı rejim muhaliflerinin Türkiye’de barındırıldığı ve Türkiye üzerinden Suriye’ye sokulduğu iddialarının da ciddiye alınması gerektiğini belirten Loğoğlu “Daha o zaman Esad bunları bize de söyledi. Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu’na da Genel Başkanımızı ziyaretinde ilettik. İddiaları üstlenmediler, ‘Kesinlikle yok’ dediler. O günden bu yana, bu husus önce Suriye sonra dünya en sonunda da Türk basınında geniş yer aldı. Şimdi resmen muhalefetin silahlandırılmasından bahsedilebiliyor olması son derece kaygı verici” dedi .
PKK unsurlarının Suriye’den çıkarılması için Ankara ile Şam arasında 1996 yılında imzalanan Adana Mutabakatı sırasında Dışişleri Bakanlığı’nda güvenlik işlerinden sorumlu müsteşar yardımcılığı yapan Loğoğlu anlaşma ile ilgili önemli bir uyarıda da bulundu:
“Suriye yönetimi bu silahlı güçleri ‘terörist’ olarak kabul ediyor. Eğer Türkiye gerçekten bu silahlı gruplara yardım ediyorsa, Suriye’nin PKK’ye hiç bitmeyen desteği karşısında koz olarak kullandığımız Adana Mutabakatı’nı ilk kez kendimiz delmiş oluruz...”
‘Sınır illerinin sesi olacağız’
Gelinen noktada Suriye’de çatışan tarafları bir araya getirmenin elzem olduğunu belirten Loğoğlu, “BM Genel Sekreteri, AB, Arap Birliği, Rusya, İran ve Türkiye ile Suriye’de çatışan iki taraf bir masa etrafına oturtulmalıdır. Bunu en çok Türkiye istemelidir çünkü sadece böyle bir politika ulusal çıkarlarımıza uygundur. Ancak hükümet maalesef Türkiye’yi daha fazla taraf haline getiren yaklaşımlar içine girmeyi tercih etmektedir” dedi.
Bu durumda CHP ne yapacak? Hükümetin izlediği Suriye politikasından en fazla sınır illerinin etkilendiğine dikkat çeken Loğoğlu, “Mardin, Hatay, Antep, Maraş, Urfa ve daha birçok ilde esnaf, turizmciler, oteller kan ağlıyor. Neden? İzlenen politika yüzünden Suriyeliler gelmez oldu da ondan. CHP’nin birinci önceliği sıkıntı çeken bu illerimizin durumunu ülkenin gündemine getirmek, onların sesi olmaktır” dedi.

Akarsularımıza bulaştırılan “HES”lere (hidroelektrik santral) karşı yöresel hukuk direnişlerinde bir zafer de Kastamonu’dan...
Çatalzeytin ilçesindeki Akçay Deresi’ne kurulmak istenen “Yunuslar Regülatörü” izni, “Çatalzeytin Âşıkları Çevre Platformu”nun açtığı dava sonucunda Kastamonu İdare Mahkemesi’nce “iptal” edildi.
Aynı yatırım Çevresel Etki Değerlendirmesi’ne (ÇED) “gerek olmadığı!” gerekçesiyle 2010 yılında valilikçe uygun bulunmuştu. Açılan davadaki bilirkişi incelemesinde ise “çevreye etkisinin yüksek düzeyde” ve “olumsuz” olacağı saptanınca, yüksek yargı, kararını “çevrenin ve yaşam kaynaklarının korunmasından yana” verdi....
Aralarında Erçeller ve Piri Köy muhtarlarının da bulunduğu Çatalzeytin Âşıkları’nın davasında oybirliği ile alınan 13 Aralık 2011 tarih ve 2011/96 sayılı mahkeme kararı bakın neleri vurguluyor:
“...proje alanında su hesaplarının açık olmadığı, proje bölgesindeki çalışmalardan etkilenecek canlı türlerinin olduğu, projenin hafriyat bölgesine ihtiyaç olduğu, ancak belirtilmediği, kırma eleme tesisinin yapılması öngörülen yaklaşımın dere yatağına çok zarar vereceği (...) havza planlamasının yapılmadığı ve Akçay Deresi havzasında gelecek yıllardaki beklentilerin belirlenmediği gibi hususlar dikkate alındığında çevreye ilişkin doğal dengenin bozulacağı kanaatine varılmıştır.”
Platform Başkanı ve Çatalzeytin Mektubu gazetesini yöneten Emin Türkay Öztürk diyor ki: “Bu karar çevre düşmanı sözde ÇED uygulamasındaki keyfiliği de mahkûm eden örnek bir hukuk dersidir.”

Anayasa dersleri

Son yıllarda aynı keyfilik içinde derelerimizi tehdit eden HES’lere karşı diğer illerde elde edilen hukuk zaferleri ise bu uygulamanın yasalara ve temelde “anayasaya aykırı”lığını açıkça kanıtlıyor.
Gündemdeki “yeni” anayasanın işte bu tür kazanımları sağlayan ilkeleri daha da güçlendirmesi yerine tümüyle yok edeceği kaygısına karşı, doğayı ve yaşamı koruyan yargı kararlarının anayasa çalışmalarına da ders olması gerekiyor....
Örneğin Rize ilindeki Küçükçayır ve Ambarlık köylerini besleyen Paşacur ve Salarha dereleri “Ambarlık 1 ve 2 Regülatörleri ve HES” projesinin tehdidi altında... Bu proje için de Çevre ve Orman Bakanlığı 2009’da “ÇED gerekli değildir” demişti; köylülerin açtıkları davada bakanlığın kararı iptal edildi. Yargı gerekçeleri arasında ise Türkiye’nin de taraf olduğu Kyoto Protokolü, Rio Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşmalar anımsatılırken özetle şu vurgulamalar da yapılmıştı: “Aynı dereler pek çok belediyenin su kaynağıdır. Salarha Vadisi suyu ile kent merkezi dahil 9 ilçe ve belde belediyesi ile 26 köydeki 300 bine yakın nüfusa içme suyu sağlanıyor.”
Benzer şekilde Artvin’in Şavşat ilçesinde de “Susuz Regülatörü ve HES” projesi için dava açan 74 köylü, hukuk mücadelesini kazandılar... Proje için ÇED’in gerekli olmadığına dair rapor mahkemede durdurulmuş olmasına rağmen bakanlığın dava sürerken “ÇED olumlu” belgesi verdiği ortaya çıkmıştı! Köylüler bir kez daha yargıya gittiler ve yüksek yargı, yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Türkiye’nin derelerini işgal eden HES projeleri hemen tüm bölgelerdeki yargı kararlarıyla sorgulanarak durduruluyor. Türkiye Su Meclisi’nin 2010’da ilan ettiği “Su Manifestosu”ndaki şu vurgulamalarınsa haklılığı her geçen gün daha da kanıtlanıyor:
“Su kendini ancak akarak var edebilir ve doğada tek bir damla su boşa akmaz.
Suyun özelleştirilmesi ve suya efendi atanması kabul edilemez.”

Son dönemde hemen her operasyona dayanak olarak “internetle yapılan ihbar üzerine” deniliyor. Bu ihbarlar arasında “kozmik odalar”ınr aranmasına da neden olan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast iddiası da bulunuyor. Bir gün bu şikayetlerin deşifre edileceği aklınıza gelir miydi? Ne yazı ki ihbarlar deşifre olmaya başladı .

Emniyet Müdürlükleri Muhabere Elektronik Şube Müdürlüğü bünyesinde Muhabere Sistemleri İşletme Büro Amirliği bulunuyor. Vatandaş, elektronik postayla ihbar ve şikayetlerde bulunmakla kalmıyor, bazı uyarılarda da bulunuyor. Vatandaşlık görevine tamam ama yalan, iftira ve başka insanları iftiralarla, yalanlarla zora düşürmeye hayır….

Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne elektronik postayla yapılan ihbarlar, internet korsanları tarafından ele geçirildi ve bunlar bir sitede yayımlanmaya başlandı. Belki, bu yazıyı okuduğunuzda siteye erişim engellenmiş olacak.

Tuvalete sokulmayan polisin ihbarı
İnternette yayımlanan ihbarlar birbirinden ilginç. Polis memuru, meslektaşının yaptığına öyle bir kızmış ki, o hızla bakın Emniyete niçin ihbarda bulunmuş:

“Ben polis memuruyum 20 Ekim günü 9. grup 44 ekip olarak Ak Parti genel merkezinde 20.00’de görev aldık. Çevrede, gece olmasından dolayı ihtiyaç giderebileceğimiz bir yer yoktu. Bu yüzden Ak Parti merkezinden faydalanmak isteğimizi sorumlu komiserimiz, güvenlik amirine iletti. Onlar ‘binaya giremezsiniz. Emniyet neden size araç vermiyor?’ gibi tavırlar takınarak bizleri dışlayıp hor görmüşlerdir. Üstelik biz keyfimizden oraya gitmedik Görevli olarak, onları korumak için gittik. Bu tavır bize partili sivillerden gelmedi, kendi meslektaşlarımızdan geldi. 20 ye yakın arkadaşla birlikte çok üzüldük. Bilgilerinize.”

Suç duyurusu gönüllüsü
Birileri “gizli tanık” olma heveslisi. Cezaevinden “gizli tanık” olmak için C.savcılıklarına çok sayıda mektup yazılıyor. Hangi konuda istenirse o konuda istenenleri söylemeye hazır kişiler var. Bunların istekleri ise ceza indirimi oluyor.
Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne başvuran kişi de isimler verip, “o kişinin konuşmalarında suç unsuru varsa, suç duyurusunda bulunduğunu” belirtiyor. Bakın bu bu kişi kimler için neler yazmış:
- 21.01.2012 tarihinde CNN Türk televizyonu canlı yayınında Fenerbahçe yöneticileri Ali Koç ve Nihat Özdemir’in varsa, suç içerikli konuşmaları bu suç içerikli konuşmalar hakkında suç duyurusunda bulunur ve gereğinin yapılmasını rica ederim.
- 2009 yılı mayıs ayından itibaren eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un varsa, bu tarihten genelkurmay başkanlığı görevini bırakana kadarki tarihe kadar televizyon veya televizyonların canlı yayınlarındaki konuşmalarında suç içerikli konuşmaları, bu suç içerikli konuşmalar hakkında suç duyurusunda bulunur ve gereğinin yapılmasını rica ederim.
- TRT-2’de canlı yayın veya yayınlarında Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan’ın varsa, suç içerikli konuşmaları bu suç içerikli konuşmalar hakkında suç duyurusunda bulunur ve gereğinin yapılmasını rica ederim.”

Oda da rakı şişesi var
Bir başka ihbarcı, Rizeli olduğunu belirtiyor, facebookta sayfalara bakarken PKK’lıların sayfasını gördüğünü, orada Başbakanın da fotoğrafının bulunduğunu belirtiyor ve şöyle diyor:

“Orada bir şeyler yazmışlar. Zoruma gitti. Neden bunlara izin veriliyor, gereği yapılmıyor? Siz gereğini yapın. Yoksa, Laz damarım tutar. Sinirliyim.”

Bu kez ihbarcının konusu öğrenci yurdu ve orada yaşananlar. İhbarcı, özel yükseköğrenim öğrenci yurdunun adını veriyor ve devam ediyor:

“Orada, modemler üzerinde oynama yapıldığını söylüyorum. Çünkü engellenmiş porno sitelerine giriş söz konusu. Her türlü porno sitesi; anlayın artık. Bu arada yurtta geçen günlerde rakı içildi. Şu anda size mesaj yazarken odada rakı şişesi var. Yurtta rakı içilmesi serbest mi bilmem ama yurtta sigara içen gördüm.”

“Cemaate hakaret ediyor”
Bu kez ihbarca eski AKP Milletvekili hakkında ihbarda bulunuyor. Daha önce de ihbarda bulunduğunu ancak bir sonuç alınamadığından da yakınıyor, şikayetçi olduğu eski milletvekilinin yazılarının linklerini de veriyor. AKP-cemaat tartışmasının yaşandığı bu ortamda bakalım ihbarcı neler yazmış:

“Bu şahıs hakkında ihbarda bulunmuş olmama rağmen ne emniyet tarafından ne savcılık tarafından hiçbir hukuki işlemin başlatılmadığını üzülerek görmekteyim.İki gün önce yine twitter üzerinden Başbakana ve cemaate hakaretler, küfürler etmiştir. Gereğinin yapılarak tarafıma bilgi verilmesini rica ederim.”

Neyse ki, Emniyetin belgelerine ulaşanlar şimdiye kadar çok can yakıcı ihbar ve şikayetleri açıklamadılar. O başvuruları okumak bile hayli eğlenceli…

CHP Milletvekili Süheyl Batum, “TSK meğer kağıttan kaplanmış” deyince askeri zevat hatırlayın alınganlık göstermişti!
Aslında kağıttan kaplan nitelemesi yanlış ve var olan durumu doğru tasvir etmiyor.
Peki gerçek ne midir?
TSK’nın sözde kaplanlığı emin olun kağıttan bile değil!
Hayır haksızlık etmiyorum!
Bu satırların yazarı malum çevrelerce askerci diye hedef alınan biridir, dolayısı ile hükmü önyargıya dayalı değildir!
Gazetecilik yaşamımın son 23 yılını Ankara’da yönetici - yazar olarak geçirdim ve pek çok şeye birinci elden tanıklık ettim !
TSK’nın dünden bugüne var olan seyir ve imaj tablosu bize göre emin olun hicap vericidir!
Niye mi?
TSK’nın “karargah yönetimi” bağlamında fevkalade ufuksuz ya da vizyonsuz olduğunu gördüm!
Keza kolpacılığına şahitlik ettim !
Dahası Genelkurmay’ın örgütlenme biçimindeki hassasiyet hadisesinde ilke ve esaslardan ziyade şahıs tercihi egemenliğinin varlığını gözlemledim ki, hassasiyet noktasında mesela Hüseyin Kıvrıkoğlu ile Hilmi Özkök siyah ve beyaz misali birbirinin zıddıdır!
Hayır haksızlık etmiyorum zira gelinen yer ortadadır!
Kısa bir süre öncesine kadar TSK kendini ülkenin istisnasız bütün konularında etkin ve yetkin görürken ve o yönde fiili tavırlar sergileyebilirken, bugün imaj ve yaptırım noktasında zerre mübalağasız terör örgütü PKK ile adeta özdeş halde ve de heyhaaaat bunu sineye çeker durumdadır!
Açıklıkla ortaya koyalım TSK dediğimiz yapıyı aslında gövde ile onu kumanda eden beyni (Karargah) diye tanımlamak gerekiyor!
“Gövde hiç kuşkunuz olmasın muhteşemdir” ama beyin için aynı şeyi söyleyemiyoruz zira beyni kumanda eden merkez NATO ve dolayısı ile Pentagon’dur!
Öyle olduğu içindir ki TSK bugün kurumsal bağlamda adeta bir şube ve acentedir!
İdeolojik bağnazlıkla söylüyor değilim ama TSK, NATO’ya katıldığından beri aslında eşyanın tabiatı gereği Atlantik Paktı’na kuyruktur!
Balyoz ve Ergenekon tertiplerine isyan eden biri olarak her şerden bir hayır doğar ümidiyle TSK’nın Mustafa Kemal Atatürk’ün günlerine dönmesi ve misyonuna oturması için dua ediyoruz! 
6 Mart şantajı kime? ABD’nin özel istihbarat ve stratejik analiz şirketi olan Stratfor’un 5 milyondan fazla olan elektronik mesajlar listesinin 6 Mart’ta ifşa edileceği açıklandı!
Peki kim mi ifşa edecek?
Tabi ki Wikileaks!
Sızan haberlere göre bu mesajların önemli bir bölümü Türkiye ile ilgili imiş!
Görüldüğü gibi Wikilelaks sızmaları gerçekte bir operasyondur ve görev icrası hala devam ediyor!
Öyle olmasa bir hafta önceden mesajların servis edileceği niye duyurulsun?
Yoksa bu mesaj örneğin Türkiye’de birilerine şantaj ya da tehdit mi?
Kime mi mesela?
Suriye’ye müdahale konusunda tereddütlü olan ve haklı olarak işi ağırdan alan Tayyip Erdoğan’a!
ABD; “alçaksın”, Çin, “küstahsın”!
Suriye bağlamında devler savaşı ya da atışması başladı!
Hatırlayın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantısındaki Rusya ve Çin vetosu sonrasında ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton bu iki ülkeyi hedef alıp “alçaklar “ nitelemesini yapmıştı.
İşte bu hakarete Çin sert bir karşılık verdi!
Pekin’de açıklama yapan Çin Dışişleri Bakanlığı Suriye tutumundan ötürü kendilerine “alçak” diyen ABD’ye “küstahsın” karşılığını verdi!
Peki karşılıklı bu hakaretler diplomasi de hangi anlama mı geliyor?
Macunun tüpten çıktığını ve asla bir daha içeri alınamayacağını!
Evet bu beyanı ile sabittir ki Çin artık Suriye konusunda kendini yüzde yüz bağlamıştır ve geri adımı söz konusu olamaz!
Tablo bu ise Suriye olayı artık bütün dünya yani büyük güçlerin ortak konusudur!
Hacettepe Üniversitesi’nde büyük cinayet!
Hiç kıvırmayalım bu açık bir cinayettir ve taammüden işlenmiştir!
Akdeniz Üniversitesi yüz nakli yaptı, Hacettepe gibi bir üniversite nasıl onlardan geri kalır bakışı ile apar-topar gerçekleştirilen kol ve bacak nakli operasyonu maalesef facia ile sonuçlandı ve Şevket Çavdar hayatını kaybetti.
Oysa böyle bir ameliyata teşebbüs edilmese Çavdar bugün hala yaşıyor olacaktı!
Diyeceksiniz ki, ameliyatlarda bu tür şeyler olur! Hayır olmaz çünkü bu bir ameliyat değil inatlaşma ve kendini kanıtlama adına yapılan bir operasyon!
Antalya’da kurulu bulunan Akdeniz Üniversitesi’ndeki yüz naklinin hemen sonrasında aniden nereden çıktı bu kol-bacak nakli?
Şevket Çavdar isimli vatandaşımız kobay mıydı ki, böyle bir macera onun üzerinde denendi?
Hacettepeliler baktılar ki Antalya’da ameliyatı yapan ekip kahraman, kendileri de hemen o işe soyundular!
Soruyorum o nakil olayına karar verenler ve operasyona katılanlar acaba Şevket Çavdar’ın yerine kendi çocukları olsa aynı şeyi yaparlar mıydı?
Savcıları göreve çağırıyoruz!

‘Zulüm’ mü dediniz? - Mustafa Mutlu
Dün 28 Şubat’ın yıldönümüydü... Başbakan, partisinin Meclis Grubu’nda askeri müdahalelere ve zulme uğradığını düşündüğü kesimlere dikkat çekti.
Özellikle de 28 Şubat döneminde, türbanlı kızların “ikna odaları”nda işkence gördüğünü öne sürdü. Bunu yaparken, gözleri yaşardı!
Doğrudur; askeri darbeler on binlerce kişinin zulüm görmesine neden oldu....
Peki; zulüm, sadece darbe dönemlerinde mi yapıldı?
Sivil iktidarların işbaşında olduğu günlerde; örneğin 27 Mayıs darbesinin öncesindeki hükümet döneminde bu ülkenin gazetecileri, yazarları, öğrencileri, işçileri büyük baskılarla karşılaşmadı mı?
Düşünenler ve düşündüklerini ifade edenler, tabutluklara konulmadı mı? Gazetelere sansür uygulanmadı mı? Kitaplar toplatılmadı mı? Dernekler kapatılmadı mı? Aydınlar, sırf düşündüklerini savundukları için tutuklanmadı mı?

GÜNCEL ZULÜMLER!
Bırakın elli iki yıl öncesini... Aynı baskılar bugünkü “sivil iktidar” döneminde sürmüyor mu?
İktidarı eleştirenler; o ya da bu nedenle cezaevlerine tıkılmıyor mu?
Hak arayan işçiler dövülüp, kış ayazında havuzlara atılmıyor mu?
Gencecik kadınlar, polis tekmesi yüzünden çocuklarını düşürmüyor mu? Basılmamış kitaplar yasaklanmıyor mu? Milyonlarca kişinin telefonları dinlenmiyor mu? Özel yetkili mahkemeler ve savcılar, hukuk dışı kararlarla hayatı zindana çevirmiyor mu?

BALBAY NEREDE?
Hepsini bırakın; Mustafa Balbay diye bir gazeteci, hem de milletvekili seçilmesine, yani Başbakan’ın çok önem verdiğini söylediğini milli iradeyi arkasına almasına karşın son bir yılını hâlâ bulunduğu“hücrede tek başına” geçirmedi mi?
Bu ülkenin gençleri bugün saçlarını sıfır numara kestirdikleri, şemsiye ya da yumurta taşıdıkları, poşu taktıkları, konser bileti sattıkları, pankart ya da afiş astıkları, hidroelektrik santrallerini protesto ettikleri, Dünya Kadınlar Günü gösterilerine katıldıkları için önce dayak yiyip, sonra onlarca yıl hapis istemiyle cezaevlerine gönderilmiyor mu?
Engin Çeber isimli bir genç, sırf dergi dağıttığı için kendi iktidarları döneminde bu ülkenin önce karakolunda, sonunda cezaevinde işkenceden geçirilip öldürülmedi mi?
Kaderin cilvesine bakın ki; Başbakan’ın Meclis’te 28 Şubat’ta zulüm gördüğünü öne sürdüğü türbanlı kızlardan söz ettiği sırada, Tuzla 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yine bir dava açıldı.
Savcı, 4 Aralık 2010’da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üniversite rektörleriyle görüşmesini protesto etmek isteyen ve polis dayağı yiyen 10 öğrencinin, 120 yıla kadar hapisle cezalandırılmasını istedi.

VE BİR RİCA!
Başbakan, övündüğü “kin”inin esiri olmuş, tarihte yaşıyor...
Necip Fazıl şiirleri okuyup, kendi “dindar gençliğini”, “kin sahibi” olmaya davet ediyor!
Dersim’den, İstiklal Mahkemeleri’nden söz edip, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkan, Atatürk’ün öldürülmesi için fetva veren İskilipli Atıf’ın uğradığı (!) büyük haksızlığı anlatıyor... Onu kahramanlaştırıp adını, bir hastaneye vermekle övünüyor...
Ama...
Bugünkü fiziki ve psikolojik işkencenin, polis şiddetinin, baskının, haksız tutuklamaların ve yargılamaların, sözünü etmeyi bırakın; varlığını bile reddediyor...
Başbakan istediği kadar kahramanlaştırmaya çalışsın, Necip Fazıl’dan bir değil bin şiir okusun, İngiliz işbirlikçisi İskilip Atıf’ın adını bir hastaneye değil, yüzlerce meydana versin; gerçek değişmez:
Bugün yapılan zulüm; geçmiştekilere rahmet okutuyor!
Rica etsem bu zulmü de bir Meclis Grup Toplantısı’nda dile getirmeyi düşünür mü?

*****
REDDEDİYORUZ!

Yüze yakın sanatçı ve edebiyatçıyla birlikte, “Reddediyoruz” isimli bir bildiriye imza koydum.
Bugün açıklanacak bu bildiriden birkaç satırı paylaşmak istiyorum:
“Biz, ülkemizin geleceği için kaygılıyız.
Evrensel aydınlanma değerleri, cumhuriyetimizin kazanımları yok ediliyor.
Laik, bilimsel eğitim adım adım gerici, çağ dışı bir niteliğe bürünüyor.
Gençliğin özgürlük, emekçinin hak arayışı, polis copu ve zindan tehdidi altında...
Bağımsız düşünce, demir parmaklıklar arkasında... Adalet, adaletsizliğin aracı olmuş... (...)
Çocuklarımızın, sonraki kuşakların gelecekleri için kaygılıyız.
Kaygılıyız ve bütün bunları reddediyoruz. Tepkimizi Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmayı görev sayıyoruz.”

*****

GÜNÜN SORUSU

Başbakan, dün CHP’yi 28 Şubat’a seyirci kalmakla suçladı ve “Neredeydiniz” diye sordu. Ben de kendisine sormak istiyorum:
12 Eylül darbesinin yapıldığı günlerde siz neredeydiniz? Darbecilerle kaç kez bir araya gelip, tebrik ettiniz?
*****
Çağdaş’tan yeni haberler...

Maltepe 1 No’lu L Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu olarak bulunan muhabirimiz Çağdaş Ulus’a yapılan “psikolojik işkence”den söz etmiştim...
Bir gardiyan, Çağdaş’a gardiyanların kullandığı bir tuvaleti temizletmek istemişti. Ayrıca Çağdaş’ın sol elinde ciddi bir morarma vardı ve bir türlü tedavisi yapılmıyordu.
Adalet Bakanlığı bir müfettiş görevlendirdi ve kötü muamelede bulunan memur geçici bir süre görevden uzaklaştırıldı. Bu arada Çağdaş’ın tedavisine de başlandı.
Ancak bu kez Çağdaş’ı ve diğer bir tutukluyu hastaneye götüren jandarma görevlilerinden biri telefonda yüksek sesle, “İki o.ç.’nu hastaneye getirdik. Onlarla uğraşıyoruz” şeklinde bir ifade kullandı. Genç kardeşimizin yaşadığı baskıları ibretle izlemeye devam edeceğiz...

Dün, Başbakan Erdoğan'ın Grup konuşması'nı dinlerken düşündüm: Siyasetçilerin yazdığı tarih ile gerçek tarih arasında derin bir uçurum oluşuyor.
Siyasetçi, tarihi kendi işine geldiği gibi yazıyor. AKP'nin tarihe bakışı da öyle: Bunlara bakarsanız sanki  kendilerinden önce Türkiye Cumhuriyeti yoktu da onlar var etmişlerdi. Demokrasi de onlar sayesinde ortaya çıkmıştı. Darbeler de bunlara karşı yapılmıştı .
Ama başka bir gözle baktığınızda şunu diyebiliyorsunuz: Bugünkü AKP; bir dizi darbe sonucunda imal edilerek iktidar koltuğuna oturtulmuştur.

BAKALIM DARBELERE
Van'da öğle yemeğini yerken ordunun Süleyman Demirel hükümetine muhtıra verdiği haberiyle sarsılmıştım. Yaşadık ve gördük ki 12 Mart 1971 askeri müdahalesi; aslında sol hareketin önünü kesmik için yapıldı. Darbeci generaller; 'Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçti. Anarşi ve terörü önleyeceğiz!' diyerek solcuları kırdı geçirdi. Amaç; ABD'nin Türkiye'den beklentilerine cevap vermekti. Yani; 27 Mayıs gibi 12 Mart da Amerikan planlamasının ürünüdür.
Müdahaleden sonra Almanya'ya kaçan Necmettin Erbakan'a, darbecilerin isteği ile Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur haber yollayıp, 'Seninle sorunumuz yok. Neden gittin, gel partini yeniden kur!' dedi. O da geldi; darbecilerin işaretiyle Milli Selamet Partisi'ni  kurdu. Ve bugünkü AKP'nin temellerini attı.
***
Gelelim 1980 darbesine...
Bu darbenin asıl mimarı; darbecilere ekonomik danışmanlık ve yol göstericimliği yapan; ABD ile bağlantı kurarak darbe sonrasında hükümete yardım sözü alan Turgut Özal'dır. Zaten, Kenan Evren; iktidarı  1983'te ona devretmiştir. Bugünkü AKP'liler de darbeci  Turgut Özal'ı kendilerine ikinci bir yol gösterici kabul ediyorlar.
12 Eylül'den sonra darbeci Kenan Evren; Milli Kültür Politikası adı altında çalışma başlattı. Amaç; Türkiye'deki insanların kafa yapısını akılcı yönde değil dinci yönde şekillendirmekti. Darbecilerin isteği üzerine toplum; AKP gibi partilere oy verecek bir kitle haline getiriliyordu. Özetle; bugünkü iktidarın asıl mimarı Kenan Evren ve arkadaşları oldular.  Bugün artık herkes biliyor ki bu darbenin arkasındaki asıl güç Amerika idi.
***
1997'ye geldiğimizde artık Erbakan'ın kullanılma tarihi dolmuştu. Erbakan ve çevresindekiler kışkırtıcı hareketlerle toplumu germişlerdi.  Bunlar yerine Amerikan ve İsrail beklentilerine göre hareket edecek bir kadroya ihtiyaç vardı.  Daha 1996'da Tayyip Erdoğan'ın ABD tarafından başbakanlığa hazırlandığı haberleri basına düşmüştü bile.
Bunun için Sayın Erdoğan'ın mağdur duruma getirilmesi gerekiyordu. Fakat; hakkında; belediye başkanlığı dönemindeki icraatıyla ilgili ciddi suçlamalar bulunuyordu. İşte o iddialar devredışı bırakılarak okuduğu şiir yüzünden Sayın Erdoğan'a 6 ay hapis cezası verildi. Bu haksızlık yüzünden de o mağdur ve kahraman yapıldı.
Amerikancı askerler; baskı yaptılar ve 28 Şubat 1997'de Refah Yol Hükümeti bazı kararlar aldı. Necmettin Erbakan itibarsızlaştırıldı; partisi parçalandı. Refah Yol'un yerine kurulan DSP-ANAP-MHP Hükümeti de özellikle de Irak politikasında ABD ile zıtlaşınca  2001 yılında ekonomik kriz çıkartılarak çökertildi.
Yüzde 70'i sağda duran seçmenin önüne artık tek seçenek gibi AKP konulmuştu...
Özetle; 27 Mayıs darbesi de dahil olmak üzere; askerin siyasete yaptığı her müdahale CHP'nin ve solun zararına olmuş; Türkiye'deki sağcı-mukaddesatçı-tutucu kesimin güçlenmesine yol açmıştır.
Eğer darbeler dindarlara zarar vermiş olsaydı; bugün iktidarda onların oy verdiği parti değil de başka bir parti olurdu.
Cumhuriyet tarihine hakaret yağdıranlar; o cumhuriyetin imam hatipli birisini başbakan yapacak eğitim imkanı ve politik fırsatı yarattığını da artık görmelidirler.

Eşbaşkan kükredi - Rifat Serdaroğlu
“Ak Tolgalı Beylerbeyi Haykırdı: İlerle !../ Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle…”
Ak Tolgalı Beylerbeyi haykırır da, AK Partinin Bey’i geri durur mu ?..
Durmadı duramadı. Bağırdı, çığırdı, haykırdı ve demokrasinin tüm kurallarını yerle yeksan etti.
Eşbaşkan’a göre herkes onun dediği gibi düşünmek, konuşmak ve onun emirlerine uymak zorundaydı. Her şeyin en iyisini o bildiğine göre kim aykırı düşünüp konuşabilirdi ki?...
Nasıl olur da TÜSİAD denen, Türkiye’de ki istihdamın yaklaşık %50 sini sağlayan tesisleri bünyesinde barındıran kuruluş, Eşbaşkan’ın emriyle TBMM gündemine gelen Eğitim politikasını eleştiriyordu ? Kim ki bu TÜSİAD’çılar, Eşbaşkan onlara daha önce; “Siz işinize bakın, biz de işimize bakalım. Siz başka işlere karışmayın, sonra karışmam ha” dememiş miydi?
Herkesin istediğini söylemesi gibi bir adet demokrasilerde var mıydı?
Eşbaşkan şimdi TÜSİAD’çılara, gördüğü yerde okkalı birer kafa atsa haksız mı olurdu yani !...
Ey TÜSİAD’çılar; Neyinize gerek sizin ballı börek, alın elinize birer kürek sanayi kurun, adam çalıştırın, üretim yapın, ihracat yapın, döviz getirin, ülkeyi büyütün, vergi verin vergi, bize para lazım yahu...
Gerisine karışmayın, siz kendinizi ne sanıyorsunuz be, sizi gidi türban düşmanları sizi !...
Anlaşılan Eşbaşkan’ın sinirleri de çok bozulmuştu.
Eşbaşkan; “28 Şubat Demokrasi tarihimize vurulmuş kara bir lekedir” diye buyurdu. Buyurmasına buyurdu ama, 28 Şubat Kararlarını alan ve bunları imzalayanların Erbakan- Gül ve zamanın Milli Eğitim Bakanı, şimdiki AKP TBMM Başkanvekili Mehmet Sağlam olduğunu unuttu, iyi mi?
Anladık, Erbakan Hoca sağlığında Eşbaşkan ve partisi için; “ Siyonistler, AKP’yi iktidara getirdiler, bunlar aynı zamanda Amerika’nın adamları” demişti ama, Gül’ün ve Sağlam’ın ne kabahatleri vardı? Bunlar gerçekten demokrasiye leke sürdüler ise, Eşbaşkan niçin birini “kardeşim Abdullah” deyip Cumhurbaşkanı, diğerini de “sağlam memedim” deyip TBMM Başkanvekili yaptı?
Hangisi doğruydu; Bu üçünün demokrasiye leke sürdükleri mi, yoksa Fethullah Gülen’in söylediği gibi, “28 Şubat’ın Demokrasinin gelişmesine katkıda bulunduğu” mu ?...
Eşbaşkan daha sonra, İstiklal Mahkemeleri ve Dersim İsyanı üzerinden Cumhuriyetin kurucularına verdi veriştirdi. Bu konularda devletin arşivi elinde olduğu halde, tarihi gerçekleri öğrenmek kendisi için çok daha kolay olmasına rağmen, bunların yerine devlet ve cumhuriyet düşmanlarının çarpıtmalarını, yalanlarını aktardı. Kurtuluş Savaşımız sırasında, İngiliz-Yunan Ajanlığı yapan ve bu faaliyetleri belgelenen birine, tüm Türk Milleti önünde sahip çıktı. Bu kişiye sahip çıkmanın, Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuranlara karşı çıkmak olduğunu bile, bile…
Eşbaşkan Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ının yapmaması gereken işleri yapıyor. Libya’dan 8 binden fazla insanı Türkiye’ye getirtip, hastanelere ve otellere yerleştiriyor. Bunlar sabah çıkıp, bütün gün eğlenip akşam yatmaya hastanelere ve otellere geri dönüyorlar. Canları sıkılırsa, doktor-hemşire demeden sıradan dayak atıyorlar.
Suriye’den, Esad yönetiminden kaçan ne kadar it-uğursuz-terörist varsa hepsini Türkiye’de topladı. Bunlar günde 3 öğün yemek yerler, bedavadan elektrik-su kullanıp, Türk Milletinin sırtından yaşarlar. Bunlara ne polis, ne de Jandarma karışabilir…
Bu işler için ödenen paralar bizlerin cebinden çıkmıyor mu? Bu milletin kıt kaynaklarını, elin teröristine harcamaya kimin ne hakkı var?...
Bu soruların cevabını Suriye Dışişleri Bakanı verdi. Bir grup Türk Gazeteciyi misafir eden Suriye’li Bakan, Eşbaşkan Erdoğan’ın Esad’dan “Müslüman Kardeşler” adlı terör örgütünün, Mısır’da olduğu gibi seçimlere katılmasını istemiş. Esad bunu reddedince de, Türkiye ve Suriye ilişkileri bozulmuş…
Yani iki komşu ülkenin savaşacak hale gelmesinin sebebi
“Müslüman Kardeşler” Terör Örgütü imiş…
Eşbaşkan Erdoğan’ın sahip çıktığı İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemeleri tarafından; İngiliz-Yunan Ajanı olduğu belgelenince idam edilmişti. Atıf Hoca ile birlikte hareket eden ve “Hilafet ve Şeriat” düzeninin devamı için uğraşan,
Teali İslam Cemiyeti ve İngiliz Muhipleri(Dostları) Cemiyeti üyesi Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ise Mısır’a kaçıp, oradaki Müslüman Kardeşler Örgütüne sığınmıştı. Bu ekibin İskilipli Atıf Hocaya, Şeyhülislam Mustafa Sabriye, Menemen’de Kubilay’ın başını kesen Derviş Mehmet’e sahip çıkmalarının en önemli sebebi, kafalarının arkalarında “Hilafet-Şeriat” özlemi duymaları ve tüm dünyada “Terör Örgütü” olarak kabul edilen “Müslüman Kardeşler “ örgütünün bu dava uğruna savaşmasıdır…
Defalarca yazdım:
Bu olay yeni değildir. Yakın tarihte bugün yaşadığımız sıkıntıların benzerlerini çok yaşadık.
En son Büyük Atatürk, tavrını Hilafet ve Şeriattan yana koyanlarla mücadele etmiş ve bu savaşı kazanarak, Cumhuriyeti bizlere armağan etmiştir.
Benzeri bir mücadele şimdi yaşanıyor. Görmek istemeyen gözler, anlamak istemeyen kafalar lütfen artık gerçekleri görüp, anlasınlar…
AKP, bir takım cahillerin elinde Cumhuriyet Rejimi ile kavgaya sürüklenmek istenmektedir. AKP’nin içinde bu gerçeği görecek veya “Serdaroğlu, sen doğru söylemiyorsun, gel televizyonda milletin önünde hesaplaşalım” diyecek birini arıyorum. Var mıdır acaba, ne dersiniz?...
Not: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na
İskilipli Atıf Hoca’nın, Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin ve Saidi-Kürdi’nin içinde bulunduğu Teali İslam Cemiyetinin İstiklal Mahkemesinde yargılanması ile ilgili zabıtları ve suçlarını kabul ettikleri resmi evrakları lütfen aldırıp okuyunuz.
Başbakan Erdoğan’ın Salı günkü TBMM Grup toplantısındaki konuşmasını okuyunuz. Sonrada Anayasamızın ilgili maddeleri ile karşılaştırınız.
Hukuk ve görev anlayışınız neyi emrediyorsa onu yapınız, ama lütfen susmayınız…

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget