Aralık 2011
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Bir sanatçı, bir edebiyatçı, bir bilim nisanı, bir Sivil Toplum Kuruluşu yöneticisi:

Türk olabilir...

Türkçü olabilir...

Kürt olabilir...

Kürtçü olabilir...

Müslüman olabilir...

İslamcı olabilir...

Yukardakilerden birine karşıt olabilir...

Bunların hiçbiri olmayabilir...

Ve bütün bunların üzerine, demokrat da olabilir...

Terörist de olabilir!


* * *
Bir terörist:

Türk olabilir...

Türkçü olabilir...

Kürt olabilir...

Kürtçü olabilir...

Müslüman olabilir...

İslamcı olabilir...

Yukardakilerden birine karşıt olabilir...

Bunların hiçbiri olmayabilir...

Sanatçı, edebiyatçı, biliminsanı ve STK yöneticisi de olabilir...

Ve bütün bunların üzerine, demokrat olamaz...

Çünkü terör ile demokrasi, teröristlik ile demokratlık uzlaşmaz!


* * *
Her düşünce, her inanç, her etnik köken üzerinden terörizm yapılabilir...

Buna karşılık her türlü kimlik ve en aşırı, en uç düşünceler bile demokrasi kuralları içinde savunulabilir!

Bir terörist örgütün, bir inancı, bir düşünceyi, bir etnik kökeni kullanması, o düşünce, inanç ve etnik köken sahiplerinin tümünün terörist olarak suçlanmasına neden olamaz...

Böyle bir suçlama ancak terör örgütünün faaliyetlerine, tabanını genişletmesine yardımcı olur, terörle mücadeleyi ise zayıflatır!


* * *
Sanatın, edebiyatın, bilimin ve demokratik ilkelere göre çalışan Sivil Toplum Kuruluşlarının faaliyetlerini, terörle aralarında var olduğu iddia edilen organik bağları kanıtlamadan, terörizmle suçlamak hukuka ve demokrasiye uygun değildir.

Herhangi bir düşüncenin, kimliğin ve mesleğin, doğrudan organik ilişkiler kanıtlanmadan, terörizme kaynaklık, yataklık etmekle suçlanması, yanlıştır, haksızlıktır; demokrasiye aykırı, otoriter ve hatta totaliter bir yaklaşımdır!


* * *
İçişleri Bakanı Şahin, terör örgütünün yürüttüğü çalışmanın sadece dağda, bayırda, şehirde, sokakta, arka sokaklarda 'haince' pusu kurarak yaptığı saldırılardan ibaret olmadığını söylemiş ve şöyle devam etmiş:

"Bir başka ayağı daha var. Psikolojik terör, bilimsel terör var. Terörü besleyen arka bahçe var. (...) Birileri de ciddi halde saptırma yaparak, kendine göre gerekçeler uydurarak makulleştirerek, teröre destek veriyor. Resim yaparak, tuvale yansıtarak; şiir yazarak, şiire yansıtıyor, günlük makale yazarak. Hızını alamıyor. Terörle mücadelede görev almış askeri ve polisi sanatına, çalışmasına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyorlar. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor. Arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Londra'dır, Washington'dur, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur."

* * *
İçişleri Bakanı'nın konuşmasına ilişkin haberin çıktığı aynı gün gazetelerde yer alan bir başka habere göre PEN Almanya Merkezi Genel Sekreteri Wiesner, kişinin yazdıkları nedeniyle tutuklanmasının utanç verici bir durum olduğunu belirtmiş ve şöyle demiş:

"Dünya çapında düşünüldüğünde ilk sırada yer alan Türkiye'deki tutuklu gazeteci sayısı tabii ki dehşet verici."
Yine aynı haberin devamına göre Türkiye'de basın özgürlüğünün kısıtlandığını belirten Alman Gazeteciler Birliği Başkanı Konken de bu konuda adım atılmadığı gibi gazetecilerin engellenmeye çalışıldığını söylemiş.


* * *
Bir iktidarın, sanata, edebiyata, bilime, sivil toplum örgütlerine saldırmaya başlaması, bu tür etkinlikleri "terörün arka bahçesi" olarak görmesi demokrasi adına hiç de hayra alamet değildir.

2011 yılını böyle bir yazıyla kapatmak çok hüzün verici sevgili okurlarım; ama yine de hepinizin yeni yılı kutlu olsun!

Emre Kongar/Cumhuriyet

İpin ucu kaçtı mı, sonu gelmez isteklerin.
BDP Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana da onu yapıyor:
“Doğru, ilk başta özerklik istedik, ama bugün Türkiye’de yaşayan Kürtler özerkliğin artık yeterli olmadığını düşünüyor. Özgürlük, özerklik, federalizm ve bağımsızlık da Kürtlerin hakkı. Mesela Türkiye, Almanya’daki gibi bir federal sistem yaratabilir. Ankara federal konularla ilgilenir, Kürtler de bölgesel konularla. Kürtler kendi geleceklerini referandumla tayin edebilirler. Referandumun sonuçlarını kabul ederiz, bu özerklik, federalizm ya da bağımsızlık olabilir.”

Kamu yönetimi reformu, bölge kalkınma ajansları, açılım, Avrupa Özerklik Şartı’nın uygulanması filan derken… Ayrı devlet kurmaya kadar geldiler.
İktidar hazır, muhalefet dünden hazır, BDP niye hazır olmasın ki…
 Başkan mahkemesi
WikiLeaks belgelerine göre, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, 29 Ocak 2010’da, dönemin ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’yi ikametgâhında ziyaret etmiş, DTP’nin kapatılması, askerlerin sivil yargıda yargılanması, anayasa değişiklikleri gibi konularda ayrıntılı bilgi vermişti.
CHP’li Atilla Kart, Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak, Haşim Kılıç’ın, başta ABD Büyükelçiliği olmak üzere, yabancılara istihbari bilgiler aktararak yargıçlık mesleğinin şerefiyle bağdaşmayan ilişkiler içinde bulunduğu gerekçesiyle hakkında yasal inceleme başlatılmasını istemişti. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı, bu başvuruyu işleme koymadı.
Bunun üzerine Kart, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın “işleme koymama” uygulamasına karşı, idare mahkemesinde dava açtı:
“Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, yargıçlık görevinin vakar ve şerefiyle bağdaşmayan ilişkileri maalesef ‘tefrika’ boyutlarına ulaşmıştır. Bulgu ve iddialara göre; Mahkeme Başkanı, görüşülmekte olan konular hakkında istihbari nitelikte aktarımlar yapmıştır. Oturum ve oylamaların içeriğini aktarmak suretiyle gizliliği ihlal etmiştir. Görev ve sorumluluğuyla bağdaşmayan girişimlerde bulunmuştur. Bu gibi hallerde, konu hakkında gerekli inceleme ve araştırmanın yapılması zorunludur ya da bu konularda ‘ön inceleme’ yaptırılmalıdır. Ön incelemeyi yapmakla görevlendirilen üye, durumu bir raporla başkanlık makamına bildirmek durumundadır. Bu aşamadan sonra genel kurulda görüşme süreci başlayacaktır.
Tüm bu inceleme ve aşamaların yerine getirilmediği anlaşılmaktadır. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın tesis etmiş olduğu işlem, öncelikle hukuki ciddiyet ve sorumluluktan uzaktır. Keyfi unsurlar içermektedir. Kendi mahkemesinin, kuruluş ve yargılama usulleri hakkındaki kanun hükümlerini kale almayan bir hal ile karşı karşıyayız. Yasal dayanaktan yoksun olan, gerekçe unsurunu içermeyen, kuruluş yasasının usuli hükümlerini göz ardı eden, yasal sorumluluk ve tutarlılıktan uzak olan, keyfi yaklaşımlarla tesis edildiği anlaşılan mezkûr işlemin iptaline karar verilmesini saygıyla talep ederim.”
Kart’ın davasının sonucu, kendisini tek başına mahkeme yerine koyanlar açısından örnek oluşturacak.
Zam
Milletvekillerinin “zam” sızısı hiç dinmemiş. Yokluk içinde Kurtuluş Savaşı bile verirken “zam” istemişler.
TBMM gizli celse tutanaklarına göre, 8 Ocak 1921’de yapılan Büyük Millet Meclisi bütçesi üzerine görüşmelerde konu dönmüş dolaşmış yine Meclis üyelerine zamma gelmiş. Bunun üzerine Hakkâri üyesi Mazhar Müfit Bey söz almış:
“Bilmem mebus olan doktor arkadaşlarımız bunun mikrobunu keşfedecekler mi? Yeni bir hastalık görüyorum: Zam hastalığı. Kendimizden başladık, en ufak memura kadar zam yapalım diyoruz.”
Milletvekillerinde o zaman hiç olmazsa utanma varmış. Kendilerinin yanı sıra en ufak memura bile zam istiyorlarmış…
Açma-kapama
Prof. Dr. Emrullah Güney, gönderdiği bir ileti ile “Bir kütüphane açmak, bir mahpushane kapatmaktır” sözünü anımsatmış.
Şimdilerde mahpushaneleri yetiştiremediğimizden, kütüphane açmaya zaman kalmıyor.
 Yeni yıl
Anlamlar yükleyebilirdiniz, içinizde bir kıpırdama yaratırdı, ne bileyim ben, çiçekçilerdeki yılbaşı çiçeği örneğin. Dikenine aldırmazdınız, üstündeki kırmızı top top çiçeksi tohumlardı çeken sizi.
Mandalinanın kokusu bir başkaydı. Rakıdan yükselen anason bile yeterdi esrik geceye. İçli pilav eşliğinde tombala. Ardından kestane…
Tango kıvrak belliydi ve Doris Day’in sesi her derde devaydı.
Bir türlü ödeşemedik gitti. Böğüre böğüre kavga dövüş, itiş kakış. İnsan, kendi içinde bile ıssız kalamaz oldu.
Mahzenlerde yıllanmıyor ömürler; küfleniyor, sisleniyor, acılaşıyor, zindanlaşıyor.
Üf de, geçsin!
TRT’yi AKRT’ye çevirmiş olan İbrahim Şahin, şarkıcı Rojin’e “Aşüfte” dediği için ortalık ayağa kalktı. Başbakan, Kültür Bakanı, TRT Genel Müdürü özür diledi.
İbrahim Şahin’in görevine son verdiği, maaşını düşürdüğü, sürdüğü, emekliliğe zorladığı, dolayısıyla onurlarını kırdığı yüzlerce emektar TRT çalışanı, bir Rojin bile etmiyor!

Işık Kansu/Cumhuriyet

BDP Milletvekili Leyla Zana, Almanya’da katıldığı bir konferansta Kürt haber sitesi Rudaw’a verdiği röportajda, Türkiye Kürtlerinin kendi geleceklerine referandumla karar vermesi gerektiğini savunarak şöyle demiş:

“- İran, Türkiye, Suriye ve Irak, Kürtlerin kendi otoriteleri altında kaldığından emin olmak istiyor. Bu ülkeler Kürtler konu olduğunda hep hemfikirler.
- Birleşmiş Milletler, milletlere kendi geleceklerini tayin etme hakkı veriyor. Kürtlere karşı tehdit politikası artık bitmeli. Kendi topraklarında geleceklerine karar verebilmeliler. Özgürlük, otonomi, federalizm, bağımsızlık Kürtlerin de hakkı.
- Quebec bölgesi halkı, her 4 yılda bir sandığa giderek kendi geleceklerine karar veriyor. Bazıları bağımsızlık, bazıları otonomi ya da federalizm için oy kullanıyor. Kürtlerin de artık geleceklerine referandumla karar vermesinin zamanı geldi.
- Türkiye, Almanya’daki gibi federal bir sistem kurabilir. Ankara federal konularda, Kürtler ise bölgesel konularda karar verebilir. Kürtler referanduma gitmeli ve tüm dünya bu referandumun sonucunu kabul etmeli.”

Üniter yapısı yüzünden Batı emperyalizmi ile başı ağrıyan Türkiye’ye Kanada’da uygulanan sistemi örnek gösteren Zana’ya diyecek söz yoktur.

Fransız kolonileri 1608’de Kanada’da Quebec şehrini kurdu. Bilinir ki 1960’larda “Quebec için Özgürlük Cephesi” adlı bir grup teröre başlamış ve o süreç içerisinde siyasallaşarak Quebec Partisi (QP) altında birleşmiş, 1976’daki seçimleri kazanmıştı. 1980’de bağımsızlık için referandum yapıldı. Yüzde 59.56 “Hayır” çıktı ve Fransızca Kanada’nın resmi dili olarak ilan edildi. İş orada bitmedi; yine referandum yapıldı. Yine aynı oranda “Hayır” çıkmasına rağmen Kanada Avam Kamarası Quebec’lileri “Fransız Kanadalılar” yerine Quebec’li adıyla resmi bir ulus olarak tanıdı. Kanada bize benzemeyen, tersine 72 buçuk milletin göçmen olarak geldiği bir ülke. Leyla Zana demek istiyor ki: “Sayın Arınç Türkiye’deki Kürt yurttaşlarımıza eğitimde, anadilde ve bölgelerinde özerklik vaat ettiyse, bu uygulansın.” Bununla da Kürt yurttaşların özerklik yerine bağımsız Kürdistan devleti kurmalarına olanak tanınmasını istiyor.

Birileri rahatsız oldu

1991 yılında bölgeye giden Doğu Perinçek’in yaptığı bir konuşmayı hatırladım. Perinçek, Kürt yurttaşlara “Kardeşlik, kardeşlik” diye sesleniyor, on binlerce insan aynı sözü tekrarlıyordu. Heyecan müthişti ve Kürt-Türk birlikteliği gözler önündeydi. Ama birileri bundan huzursuz oldu, 2002’de başlayan süreçte PKK terörü giderek tırmandı. 20 yıl boyunca verdiğimiz şehitlerin sayısı neredeyse 50 binlere ulaştı.

Şimdi parçaları birleştirelim.

Serüven önce türban sorunuyla başladı, sonra hiç tahmin edilmedik biçimde PKK terörü tırmandı, şehitler vermeye başladık. Daha sonra terörün başı yakalanıp teslim edildi ve idama mahkum oldu. İktidarda MHP, DSP ve ANAP bulunuyordu ve bu ortaklık AB’nin baskısıyla idam kararını kaldırdı. Ama terör yine askerlerimizi şehit etmeye devam etti.

PKK 2010’da “Habur süreci”yle siyasallaştı ve biri kapatılınca diğerini hemen devreye sokan PKK bağlantılı siyasal parti, Meclis’te yerini aldı. O günlerde bu parlamenterlere selam vermeyen AKP, ne oldu ki birdenbire Kürtlere isteklerini yerine getirme sözü verdi? İşin garibi “özerklik” sözünü ilk veren de üniter yapı ilkesine karşı tavır alan muhalefet partisi yeni CHP’dir...

Peki. Bu cürete izin verilecek olursa ne olur? Hiç kaygılanmayın, gök kubbe başlarına inecektir.


Kurtul Altuğ/AYDINLIK

Doğruydu… Kaçakçıydı hepsi… Arap atlarının üzerine yığdıkları gâvur eskisi giysileri mayınlı tarlalardan geçirip Urfa’nın Kötüler Mahallesi’ne getirene kadar canları çıkardı. Kurşun sesleri ve jandarma korkusu geride kaldığında, terlemiş atlar bir mağaraya sığındığında; puşıya sarılmış yürekler rahat bir nefes alırdı!.. Yılbaşında tek eğlencesi vardı o kaçakçıların ve de tezek ateşinde ısınan cılız bedenli çocuklarının!..
Kötüler, Urfa’nın güneyinde, Neolitik Çağ’dan kalma mağaralar üzerine kurulmuş bir mahalleydi… Kimse bilmezdi “Kötü” isminin aslında “Guti” kavimlerinden kalma olduğunu… Sanırlardı ki, bütün cihanın tüm kötüleri bu mahalleye birikmişti!.. Oysa yanılgı, kötülükle iyiliğin çelişkisi kadar derindi orada!..
Yöre halkı gecekonduları verimli araziler üzerinde kurarken Kötüler’in sakinlerinin dağbaşını seçmesinin bir tek nedeni vardı… Orası kaçakçıların rahatça gizlenebileceği devasa mağaralarla çevriliydi!..
Avrupai yaşamlar!..
Yani aslında insanlar yaşamak için değil, yakalanmamak için sığınmıştı o kayalık ve gizemli coğrafyaya!..
Orada yaşayanlar; korkuyla atan bir yüreğin, toprağa pusulanmış paslı bir mayının kölesi olabileceğini çok iyi bilirlerdi!..
Kaçakçılıkla kötülüğün arasında yaşayanlar için çelişkiler o kadar sıradandı ki!..
Oralarda mayın da iyiydi, kurşun da!.. Puslu sabahlarda kaçakçı gözleyen jandarma da iyiydi, ekmeğini ihanetle çıkaran ihbarcılar da…
Bir tek onlar, yani kaçakçılar kötüydü!.. Kaderleri doğdukları mahallede yazılmıştı ya alınlarına, işte o yüzden “kötüler”di!..
Urfalı kaçakçılar tenlerini tel örgülerde yaralayıp baruta rajon keserek aşsalar da mayınlı toprakları, gelip yaşamak zorunda oldukları yer işte o Kötüler Mahallesi’ydi!..
Onların adları “kötü”ydü ama kalpleri bir sigara kâğıdının inceliğinde masumiyetler taşırdı!.. Büyük şehirlerin kirlenmiş insanlığından hiç de nasiplerini almamışlardı!..
Ne çocuklar çıkmıştı “Kötüler”den, koca yürekleri büyük şehirlerde yağmalanan!.. Ve ne adamlar türemişti saflıkları zalimce yumruklanan!..
“Kötüler”, mağaralarla çevrili bir mahallenin briketten yapılmış gecekondularında barınıyordu. Oysa kimi yaşamsal çelişkileri de gösteriyordu ki, yoksulluklarının içinde çağ atlamışlardı!.. Yaşam ucuz ve arabeskti ama onlar ta o zamanlar, 1970’lerde Avrupa Birliği’ne bile girmişlerdi!..
Yerli malı denilen şey onların korkuya mahkûm canlarıydı yalnızca!.. Ekmek pasaportsuz gelirdi sofralarına!..
Oyuncaklarından kıyafetlerine, şekerlerinden baharatlarına kadar namlu görmüş, sınırlar geçmişti her şeyleri!..
“National” televizyonlarından dünyanın bin türlü halini siyah beyaz izlerlerdi!..
“Tandır”ların ısıttığı yorganların altında buluşup tek kanallı televizyonu açtıklarında; kanalizasyonların açıkta aktığı o kötü mahalleden bir nebze uzaklaşırlardı!..
Hayal âleminde; ya “Uzay Yolu”nun derinliklerinde, kâh “Vadideki Hayat”ta, bazen “Dallas”ın entrikalı güzergâhında, kimi zaman da “Heidi”nin karlı yollarında yürürlerdi!..
“Taş Devri”nin “Barni”si akraba gibiydi!.. Sobe’nin mekânı mağaralarda dinozor resimleri vardı!..
Bir yanları Hz. Eyüb’ün makamıydı, diğer yanları Süryani Kralı Agbar’ın mezarı!..
Ya en sevdikleri “Dr. Kimbıl”a ne demeli?.. Babalar hep “kaçak” değil miydi zaten, kâh polisten, kâh jandarmadan kaçan?..
“Dallas”ın “Ceyar”ı bu mahallede barınamazdı!.. “Lusi” zaten potansiyel töre kurbanıydı!..
“Juwel Barthel” marka gaz ocağının üzerinde, çinko çaydanlıkta Seylan Çayı demlerlerdi…
Kahveleri Yemen’dendi… “Cığara”ları Şam’dan…
Kolonyaları Fransız “Revidor”dan, tespihleri Alman kehribarından…
Çocuklarının ellerinde Japon oyuncağı, ceplerinde ise kaçak elbiselerde buldukları “gâvur parası…”
Ya kadınları?.. Koynunda bir bacağını mayına vermiş delikanlı yatıran kadınlar!… Gözlerinde Halep sürmesi… Saçlarında Acem kınası taşıyan Şark Çıbanlı kızlar…
Evet, Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde yaşamlar pejmürdeydi ama sakinlerinin üzerinde her zaman “Aropa” giysiler vardı!.. Kızılhaç’ın Avrupa’dan toplayıp Suriyeli Yahudi tüccarlara sattığı “Aropa”lar!..
Kaçakçılar işte bu giysileri at üzerinde mayınlı arazilerden geçirip Urfa çarşısında ekmek parasına dönüştürürlerdi!..
Yenileri İstanbul’a “şehirli zenginler”e giderdi, defolular ise kaçakçıların tahta “kardırop”larına!..
Siz hiç altına Amerikan bezinden külot, üzerine “Boss” marka ceket giyen biçare gördünüz mü?..
Ya içinde yün fanila, üzerinde, “Valentino, Boss, Burberry, Bijan, Top Aochen” etiketli ceket ve palto taşıyan garipler?..
Ben “Cızlave” lastiklerimle kayalık yollarında koştuğum o sokaklarda, Beverly Hills eskilerinin varoşlaşan çelişkilerini çok gördüm… Üstelik üzerimde Avrupa’nın bilmem hangi kentinde, hangi çocuğun üzerinden devşirilmiş gâvur eskisi bir ceketle!..
Kötü kim?..
Kötüler Mahallesi işte böyle bir yerdi… Asya ile Avrupa, hayal ile gerçek ve alafranga ile alaturka arasında; yoksullukla varsıllığın çelişkisinin yaşandığı bir yerdi orası…
Babaları kaçakta olan çocuklar işte o mahallede, her yılbaşı gecesinde toplanır ve ev yapımı “kavurğa” (çerez) yiyerek televizyon izlerlerdi… Hele bir de naylon sofraya Washington portakalı gelmişse, değmeyin keyiflerine…
Kötüler Mahallesi hırpalanmış bir antika gibi halen Urfa’nın etrafını süslüyor… Aralarında şu satırların yazarının da olduğu sakinleri son 30 yılda göçmen kuşlar gibi bir yerlere savrulmuş olsa da… İyiyle kötü birbirine karışsa da o mahalle adıyla, sanıyla ve tüm soyluluğuyla orada duruyor!..
Peki, bana o mahalleyi neler mi anımsattı?.. AKP’den “irtica odağı”na, “Ergenekon”dan “Kafes” senaryosuna, suikastten darbe tezgâhına, PKK’den KCK’ye, terörden töreye, emperyalizmden ihanete kadar şu güzelim ülkeyi kaosa sürükleyen tüm kötülükler!..
Umutlarınızı 2010’da olabildiğince büyütün… Bu ülke karanlıktaki “kötülerin” gibi görünse de aslında aydınlıktaki iyilerin olacaktır!.. İyilerin… Yalnızca iyilerin yeni yılı kutlu olsun…

Mehmet Faraç/AYDINLIK

Sosyal demokrasi nedir?
Sosyal demokratik bir rejim nelere evet, nelere hayır der?
Bugün yapılan siyasi tartışmaların sosyal demokrasi ile ilintisi nedir?
Sade vatandaş siyasete hangi açıdan nasıl yaklaşmalı?
Bir vatandaş neden sosyal demokrat olmalı?
Düşünelim bakalım…

***
Gerçi ikincisi son zamanlarda kitlelerin gözünden oldukça düştü ama literatürde esas itibariyle iki temel ekonomik model vardır: “kapitalizm” ve “komünizm”.
Bu günlerde bu ikisine biraz yumuşatarak “liberal ekonomi” ve “ devletçi ekonomi” deniyor.
Liberal ekonomi, piyasa koşullarına göre gücü yetenin istediğini yapması, altta kalanın canının çıkması, klasik deyimiyle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışıdır. Burada devlet piyasada kimin kazanıp kimin kaybettiğine müdahale etmez.
Saf şekline “vahşi kapitalizm” denir.

Buna karşılık, ekonomide kimsenin kişisel olarak ekonomik güçlenmesine, diğerleri aleyhine zenginleşmesine imkan vermeyen, üretim araçlarını kamu elinde tutan model komünist düzendir. Adına “kolektivizm” de denen bu düzende ekonomide hemen her şey devlet eliyle düzenlenir. Ne güzel bizim çok sayıda dolar milyarderimiz oluyor denmez, toplumun genel refahı gözetilir.
Liberal ekonominin tam zıddıdır.

Liberal ekonomi ile devletçi ekonomi bu alanda birbirlerine tamamen ters düzenleri savunurken zaman içinde ortaya bu ikisi arasında yer alan, “ortada”, ama bu iki sistemden hangisine daha yakın olduğu da ülkeden ülkeye farklılıklar gösteren bir çözüm çıkmıştır.
Bu “orta yol”un adı “sosyal demokrasi”dir.

Sosyal demokrasi, iki ayrı ekonomik sistemin arasında yer alan, ikisinin “karma”sı olan, ama sonuçta liberal ve devletçi ekonomik modeller gibi bir “ekonomik model”dir.

Bu modelde yerine göre, “ piyasacılık” ya da “liberallik” ağır basarsa sağa yakın; devletçilik ağır basarsa sola yakın bir sosyal demokrasi söz konusu demektir. Dolayısıyla içindeki tercihlere göre de sayısız denebilecek kadar çok birbirinden farklı sosyal demokrat modellerden söz edilebilir.

***
Acaba liberal, devletçi ya da sosyal demokrat rejimlerden hangisi daha iyidir diye sorulabilir.
Tabii ki bu soruya cevap vermeden önce, soruyu soranın bu ekonomik düzende “hangi konumda” olduğuna bakmak lazımdır.
Çünkü insanlar genellikle kendi çıkarına olanın “daha iyi” olduğunu söylerler.
Mantık olarak, mevcut ekonomik düzende sürekli kaybedenlerin, bu koşullarda kaybetmeye mahkum olanların devletçilikten, her zaman kazananların ise liberal düzenden yana olmaları beklenir.

Gelir dağılımında en alt dilimde yer alanların,
Fabrikalar kapanırken işsiz kalanların,
Maaşıyla geçinemeyen emekçilerin ve emeklilerin,
Ürünü para etmeyen köylünün,
“Bu ekonomik düzende ben kaybediyorum”, buna devlet müdahale etsin, bizi piyasanın acımasız dengelerine terk etmesin demesi ve tercihlerini bu yönde kullanması gerekir.

Buna karşılık, ekonomi rüzgarını arkadan alıp pupa yelken zenginliğe yelken açanların “tabii ki liberal düzen” tabii ki piyasa ekonomisi, devlet bu işlere karışmasın” demesi kadar olağan bir durum da yoktur.

***
Ancak uygulamada ne yazık ki durum böyle değildir. Seçmenler ya da vatandaşlarımız siyaseti bu kadar açıklıkla “ekonomi tabanlı” olay olarak algılamadığı zaman tercihleri farklı yönlere sapabilir. Örneğin tüm tercihlerini başlarını nasıl bağlayacakları konusuna göre belirleyebilirler.
Tercihler saptığında ne olur?

Kendi çıkarına olacak tercihler bir kenara bırakılır, karşı cephenin peşine takılınır.
Seçmenine bu temel ayrımı anlatamadıkça sosyal demokratların sonuç alması zordur.
Tartışmalar bu gerçekçi mindere çekilmeyip temelinden ayrıldıkça başarı şansı azalır.

Peki ne ile yapmalı?
Tabii ki bu konu iyi anlatılmalıdır ama bunu yapacak olanlar da, iyi kötü bu kültüre sahip olanlardır. Onlar ortaya çıkmadıkça hatta çıkarılmadıkça işin özü gözden kaçar, tartışmalar karşı tarafın istediği şekilde konu dışına çıkar. Temel tezlerle ilgisi olmayan konularda yapılan çalışmalar da ancak laf yarıştırmaya döner.

Laf yarıştırma ve bunun propagandası her zaman için karşı tarafın güçlü olduğu alandır.

Bülent Soylan

İnsan özel günlerde sevdiklerine, dostlarına, arkadaşlarına armağan vermek ister. Tabii ki imkanları oranında. Ben de tüm dost ve arkadaşlarıma
“Yılbaşı Armağanı” olarak iki bilim adamının, Büyük Önder Atatürk ile ilgili yazılarından birer bölüm vermek istiyorum. Elbette ki bu armağanların sahipleri Sayın Yazarlardır. Ben sadece “Kurye” görevini yapıyorum. Herkese sağlıklı, huzurlu, aydınlık ve bereketli yıllar dilerim…
Prof. Dr Mehmet Kerem Doksat’ın Armağanı:
Profesör. Dr. Mehmet  Kerem Doksat’ın bir yazısını sizlerle paylaşmak istedim. Özellikle genç arkadaşlarımın okumaları ve okutmalarını rica ediyorum…
CUMARTESİLİK;
*Karl Heinrich Marx’ı takdir ederim. İnsanlık ve bilhassa Batı tarihine çok isabetli nüfuz temin ettiği için…
*Mihail  Aleksandroviç  Bakunin’i severim. Samimiyetle inandığı ve kansız vaatle ulaşılacak bir anarşizm-komünizm ütopyasına bağlandığı için…
*Lev Troçki sevimlidir. Halis ve harbi olduğu için…
Lakin;
*Vladimir İlyiç Ulyanov’dan(Lenin’den) nefret ederim. Bir ütopya uğruna yüz milyonlarca insanın soyunu kırdığı için…
*Josef Stalin’den daha çok nefret ederim. Paranoyak bir katil olduğu için…
*Mao Zedong’u hiç sevmem. Komünizm diye yüz milyonlarca insanı aç bırakarak soylarını kırdığı ve Türk düşmanı olduğu için…
*Adolf Hitler’e iğrenerek bakarım. Emperyalizmin uşaklığını yapıp, hem kendi ülkesine hem de bütün dünyaya her türlü mezalimi öğrettiği ve ırkçı olduğu için…
*Benito Amilcare Andrea Mussolini de midemi bulandırır. Dönek bir soytarı ve kasap olduğu için…
Mustafa Kemal Atatürk’ü ise çok sever hatta perestiş ederim(öykünürüm-gurur duyarım) ama ona idol(put) gözü ile bakmam.
Çünkü dünya tarihinin en haklı istiklal harbini kazandıran büyük bir askeri deha ve “Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kaide bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkar etmek olur. En hakiki mürşit ilimdir, fendir” dediği için…
Ona küfreden, faşist diyen, soykırıcı diyen…
Velhasıl, tarih sahnesinden silmek için uğraşanlarla ilgili hissettiklerim için ise…
Hiçbir lisan kifayet etmez.
Terbiyem de müsaade etmez zaten…
Profesör. Dr. M. Kerem Doksat
Prof. Dr. Cihan Dura’nın Armağanı:
ATATÜRK’ÜN DİLİNDEN ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ:

*Her millet diğer milletlere nispetle bir karakter,doğal ya da kazanılmış kendine özgü bir karakter sahibidir. Diğer milletlerden farklı bir varlık oluşturur, çoğunlukla onlardan ayrı, ancak onlara paralel olarak gelişmeye çalışır.
Her birey ve her millet kendi hakkında iyi niyet bekleme, topraklarına kayıtsız sahip çıkmayı talep etme hakkına sahiptir. Bu hakkın kullanılmasını yasaklayan veya sınırlayan engelleri ortadan kaldırmak hak ve özgürlüğüne sahiptir.
*Milliyet sorunu bireysel ve ortak özgürlük sorunudur.
*Milliyet teorisini, millet idealini yok etmeye çalışan teoriler ileri sürülmüştür dünyada. Ancak bunlardan hiçbirinin uygulaması mümkün olmamıştır. Çünkü tarih, olaylar ve gözlemler; İnsanlar ve milletler arasında, milliyetin daima hakim ve belirleyici olduğunu göstermiştir.
Milliyet aleyhindeki büyük çapta fiili tecrübelere rağmen, milliyet duygusunun öldürülemediği ve kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
*Türk Devleti milliyetçidir. Türkiye milliyetçi bir Cumhuriyettir. Biz ne bolşeviğiz, ne komünist. Ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetçiyiz, dinimize saygılıyız. Milli ülküye sadığız. Türk milliyetçiliği, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumak, saklı tutmak demektir. Ancak aynı zamanda ilerleme ve gelişme yolunda, uluslararası ilişkilerde, bütün çağdaş uluslara paralel olarak, onlarla uyum içinde yürümek demektir.
*Biz milliyetçiyiz. Ancak biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan tüm milletlere saygı duyarız, onlara değer veririz. Bütün gereklerini tanırız milliyetlerinin. Kendi milletimizin varlığı ve mutluluğu için ne istiyorsak, onlar için de aynısını isteriz. Dış politikamızda başka bir devletin hukukuna tecavüz yoktur bizim.
*Bizim milliyetçiliğimiz bencil değildir, gurulu bir milliyetçilik asla değildir. Dış siyasetimizde başka ulusların hukukuna saygılıyız. Ancak hakkımızı, hayatımızı,namusumuzu savunuruz, savunacağız. Milletleri yönetenler doğal olarak öncelikle kendi milletinin varlığını sürdürmek, kendi milletinin mutluluğunu gerçekleştirmek ister.
*Biz milliyet davamızı bilinçsiz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünmeyiz ve savunmayız. Bizim milliyet davamız siyasi bir mücadele konusu olmadan önce, bilinçli bir ülkü sorunudur. Bilinçli ülkü demek pozitif bilimlere, bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir ülkü, bir hedef demektir.
*Biz milliyetçi olmadan varlığımızı sürdüremeyiz. Emperyalizmin avı oluruz, parça parça oluruz, yok oluruz.
*Ey milletim, yurttaşlarım! Dünya size saygı mı göstersin istiyorsunuz, o zaman önce siz kendi benliğinize, kendi milliyetinize saygı gösterin. Duygu olarak, fikir ve eylem olarak, bütün fiil ve hareketlerinizle sahip çıkın… Bilin ki milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avı olur.
*Sevgili Gençler! Milli varlığınıza düşman olanlarla sakın dost olmayın. Böylelerine karşı bir şairimizin dediği gibi “düşmanım sana, kalsam da bir kişi” deyin. Ancak düşmanlarınıza bu hakikati ifade ettiğiniz gündür ki erişeceksiniz kurtuluşa. Kanaatinize, ülkünüze,geleceğinize yan bakanı düşman bildiğiniz gün, ulusal benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığınız, milletin önüne dikilecek her engeli devirdiğiniz gün erişeceksiniz gerçek kurtuluşa. Ve sizlerle, sizin gibi aydın, azimli, imanlı gençler sayesindeki ki kurtuluşa mutlaka ulaşacaktır milletimiz…
En öz şekliyle Atatürk Milliyetçiliği işte budur.

Rifat Serdaroğlu

Şırnak Uludere sınırında; katırlara yüklü, kimi ilk bilgilere göre kaçak mazot, kimi bilgilere göre ise kaçak sigarayı gece karanlığında yurda sokmak isteyen kalabalık bir gruba F-16’lar bomba yağdırdı: 28’i aynı aileden olmak üzere 35 kişinin ölümüne neden oldu.
Kuşku yok, yıllardır süregelen terörle savaşta insan ve insanlık açısından en büyük trajediyi yaşadık.
Nasıl telafi edileceği bilinmeyen bir şok yaşanıyor.
Son zamanlarda PKK’nin Irak’tan Türkiye’ye silah ve cephane sokma çabalarının artacağını gösteren istihbarat raporları üzerine özellikle o bölgedeki karakollara, gözetleme çabalarında daha yoğun ve dikkatli olmaları bildiriliyor.
Karakoldan alınan ilk bilgiler insansız uçaklarla doğrulanınca, PKK’nin katırlarla silah ve malzemeyi yurda getirdiği bilindiğinden, kaçakçı kalabalığın da PKK grubu olduğu kararına varılıyor ve F-16’lara imhaları emri veriliyor.
Öncelikle şu soru akla geliyor:
İstihbarat kaynakları o bölgede PKK’nin yanı sıra, öteden beri Irak’tan Türkiye’ye aşırı fiyat farkı nedeniyle ticari amaçla mazottan sigaraya kaçak mal getiren gruplar, aileler, insanlar olduğunu bilmiyor muydu?
O bölgenin kaçakçıların da kullandığı bir bölge olduğu hesaba katılması gerekmiyor muydu?
***
Facia, “istihbaratı değerlendirme hatası” diye örtbas edilemez.
İstihbarat değerlendirmeleri yeniden gözden geçirilmeli ve son olayın sorumluları mutlaka saptanmalı ve...
...Hata ise olay; hatayı yapanları saptamak askeri ve sivil yetkililerin öncelikli görevi olmalı!
Bombalama kararı verenlerin insanlığa aykırı bir amaca hizmet ettiği de elbette insafa sığmaz, öne sürülemez.
Ama ne çare, olay duyulur duyulmaz kimi çevrelerden faciayı devletin 35 insanı “katletmek amacıyla” düzenlediğine, asıl amacın Kürt katliamı olduğuna varan açıklamalar yansıdı.
TV’lerde canlı yayını izliyoruz; olayın nasıl gerçekleştiği, nedeni nasılı hakkında henüz resmi makamlardan bir açıklama yapılmamışken Barış ve Demokrasi Partisi Milletvekili Ayla Akat, binlerce kişinin toplandığı meydanda avazı çıktığı kadar Kürt’ü Türk’e, Türk’ü Kürt’e düşman edecek, birbiriyle vuruşup kırdıracak bir konuşma yapıyor.
Bu kadın milletvekili suçluyu keşfetmiş. Devlet!
Suçun asıl amacı: Planlı Kürt katliamı!
Darağaçlarını kuruyor konuşmasında. Devletin bütün kademelerinden, Başbakan’dan Genelkurmay Başkanı’na kadar kim varsa aklına gelen herkesten, hepsinden hesap soracaklarını söylüyor.
Bu akılla, bu akılla bir araya gelenlerle, BDP ile insan haklarına, kökenlerine bakılmaksızın toplumda eşitliğe, barışa hizmet edecek, barışçıl yollardan bir anayasa nasıl yapılabilir?
Leyla Zana, baklayı ağzından çıkardı. Bize özerklik, otonomi de yetmez, dedi. İlla ki bağımsız devlet diye yaptığı açıklamaya BDP’nin “gündemimizde yok” demesine bakmayın. Bugün koşullar olgunlaşmadığı, bağımsızlık ilanına elverişli olmadığı için Leyla’nın açıkladığı asıl amaçlarını gizliyorlar.
***
35 ölüm olayını nasıl istismar edeceklerini de yakında izleyeceğiz.
Bir yere getirecekler, ha Dersim, ha 35 kişinin “katliamı”, fark yok diyecekler.
Nitekim bu olasılığın ilk kıpırdanmalarına tanık olduk.
Bu bakışa arka çıkacaklar olacağı, perşembenin çarşambadan gelişi gibi bilinen bir gerçekti...
Genel başkanının, Dersim olaylarını TBMM’ye taşıması için ısrarla milletvekili olarak parlamentoya taşıdığı Hüseyin Aygün de hemen sahnede göründü.
“33 Kürt’ün bir mağarada öldürülmesi emrini veren Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın olayı ile 35 Kürt’ün bombalanarak öldürülmesini” aynı kefeye koydu...
Kılıçdaroğlu olayın sorumlusunun hükümet olduğunu söyledi ve ardından Hüseyin Aygün’e; “33 Kurşun’un 2011 AKP versiyonudur bu” diyerek arka çıktı.
Ama 35 kişinin ölümünü Muğlalı olayıyla aynı kefeye koymak…
…abesle iştigalin ötesinde başka, bambaşka ufuklara yelken açmanın kanıtı değil mi?

Cüneyt Arcayürek/Cumhuriyet

2011 gibi 2012’ye de hukuksuzluğun gölgesinde giriyoruz. Bu saptama salt mağdurların değil, iktidar çekirdeğinin

dışındaki hemen tüm kesimlerin paylaştığı bir kaygı.

Son sözümüzü başta söyleyelim: 2012’de bu kaygının bir sorumluluğa dönüşmesini dileyelim.

Türkiye’de olaylar çok yoğun ve karmaşık gibi görünse de, çoğu birbirinin tekrarı olduğu için, örneğin bir haftayı özetlemek, bir yılın fotoğrafını verebilir.

Çok uzağa gitmeden, sadece yılın son haftası bile, içinde bulunduğumuz durumu anlatmaya yetiyor.

***

Yıl boyu devam eden operasyon, iddianame, yargılama dalgaları son hafta adeta “yılın finalini” yapar gibiydi.

Artık tutuklamalar paketler halinde; 20’şer 20’şer, 50’şer 50’şer gidiyor. Aynı zamanda meslekler halinde; bir parti avukatlar, bir parti gazeteciler, her partinin arasına üniversite öğrencileri...

Göreve geldiği günden bu yana yaptığı her açıklamanın haber olmasını başaran İçişleri Bakanı terörün tarifini “şiir gibi” yaptı:

“...Bir kişi şiir yazar faaliyetini öyle sürdürür, öteki tuvale döker... Teröre destek verenler neyiyle veriyor; belki resim yaparak tuvale yanısıtıyor, şiir yazarak şiirine yansıtıyor...”

Hükümetin terör tarifi, bundan daha iyi yapılamazdı.

“Şiir okuduğu için hapse giren adam” dönemi bitti, “şiirle de terör faaliyeti olur” dönemi başladı.

İçişleri Bakanı’nın bunu söylediği gün Başbakan Yardımcısı şunu söylüyordu:

“Yeni bir demokratikleşme paketi hazırlıyoruz. Şiddet içermeyen faaliyetlerin suç unsuru olarak görülmemesi gerekiyor. Her türlü düşüncenin özgürce tartışılabilmesinin önünü açacağız. Çok şikâyet edilen uzun tutukluluk sürelerini de kapsayacak bir çalışmamız var...”

Başbakan Yardımcısı’nın bunu söylediği gün, Adalet Bakanı da şunu söylüyordu:

“Türkiye’de tutuklulukla ilgili yanlış bir algı yerleştirilmeye çalışılıyor. Bu doğru değil. Biz Hollanda’dan, Danimarka’dan daha iyiyiz...”

Üstelik Bakan bunu dünya başkentlerinde görevli büyükelçilerimize söylüyor. Bir büyükelçi de çıkıp, “Sayın Bakan siz böyle söylüyorsunuz ama, bizim görev yaptığımız ülkelerde Türkiye algısı öyle değil. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde şikâyet şampiyonuyuz” dedi mi, bilmiyoruz!

***

Bir bütün olarak Meclis’in görünümü nasıl?

Sosyal devlet kavramının en önemli göstergelerinden biri emekli maaşlarıdır. Bu ilkeyi benimsemiş ülkelerde emekli maaşı makası dört kattır. Yani en düşük maaş 1 ise en yüksek maaş 4’tür. Ben hapse düşmeden önce Türkiye’de bu makasın 7 kat olduğunu araştırmalarda görmüş, eleştiren yazılar yazmıştım.

Yüce Meclis bu dengesizliği en azından daraltacağına, tuttu, toplum vicdanını kanatan, salt kendine dönük bir düzenleme yaptı.

Keşke 4 partinin uzlaşacağı ilk konu, tüm emeklilerle ilgili bir düzenleme olsaydı.

Keşke 4 parti öncelikle özgürlüklerde uzlaşsaydı.

Türkiye bugün koca bir hapishaneye dönüşmekte.

Türkiye’de bugün en kolay suçlama teröristlik.

Öğrenciler, öğretmenler, köylüler, belediye başkanları, gazeteciler, avukatlar, milletvekilleri bir kalemde terörist ilan ediliyor.

Şu anda Türkiye’de toplumun her kesimini, her düşünceyi, her meslek grubunu içine alma potansiyeline sahip operasyon dalgaları var.

Böylesine talan bir ortamda Meclis Başkanı halkın yeni anayasa çalışmasına katkı vermemesinden yakınıyor.

Halkımız, anayasada olmasını istediklerini yazıp, anayasal düzeni bozmaya girişmekten hapse mi girsin?

Yeni yıl dileğimizi özetleyelim: 2012’ye böyle girdik, böyle çıkmayalım.

Mustafa Balbay/Cumhuriyet

Yılbaşıları bir bakıma sanmaktır...

Değişeceğini sanmak...

Olacağını sanmak...

Başlayacağını sanmak...

Biteceğini sanmak...

Geleceğini sanmak...

Düzeleceğini sanmak...

*

1 gidiyor, 2 geliyor...

Takvimdeki rakamlardan birisi, bir gece yarısı havai fişeklerle değiştiğinde, çoğunlukla olumsuzlukların da değişeceğini sanırız...

Olsun...

Bu bile bir şey bu günlerde...

Sanmadan yaşanmaz hafız...

*

Mesela ben hep “bu sene iyi olacak” dediğim yıllarda kovulmuşum, her yıla ortalama bir kovulma düştüğüne göre...

Sanmıştım ki iyi olacak...

*

Bu gece sanın...

Yarın güneş daha parlak doğacak...

Odanıza kuş sesleri dolacak...

Engeller yol, maaş bol, depo ful olacak...

Meryem oğlan doğuracak...

Kredi kartı borçları sıfırlanacak...

Müteahhit içine çimento, demir koymamış bile olsa, apartman dimdik duracak...

1’in yerine 2 konacak...

*

Güzel olacak...

Sanmak; aslında gelecekten çok, anla ilgilidir...

Mutlanır insan...

*

Sanın...

Belki aklı başına gelir Adem’in...

Açılır gözü...

Hiç belli olmaz; bakarsınız çeker gider, işi biter bademin...

*

Nice mutlu yıllara...

1 kalkacak, yerine 2 konacak...

Havai fişekler patladığında, saatler 00.00’ı vurduğunda, son enerjisi ile Nuri oynadığında, herhalde artık farklı olacak...

Siz sallanmayacaksınız, dünya sallanacak...

Sanın bu gece...

İyi olacak...

İyi olacak...

Bekir Coşkun/Cumhuriyet

Herhangi bir TV kanalının haber programını izlemeye başladığımda 12 Eylül 80 sonrasındaki günlerden birini yaşıyormuş gibi oluyorum.
Ardı arası gelmeyen gözaltılar, tutuklamalar, özel yetkili ağır ceza mahkemelerinden duruşma haberleri; ağızları kapatılarak tekme tokat yerlerde sürüklenen protestocu gençler, emekçiler; inip kalkan coplar, panzerler, gaz bombaları ve polisler, polisler, polisler…
Polis gücünün son birkaç yılda birkaç kat arttırılarak ve ağır savaş silahlarıyla donatılarak bildiğimiz orduyla boy ölçüşebilecek bir polis ordusuna dönüştürülmüş olduğu gözler önünde bir gerçek…
Biz polisi ülke içinde güvenliği sağlamakla yükümlü bir kolluk gücü olarak bilirdik.
Şimdi ülke savunmasının da polise bırakılabileceği ciddi ciddi konuşuluyor.
Tören birlikleri de askerden alınarak polise bırakılıyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi polise emanet.
En son Dolmabahçe Sarayı’nın kapısında asker değil polis beklemeye başladı.
Oradaki asker orduyu değil ulusu temsil ediyordu.
Polis neyi temsil ediyor?
Bu gidişin tutarlı devamı, Anıtkabir’in de polise emanet edilmesi, cumhurbaşkanının gerisinde duran görevli subayın yerini bir polis komiserine bırakması, Türkiye’nin tümüyle polise teslim olmasıdır.
Çünkü bu artık çağdaş, demokratik bir ülke değil, bir polis cumhuriyetidir.
Türkiye Polis Cumhuriyeti…
***
Yeni bir yıla elbette buruk giriyoruz.
Hapishaneler gençlerle, “düşünce suçluları”yla, meslektaşlarımızla dolup taşıyor.
Hangi birinden söz etmeli?..
Çoğu yıllardır demir parmaklıklar ardındaki dostlarımızın, meslektaşlarımızın, Balbay’ın, Tuncay’ın, Ahmet’in, Nedim’in, seçkin öğretim üyelerinin, yurtsever subayların adlarını toplum artık ezbere biliyor…
Ben bu yazıda yaklaşık iki aydır İzmir-Buca Cezaevi’nde, “çıkar amaçlı örgüte üye olmak, ihaleye fesat karıştırmak” suçlamasıyla tutuklu bulunan bir şair arkadaşımdan, Halim Yazıcı’dan söz etmek istiyorum.
Avukatı Özlem Yılmaz’ın gönderdiği dosyaları dikkatle gözden geçirdim.
Neresinden başlamalı?
İzmir Belediyesi’nin kültür müdürü arkadaşımızın, bu belediyemize karşı girişilen saldırıda kurban seçilenlerden biri olduğu o kadar belli ki…
Yaklaşık altı ay önce aynı suçlamalarla ifadesi alınıp serbest bırakılmışken, suçlama ve iddialarda herhangi bir değişiklik yokken, bir savcı değişikliği sonrasında yeniden ifadeye çağrılıp tutuklanıyor…
Halim Yazıcı, en sonuncusu Türk Dil Derneği’nin verdiği olmak üzere ona yakın ödül sahibi.
Türkçenin gerçek bir ustası.
Duruşmalar ne zaman başlar, belli değil…
Bütün yazar ve sanatçı örgütleri, tek tek bütün şair, yazar ve sanatçılar, Halim Yazıcı’ya sahip çıkmalı, onu yalnız bırakmamalıdır.
İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesi duruşmaları daha ne kadar geciktirecek?
Seçkin bir şairi, bir yazı emekçisini, bir kültür adamını daha ne kadar özgürlüğünden yoksun bırakacak?
Kardeşim Halim’in yeni yılını, onu özlemle kucaklayarak kutluyorum.
Her anlamda, bütün olanaklarımızla, yanında olduğumuzu o ve ailesi, yakınları ve herkes bilmelidir…
***
Sevgili dostlarım Şule ve Doğu Perinçek’in oğulları, genç ve çok değerli bilim insanı Mehmet Perinçek, aylardır cezaevinde.
Neden?
Polis Cumhuriyeti’ndeki yeni uygulamalardan biri de, babaların ve çocuklarının aynı zamanda hapiste olmaları…
Günümüz siyasal yönetimi, bir “yenilik” olan bu uygulamayla ne kadar övünse azdır…
Aynı uygulamayı, Sarp Kuray ve kızı Zeynep Kuray örneğinde görüyoruz…
Neredeyse bebekliğinden tanıdığım Zeynep, babası yıllardır hapisteyken, birkaç gün önce “örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklandı…
Annesi, sevgili sürgün arkadaşım Ayşe Emel’in, o yiğit ve güçlü kadının, telefonda konuştuğumuzda sesi üzüntüden neredeyse çıkmıyor…
“BirGün” gazetesi muhabiri Zeynep hangi örgütün, niçin üyesiymiş?
Biliyoruz ki, hepimizin çocukları gibi onun da tek suçu, adalet duygusu, insan sevgisi, emekten yana olması ve mesleği olan gazeteciliğe tutkusudur…
Suçlu olan Mehmet Perinçek ve Zeynep Kuray değil, onları özgürlüklerinden yoksun bırakan polis devletinin kendisidir…
28 Aralık tarihli Cumhuriyet’te ilginç bir ilk sayfa üst başlığı vardı: “Aile boyu hapis…”
Anne ve baba, bir basın açıklamasına katıldıkları suçlamasıyla tutuklanıp cezaevlerine konulmuşlar…
O sırada 4 aylık olan oğulları, Ekim 2010’dan beri anneyle cezaevinde…
Yeni bir yıla işte böyle bir ülkede giriyoruz…
Türkiye’yi bir polis devletine çevirenlerin, yandaşlarının, döneklerin, omurgasızların, “ileri demokrasi”cilerin, “açılım”cıların, “yetmez ama evet”çilerin, topunun birden ………. yeni yıllarını kutluyorum…
Tabii, ne kadar kutlu olabilirse...

Ataol Behramoğlu/Cumhuriyet

Ekonomik büyümesini dış kaynağa, onun en spekülatif ve kaypak biçimi olan sıcak para girişine dayandırmış olan Türkiye kapitalizmini, 2012’de çok ciddi, çok yorucu sorunlar bekliyor. Avrupa’da 2012, kırık-dökükleri toplama yılı olmaya aday. Sermaye yetersizliğinden malul bankaların, bütçeleri delik deşik Güney Avrupa ülkelerinin defoları, kırılgan yanları onarılmaya çalışılacak. Bu da Türkiye’nin bel bağladığı , sıcak paranın Türkiye’den uzaklaşarak Avrupa’ya yönelmesi, Avrupa bankalarının kredi musluklarını kısması anlamına geliyor.

Kaynak girişinde azalmanın yanı sıra , Avrupa’da düşmesi beklenen talebin Türkiye’nin ihracatını olumsuz etkileyeceği açık. Dış kaynak akışının yavaşlaması, döviz kurunun yukarı tırmanması demek. İthalata bağımlı Türkiye sanayisinin ve sanayi ihracatının, yükselmiş kurlarla çarkını döndürmesi hiç kolay değil. İthal girdilerde maliyet artışının Türkiye’nin rekabet gücünü zayıflatacağı çok açık.
Gerileyen sıcak para açığını, Merkez Bankası’nın rezervleriyle kapatmaya çalışması beyhude bir çaba. Azalan rezervler, Türkiye’yi dış yatırımcılar açısından daha sorunlu gösterir. Döviz rezervi toplamının , kısa vadeli borç toplamının altına düştüğünü görüyoruz. Bu şimdiden iç açıcı bir durum değil.





* * *

İhracattaki sert düşüşü önlemenin yolu, başka pazarlar bulmak olabilirdi. Bu pazarın daha çok Orta Doğu olabileceği öne sürülürken Türkiye, bu coğrafya ile ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşıyor ve sorunlar büyüyeceğe benziyor. Arap Birliği’nin gözlemcileri Suriye’de. Gözlemleri ve raporları bakalım neye yol açacak... Suriye’de gerilim düşebilir, böylece Esat Rejimi bir süre için de olsa durumunu koruyabilir. Suriye’de inisiyatif daha çok Mısır’a ve Arap Birliği’ne geçti. Türkiye, yaptığıyla kalmış gibi

2012’de Türkiye’nin daha çok Irak ile sorunu olacak. Türkiye’nin ihracatında yüzde 6’nın üstünde, yıllık 7 milyar dolara yakın payı olan Irak, hızla iç savaşa, bölünmeye doğru gidiyor. ABD emperyalizmi, Irak’tan güya çekildi ve geride güya “istikrarlı bir ülke” bıraktı. Oysa Irak, hızla bir kaosa sürükleniyor. Başbakan Maliki’nin Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık el Haşimi’yi teröristleri desteklemekle suçlaması, Şii- Sünni kavgasını anında su üstüne çıkardı. El Haşimi, Kürt bölgesine kaçtı ve krizi oraya da taşıdı. Bu kargaşanın Irak’ı 3’e bölmesi çok muhtemel. Kuzeyde Kürtler, Ortada Sunniler ve Güneyde Şiiler…
Mezhep ve etnik temelli çatışmalar başladı, ne yazık ki, hızlanacak.

Parçalanmanın eşiğindeki Irak, bu önemli ihracat pazarı endişe ile izleniyor. Türkiye, Maliki-Haşimi didişmesinde tavrını Sünni Haşimi’den yana koydu. Bu, Maliki ile zaten pek iyi olmayan ilişkilerin daha da bozulması demek. Şimdi merak edilen şu; Irak’ta kim hakimiyeti ele geçirecek? Maliki’nin yönetiminde bir Şii hâkimiyeti, bekleneceği gibi İran’ın nüfuzunun artması, İran’ın sadece Irak’ı değil, Suriye’yi de kampına katması demek. Böyle bir durumda Irak Kürdistanı ne olacak? Sunni Haşimi, Sunni Kürtleri yanına çekmek istiyor ama Sunni Kürtlerin elinde Sunni ağırlıklı Türkiye kartı da var. Türkiye’nin Irak’taki Kürt yönetimi ile yakınlaşıp Haşimi’yi bu güçlenmiş elle masaya oturtmak planı var. AKP iktidarı, Irak Kürdistanı’na bu kaosta sahip çıkıyor görünmenin karşılığı olarak PKK ve Kürt siyaseti ile ilgili oyun planlarında yardım istiyor. Kendi derdine düşmüş Irak Kürdistanı, PKK’yı “satar mı?”. PKK, bu durumda, İran-Şii Irak ve Suriye eksenine yaklaşır mı, ya da, yaklaşmış bile denebilir mi?

2012, Türkiye için önemli risklere ve büyük satranç maçlarına gebe. Umalım yanlış hamleler yapılıp ani bir şah-mat ile yüz yüze kalmaz Türkiye...





* * *

Tüm olumsuzluklara, yaşanmakta olan onca acılara rağmen , yeni bir yıl, barış, demokrasi, adalet ve özgürlükler uğruna verilen mücadelede yeni umutların, yeni solukların başlangıcı olabilir. Dileyelim olsun ve dileyelim arkadaşım Murathan Mungan’ın, şu dizelerindeki beklentiler, hepimiz için gerçek olsun…

Ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz/
Sadece rüzgârlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar /
Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken/
Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız /
Sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim...


Mustafa Sönmez/Cumhuriyet

SEVGİLİ okuyucularım, ben bunların ciğerinin içini, ne zaman ne yapacaklarını iyi bilirim! AKP’nin emekli milletvekillerine bir gece sabaha karşı karambole getirip yaptırdığı zam sonrasında, emekli olma hakkını kazanan her milletvekili ayda en az 7.500 Törkiş lira ek maaş alacaktı. Bu olay toplumda büyük tepki yarattı ve Çankaya’daki AKP’li tarafından önceki gün veto edildi.
28 aralık Çarşamba günkü yazımda şöyle demiştim:
“Bu inanılmaz bir rakamdır ve ayıptır. Şimdi yasanın bu maddesi de Çankaya’daki AKP’linin önüne gidecek. Onun bu makamda iktidarın onay ve imza makinesi olarak oturduğunu bilmeyen yok…Şimdi bekleyelim ve görelim bakalım, Beyefendi bu kez ne yapacak!
Bu maddeyi veto edip Meclis’e aynen iade mi edecek, yoksa bir kez daha otomatik imza makinesi olma görevini mi yerine getirecek!
Bence şöyle düşünecektir:
‘Tepki çok büyük. Ben veto edip topu hükümete atayım, orası ne hali varsa görsün. Aynı maddeyi yeniden kabul edip önüme getirirlerse, nasıl olsa onaylamak zorundayım. Hiç değilse veto ederek kendimi kurtarmış olurum.’
Yani göstermelik veto edecektir.”
Tam isabet!..Aynen yazdığım gibi çıktı. Çankaya’daki, aralarında var olan sürtüşme nedeniyle Tayyip’e bir gol attı, kendini kurtarmış oldu. Dedim ya, ben bunların ciğerinin içini bilirim!
BU GECE!
Bir yılı daha geride bıraktık. Aslında her gün ve her saat bir yıl geride kalıyor ama hepimiz bu yılbaşı gecesine ayarlanmış durumdayız! Yeni yıl kutlamaları çoktan başladı.
Hayatta en sevmediğim gece, yılbaşı gecesidir. Bence öteki 364 geceden hiçbir farkı yoktur. Bunu fırsat bilip kendi ortamında eğlenen insanlara büyük saygı duyarım. Ancak bu gece, çoğu kez zoraki bir eğlence gecesine dönüşür. Günler, haftalar öncesinden yılbaşı gecesi hesapları başlar:
“O gece eğleneceğiz!”
Çoğu zaman da eğlenilmez. Bana sorarsanız, eğlencenin programı olmaz. Örneğin herkes 30 aralık, 1 ocak, ya da öteki gecelerde daha güzel eğlenebilir. Eğlenmek içten gelen ve çoğu zaman da içinde bulunulan ortamdan kendiliğinden kaynaklanan bir şeydir.
Bu geceyi işte bu yüzden hiç sevmem ve hemen her yılbaşı gecesi evde pijama-terlik partisi (!) yaparak zaman geçiririz. Yani evde oturarak, saçma sapan ekran programlarını izleyerek, geceyarısını biraz geçince de yatıp uyuyarak!
***
Yılbaşı gecelerini niçin sevmediğimin ikinci bir nedeni daha var. O gece hemen herkes aşırı alkol alıyor, alkol duvarları aşılıyor. Ben evde içki içmem, hem de içkinin azını severim.
Dışarıda iken örneğin bir şişe soğuk birayı içmeye hızla başlarım, şişeyi zor bitiririm.
Bir duble rakıya yine hızla, büyük bir zevkle dalarım, ikinci dubleyi içemem.
Bir kadeh şarabı bitiririm, ikincide pes edeceğimi bildiğim için istemem.
Vücudum kaldırmaz. Fazlasını içersem uyku basar! Bu yüzden hayatımda hiç sarhoş olmadım.
O nedenle de, fazla alkol tüketilen masalarda insanlar biraz gevşeyip havaya girdiği zaman, ben o ortamla uyum sağlayamam. İnsanlar neşelenmiş, coşmuş, şarkılar türküler söyleniyor, bazıları zırvalıyor ve orada aynı havaya girememiş bir adam oturuyor!
***
Her yılbaşı gecesi aşırı alkol tüketimi sonrasında bir sürü polisiye olaylar çıkar, ertesi gün hepimiz izleriz. Özellikle kentlerin meydanlarında, hele İstanbul’un Taksim meydanı ve çevresinde bu olaylar doruk noktasına ulaşır.
Erkek çoğunluk coşar! Kadınlar, özellikle yabancı turistler fena halde taciz edilir.
Bu tacizlerden kaynaklanan yüz kızartıcı olayları hep biliriz ve öğrenince yüzümüz kızarır. Benden size tavsiye, hele yanınızda hanımlar varsa, bu alanlara bu gece pek yaklaşmayın. Başınıza üzücü işler gelme olasılığı çok yüksektir.
BİR ÖZÜR BORCU
Bu meslekte, yani bu görevde beni her zaman üzen, rahatsız eden ve sizlere karşı ezik durumda bırakan çok önemli bir durum var. Bunu içime hiçbir zaman sindiremiyorum ama elimden başka bir şey de gelmiyor. Bu konuda çaresiz kaldığım kadar hiçbir konuda kalmadım.
Sizlerden her gün çok sayıda mesaj geliyor. Eskiden mektuplar çoğunluktaydı, şimdi devir değişip teknoloji gelişince ilk sırayı e-posta mesajları aldı.
Onu sırasıyla faks ve mektuplar izliyor.
Bir şeye inanmanızı istiyorum. Bunların tamamını dikkatle okuyorum, bazılarını yazılarımda kullanıyorum.
Ama sizlere çoğunlukla yanıt veremiyorum…Çünkü buna zaman yok.
Bunu yapmaya kalkışsam günümün yarısını bu işe ayırmam gerekir ki, mümkün değil.
Ama biliyorum, her okuyucum haklı olarak bir yanıt bekliyor. Yanıt vermediğim zaman yine haklı olarak sitem edenler, alınanlar oluyor. Zannediyorlar ki yazdıklarına değer vermeyip hiç okumadan çöpe atıyorum.
Asla böyle bir şey yok.
Her zaman değil ama bazen, telefon numarasını vermiş olanları arama olanağı buluyorum. Bazı mesajlar var ki, insan gerçekten duygulanıyor. Onları mutlaka aramak zorundayım. Okuyucum yazıyor:
“Babam 93 yaşında, Ankara’ya getirdik. Sizinle tanışmak istiyor.”
Telefonla arayıp yaşlı babasıyla konuşuyorum, mutlu oluyor.
“Kardeşim engelli, size telefonda bile olsa birkaç şey söylemek istiyor. Ararsanız çok seviniriz, onu da mutlu etmiş olursunuz.”
Arıyorum, konuşuyoruz.
Bazen de çok önemli haber içeren mesajlar geliyor. Ayrıntısı ve belgesi için onlara da ulaşmaya çalışıyorum. Bazısı fos çıkıyor, bazen ise karşıma iyi ve belgeli bir konu geldiğinde yazıyorum.
O halde durumu şöyle özetlemem gerekiyor:
Bana gönderdiğiniz her şeyi dikkatle okuyorum ama zaman yokluğu nedeniyle size çoğu zaman geri dönemiyorum…
Ve gazetecilik yaşamımdaki tek eksiğim olan bu durum için sizlerden bir kez daha özür diliyorum.
***
Bu eksiğimi vurgularken, bir de iyi tarafımı (!) yazmak istiyorum:
Bana bugüne kadar imzalı kitabını gönderen istisnasız herkese telefon açıp teşekkür etmeyi bir görev bildim…
Çünkü kitap bir alın teri ve göz nurudur. Onu yazanın neler çektiğini ve nasıl uğraştığını çok iyi anlarım. O yüzden mutlaka teşekkür ederim…
Aynı olayı ben çok yaşamışımdır. Kitabım çıkar, özellikle bazı gazeteci arkadaşlarıma imzalı gönderirim, ses soluk çıkmaz, bir teşekkür gelmez. Bir gün karşılaştığımızda, ya da telefonla konuştuğumuzda sorarım:
“Sana kitap yollamıştım, eline geçti mi?”
Yanıt muhteşemdir:
“Haa, geçti yaaa! Çok sağol, teşekkür ederim!”
Bir kutu çikolata gönderene teşekkür edenler, alın teri ve göz nurundan oluşan iyi veya kötü bir kitap için bir teşekkürü esirger!..
Ve işin ilginç yanı nedir biliyor musunuz!
İmzalı kitabını alıp teşekkür için aradığım çok sayıda yazardan pek çok kez aynı yakınmayı duymuşumdur:
“Valla Emin Bey, şu kadar kişiye imzalı kitabımı gönderdim, siz arayıp teşekkür eden ilk (ya da ikinci) kişisiniz. Asıl ben size teşekkür ederim.”
İşte böyle sevgili okuyucularım!..
Yeni yılın bu son yazısında sizlerle biraz dertleştim, aramızda yıllardır var olan gönül birlikteliği nedeniyle içimi dökmek istedim.
Sizleri çok seviyorum.
Yeni yılınızı kutluyor, sağlık, mutluluk, esenlik diliyorum.

Emin Çölaşan/SÖZCÜ

Kaçakçılık önlenmeden, terör de önlenmez - Saygı Öztürk
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yardımcıları Gürsel Tekin, Faik Öztrak, Birgül Ayman Güler, Genel Sekreter Bihlun Tamaylıgil ile birlikte 2011 yılının son basın açıklamasını yapıyor. Emekli milletvekillerinin maaşlarına AKP oylarıyla yapılan büyük zammın, SÖZCÜ’nün ısrarlı yayınları sonucu Cumhurbaşkanı tarafından TBMM’ne iadesi, Irak topraklarında terörist sanılan 35 vatandaşımızın öldürülmesi de yılın son gününün önemli olayları.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Anayasa konusunda 25 bine yakın kuruluşa yazı gönderdi. “Görüş bildirin” dedi. Çiçek, “görüş gelmiyor” diyor. Niçin gelmediğini ise CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’ndan dinliyoruz:

“Çünkü, insanlar korkuyor. Üniversiteler, sivil toplum örgütleri yarın başlarına bir şey gelir endişesiyle görüş bildirmekten çekiniyor. İş adamı konuşamıyor, sade vatandaş başına bir şey gelmesinden endişe ediyor. Gazeteciler yazdıklarından dolayı tutuklanma kaygısı içine girmiş durumda. Böyle bir durumda yeni bir Anayasa yapılamaz.”

“Bir gizli tanık yeter”
İçinde bulunduğumuz tabloyu o kadar karamsar görüyor ki, basınla birlikte olduğu durumun nerelere kadar çekilebileceğini anlatıyor:

“Terör tanımı o kadar geniş ki, şu anda buradaki kahvaltımızı terör toplantısı olarak bile kabul edebilirler. Bunun için bir gizli tanığın açıklamaları yeter. Ben terör örgütünün başı, sizler de terör örgütünün üyeleri olarak yargılanabiliriz. İşte, ülkemiz bu kadar ‘ayıplar ülkesi’ haline getirildi. Bunun örnekleri çok. Odatv davasında, bilgisayara virüsle yazı gönderildiğine ilişkin üç ayrı üniversite rapor veriyor. Bakarsınız bizim için de birer virüs gönderirler. Tutuklanırız. Tutuklanmakla da bitmiyor. Bu kez, C.Savcısı dosya ile ilgili gizlilik kararı alır. Avukatınız da dosyada ne olduğunu öğrenemez, siz de ne ile suçlandığınızı bilemezsiniz.”


Kılıçdaroğlu’nun istihbarat vurgusu
Türk Hava Kuvvetleri’nin, Irak topraklarında hem de PKK kampının bulunduğu bölgede Türkiye’ye doğru katırlarıyla gelmekte olanları bombalaması ve ilk belirlemelere göre 35 vatandaşımızın ölümünden sonra, Türkiye’de “istihbarat zafiyeti” de konuşulmaya başlandı. CHP Genel Başkanı da, bu konuya toplantı sırasında birkaç kez vurgu yaptı ve şöyle devam etti:
“Kendi ülkesinde istihbaratı kaos yaratan bir ülke nasıl Ortadoğu’da etkili olacak? Yabancı ajanların cirit attığı ülke haline geldik.”

CHP, istihbarat kuruluşlarına karşı hayli mesafeli. Özellikle Emniyet İstihbaratının tam anlamıyla bir cemaatin kontrolü altında olduğu, CHP sözcüleri tarafından sıkça dile getiriliyor. MİT’le ilgili benzer yorumları da son dönemde basında okuyoruz.

Bir gerçek daha var. Türkiye’de yabancı ajanların “cirit attığı” sıkça konunun uzmanları tarafından da dile getirilir. Ancak., ülkemizde neredeyse 15 yıldır bir ajan yakalanmış değil. İşte, son olayda da, sorumluluk varsa bu başta MİT’e aittir. Çünkü, Kuzey Irak’la ilgili konularda istihbaratta asıl söz sahibinin MİT olduğunu, son olayda da eğer “istihbarat zafiyetinden” söz ediliyorsa, bunu doğrudan MİT üzerine almalı.

Kılıçdaroğlu da, “istihbaratı kimin verdiğinin” araştırılmasını istiyor. Hemen söyleyelim, buradan bir şey çıkmaz. Çünkü, istihbarat kaynağı günümüzde kişilerden çok, cihazlarla elde ediliyor. Bir istihbaratçının, darbe yiyen örgüt mensuplarının misillemede bulunabileceğine ilişkin üst makamlara bilgi aktarması da son derece sıradandır. Nitekim bu bilgi, kalabalık bir grubun sınırlarımıza doğru gelişinin “insansız hava aracı” tarafından belirlenmesi bu sonucu getirdi.

Benzer olayları hep duyacağız
Güneydoğu’da kaçakçılık suç olmaktan çıkmış, yöre halkı için adeta “hak” haline getirilmiş. Oysa, terörle mücadelede sınır güvenliğinin önemi bilinir. Kaçakçılığın önü kesilmeden, terörle mücadele edilemez. Bunun yolu da, vatandaşımızı kendi topraklarında doyar hale getirmekten geçer.

Sınırlarımız delik-deşik. Kaçakçılık ve terör iç içe yürüyor. Kaçakçılık önlenmeden terörün önü alınamaz. Bu olaydan askeri ders çıkartmalı ama terörle mücadeleye de sekte vurdurmamalı.

Terör örgütü yeni bir eylem yapmadan amacına fazlasıyla ulaştı. Az önce, Güneydoğu’nun iki ilçesiyle konuştuğumda, 12-13 yaşındaki çocukların kepenkleri nasıl kapattırdığını anlatıyorlardı….

Saygı Öztürk/SÖZCÜ

Türkiye’nin Parçalanması Yolunda Önemli Bir Tertip Ve Adım: 35 Ölüm… - Ali Eralp
AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte Amerika, iç ve dış politikamıza yön vermeye başladı…
Ekonomimizde, kültürümüzde, siyasetimizde onlar var. Köylerimizde, kentlerimizde, dağlarımızda, ovalarımızda, aşımızda, ekmeğimizde, gıdamızda, havamızda onlar var.
Kene gibi yapışmışlar gövdemize… Kanımızı, iliğimizi sömürüyorlar… Azar azar, yavaş yavaş, canımızı alıyorlar…
Meclisimizin iki adım ötesine konuşlanmışlar. Bir yandan bilgi topluyorlar, bir yandan yeni yeni Ergenekon, Balyoz senaryoları hazırlıyorlar. Bir yandan da onun bunun yatak odasını gözetleyerek, kaset tertipleri düzenliyorlar.
Bu arada AKP, PKK ile ortaklaşa Türkiye’yi parçalama çalışmalarını yürütmeyi de ihmal etmiyorlar. Türk-Kürt Federe İslam devletini oluşturmak için geceyi gündüze katıyorlar. İktidar için yol haritaları çiziyorlar. Adım adım Türkiye’yi parçalanma noktasına götürüyorlar.
En iyi petrol yatakları, en iyi su kaynakları nerelerde var; en iyi maden hangi dağdan, hangi ormandan çıkarılır, kimler kişisel menfaati için vatanını satar? Bu konular onların uzmanlık alanına girmektedir.
Ayrıca, yer altı ve yerüstü zenginliklerimizi karış karış, santim santim, bölge bölge araştırıyorlar. İnceliyorlar. Irak, Afganistan gibi, ileride Türkiye’yi de işgal ettiklerinde kullanmak üzere belgeliyorlar. Bulunan zengin petrol kuyularını şimdiden betonlarla kapatmışlar…
Ülkemiz, bu kan emicilerle 1950’lerde, DP’nin iktidar olması ile tanıştı. Ama ne tanışma… Bir tanıştık, pir tanıştık. Bağrımızda beslediğimiz hainler sayesinde, elimizi verdik, hâlâ kolumuzu kurtaramıyoruz.
O yıllarda NATO’ya girdik. Asker gönderdik Kore’ye. “Küçük Amerika” olma sevdasına o yıllarda kapıldık.
Atatürk’ün komşularımızla ve “mazlum milletler”le birlikte emperyalizme karşı hareket etme politikasını o yıllarda terk ettik. O yıllarda, Cezayir Kurtuluş Savaşında sömürgeci Fransa’nın tarafını tuttuk.
Bu arada 2002’de AKP’nin iktidara geçmesi ile emperyalizme bağımlılığımız daha da arttı. Kurşun asker olduk. Ne isterlerse, ne emrederlerse, “baş üstüne” diyoruz. “Otur” diyor, oturuyoruz, “Kalk” diyor kalkıyoruz.
“Git, Öcalan, Talabani ve Barzani ile görüş, Kuzey Irak kukla devletini tanıdiyor, tanıyoruz. “Ermenilere, Rumlara, papazlara yumuşak davran” diyor, yumuşak davranıyoruz. Dağdan inen eşkıyaları davulla, zurnayla karşıla diyor, karşılıyoruz. Bir de üstüne üstlük, ayaklarına seyyar mahkemeler götürüyoruz. Başımıza çuval geçiriyorlar, sesimizi çıkarmıyoruz Çıkaramıyoruz. Kırmızı çizgilerimiz yok oldu.
Süt dökmüş kedilere döndük…
Ne bağımsızlığımız kaldı, ne onurumuz.
Tam bağımsız bir devlet olmanın, Türk olmanın onurunu ve gururunu sadece Mustafa Kemal Atatürk döneminde yaşadık.
O zamanlar, başımız dik, alnımız ak, tüm uluslarla saygın ilişkiler, eşit koşullar içerisinde yürütüyorduk dış politikamızı. Ne kimsenin bir karış toprağında gözümüz vardı ne de kimse bizim bir karış toprağımıza göz dikmişti.
“Yurtta barış, dünyada barış”tı ilkemiz.
ABD As Başkanının emrinde bir Eşbaşkan yönetiyor bugün ülkemizi. BOP eşbaşkanı olduğunu defalarca tekrarlayan bir başbakan. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın coğrafyasını Amerika ile birlikte değiştirmeye çalışıyor. Bu projenin içerisinde elbette Türkiye de var, Kürdistan’ın oluşumu da var.
Onun için, Başbakanın bir ayağı Amerika’da, bir ayağı Avrupa’da… İktidar olduğu sekiz yılda, onlarca kez seyahat gerçekleştirmiş. Direktifler alıyor, direktifler veriyor. Kapalı kapılar arkasında sözler alıyor, sözler veriyor.
Gözü ve kulağı Amerika’da. Dış politikasını, iç politikasını ona göre ayarlıyor. Bir gün önce “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diye soruyor, bir gün sonra Amerika’dan esen rüzgâra göre ağız ve yön değiştiriyor. “NATO, Libya’ya kardeşlik, demokrasi, insan hakları götürüyor… diyor. Bir gün önce Suriye Devlet başkanı ve eşi ile el ele, diz dize aile fotoğrafları çektiriyor, bir gün sonra onun azılı bir katil ve demokrasi, halk düşmanı olduğunu, yıkılması gerektiğini ilan ediyor.
Türkiye bugün, Washington ve Brüksel’den yönetilen bir ülke haline gelmiştir. İç ve dış politika stratejisi bu merkezlerde hazırlanmakta, Türkiye’nin gideceği yön, varacağı menzil buralarda kararlaştırılmaktadır.
Bu açıdan 35 kişinin ölümü ABD’nin BOP planında, “Türkiye’nin parçalanması” yolunda önemli bir adımdır. Oyun içinde oyun oynanmaktadır. Oyuncular ABD, PKK ve AKP’dir…
Amerika ve PKK kurmaya yanlış istihbarat vererek bir taşla birkaç kuş vurmayı planlamıştır. Öncelikle halkın gözünde Türk ordusunu küçük düşürmek, katliam yapan bir kurum gibi göstermek… İkincisi bölünmeye ve PKK’ya destek vermeyen Kürtlerin öfkesini ve Türk ordusuna karşı düşmanlık duygularını artırmak… Bu yöntemle Kürtleri ve Türkleri karşı karşıya getirmek, halk ayaklanmalarını kışkırtmak…
PKK’lı liderler “halk ayaklanmaları”ndan, isyanlardan, “Ulusların kendi kaderlerini Tayin hakkı”ndan, yani ayrı bir devlet kurma hedefinden açık açık söz etmeye başladılar bile…
Yandaşları, taraf basın, ihanet aydınları da kendi köşelerinde Kürtlerin bağımsız bir devlet kurma hakkını savunan yazılar kaleme alıyorlar.
ABD, AKP, PKK yine el ele. Türkiye’nin başına çorap örüyorlar. Bu türden eylemlerle “Bölünme Anayasası”na ve yeni bir Kürt devletinin oluşumuna geçerlilik kazandırmaya, ortam hazırlamaya, Türkiye’yi böyle bir yapılanmaya inandırmaya çalışıyorlar.
Yakında yeni PKK saldırıları olacak, Kürt isyanları tezgâhlanacaktır.
Sevgili Muharrem İnce’nin Leyla Zana’ya verdiği yanıtla sonlandıralım yazımızı: “Ayrı devlet kuracağız diyorsan, Türkiye Cumhuriyeti masa başında kurulmadı, savaş meydanlarında kuruldu. Bedelini ödersin, gelir alırsın”


Ali Eralp

28 Aralık 2011 günü saat 18.39’da Irak sınırları içerisinden hududumuza doğru bir grubun hareket halinde olması insansız hava aracı ile (İHA)tespit ediliyor. Saat 21.37-22.24 arasında hedef Türk Hava Kuvvetleri’mize ait savaş uçaklarımız tarafından ateş altına alınıyor. Sonra bu insanların sivil kaçakçılar olduğu anlaşılıyor ve kıyamet kopuyor.
Bu bir askeri hata mıdır, yoksa insan kıyımı mıdır?
İnsani duyguları yok olmamış hiç kimse masum insanların bir yanlışlık veya ideal uğruna öldürülmelerini istemez. Devlet te bunu bilerek yapmaz. Bu işte mutlaka bir iş var ama ne? Buna daha sonra değineceğim.
Hatırlayalım, Kıbrıs çıkartmaları sırasında Adatepe, Mareşal Çakmak ve Kocatepe Muhribimiz Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşman gemisi zannı ile vurulmuşlardı.

Bu nasıl olmuştu?...
20 Temmuz sabahı başlayan savaş 21 Temmuz günü de bütün şiddetiyle sürerken Ankara’da savaşı yönetmekte olan Genelkurmay Karargâhına gelen bir istihbarata göre Yunanistan’dan Kıbrıs’a doğru yola çıkan bir filo adaya silah ve asker götürüyordu. Baf Limanı açıklarına doğru ilerlediği bildirilen bu Yunan savaş gemilerinin durdurulması gerekiyordu. Girne limanında bulunan üç Türk muhribi Kocatepe Adatepe ve Mareşal Çakmak gemilerine bölgeye doğru hareket etmeleri ve bu Yunan filosunu karşılamaları emri verilirken Türk savaş uçaklarına da aynı şekilde bölgeye intikal etmeleri ve Yunan gemilerini vurmaları bildirilmişti. Ankara’daki savaş karargâhı çok önemli bir bilgi daha almıştı. Bu bilgide Yunan gemileri Türk bayrağı çekmişler ve telsiz konuşmalarını da Türkçe yapıyorlardı. Türk ve Yunan askerleri NATO’da birlikte çalıştıkları için ortak yürütülen tatbikatlarda Türk birliklerinin kullandığı dili ve kodları iyi incelemişlerdi ve görüldüğü kadarıyla gayet güzel taklit ediyorlardı. Yunan gemileri Türkleri şaşırtmak ve kendi gemileri sanmalarını sağlamak için Türk bayrağı çekmek ve Türkçeyi iyi bilen Yunan personelini kullanmak gibi çok kurnazca bir savaş hilesine başvurmuşlardı. Netice olarak emir alan Hava Kuvvetlerimiz Türk gemilerinden gelen anonsları Yunanlılar sanarak vurmuşlardı. Bunlardan Kocatepe muhribimiz aldığı ağır yara ile Akdeniz’in sularına gömülmüş, 54 denizcimiz hayatını kaybetmişti
Savaşlarda her şeyin olabileceğinin göstergelerinden sadece teki olan bu acı olayı Türk milleti olarak sineye çekmiş, üzülmüş çok ağlamıştık ama ortalara çıkıp kimse hükümet aleyhinde fetva vermemiş bir başka benzetme yapmamıştı. Oysa son 35 kişinin PKK lı zannı ile vurularak katledilmeleri Türkiye’yi ayağa kaldırdı. Buna en çok BDP liler önayak oldular.
İnsanların kafaları karıştı ve olay 1948'de Van'ın Özalp İlçesi'nde Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın yönetimindeki birliklerin, kaçakçılara yardım ve yataklık yaptıkları iddiasıyla 33 köylüyü kurşuna dizmelerini gündeme taşıdı. Yani körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz misali.
O yıllarda henüz doğmamış ve görgü tanığı olmamam sıfatıyla gerçekleri elbette bilemem ama ne var ki tarihçiler bu konuda ikiye bölünmüşler. Ben okuduklarımdan ancak bir sonuç çıkartmaya çalışıyorum.
Bence iki olay arasında benzerlik olsa da birbirine karıştırmamak gereklidir. O günkü şartlarla bugünkü şartlar arasında önce teknoloji farkı vardır, ilk önce bunu tespit edelim.Hırsızlık, haramilik, ırza geçmeler ayyuka çıkmış durumdaymış. Bugün ise vatanı bölme parçalama, ayrı devlet kurma hırsı ayyuka çıkmış durumda. Gelelim manşetlere giren 33 kurşun meselesine.
Tarih sayfalarını incelediğimizde Orgeneral Mustafa Muğlalı hakkında iki karşıt görüş okuyoruz. Bunlardan teki Muğlalı Paşayı tamamen kanlı katil gösterirken diğeri de çok deneyimli ve disiplinli bir asker olduğunu o yıllardaki şartların gereğini yaptığını yazmaktadır.Türkiye’nin bugünkü haline baktığımda o günlerden farklı olmadığını görerek Muğlalı paşanın lehinde yazılanlar bana daha mantıklı gelmektedir. O günkü şartlarla bu günkü şartlar altında teknoloji olarak elbette büyük fark vardır ama Türk düşmanlığı veya vatanı bölme isteklerine gelince çok şeyin değişmediği görülmektedir ne yazık ki.
1940 lı yıllara döndüğümüzde İkinci Dünya Savaşı ile yokluk içerisinde kıvranan ülkemizde İngiliz, Fransız, Rus ve İran casuslarının cirit attığı bir dönemin olduğunu görüyoruz. Bu arada Doğu Anadolu ülkenin diğer yerlerine göre daha karışıktır. Ruhlarında hainlik olan bazı insanların yabancı ülkeler lehine casusluk yaptıkları iddiaları her gün yetkili makamlara ulaşıyor. Devlet bölgede sıkıyönetim uyguladığı halde hırsızlık, kaçakçılık, eşkıyalık, soygunculuk, ırza tecavüz eylemlerini engellenemiyor.Casus mu, hain mi, eşkıya mı olduğu belli olmayan bazı gruplar, bölgede güvenlik sağlamak için canla başla çalışan askerleri de pusuya düşürerek şehit ediyorlar. Bakın günümüzde tıpkı PKK nın yaptığı gibi. Rusya’nın fiilen kontrolünde olan Irak (Günümüzde Amerika’nın kontrolünde) ile İran’a kaçıp bir süre saklandıktan sonra tekrar bölgeye dönüp eylemlerine devam ediyorlar. Türkiye’den çaldıkları büyükbaş, küçükbaş hayvanları da İran’a satan bu eşkıyaları Ruslar ve İran makamları koruyorlarmış. İki nüfus kâğıdı taşıyan bu adamlar İran’da İranlı Türkiye’de Türk görünüyorlarmış. Bölge halkı bu eylemlerden dolayı canından bezmiş ve kendilerini koruyamaz hale geldiklerinden orduya ve askere sığınıyorlarmış.1943 yılında Van'ın Özalp İlçesi'nin sınır bölgesinde İran'a kaçmaya çalışan bir grup, güvenlik güçleri tarafından sıkıştırılıyor. Çatışma çıkıyor ve dur emrine uymayan Kürt eşkıyalardan 33 tanesi çatışmada öldürülüyor. Bu olaydan sonra bölgede nispeten sükûn ve huzur sağlanıyor bölge halkı da Muğlalı Paşaya minnettar kalıyor. İş Bununla da kalmıyor içişleri Bakanlığınca, bölgede sükûn sağlandığı için, Valiliğe, Jandarma komutanlığına teşekkür yazıları yazılıyor.
1931-1939 yıllarında 1. Ordu komutanlığı, iki kez yüksek askeri Şura üyeliği ve 1943-1945 yılları arasında da 3. Ordu Komutanlığı yapan Muğlalı Paşanın katil ruhlu bir asker olması bana göre imkânsızdır.20.Aralık.1943 tarihinde Van Cezaevinde yatan İsmail Özay isimli bir mahkûm, TBMM’ne yazdığı dilekçesinde; bu 33 kişinin kaçmalarının söz konusu olmadığını, bilerek katledildiklerini iddia eder, olaydan yaralı olarak kurtulup İran’da yaşayan kardeşinin affedilmesini ve olayın tahkikini talep eder. (Bakınız günümüzde Ergenekon denilen içi boş dava da hep iddialar üzerine olmuş, yıllardır içeride tutsak edilen kahraman askerlerimizin halen suçlu oldukları ispat edilememiştir. Oysaki bugünkü teknoloji ile ortada bir suç varsa çok çabuk ispat edilebilir noktasındayız.)
Neyse biz yine araştırmamıza dönelim.
1946 seçimlerinden sonra Meclis'e giren Demokrat Parti milletvekilleri bu olayı yeniden Meclis gündemine getirirler. Öne sürülen iddia şudur:"Çatışma sırasında öldüğü iddia edilen 33 insan masumdu ve kurşuna dizildiler. "Siyasilerin bu olayı kendi lehlerine çeviri istekleri hem oy alabilme hem de İnönü iktidarını yıpratmak siyasi erk olabilme adınaydı. Ayrıca Menemen olaylarında yargılamayı yapan kahraman bir askerin yargılanmasını sağlayarak gerici çevrelere menemenin rövanşının alındığının mesajı vermek hem de Atatürk’ün yakın bir silah arkadaşını zor durumda bırakarak Atatürkçülükten bir çeşit öç almaktı amaç..”
Günümüzde bu olayın iktidarı ve orduyu suçlamak amacı ile tekrar dile getirilmesi ise iktidardan çok ordumuza zarar verecektir.
Kurtuluş savaşına Tümen komutanı olarak katılan Muğlalı Mustafa Paşa 23.Aralık.1930’da Menemen’de Devlete Karşı ayaklanıpAsteğmen Kubilay’ışehit eden yobazları yargılayan Harp Divanının başkanlığını yapıyor. İnsan ister istemez düşünüyor. Muğlalı Mustafa Paşa Kürtçü medyanın, gerici medyanın hâlâ bir numaralı boy hedeflerinden birisi olmaya devam etmesi acaba bunun için midir diye.
Şimdi sormak lazım:
1--O bölgelerden teröristlerin katır sırtlarında mühimmat taşıdıkları, bu mühimmatları kanlı eylemlerinde kullandıkları, askerlerimize pusu kurdukları alenen bilinirken kaçakçıların o bölgede işleri ne? Şimdi yırtınan BDP milletvekilleri ne için bu insanları uyarmadılar?
2---İnsansız hava araçlarının esas şifreleri, komutaları hangi ülkenin elindedir? Bir, beş, on değil de 50 Kaçakçının toplu halde işleri ne idi orada. Ne kaçırıyorlardı veya içeri ne geçiriyorlardı? Sadece söylenildiği gibi mazot olmadığı malum!
3---“Bir grup kaçakçının (50 kişi) sınırı geçip kendi köylerine doğru hareket halindeyken askerlerce durdurulup yönlerinin değiştirildiği, arkasından da savaş uçakları tarafından bombalandığı bilgileri var” deniliyor. Bu kaçakçı dediğimiz vatandaşlarımızı BDP nin iddia ettiği gibi asker mi, yoksa PKK mı yanlış yönlendirdi?
4---PKK lılar bu masum insanları yem olarak atıp, bir başka delikten içeri mi sızdılar yine ?Ne malum PKK’nın ölen vatandaşlarımızı ateş hattına yönlendirmiş olmadığı? Birçok eylemde yaşları küçük, çocuk denilecek gençleri ileri sürmüyorlar mı? Polise, askere karşı kullanmıyorlar mı? Gömülmek üzere son yolculuğuna götürülen ölenlerin tabutları üzerinde neden PKK bayrakları vardı?
5--- “Kürtlere Anayasal haklarını vereceğiz, eğitim-dil-kimlik dahil her istediklerini vereceğiz.” diyen Başbakan Yardımcısı Sn.Arınç’ın sözlerinden sonra bu bir senaryo mudur ?
Bu düşünceler hep olasılıklar içerisindedir bence. Öyle veya böyle, olan kaçakçı da olsa 35 insanın hayatına mal olmuştur. Üzücü olan budur. Allah rahmet eylesin hepsine, ailelerine sabır versin demekten başka bir şey yapamayız. Dileklerimiz ortada bir suç unsuru varsa derhal bulunmaları ve cezalarını çekmelerinden öte olamaz tabi.

Tünay Süer

ABD’nin Irak’tan çekilmesi başta bu ülkede olmak üzere, bölgede önemli değişikliklerin başlamasına neden oldu.
Ancak bu değişiklikler, “Irak’ta karışıklık” şeklinde okunuyor ve ABD’nin çekilerek, “bölgeyi kaosa terk ettiği” iddia ediliyor.
Kuşkusuz bu sonuç, bölgeden değil de Atlantik’ten bakmanın eseridir.
Çünkü Irak’a bölgeden baktığımızda, bölge yararına iki önemli sonuçla karşılaşıyoruz:
1. TEZ: IRAK BİRLEŞİYOR
ABD Irak’ı 1991′de ikiye, 2003′te de üçe bölmüştü.
Irak 1991′de Araplar ve Kürtler arasında ikiye, 2003′te de Sünni Araplar, Şii Araplar ve Kürtler arasında üçe bölünmüştü. Bu bölünme Irak’ın yönetiminde de resmi olarak uygulandı. Cumhurbaşkanı’nın Kürt, Meclis Başkanı’nın Sünni Arap ve Hükümet Başkanı’nın da Şii Arap olması yasaya bağlandı.
Kürt Celal Talabani Cumhurbaşkanı, Sünni Arap Usame Nuceyfi de Meclis Başkanı oldu. Hükümet Başkanlığı ise Şii Arap Nuri El Maliki ile Şii Arap İyad Allavi arasında önemli bir yarışa sahne oldu.
Washington, Ankara ile birlikte Allavi’nin başbakan olmasını istiyordu, Bağdat ve Tahran ise Maliki’nin…
Dokuz ay süren mücadeleyi Maliki kazandı. Maliki’nin en önemli icraatı da, ABD’nin Irak’ta kalma girişimlerine engel olmasıydı.
Maliki’nin “birlik” temelli politikalarına karşılık vermeye çalışan ABD, AKP ev sahipliğinde Barzani-Allavi ittifakı oluşturdu. İttifakın üçüncü ayağı ise Cumhurbaşkanı’nın Sünni Arap yardımcısı Tarık El Haşimi’ydi.
Maliki son ABD askerinin de ülkesini terk etmesinden sonra harekete geçti ve Haşimi’yi tutuklatma kararı çıkarttı. Haşimi, kuzeye kaçıp Barzani’ye sığındı.
Haşimi Türkiye’nin siyasal himayesini istedi ve tıpkı özerk Kürt Bölgesi gibi özerk Sünni bölgesi istedi. İyad Allavi de eşzamanlı ortaya çıkarak, erken seçim istedi.
Ancak Allavi-Barzani-Haşimi üçlüsünün başarı şansı görünmüyor, zira Irak’ın en önemli kuvvetleri Maliki’ye destek veriyor.
ABD BÖLDÜ, MALİKİ BİRLEŞTİRİYOR
Aslında Maliki’nin Irak’ı birleştirmeye yönelik hamleleri ABD henüz tamamen çekilmeden başlamıştı.
Maliki’nin kuzeyin petrol anlaşmalarına karşı gösterdiği tepki, sürecin önemli bir işaretiydi.
Ve Nuri El Maliki’nin kuzeydeki özerk yapıya karşı izlediği bu çizgi, ABD’nin böldüğü Irak’ın birleştirilmesi sürecini başlattı.
2. TEZ: BÖLGE BİRLEŞİYOR
Irak Başbakanı Nuri El Maliki ülkesinin birliği gibi, bölgenin de birliğini savunuyor. Maliki, ABD’nin tehdit ettiği komşuları İran ve Suriye’yle hem bölgesel ittifaklar kurdu, hem de iki ülke arasında ekonomik ve siyasal köprü oldu.
Örneğin İran doğalgazının Suriye üzerinden Akdeniz’e taşınmasını sağlayacak 5,200km’lik boru hattı anlaşmasını imzaladı; İran rejim muhalifi Halkın Mücahitleri örgütünün Irak’taki kampını kapatma kararı aldı; ABD’nin Suriye’ye yönelik yaptırım kararlarına uymadığı gibi komşusuna yaptırımlar karşısında açık destek verdi; Arap Birliği’nin Suriye kararlarına muhalefet etti vb.
Kısacası Maliki, komşuları İran ve Suriye’yle bölgesel birlik oluşturdu, hem de ülkesini tam dokuz yıl işgal eden ABD’ye rağmen…
Bölgenin bu yeni gerçeği, Filistin’de de hissediliyor… Hamas’ın FKÖ’ye katılma kararı, Filistin’i birleştiriyor.
ABD’nin askeri varlığının bölme gücü azalınca, bölge ülkelerinin birlik kurma gücü büyüyor.

Mehmet Ali Güller/AYDINLIK

Yılın son gününe geldik.
Giden yıl hüzündür.
Gelen yıl neşe!
Bu koca yıl boşa gitmedi.
Biriktirdi, biriktirdi; “uyanın-aydınlanın- hesap sorun- saydamlık isteyin- her söylenene aldanmayın” diyerek bırakıp gidiyor: Böylece; uyuşukluk dönemi, kendini teslim etme dönemi, bekleyip görme dönemi, bizim için çalışıyorlar dönemi, geçmişin kötü mirasını tamir ediyorlar dönemi bu gece saat 12’yi vurduğunda  gidecek olan şu 2011 yılı ile bitmiş olacak.

2012’ye merhaba!
Uyanma yılına gireceğiz.
Cumhurbaşkanı da uyandı(!)
Uyanmak zorunda kaldı.
Veto etti!
Milletvekillerinin “padişah torunlarına tanınan ayrıcalıklar, imtiyazlar, bol maaşlarla” beslenen seçkinsi tabakaya dönüştürülmesini, “ zammınızın gerekçenizi anlayamadım” diyerek geri çevirdi.
  
***
Oysa kendisi de seçkinciydi.
Seçkinci yapılmıştı.
Bütçesi ballı tutulmuştu.
Maaşı bürüt 32 bin yapılmış,  emekli olduğu zaman alacağı emekli maaşı da bürüt maaşının yüzde 40’ına getirilmişti. Emekli milletvekili maaşları ise Cumuhurbaşkanı’nın emekli maaşının yüzde 60’na endeksleniverişti.
Cumhurbaşkanı uyandı.
İşte bu endekslemeyi veto etti.

Yeni yıldan umutluyum.
Keskin bir yıl alacak.
Kesin olarak bekliyorum; fakir ile fukaranın, garip ile gurebanın gözlerinin açılacağı bir yıl yaşıyacağız. 10 yıldır ülkeyi Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı, Başbakanlık, bakanlıklar, devlet kadrolarını, polis kadrolarını, üniveristeyi, iş dünyasını, İstanbul sermayesi ile Anadolu sermayesini; yasamayı, yürütmeyi, basının nerdeyese tamamını ele geçirmiş olarak yönetenlerin; “darbeciler... Ergenekoncular... Savaş isteyenler... Statükocular... Bizi engelliyorlar...” laflarına kimsenin kulak kabartmayacağı bir yıla gireceğiz. “Taş koyuyorar, çalıştırmıyorlar.” kofti yalanına artık yeni yılda çok az inanan bulacaklar

2011 bahane bitiren yıl oldu.
Temel sorunları çözmediler.
Ana problemler bitmedi.
İşsizlik büyük.
Yoksulluk aşırı arttı.
Gelir eşitsizliği düzelmedi.
Geçim sıkıntısı ağırlaştı.
Bölgesel uçurum açıldı.
Vergiler ağırlaştı, ağırlaşıyor.
Zamlar durmuyor.
Memur kıvranıyor.
İşçi homurdanıyor.
Emekli sıkıntıda.
Orta tabaka nefes nefese.
Daralan bir yıl kapıya geldi.

**
Yeni yıl; “kofti bahanelere kimsenin inanmayacağı”  sıkışma-darlama-ekonomide küçülme sarsıntılarına gebe olarak geliyor. Bilen biliyor. Cari işlemler ile dış ticaret açığının büyüdüğü yıllarda düzenin menteşeleri hep sarsıldı.
1954’te sarsıldı.
1954 krizi oldu.
1958’de sarsıldı.
1958 krizi oldu.
1971’de sarsıldı.
1971 krizi oldu.
1980’de sarsıldı.
1980 krizi oldu.
2001’de sarsıldı.
2001 krizi oldu.
2008’de sarsıldı.
2009’a krizle girdik.
2011 biriktirdi, biriktirdi, gitti. Bu gece saat 12’de merhaba diyeceğimiz  2012 sarsılma yılı olmaya aday olarak geliyor.
Yeni yılınız kutlu olsun.

Necati Doğru/SÖZCÜ

Başbakan Tayyip Erdoğan, Şırnak’ta 35 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalama olayıyla ilgili olarak “Burada 40 kişilik bir grubun olması.. Daha önce gerek Gediktepe, gerek Hantepe’de alınan talihsiz neticelerde de silahlar bu tür hayvanlarla taşınmıştı ve niçin işte bunlara müdahale edilmedi diye o zaman da yine yazılı ve görsel medyada herkes bu tür eleştirileri yapmıştı” diye görüş bildirdi.
Biz de dün “Üç saat içinde ve gecenin karanlığında yeterli değerlendirme yapılamadığı; ’Büyük bir terörist grubu tespit edildiği halde Genelkurmay’daki gecikme yüzünden teröristler vurulmadı yaygarası yapılabilir’ gibi düşüncelerin baskısı altında “bombalayın” emri verildiği anlaşılıyor” yorumu yapmıştık. Tayyip Bey de bu gerçeğin altını çiziyor..

***

Erdoğan, istihbaratı kimin verdiği konusunda da “Bazı köşe yazarlığı yapan cambazlar var; bunlar istihbarat teşkilatımızı bizden daha iyi biliyorlar. Güya MİT’in verdiği bilgilerle bu olmuş. MİT’in son anda verdiği bir bilgi yoktur” dedi.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise “Genelkurmayın açıklaması.. ‘İstihbarat aldık’. Kim verdi bu istihbaratı? Herhalde bir yetkili çıkıp soracaktır. Kendi ülkesinde istihbarat kaosu yaşayan bir ülke nasıl olur da Orta Doğu’da güçlü bir ülke olabilir” diye sordu.
Kılıçdaroğlu “33 kurşun benzetmesi” hatırlatılınca da “35 yurttaşımızın hayatını yitirmesini 33 kurşun olarak telakki edebilir miyiz? Bu benzetme olabilir mi? Olur tabii, AKP’nin 33 kurşununun 2011 versiyonudur bu. Orada da kaçakçılar öldürülmüştü, burada da kaçakçılar öldürüldü. Orada silahla, burada da silahla, uçakla. Onun için 2011 versiyonu dedim” şeklinde konuştu.
33 kurşun açıklaması yersizdir. Çünkü son olayda, hata vardır ama kasıt yoktur.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise “Bu ani gelişme nereden çıkmıştır? Siyasi iktidar bir operasyon kusurundan bahsedeceğine Türk milletine gerçeği anlatmalıdır. Sigara kaçakçısı olarak kullanılan kişiler oraya nasıl gelmiştir? Kim yönlendirmiştir? Sağlıklı bir istihbarat neden temin edilememiştir” diye sordu.
İki genel başkan da yanlış istihbaratın sebebini soruyor. Bu konu en ince ayrıntısına kadar soruşturulmalıdır.




Soykırım iddialarını çürüten tutuklanıyor!
Bir diğer konu da Tayyip Bey’in Ermeni soykırımının inkârını suç sayan yasayı kabul eden Fransa’ya karşı Türkiye’nin izleyeceği yolu açıklaması..
Erdoğan, “Türkiye’yi sıkıştırmak için bir araç olarak kullanılan, hem terör meselesine hem de 1915 olayları meselesine karşı bizim yapmamız gereken, bilimin, bilginin ve tecrübenin rehberliğinden istifade etmektir. O sebeple bilim camiamızdan, araştırmacılardan, üniversitelerimizden ben özellikle rica ediyorum: Lütfen, yakın tarihimize ilişkin çalışmalara çok daha fazla ağırlık verelim. Üniversitelerde bölümlerle, kürsülerle, enstitülerle, yakın tarih çalışmalarını daha da yoğunlaştıralım, daha cazip hale getirelim. Unutmayalım ki bilimin boş bıraktığı alanı, işte son günlerde gördüğümüz gibi popülist siyasetçiler, ırkçı ve ayrımcı istismarcılar dolduracaktır. Biz buna izin vermeyeceğiz” dedi.

***

Çok güzel ama Ermeni konusunda son yılların en ciddi araştırmalarını yapan, Rus ve Ermeni belgeleri ile Ermeni iddialarını temelinden çürüten Mehmet Perinçek nerededir şimdi? Silivri’de değil mi? Peki Tayyip Bey, kendisi ile ilgili iddialardan oğlunun sorumlu tutulmasına isyan etmez miydi? Baba Doğu Perinçek, Ergenekon’dan yargılanıyor.. Son 8 yılı Moskova arşivlerinde çalışarak geçiren genç bir bilim adamı olan oğlundan ne isteniyor peki?
Yine Fener Rum Patrikhanesi’nin Türkiye’nin çıkarlarına aykırı olarak giriştiği faaliyetlere karşı en ciddi bakış açılarını getiren Türk Ortodoks Patrikhanesi basın sözcüsü Sevgi Erenerol nerededir? O da Silivri’dedir ve kimse ondan bahsetmiyor. Onun başına gelen bu işlerin sebebi de Fener Rum Patrikhanesi ile yaptığı siyasi mücadele olmasın!
Yine misyonerlikle ilgili bilimsel çalışma yapan Zekeriya Beyaz gibi hocaların soruşturmadan geçirildiğini de unutmayalım..

Arslan BULUT/YENİÇAĞ

Ne TSK’yı, ne istihbaratı; Tayyip Erdoğan Uludere’de yaşanan facianın ardından en sert suçlamayı “Devlet halkını bombaladı” manşetiyle çıkan Taraf’a yöneltti. İşe bakın ki aynı Taraf, aynı gün hem de Erdoğan’ı çılgına çeviren o manşeti ile devletin televizyonunda arz-ı endam etti.
Ne İbrahim Şahin’miş be...
Tayyip Erdoğan’ı -ki Allah hışmından, gazabından korusun herkesi- kızdıran gazete manşetlerini okumakta beis görmeyen TRT spikerlerinin dillerinin sıra İbrahim Şahin’i kızdıran haberlere gelince lal olması garip değil mi?
TRT’yi yöneten kişi “Ali kıran baş kesen” mi ki, kurumun “yayın ilkeleri”ni ihlal pahasına  “otur otur, kalk kalk” modeliyle çalışıyor personeli...

***

15 Aralık 2009 tarihine götürdü bu hadise beni. İlk bakışta TRT’nin Yeniçağ’ın manşetine ambargo uyguladığı sıradan günlerden biri gibi gözüküyordu. Lakin öyle değildi, “sansürlenen manşetin” niteliği işin rengini değiştiriyordu. Yeniçağ o günkü manşetinde “Bu ülkeyi böldürtmeyiz” diyordu. TRT o gün bu manşeti okumayarak Yeniçağ’dan önce milletin “birlik ve bütünlük yemini”ni sansürlemişti.
Bu hayli garip tavrın nedenini öğrenmek üzere konuştuğumuz TRT yöneticilerinin özrü kabatinden büyüktü:
“Kışkırtıcı, tartışmaya açık, saldırgan manşetleri okumuyoruz...”
 “Bu ülkeyi böldürmeyiz”  manşetini “kışkırtıcı, tartışmaya açık ve saldırgan” bulan TRT yöneticilerine göre “Devlet halkını bombaladı” manşeti “kışkırtıcı, tartışmaya açık ve saldırgan” değil demek ki!

***

TRT ’nin uymakla yükümlü olduğu yayın ilkelerinden birkaçı şöyle:
- Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, milli egemenliği, Cumhuriyeti, kamu düzenini, genel asayişi, kamu yararını korumak ve kollamak,
- Devletin milli güvenlik siyasetinin, milli ve ekonomik menfaatlerinin gereklerine uymak,
- Devleti ve Devlet otoritesini ortadan kaldırmak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak yahut sair herhangi bir yoldan bu kavramlara ve görüşlere dayanan bir Devlet düzeni kurmak amacı güden rejim ve ideolojilerin propogandasına yer vermemek,
- Toplumun beden ve ruh sağlığına zarar verecek hususlara yer vermemek,
- Karamsarlık, umutsuzluk, kargaşa, dehşet, saldırganlık gibi olumsuz duygular uyandırmak ve telkin etmek amacına yönelik yayın yapmamak.
Yayınlarını bu ilkeler çerçevesinde yapmakla yükümlü TRT ekranında o manşeti okuyan ve okutanlar, eğer okuduklarını anlama güçlüğü içinde değillerse, lütfen cevap versinler:
Bangır bangır “Devlet halkını bombaladı” diye yayın yapmak;
Tahrik yoluyla neden olabileceği olaylar ve sonuçları itibarıyla, kamu düzenini, genel asayişi bozar mı, bozmaz mı?
Bu “devlet kurmak amacı güden bir ideoloji”nin propagandası mıdır, değil midir?
“Irk” ayrımıyla ilgili midir, değil midir?
“Devlet” ve “devlet otoritesi”ne güveni zedeler mi, zedelemez mi?
Toplumun ruh sağlığını olumsuz etkiler mi, etkilemez mi?
“Karamsarlık, umutsuzluk, kargaşa, dehşet, saldırganlık” halini tetikler mi, tetiklemez mi?
En nihayetinde bu ifadenin anonsunda “kamu yararı” var mıdır, yok mudur?
İbrahim Şahin’e dokunana kapanan TRT ekranı “devlet”e dokunana açık ha?
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin koyduğu kanun ve kuralları çiğnemekten çekinmeyen TRT, nasıl bir korkuysa bu, bir tek şahsın; İbrahim Şahin’in “yassah”larıyla yönetiliyor.

***

Tıpkı darbe günlerindeki gibi “yasaklılar” listesi var İbrahim Şahin devri TRT’sinin. Ve biz gazete olarak o listede, Time anketindeki Erdoğan gibiyiz. Yukarıdan aşağıya doğru da, aşağıdan yukarıya doğru da birinci! Çünkü TRT’nin devletin bölünmez bütünlüğü ile, milli birliği ile, Türklük ile, Cumhuriyet değerleri ile sorunlu “propaganda bülteni”ne dahi açık olan kapıları “Türk milliyetçisi” Yeniçağ’a kilitli!
Devlete “katil” diyen Taraf -hem de Başbakan’a rağmen- elini kolunu sallaya sallaya girebilir TRT’ye, ama İbrahim Şahin’e deyim yerindeyse “mağrur olma sultanım” diyen Yeniçağ asla!
Sorum “aşüfte” skandalından sonra yaptığımız eleştirilere sitem etmek üzere beni arayarak “Biz sizi milliyetçi bilirdik, Orhan Miroğlu çizgisinde misiniz, Rojin çizgisinde misiniz?” diye amiyane tabirle gaz vermeye çalışan TRT Genel Müdürü’nün Basın Danışmanı Birol Uzuner’e:
Peki siz kimin çizgisindesiniz?
Bana “yazını geri al” diyen TRT yöneticisine  ben de şöyle diyorum şimdi:
“Dünkü yayınını geri al!” 
Biz sözüm de Başbakan’a:
TRT’yi ödemeye mahkum ettiği tazminatlarla devleti zarara uğratan, yaptığı haberlerle kurumlar içi çatışmaya varan olaylara sebep olan İbrahim Şahin’i, hadi bir hata yaptınız yeniden aday gösterdiniz; peki şimdi “insafsız” dediğiniz manşetler, “cambaz” dediğiniz yazarlarla kamuoyunun zihninin bulandırılmasına hizmet ettiğini gördükten sonra da bu şahsa tahammülünüzü sürdürecek misiniz?
Neden?
Bir kere de size soralım:
Ali kıran baş kesen mi kendileri?








ABD gazeteleriyle manşet birliği
Taraf’ın “eks komiser” yazarı Emrullah Uslu bilmiş bilmiş anlatıyordu önceki gün TV 8’de katıldığı programda:
“Diyarbakır’ı Tahrir Meydanı yapmak isteyenlere gün doğdu!”
Sayelerinde aynen öyle
oldu!
Uslu’nun gazetesi dün, PKK’nın bugüne kadar yüzbinlerce mermi ile yapamadığı yaptı ve “Türkiye Cumhuriyeti kendi halkını katleden bir devlettir” donesini kullanarak bu vatanı parça pincik etmek için fırsat kollayanlara yaldızlı davetiye çıkardı: “Devlet halkını bombaladı!
Bana kalırsa, Türkiye’nin kendisini “Orta Doğu Fatihi” yahut “Dünyalar Kralı”, “Yeni Cihan Padişahı” filan sanan yöneticileri, bu manşeti atan ele dikkat kesilmeli ve Tunus’ta Zeynelabidin Bin Ali’yi, Mısır’da Hüsnü Mübarek’i, Libya’da Muammer Kaddafi’yi “halkın demokratikleşme talebine kulak vermediği” gerekçesiyle deviren “emperyalist ittifak”ın “gerçek müttefikleri” arasında olup olmadıklarını bir kere daha gözden geçirmeli!
Çünkü Taraf’ın manşetini “kayda değer” kılan yegane özelliği, önce Türkiye’de yaşayan Kürtleri, akabinde de Birleşmiş Milletler gibi uluslararası “müdahaleci kuruluşları” kışkırtıcı / zemin hazırlayıcı başlıklarıyla dikkat çeken Amerikan gazeteleriyle ağız birliği yapmış olması. Dünkü Wall Street Journal ile, New York Times ile, Washington Times ile Taraf’ın Genel Yayın Yönetmenleri tele-konferans yoluyla ortak yazı işleri toplantısı yapmışlar sanki!
Nihayetinde Arapların “bahar geliyor” sevinciyle üzerine atladıkları ateş de böyle böyle kıvılcımlarla harlanmamış mıydı!





BASINDAN SEÇMELER





Üşüyorum
Gazeteci Müyesser Yıldız isyan etti: Onlar istediği kadar ‘terörist’ desin, benim saçımın telinden, ayağımın tırnağına kadar gazeteci olduğumu, Alzheimer olan anam bile biliyor, anlıyor...
Müyesser Yıldız, Odatv davasının gazeteci sanığı... Yani, genç bir meslektaşım. Eşi, Emniyet Müdürü... Ankara’daki imza günüme geldi ve Müyesser ve arkadaşları için iki kitap imzalattı.
Müyesser, evine bir gece baskın yapan eşinin arkadaşları tarafından alınıp götürüldü.
Şimdi  “terörist” olmak suçuyla yargılanıyor...
Kalmakta olduğu Silivri 8 No’lu L Tipi Ceza İnfaz Kurumu’ndan öyle bir mektup göndermiş ki; okurken ağlamamak için kendimi zor tuttum.
Müyesser’in sadece yaşadıklarını ve duygularını değil; aynı zamanda bu ülke için duyduğu kaygılarını da içeren mektubunu yayınlamayı meslektaşı olarak görev biliyorum:

***

 “Merhaba Sevgili Mustafa Mutlu...
Eşim bugün kitabınızı getirdi. Burası çok soğuk. Her yer taş ve demir... Galiba Silivri dedikleri kampüs, bir bozkırda... Zayıf da olunca, çok üşüyorum. Bilhassa ayaklarım. Tüm gün kar botları ile oturuyor, yürüyorum. Ayağımın arkası yara oldu. İşte bu soğukta benim için yazdıklarınız içimi nasıl ısıttı bilemezsiniz... Sımsıcak bir dostluk... Sam yeli geldi C-5 koğuşuna! Ne mutlu bana sizin gibi bir dostum daha oldu. Silivri’nin ender faziletlerinden... Sağ olun, iyi ki varsınız.
Geldiğimden beri işgal dönemi yargılamaları üzerinde çalışıyorum. Hemen hemen bitti. Biliyorsunuz, elle yazdığımız için parmaklarımız yara oluyor. Yaralar iyileşmek üzere. İnşallah bu çalışmaları en kısa zamanda kitaplaştıracağım. Öyle çarpıcı olaylara rastladım ki dayanamadım küçük bir bölümünü 10 Ocak’ta yayınlanacak ikinci ‘Tutuklu Gazete’ için gönderdim. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın Sevgili Başkanı Ercan İpekçi birinci gazete için ‘ilk ve son olacak’ demişti ama bakın ikinciyi çıkarıyoruz. Bu gidişle de devamı gelecek gibi.
O yazıyı gönderdikten sonra beni dehşete düşüren bir şey daha buldum, sizinle paylaşmak isterim:
İşgal kuvvetlerinin istediği insanlar tutuklanır, özel mahkemeler kurulur ya... Kurulur da davalar bir türlü istenen hızda ilerlemez... Sonunda İngilizler Başbakan Damat Ferit’in kapısına dayanır: ‘Hâkimler karar vermek konusunda isteksiz. Bu yüzden mahkûmiyet kararı çıkmıyor’ diye şikâyette bulunurlar. Damat Ferit de aynı görüştedir ve bilin bakalım nasıl bir ‘müjde’ verir?
‘Artık güvenilir bir başsavcı buldum. Zorlukların son bulacağını umuyorum’ der.
Unutmadan, Damat Ferit ve İçişleri Bakanı Cemal Bey, soruşturmaların da şu yöntemle yapılmasını savunur:
‘Tersi ispatlanmadıkça sanıkların toptan suçlu olduğunu kabul etmek...”
Maalesef (!) Bakanlar Kurulu’na bu yöntemi kabul ettiremezler.

***

Sevgili Mustafa Mutlu
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Döndük baktık bir arpa boyu yol gitmişiz diyemeyeceğim.
Rastlantıdır, rastlantı...
Ama şunu söyleyeceğim; onlar istediği kadar ‘terörist’ desin, benim saçımın telinden, ayağımın tırnağına kadar gazeteci olduğumu, Alzheimer olan anam bile biliyor, anlıyor...
Gerisi laf-ı güzaf...
Mustafa Mutlu / Vatan









Askerin yerinde siz olsanız ne yapardınız
Yer, örgütün kontrol ettiği bölgede, ana kamplarından Haftanin’e yakın noktadır. Ve karar verme yerinde siz oturuyorsunuz. Elbette istihbarat raporları yanında yaşanan acı tecrübeleri de dikkate alacaksınız. İki ay önce PKK’nın Çukurca baskınını ve orada 24 şehit verdiğimizi unutamazsınız. Katil sürüsünün o baskında ağır silâhlar kullandığını ve silâhları yük hayvanları ile Irak’tan Türkiye’ye soktuğunu hesaba katmak zorundasınız. Ne yaparsınız?
Güngör Mengi / Vatan









“Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyelim mi
Dersim olayları “bir partinin iktidarı” sırasında olduğu için o parti kıyasıya eleştiriliyor, aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen bugünkü partinin “sorumluluğu üstlenmesi ve özür dilemesi” bile isteniyor. Şimdi 21’inci yüzyıl teknolojisine sahip ve “ABD’nin habire ’terörde size daha çok yardım edeceğiz, sınır ötesi bilgileri vereceğiz’dediği” bir dönemde ve  “Dersim suçlamasını yapan partinin iktidarında” gerçekleşen bu olay nasıl açıklanacak?
Ruhat Mengi / Vatan









Yarım asırlık gerçek
Daha iki yıl önce Meclis, bu iş için komisyon kurarak, bölge halkının katır, at sırtında nasıl ve hangi nedenlerle ’kaçak’ taşıdığını, buna neden mecbur kaldığını milletvekillerinin kaleminden raporlaştırdı. Yani devlet bilir ’kaçağı’... İzler, rapora bağlar, ilgili makamlara sunar, bazen yakalar, cezalandırır. Ama bitiremez.  Bize de üstüne eklenen ölümcül hatanın kurbanlarını seyredip insanlığımızdan utanmak düşer.   
Çiğdem Toker / Akşam









Başbakan’ı tehdit etti
Terörle mücadele değil teröristle müzakere edilsin istediklerini bilmeyen yok.
Bir olayın suçlusunu/sorumlusunu ararken düz mantıkla sorulan ilk soru şudur:
Kimin işine yarar?
Uludure’de oluşan trajedinin  “kimin işine yarayacağı” , kimin ekmeğine yağ süreceği belli.  “Açılım” korosu hep bir ağızdan hanidir seslendirmek için fırsat kolladıkları nakaratı tekrarlayacaklar:
“Operasyonlar dursun! TSK silah bıraksın (sanki elinde silahı kalmış gibi)! Masada çözüm!”
Cengiz Çandar’ın dünkü Radikal’de yayımlanan ve Başbakan’a tehdit niteliği taşıyan satırları bu yaşanacakların ilk kanıtı:
“Tutulan yolun yol olmadığını aylardır dile getirdik. Umarız, Uludere’de tarihe düşen ’kara leke’, Başbakan Tayyip Erdoğan için yeterli ölçüde uyarıcı olur.”
General Muğlalı’nın ahı tuttu!
Rıza Zelyut / Güneş

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget