Temmuz 2011
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Vatandaşa her konuda tutulan mikrofon, “iyi” vatandaşın niteliklerini, özelliklerini bize gösteriyor. Bu konudaki çabaları dolayısıyla Pakize Suda’ya teşekkür borçluyuz. “İyi”, makbul vatandaş olabilmek için yalnız coğrafya, tarih, din konularında bilgi azlığı, açıkçası bilgisizlik yeterli değil; genel kültür yoksunluğu, ayrıca sözcük dağarcığının da son derece sınırlı olması da gerekli. “İyi” vatandaş, cumhur, layık, laik, bilhassa, bilakis gibi günlük konuşmamızda sık kullandığımız sözcüklerin anlamını da bilmeyecek. Vatandaş konuştukça, Mevlana’nın bir özdeyişini anımsıyorum: “Bilgin, başkalarının anlayabildiği kadardır.” Bilgimizin niçin sınırlı olduğunu bu özdeyiş açıklıyor.
“İyi” vatandaş, ağzı biraz kalabalık olacak, bilmediğini örtmek için şarlatanlık yapacak, bilmediğini de bilmeyecek. Bilgisizliği belli etmemek için soruyu, konuyu saptıracak; biliyormuş görüntüsü verecek; “bilmiyorum” demek dürüstlüğünü göstermeyecek.
İyi vatandaşın, vergi, kayıt dışılık, rüşvet gibi bazı sorunları olacak, devletten çekinecek. Ayrıca vicdanen de çok rahat olmayacak, kendini az da olsa günahkâr gibi hissedecek; birilerine, bir yerlere sığınarak şefaat dileyecek.
***
Tanımlamaya çalıştığım “iyi”, makbul vatandaş tipi, istenen niteliklere sahip olduğu için ulusal iradeyi temsil eder. Kolay yönlendirilir; bağımsızlık, özgürlük savaşına katılmaz, ayartılabilir; ileri demokrasi için gerekli konu mankeni rolünü iyi oynar. Biz bu tür vatandaşa değer verir, onun iradesini ulusal irade olarak kabul ederiz.
Öte yanda, irdeleyen, sorgulayan, bilgisini arttırmaya çalışan, düzgün davranan, vergi, kayıt dışılık, rüşvet gibi sorunları olmayan, ulusal bağımsızlıktan, özgürlükten yana olan vatandaşlar vardır. Bunlar okumuş da olsalar, sicilleri düzgün de olsa, vatandaşlık görevlerini yerine getirmekte de olsalar “makbul” vatandaş sayılmazlar. Ulusal iradeyi temsil edemezler. Bunların geniş kitlelere “kötü” örnek olmamaları için bir şekilde dışlanmaları gerekir. Büyük sözü dinlemeyen, başına buyruk, yönlendirilemeyen; emperyalizm, özgürlük, bağımsızlık, insan hakları gibi sözcükleri diline persenk etmiş, düzgün davranan kişiler “iyi”, ”istenen niteliklere sahip vatandaş olamazlar; iç ve dış çıkar odaklarının işine yaramazlar.
Türkiye’nin temel sorunu, ulusal iradeyi temsil ettiği savunulan yaygın “iyi”, makbul vatandaş tipinin değer yargılarını, davranış biçimini değiştirmek, algılama, iredeleme yeteneğini geliştirmektir. Başarılamadığı sürece Türkiye’de ne gerçek demokratik düzen kurulabilir, ne hukukun üstünlüğü sağlanabilir, ne genel yaşam kalitesi yükseltilebilir, kısacası ne de Türkiye kalkınabilir.
***
Günümüzde emperyalistlerin, politikacıların, medyanın büyük bölümünün, hatta eğitim kurumlarının işine “iyi” vatandaş tipinin yaygın olması, hatta daha da yaygınlaşması geliyor. Birkaç fakülte bitirmiş, lisans üstü eğitimi alan, devletle sorunu olmayan, topluma katkıda bulunmaya çalışan, aydınlanmadan yana olan kişiler, vatandaş bile sayılmıyorlar; görüşleri değer taşımıyor.
Türkiye için “iyi” vatandaş genel tanımı geçerli ise seçim sonuçlarına, halkoylaması sonuçlarına “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganına, devlet büyükleri önünde zıplamalara, alkışlara, yaşanan haksızlıklara, bir türlü çözülemeyen sorunlara şaşmamak gerekir. Bu ortamda alınan ve alınacak sonuçlar doğal ve tutarlıdır.
Türkiye’nin toplumsal yaşamında Gresham kanunu, kötülüğün iyiyi dışlaması geçerlidir. Bunun sonuçları politikada, medyada, bürokraside hatta eğitim kurumlarında gözlemlendiği gibi, bir yeteneksizler dayanışması da oluşmaktadır. Bu kısırdöngü kırılmadıkça sorunların çözümüne de olanak yoktur. Çözüm, “iyi” olarak nitelendirilen, açıkçası işimize gelen makbul vatandaş tipini değiştirmektir. Aydınlanmanın, bu ülkede hür, korkusuz, adil bir düzen içinde yaşamak için gerekli olduğunu kanıtlayan olayları gözlemliyoruz.

Öztin Akgüç/Cumhuriyet

Tatilden kafamı uzatayım, artık “eski” Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner:
“Şu anda 173’ü muvazzaf, 77’si emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir. Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır.
Haklarında henüz hiçbir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tahdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şûra’da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır. Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK’nin sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır…”
***
Koşaner neden girişimlerine yanıt alamadığını, bütün bu hukuksuz, kasıtlı siyasi operasyonların neden yapıldığını çok iyi bilir... Tatil tembelliği yapacağım; 28 Kasım 2010’da “Ordu Üzerine Siyaset” başlıklı yazımdan:
“Balyoz, ordunun bütün üst kademesini budama operasyonuydu ve öyle olduğunu da hemen her şey doğruluyor! Konuşmaları resmen kayda alınmış bir askeri senaryo seminerinin kuyruğuna birtakım eklentiler takılmış (ayrı bir CD). Düzenleyen, 2003 yılında yapılmış bir seminere, yakın zamanda ilk kez ortaya çıkmış bazı olguları ve bilgileri de eklemek gibi aptallıklar yapmış... Ayrıca CD’nin 2003’te hazırlandığını kanıtlayacak en küçük bir ‘bilimsel kanıt’ da gösterilemiyor...
İki-üç yıldır süren yıldırma, gözden düşürme gibi yoğun ‘çalışmalardan’ sonra, artık sıra son noktaya, Ordu’nun kendi hiyerarşisini kesin bozmaya ve komutanlıklara Erdoğan’ın kesin atama yapabilmesinin yolunun açılmasına geldi..

ERBAKAN'IN KANSIZ DARBESİ TAMAM!

Nasıl bir atama? Erdoğan’ın iktidara ilk adım attığında açıkladığı ‘beden dili’nden anlayan atamalar... Erdoğan’ın ‘beden dili’ne, geçen zaman içinde ‘düşünce biçimi / dili’ de eklendi tabii ki!..
Ordu’ya karşı bu siyasi ‘darbe’ler, hep hukuki kılıflar altında sürüyor. Başka türlü de olamazdı tabii ki! Eh, ‘kanlı darbe’ yapacak halleri olmadığına göre! (Erbakan’ın ‘kansız darbe’si tamam!)

Dedik ki, orduya karşı operasyonların ana noktası ‘üst kademeyi budamak’tır. Vurgulamamız gereken diğer önemli nokta da, atamalarda Ordu’nun kendi liyakat sistemini bozmak, Erdoğan ve adamlarının liyakat sistemini geçerli kılmaktır. Üstten budayınca, alttan yükseltilecek subayların siyasete bağımlılığı artacaktır (normal psikolojik ve sosyolojik insan davranışı).

BUNDAN SONRA NELER OLACAK

İki gelişme olacak:
Birincisi, ordu içinde, imamların yönetimine ve ilişki ağına girmiş / düşmüş, iktidarın göz kırptığı / iktidara göz kırpan subayların hızla yükseltilmeleri sağlanacak.
İkincisi ise, bu yeni düzende, ordu içinde yükselme / terfide siyasi beklentiler devreye girecek ve siyasete biat eden subaylar ortaya çıkacaktır (bunu üniversite sisteminde yaşıyoruz).

Böylece, laik olan değil, yakın ve yandaş olanları koruyan bir siyasi atama sistemi başlayacaktır.
Bu sürece girdik. İktidar yandaşları, kayıtsız şartsız ordu düşmanları, sahte demokratlar, hâlâ Ordu vesayetinin sürdüğünden dem vuranlar, her zamanki gibi iktidarın arkasındalar ve süreci ‘demokratikleşme’ safsatasıyla destekliyorlar.

Ordu, siyasetin oyuncağı yapılmamalı! Giderek totalitarizme, otoriter İslami bir rejime koşan bir iktidarın, okyanus ötesi CIA + Cemaat operasyonlarıyla katakulliye getirilmesi ve imamların yönetimine girmesi, yaşayacağımız en büyük tehlikelerden biridir!”
***
29 Kasım 2010’da “Siyasi Amaçlı Yargılamalar ve Uygunsuz Yasa” yazısından:
“Ne zaman biteceği bilinmeyen, yüzlerce kişiyi kapsayan bir dava sonunda, diyelim ki hepsi beraat etti; terfisi durdurulmuş, açığa alınmış, maaşı eksiltilmiş, dahası şimdi Başbakan’ın kararlılığında gördüğümüz gibi emekliye sevk edilecek subayların (insanların), hakları, hukukları, kişilikleri, özlük hakları.. ne olacak?

Siyasi amaçlı yargılamalar şöyle işliyor: İktidarın savcısı davayı açıyor, inanılmaz suçlamalar yöneltiyor ve büyük cezalar istiyor! Genel olarak iktidar tarafından güdülenmiş mahkeme de davayı kabul ediyor. Dolayısıyla, yargılananların hayatı kayıyor! Devlet memuru ise tasfiyesi gündeme geliyor, ki zaten siyasi iktidarın örneklerimizdeki amacı budur.”
***
Ordu üzerinde operasyon tamamlanmıştır. Dünyanın en büyük hukuksuzluğu, siyasi hukuk kılıfı/uydurukluğu yürütülmüştür. Bundan sonrası, ordu içinde ince ayarlara kalmıştır... O da tıkır tıkır işler...

Orhan Bursalı/Cumhuriyet

Sevgili okurlarım, gün geçmiyor ki Türkiye’de bomba gibi bir haber patlamasın...
Şimdi de ordudaki değişim gündemde!
Bu arada, Cüneyt Ülsever’in deyimiyle “anormalleşen” “normal” yaşam da devam ediyor.
Bu sözde “normal” yaşamın gerçeklerinden biri de suçlanan kişilerin önce hapse atılması, sonra yargılanması.
Zaten son olay da tutuklu subayların durumlarından dolayı çıkmadı mı!
Silivri’ye yollanan o kadar çok gazeteci var ki, bu kadar insanla birçok gazete çıkarılabilir.
Basında sansürün kaldırılmasının 103’üncü yılı dolayısıyla, hapisteki gazeteciler, 24 Temmuz 2011’de Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın öncülüğünde bir gazete çıkardı; Türkiye’nin dört bir tarafından cezaevlerindeki gazetecilerin yazdığı gazetenin adı Tutuklu Gazete.

***

Bu gazetede neler olduğunu aktarmak istiyorum.
Göbekten verilen manşet haber:
“SANSÜRE DİRENİŞ”
TGS Genel Başkanı Ercan Sadık İpekçi’nin yazısı: “Gazetecilik faaliyetiyle direniyorlar.”
Bedri Adanır: “Uçurtmayı vurmasınlar.”
Nedim Şener: “Ergenekon Ergenekon diyordunuz, bakın şimdi siz de Silivri’desiniz.”
Müyesser Yıldız: Sendikasızlaştırılmış basın tutukludur.
Vedat Kurşun: Kürt gazeteci olmak.
Ahmet Şık: Bu yazı canınızı sıkabilir.
Barış Pehlivan: “Kendimle röportaj yaptım.”
Tuncay Özkan: AKP sonrası Türkiye’de muhalif gazeteci olmak.
Soner Yalçın: Tanık mıyım, sanık mıyım?
Füsun Erdoğan: Neden hapisteyiz?!
Barış Terkoğlu: “Gazeteciler hangi faaliyetlerinden dolayı tutuklu.”
Suzan Zengin: TMY ve özel yetkili mahkemelerin kaldırılması talebini daha yüksek sesle dillendirelim!
Sedat Şenoğlu: Gazeteci değilmişiz!
Deniz Yıldırım: Basın kime “özgür”?
A. Hicri İzgören (Konuk yazar): Yasakçı zihniyet.
Musa Kurt: Hâlâ mahkemeye çıkarılmadım.
Barış Açıkel: 145 gazeteci cezaevinde.
Ali Buluş: Basın özgürlüğünü savunmak.
Miktat Algül: “Türkiye kuşatılmıştır.”
Mustafa Gök: “2004 Şubat’ında tutuklandım.”
Seyithan Akyüz: “İddialar gerçeği değiştirmez.”
Faysal Tunç: Fikir işçisi mi, fikir komandosu mu?
Rohat Emekçi: “Cezaevinde olma gerekçem trajikomik.”
Kaan Ünsal: “Sevgilerimi gönderiyorum.”
Fazıl Duygun: 5 aydır fazladan yatıyorum.
Bayram Namaz: Tezgâhtaki balık.
Mehmet Yeşiltepe: AKP’den neden demokratikleşme beklenmemelidir?
Hatice Duman: “Neden hapishanedeyiz?”
Halit Güdenoğlu: “Neyle suçlandığımızı bilmiyoruz.”
Cihan Gün: Hücrelerden bir yazı.
Ozan Kılınç: Mazlum daha 16’sında işkenceyle tanıştı.
Murat İlhan: Negarî.
O. Baha Okar: Cezanın karanlık yüzü: Delile dayanmayan kanaatkâr iddianameler.
Sait Çakır: Türkiye: Açık hava cezaevi.
Mehmet Karabaş: “Düşünce Özgürlüğü Yasası TMK ile değişti.”.
Kadri Kaya: Medya ülkenin, toplumun gözü ve kulağı işlevindedir.
Sinan Aygül: Sizden korkan sizin gibi olsun.
Erol Zavar: Merhaba dostlar.
Hamdiye Çiftçi: Biz cezaevindeyken basın sansürü özgürlüğü 103. yılında.
Ahmet Birsin: Hegemonik olmayacağının turnusolu demokratik anayasadır.
Kenan Karavil: Düşüncenin ruhu vardır.

***

Yazılar çok ilginç.
TGS, tarihe mal olacak bir gazete çıkarmış!

Emre Kongar/Cumhuriyet

Türk Ordusu Kore'ye gidişinin faturasını ödüyor! - Necati Doğru
Çok eskilerde (60 yıl önce 1951’de) kalmış bir hikaye gibi görülebilir. Bu olup bitenler; “Türk Ordusu’na Kore’ye gidişinin faturasını uzatmak” diye açıklanabilir.
Şüphelenmeliyiz.
Kuşku yükseltmeliyiz.
Bu süreç, “Ordusuz Türkiye yaratma”  stratejisine benziyor ve “Kore Savaşı çıktığında ordusu güçlü bir Türkiye’ye ihtiyaç vardı fakat bugün Türkiye’nin kendi toprakları içinde bir bölünme-kopma-ayrılma-kardeş kavgası patladığında ordusuz Türkiye, en iyi Türkiye’dir” formülüne razı olmadır. Bu formülün(!) adını da “değişime uymayan gider” koyup  değişimci züppeliklere sığınmadır.

Züppeler sevinç içindeler.
Mutluluktan göbek atıyorlar.
Yüksek Askeri Şura toplanıyor.
Bizi (halkı) oyalamasalar.
Şu general şuraya kaydırıldı.
Şu general buraya terfi ettirildi.
Şu komutan 1 günlüğüne Kara Kuvvetleri’ne getirildi ve böylece yasanın şekil şartına (kitabına) uydurularak istifa edenin yerine yeni Genel Kurmay Başkan’ı yapıldı türünden “laik lacivertten ılımlı yeşile dönmüş haki renkli haberlerle” halkı uyutmasalar.

Xxx

Askeri Şura, sonuçları irdelese.
Nedenleri sayıp tek tek sıralasa.
Bir ciddi analiz yapsa.
Türk Ordusu’nun bugünkü duruma gelmesini herkesin anlayacağı bir lisanla anlatsa…  ABD’nin koruma ve kollamasına alınmış Kuzey Irak’ın Kandil Dağı’ndaki PKK  merkezine gidip terörü kaynağında yok etmek yolunda elinin kolunun bağlanmış olmasının da bir açıklamasını dile getirse…
Heronlar çalışmadı, helikopterler kalkmadı, Genel Kurmay’ın ışıkları gece hiç yanmadı,  Aktütün’de, Hantepe’de, Dağlıca’da erler bilerek ölüme gönderildi, TSK , sırf iktidar yıpransın diye şehit cenazesi töreni ordusuna dönüştürüldü iddialarının gerçeği yansıtıp yansıtmadığını, belgelerini koyarak, cevaplasa…
Üç seçim döneminde halktan en yüksek oyları almış İktidar partisi AKP’nin kurucularından ve Meclis Başkanlığı (devlet protokolünde Cumhurbaşkanı’ndan sonra 2 numara) da yapmış Bülent Arınç’ın “İyi ki bu komutanlarla savaşa girmemişiz, bunların savaşacak hali yokmuş” diye verdiği hükmün doğruysa neden doğru olduğunu, yanlışsa bu siyasetçiyi kimin niçin böyle konuşturduğunu netleştirse…

Xxx

Yüksek Askeri Şura toplanıyor.
Toplantı propagandaya dönmesin.
Bizi atama haberlerine boğmasın.
4 komutan niçin istifa etti? 423 subay neden tutuklu? Türk Ordusunun yönetimi; istifa edenler ve istifa etmeyip rutbeye koşanlar diye ikiye mi bölündü? Bu süreç “Ordusuz Türkiye yaratma” ve savaşmadan Türkiye’yi teslim alma stratejisinin son halkası mıdır?
Askeri Şura, bunları analiz etse.
Bu analizi yapmak için de belki 60 yıl önce 1951 yılında Türk askerinin ABD ordusunun yanında Kore Savaşı’na sürüldüğü günlere gidilme ihtiyacı doğabilir. 60 yıl önce Türk askeri, bir Asya milletinin bağımsızlığına karşı ABD komutası altında Kore’de savaşa gönderildiğinde “ordusu güçlü Türkiye” övülüyordu.  Bugün kendi topraklarında kardeş kavgası patlama riski bulunan Türkiye’nin ordusunda “istifa edenler ve terfi edenler” bölünmesi yaşanıyor.
Yüksek Askeri Şura, anlatmalı.
TSK’da yaşanan değişim nedir?
Kore’ye gidişin faturası mıdır?
Şura’ya bir dip not bilgisi vereyim: 1980 yılında (31 yıl önce) darbe yaptığında Kenan Evren’in uçağına binerek, güçlü orduya yağlama yazısı yazanlar şimdi; “eskiden muhtura veriyorlardı şimdi istifa veriyorlar” diye değişim züppesi olmuş  yazılar döktürüyorlar.
Askeri Şura’dan analiz beklerim.

Necati Doğru

The New York Times, Türk ordusundaki dört generalin istifasının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı sivil kontrole bağlı bir orduyu yeniden şekillendirmek için güvenli, avantajlı ve önemli bir konuma ulaştırdığına dikkat çekti.
Türk ordusunda Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Aksay ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit'in istifası yabancı basında yankılandı. The New York Times gazetesi, Türk ordusundaki dört generalin istifasının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı sivil kontrole bağlı bir orduyu yeniden şekillendirmek için güvenli, avantajlı ve önemli bir konuma ulaştırdığına dikkat çekti.Wall Street Journal, komutanların önümüzdeki ay emekli olmak için talepte bulunduklarını ve bunun istifa kararlarını büyük oranda sembolik yaptığı görüşüne yer verdi.Financial Times ise,Cumhurbaşkanı Abdullah Gü'ün ülkenin en önemli 4 ordu komutanının istifasıyla Türkiye'nin bir krizle karşı karşıya kaldığını reddettiğini yazdı. Washington Post ise, bu çarpıcı hareketin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın egemenliği altında olan sivil hükümet lehine ordunun gücünü aşındırmanın sadece bir adımı daha olduğuna dikkat çekti.
The New York Times, Türkiye'deki generallerin istifasını değerlendirdiği geniş haberinde, 50 yıl önce Türk ordusuyla kavga eden popülist bir başbakanın sonunun darağacında bittiğini ve üç seçim zaferinin mandasının biraz avuttuğunu belirterek, "Bu defa rekabet Türkiye'nin ordusunun komutanlarının eş zamanlı bir şekilde istifasıyla doruk noktaya ulaştı, ordunun liderleri baskıdan ve güçsüzlükten şikayet ediyor" ifadelerine yer verdi.
Gazete, istifaların Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı sivil kontrole bağlı bir orduyu yeniden şekillendirmek için güvenli, avantajlı ve önemli bir konuma ulaştırdığına dikkat çekerek, Erdoğan'ın Haziran seçimlerinde tutucu ve popülist partisinin belirleyici zaferiyle cesaretlendirilmiş bir dış politika ve anayasal değişikliğinin peşinde olduğu değerlendirmesini yaptı.
Haberde, ordu ve sivil liderlerin arasındaki tartışmanın en önemli nedeninin, ordu komutanlarının tutuklanması ve yoğun kapsamlı baskı olduğu vurgulanarak, komutanların ve diğerlerinin Erdoğan'ın hükümetini devirmek için komployla suçlandığına dikkat çekildi.

"İstifa kararları sembolik"

ABD'nin çok satan gazetesi Wall Street Journal ise, ülkenin en büyük ordu yetkililerinin üçünün, Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri, başının erken emekliliklerini istediklerini belirterek, komutanların önümüzdeki ay emekli olmak için talepte bulunduklarını ve bunun istifa kararlarını büyük oranda sembolik yaptığını ifade etti.
Güvenlik analistlerinin Türk ordusunu NATO'da ABD'den sonra gelen ikinci büyük ordu olarak gördüğüne dikkat çekilen haberde ayrıca, ordunun bu ay PKK tarafından öldürülen 13 asker nedeniyle medyada şiddetli bir şekilde eleştirildiği belirtildi.

İngiliz gazete Financial Times ise, "Türkiye generallerin istifasının önemini azaltıyor" başlıklı haberinde, "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ülkenin en önemli 4 ordu komutanının istifasıyla Türkiye'nin bir krizle karşı karşıya kaldığını reddetti. Ancak, bunun "sıra dışı" bir durum yarattığını kabul etti" ifadelerine yer verdi.

Washington Post gazetesi ise, "Türkiye Cumartesi günü yeni bir çağa uyandı" başlıklı haberinde, bu çarpıcı hareketin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın egemenliği altında olan sivil hükümet lehine "ordunun gücünü aşındırmanın sadece bir adımı daha olduğu"na dikkat çekti.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün krizi önemsiz gördüğüne dikkat çeken gazete, komutanların zaten bir ay içinde emekli olacağına da dikkat çekti.

1. Dünya Savaşı’nda paylaşıma konu olan coğrafya bir bütün olarak ele geçirilmek isteniyordu. Neydi bu coğrafya? Başbakanımız Sn. Erdoğan’ın eş başkanı olduğu bugünkü BOP projesiydi.
1. Dünya Savaşında yenik düşen Osmanlı’ya imzalattırılan “Sevr”; Anadolu’nun parçalanıp paylaşımıyla birlikte -Osmanlı toprakları olan- bütün “Ortadoğu’yu “da yeniden biçimlendiren bir düzenlemesiydi.

Ne var ki, Atatürk’ün müthiş zekâsı ve ulusun azmi ile kazanılan Kurtuluş Savaşı sonunda büyük projenin yolu, imzalanan “Lozan Barış Antlaşması” ile kesilmişti. Yani yılan ölmemişti sadece uykuya dalmıştı.(İsmet Paşamızın bunlardan 100 yıl daha ses çıkmaz demesi aslında çok anlamlıdır.)

Evet, onlar bu projeden hiçbir zaman vaz geçmemişlerdi.

Hatırlayalım 1993 yılında Amerika Türkiye’yi Irak bataklığının içine sürüklemek istemişti.

Saddam’ın petrollerine veya Irak’ın toprak bütünlüğüne yöneldiğini düşünmüştük o zamanlar. “Saddam elindeki kitle imha silahları ile bölge ülkeleri için tehdittir ”palavraları sıkılmıştı.

Saddam’ın Türkiye’yi bile tehdit ettiği masalları atılmıştı ortaya. Amerika’nın işgalinden sonra görüldü ki Irak’ta kimyasal silah filan yoktu.

Kuzey Irak’ta kurulacak kukla Kürt devleti ve Güneydoğu’nun PKK’yi kullanılarak Türkiye’den koparılması evet, hepsi o tarihlerde planlanmıştı. Barzani ve Talabani liderliğindeki işbirlikçi Kürtler tamamıyla Amerika’nın piyonlarıdır. Saddam devrilene kadar bu iki ismin zaman, zaman Türkiye’ye gelip, el etek öptüklerini unutmayalım. Sonradan karşımıza geçip ”Türkiye’ye bir kedi bile teslim etmem.” Diyen düzenbazlardır bunlar.

******

Amerika’nın hayali!

AKP nin iktidara gelmesi ile emperyalistler için iş kolaylaşmıştı. Zira AKP Atatürk’ün dış politikasını hiçbir zaman uygulamak istememişti.

Yine hatırlayalım;

Her zaman Türkiye’nin stratejik müttefiki olduğunu söyleyen Amerika’nın bizzat kendisi 80 bin peşmergeyi silahlandırdığını açıklamıştı. Bunların bir kısmının peşmerge kıyafeti giydirilen PKK’lılar olduğu söylenmişti. Eşref Bitlis Paşamızın neden bir suikasta kurban gittiği hep saklanmasına rağmen açığa çıkmıştı. Bitlis Paşa, PKK Kamplarına Amerika’nın silah indirdiğini ve kamplarda PKK lıları eğittiğini görmüştü. Uzun lafın kısası artık hepimiz biliyoruz ki bu işler Amerika ve işbirlikçilerinin sayesinde başımıza gelmiştir.

Biraz balık hafızalıyız, en azından bazılarımız. Burada önemli olan bir önceki yazımda yazdığım gibi ortada bir anlaşma var ki bu anlaşma sayesinde bölücüler cesaretlendiler.

Dünkü yazımdan (Başbakan dönerci ustası mı?)alıntı yapacağım şimdi:

1966 yılında barış adına, insanlık adına dünya devletlerinin imzasına açılan ve Türkiye’nin sürekli imzalamaktan kaçındığı sözleşme 2000 yılında DSP, MHP, ANAP koalisyonu ile 57. Hükümet tarafından imzalanmıştı. Ancak TBMM onayına sunulmamıştı.

(Hatırlarsak AB’ye giriyoruz diyerek uyum paketlerinin ilk üçü de o zamanlar çıkartılmıştı. Bunlardan en önemlisi idam cezasının kaldırılmasıydı. Bebek katili Apo da böylece idamdan kurtulmuştu.)

Birleşmiş Milletler Antlaşmalarından ‘İkiz Sözleşmelerin Yürürlüğe girmesi aradan 3 yıl geçtikten sonra Abdullah Gül başbakanlığında kurulan 58. Hükümet döneminde olmuştu.

Ardından “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” Nisan 2003 yılında Başbakan Erdoğan döneminde meclise sevk edildi. Tabi oy çokluğu ile kabul edildi.

Sözleşmelerin önemi;

Bu sözleşmeler iyice incelendiğinde özellikle her iki sözleşmelerin ilk maddesinde yer alan;

“Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. Sözleri çok önemlidir. BDP ‘i bu söylemlerden yola çıkarak devleti tehditle Özerklik ve Kürdistan’ı ilan edebilmiştir.

Bunun adı başbakanın söylediği gibi kendileri çalıp kendilerinin oynamaları mıdır, yoksa kendilerinde bir hak mı görmektedirler?

Bizler o tarihlerde belki bu sözleşmelerin üzerinde fazla durmamıştık.

Sözleşmeler neyin nesiydi anlayamamıştık o zamanlar. Zaten içeriği gizlenmişti halktan. Bizler sadece Avrupa birliğine giriyoruz diye İktidarın Ankara’da havai fişekli kutlamalarını anımsıyoruz.

Anlaşmalar hukukçular tarafından tekrar gözden geçirilmelidir.

Güneydoğu’nun Türkiye’den koparılmasına, bir Kürt devletinin kurulmasına asla müsaade edilmemelidir.

Bu İKİZ antlaşmalarda ne sözler verilmiştir, neler vardır halk olarak bilmeliyiz. Bugün gerek Ortadoğu gerekse Türkiye güvende değildir. Hatta bir uçuruma doğru sürüklenmekteyiz.

Türk Ordusunun bir suç unsuru gibi gösterilmesinin, yavaş, yavaş içinin boşaltılmasının altında hep o planlar yatmaktadır.

Onurlu bir şekilde istifasını veren Işık Koşaner paşamızın veda açıklamasındaki sözlere dikkat edersek acı gerçek zaten orada net bir şekilde görülmektedir.

“Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi mümkün değildir.”

Evet, işte bu! Bu sözlerde derin anlamlar vardır. Hiç bir hukuka, adalete vicdani değerlere uygun olmayan bu tutuklamalar tamamıyla emperyalistlerin ve onların iş birlikçilerinin BOP projesine katkılarıdır.

Şu anda 173′ü muvazzaf, 77′si emekli olmak üzere 250 general/amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuşun hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu olmaları hiç birimizin moralini bozmasın. Bir gün gelecek bunlar tarihe geçecektir. Türk Ordusu gücünü daima milletinden almıştır.

Ordunun eli kolu bağlanmış görülse de onca zafere ilkel şartlarda imza atmış bir ordu asla yıkılmaz. Düşman karşısında her zaman dimdik olacaktır.

Not: Tüm yazıların altındaki yorumları okuyorum bazı arkadaşlar Işık Paşa ve diğerlerinin sorumluluklarından kaçtıklarını ve neden istifa etmeyip emekli olduklarını sitemle yazmışlar. Bazı arkadaşlar da neredeyse hakarete varan eleştiriler yapmışlar.

Onlara şunu demek isterdim. Bu generaller en az 50 sene bu vatana hizmet etmişlerdir. İstifa etselerdi analarının ak sütü gibi helalinden olan aylıklarını alamayacaklardı. Ne yani, emeklerinin karşılığını devlete mi bıraksaydılar. Onlar gereğini yaptılar.

Tünay Süer

Diyanet İşleri Başkanlığı, önümüzdeki Ramazan ayının fitre miktarını 7,5 lira olarak belirledi. Ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumu ve bir kişinin asgari gıda ihtiyacını göz önünde bulunduran Din İşleri Yüksek Kurulu 2011 Ramazan ayından, 2012 Ramazan ayının başlangıcına kadar en düşük sadaka-i fıtır miktarını 7,5 lira olarak tespit etti…

Herkes fitresini dilediği kişiye veya kuruma verebilir ve buna kimse karışamaz. Benim ki sadece iyi niyetle yapılmış bir öneridir. Remzi Bey çok varlıklı bir kişidir. Yurt dışında da çok varlığı vardır, ama Remzi Bey’in yükleri çok fazladır. Bu yüzden ben izninizle, Remzi Bey’in bir fon oluşturmasını öneriyorum. Biz de fitrelerimizle bu fona katkıda bulunabiliriz. Bizler bu fonu dolduralım, dağıtımını Remzi Bey yapsın… Eğer kabul ederse, ben fitremi Remzi Bey’in kuracağı bu fon’a vermek istiyorum. Kendisini hiç görmedim, bu yüzden tanıyanların Remzi Bey’e bu önerimi iletmelerini rica ediyorum…

Remzi Bey’in yüklerine gelince;

*Remzi Gür(Remzi Amca), Başbakan Erdoğan’ın çocuklarının yurt dışındaki tüm eğitim masraflarını, tamamen duygusal olarak ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için, cebinden ödedi. Hatta Başbakanla Remzi Bey’in bir telefon konuşmasında Başbakan, “Sümeyye’nin telefonu sende var mı? Ona 20-25 kadar gönderiver” demiş ve bu konuşmayı yayınlayan terbiyesiz gazeteciler hapse atılmıştı.

Bu iki gazeteci hala hapisteler, çürüsünler içerde de akılları başlarına gelsin!.. Nasıl oluyormuş Başbakan’ın ve Remzi Bey’in konuşmalarını yayınlamak, öğrensinler..

*Remzi Gür’e Koca Bina 1 Paunda (2.710 Lira) verildi;
İngiltere Londra’da Oxford Street bölgesinde “10 Maple Street London W1 5HA” adresinde Yunus Emre Enstitüsü binası vardır. Bu enstitünün kurucu başkanı Cumhurbaşkanı Gül, mütevelli heyeti başkanı ise Dışişleri Bakanı Davutoğlu’dur.

Binanın sahibi, cemaatin önde gelen isimlerinden ve Deniz Feneri Derneği eski Başkanlarından Yusuf Atalay’dır. Usider adlı derneğin başkanı olan Yusuf Atalay, Deniz Feneri davasında, tutuklanan Zekeriya Karaman’ın avukatlığını yapmaktadır. (Bunu duyanlar yine fesatlık krizine tutulup, “bakın, bakın Başbakan Erdoğan’ın yolu yine Deniz Feneri ile kesişti” diyecekler. Avuçlarını yalasınlar, belki Deniz Fenerciler Başbakan Erdoğan’ı tanıyorlardır ama Başbakan Erdoğan artık onları tanımıyor)
Usider ve Yusuf Atalay, Londra Merkezindeki bu muhteşem binayı, Remzi Bey’in sahibi olduğu “Turkısh-UK Cultural and Educational Centre Limited” adlı şirkete yıllığı 1 Paunda, yani 2.710 liraya verdi. Binanın açılışını pek tabii ki Cumhurbaşkanı Gül yaptı!…

*Remzi Gür’e Şeyh Nazım Kıbrisi’den Öğütler;
Şeyh Nazım Kıbrisi taht benzeri koltuğunda oturuyor, karşısında Remzi Bey dizlerine çökmüş elleri dizlerinin üzerinde onu dinliyor. Şeyh Nazım denen adam, Cumhuriyete, Devlete ağız dolusu hakaretlerde bulunuyor, Remzi Bey’de onu doğruluyor.
-700 sene Osmanlı dayandı, bunlar (T.C Devleti) 70 senede bitti…
-Biçilecek, bu ekin kalkacak, yeni ekin ekilecek (Şeriat)
-Hükümete söyle(AKP’ye), kendi akıllarıyla iş yapmasınlar. Bu günkü talimatınız nedir? Emriniz nedir? Sorsunlar ona göre iş yapsınlar…
_Haklısınız Şeyhim, aynen ileteceğim.(Remzi Gür)

*Remzi Gür, Hapse mahkum oldu;
Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, İşadamı Remzi Gür’ü, CHP’li Milletvekili Mehmet Yıldırım’a rüşvet teklif ettiği için 10 ay hapis cezasına mahkum etti. Remzi Bey, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi için adı geçen milletvekiline “Seni severiz. İçeri girip oy kullanırsan, maddi-manevi ne istersen yaparız” demişti….

*Uzan’ların Sanat Hazinesi Remzi Bey’e;
1968 yılında öğretmen okulunu bitiren Remzi Bey, Londra da terzilik yapan babasının yanında çalıştı. 1985 yılında birikimlerini Türkiye’de değerlendirmeye karar verdi. Çok zengin olan Remzi Bey, TMSF ihalelerinde, Uzan’lara ait sanat harikalarına sahip oldu…

*Aslanlı Köşk Remzi Bey’e;
Toprak Holding malvarlığında iken, TMSF tarafından satışa çıkarılan
“İstinye Aslanlı Köşkü”, 23Milyon 800 Bin TL ye Remzi Bey’e satıldı. İhaleye başka giren olmadı. Emlak değerlendirme firmaları köşk’ün fiyatının en az 140 Trilyon TL olduğu konusunda fikir birliğine vardılar… Bu satışı yapan TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, görev süresi bitince, Cumhurbaşkanı Gül’ün danışmanı oldu. O şimdi Çankaya’da…

*Adabank İhalesi de, Remzi Bey’in;
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu(TMSF) tarafından satışa çıkarılan, Adabank Ticari ve İktisadi Bütünlüğü, 75 Milyon Dolara, G Capital Danışmanlık AŞ’ye satıldı. Teklifi, G Capital’in sahibi Remzi Gür açıkladı. Her şeyi olan Remzi Bey’in bankası da oldu, çok şükür…

Gördünüz mü Remzi Bey’in yüklerinin ağırlığını?.. Bir taraftan çocuklara yurt dışı için para yetiştir, bir taraftan Deniz Fenercilerden bedavaya bina al, İngiltere-Türkiye Eğitim ve Kültür İşlerini yönet, Cumhurbaşkanı seçimi için milletvekiline rüşvet teklif et ve mahkum ol, sakalı göbeğinde Şeyhin karşısında saatlerce çök bir de fırça ye, bol bol sanat eserleri topla, 140 Trilyonluk Köşkü, 23 Trilyona al, üstüne üstlük 75 Milyon Dolara banka sahibi ol…Bir insan bu kadar yüke nasıl dayanır Allahım!…
Bu durumda biz kullara düşen bu iyilik meleği kişiye destek olmak değil midir?..
Benim teklifim de tamamen bu niyetle yapılmıştır… Gerisi Remzi Bey’in bileceği iştir, benden bu kadar…

Yazımızı, Sayın Başbakan’a bir soru ile bitirelim;
Sayın Başbakan; Sizin Çalık Grubu ve Remzi Gür ile olan ilişkinizi, dostluğunuzu hepimiz biliyoruz, zaten siz de saklamıyorsunuz. Çalık Grubu için, “Bizim Çalık” dediğinizi, Remzi Bey’e de en kıymetli varlıklarınız olan evlatlarınızı emanet etiğinizi herkes biliyor. Sizi çekemeyenler, dedikoducular devamlı olarak yalanlar üretiyorlar. Remzi Bey için düşüncelerimi ve desteğimi yukarıda yazdım, beğeneceğinizi umuyorum…

Düşmanlarınız ve ihanet içinde olan odaklar son günlerde, “sizin Çalık Grubu” için yeni bir iftira ürettiler. Bunu açıklamanızı ve bu hainlere de yargımızın gereken cezayı vermesini sağlamanızı istirham ediyorum…

Güya; 21 Nisan 2011 tarihinde 4 Milyar Dolarlık bir Helikopter İhalesi yapılmış. Bu ihaleyi Aziz Yıldırım- Serdar Adalı ortaklığı kazanmış. İkinci sıradaki,
Çalık Grubu ise ihaleyi kaybetmiş.
Yine güya; “20.11.2008-5812/4 md” ne göre, terörle mücadele kapsamına giren suçlardan veya ÖRGÜTLÜ SUÇLARDAN tutuklu bulunanlar ihaleden elenir, maddesine göre bu ikisi “Örgütlü Suç” kapsamından dolayı tutuklandığı için, ihale “sizin Çalık Grubuna” kalmış, diyorlar. Sanki adamlar sırf bu ihale yüzünden içeri atılmışlar gibi, dedikodu yapıyorlar!…(terbiyesizlere bakın)

Ben bu iftiraya asla inanmıyorum. Siz alnı secdeye değmiş bir Müslümansınız, böyle bir iş yapılmasına izin vermezsiniz. Lütfen bu işin gerçeğini açıklayınız, ben de bu köşemden “Edep Yahu” veya “İnsaf Yahu” diye başlık atarak bu iftiracıların ağızlarının payını vereyim.
Haydi Sayın Başbakan, lütfen sizi sevenleri rahatlatınız….

Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu

Annesi, Gizem’in ölümüne son ana dek inanmadı, inanamadı.

Güldener Hanımı anlamamak mümkün mü?

Gazetelerdeki resimlerinde bile Gizem çok canlı; pırıl pırıl, ışık, enerji saçıyor. 17 yaşındaki genç kız, gördüğümüz tüm fotoğraf karelerinde yaşam dolu gülüşüyle gözlerimizin içine bakıyor. İri, kahve gözleri; yanağındaki tatlı gamzeleriyle, resimlerden fırlayıp hayata geri dönecekmiş gibi duruyor.

Bu denli sağlıklı, cıvıl cıvıl bir evladın ölümüne bir anne nasıl inanır?

Tanrı sabırlar versin.

Doğan ailesi, kızlarını yarın Davutoğlu’nun da katıldığı bir törende, yaşadıkları kent Trondheim’da toprağa verecek ve yaşamlarının gerisini, bu dinmez acıyla geçirecek.

Gizem’in mutlu olduğunu söylediği Trondheim’a Doğanlar vaktiyle kimbilir hangi “cennet” düşleriyle gitmişti?

Oslo ve Bergen’den sonra Norveç’in en büyük üçüncü kenti olan Trondheim’ı gördüm. İki yıl önce, bir Norveç gezisinde geçmiştim.

Aşağı yukarı tam bu zamanlar, yaz ortasıydı. “Gece yarısı güneşi” dedikleri olguya nerdeyse yakın uzunlukta, bitmek bilmeyen muhteşem yaz günleri ve büyük fiyorduyla anımsıyorum Gizem’nin şehrini…

“Trondheimsfjord” adı verilen görkemli bir fiyort içindeki kent; yüksek teknoloji, üniversite ve araştırma merkezi olarak nam salmıştı. Yazları uzun günleri ile olduğu kadar, kışları sonsuz geceleriyle biliniyordu. Sabahları yaklaşık 9 civarında günün ağardığını, öğleden sonra 15:30- 16 sularında karanlığın çöktüğünü anlatmışlardı.

Uzun kış gecelerinin en büyük tesellisi; “Aurora Borealis” adı verilen “Kuzey Işıkları” idi. Gökyüzünün özellikle aydınlık göründüğü gecelerde, doğa -kutup coğrafyalarından başka hiçbir yerde görülmeyen!- masalsı bir ışık şöleni yaratıyor; gökkubbe, yeşilden, mavi, mor, sarı, turuncuya çalan ışık bulutlarıyla gerçek ötesi bir görünüm alıyordu.

Ancak anlaşılan o ki bu “Aurora Borealis” dışında, tekdüze Norveç gecelerinin çok başka keyifleri yoktu. Aylarca yalnız beş-altı saat gün yüzü gören Norveçliler, kolay bunalıma giriyor; insanlar kışları mutlaka “sonsuz karanlıklardan kaçış” için yurtdışında tatil yapmanın yollarını arıyordu.

Cennet cehennem bir arada

Norveç’te en çok ilgimi çeken şey bu olmuştu: Güçlü, cömert doğa; refah, bolluk ve “petrol” dahil en değerli doğal kaynakların esirgenmediği muazzam zenginlikler içinde alttan alta hep kendini hissettiren bir saklı “cehennemin” varlığı vardı.

Öyle ki Norveç folkloru bile mükemmel cennet içindeki bu cehennemden payını almıştı…

Gittiğimiz her yerde, her vesileyle aktarılan “troll öyküleri” buna tipik örnekti…

Söylenceye göre; kimi “cüce”, kimi “dev”; koca burunlu, uzun kuyruklu yarı insan/yarı doğaüstü yaratıklar olan ve her yerde önümüze çıkabileceği varsayılan “troll”ları ürkütmeye gelmezdi.

Karanlıklar dünyasında ağaçlar ve kayalıklar arasında; fiyort yamaçları ve mağaralarda yeraltında biteviye gizlenerek -kendilerini gizleyerek!- yaşadığına inanılan “troll”ların; öfkelenmeleri halinde ne yapacakları belli olmazdı.

Bazı “troll”lar çok acımasızdı.

Bazıları, “iyi” tabiatlı olsalar da umulmadık biçimde gaddarlaşabiliyordu.

“Troll”lerin kendileri de kötü kaderden muaf olamıyordu. Sürpriz biçimde gün ışığına yakalanmaları halinde onlar da oracıkta hemen, oldukları yerde “taş” kesiyordu.

Rehberimiz, fiyortlar içindeki çok sayıda kayalığı; sular üzerinde yükselen ufak adacıkları –yarı şaka, yarı ciddi bir tonla- “Bakın bu eski bir ‘troll’dü!” diye bize anlatmıştı.

‘Kötülük aptal değildir!’

Breivik, deli değil belki ama işte böyle dipsiz karanlıklardan çıkan “çift doğalı” bir kuzey kültürünün ürünü.

Breivik’in, öz babası oğlu için Avrupa’da çok politikacının yaptığı gibi, “münferit, meczup” tanımlarını kullanmıyor; lafı eveleyip gevelemeden “terörist” diyor.

76 yaşındaki emekli diplomat Jens Breivik, Fransa’da “La Depeche du Midi” gazetesine verdiği demeçte “Ben artık bir daha Norveç’e geri dönemem” diye konuşuyor: “Bu teröristle benim hiçbir bağımın olmadığını yazın. Terörist olan oğlumun adını anmak istemiyorum…”

Breivik için, öz babasının saptamasına en yakın tahlil; Avrupa basınında Almanya’da “Berliner Zeitung”dan geliyor:

Almanya’nın etkili yayın organı Breivik’ten söz ederken; “O, toplumun merkezinden çıkan bir terörist” diyor ve ekliyor; “(Breivik) dışlanmış bir ‘outsider’ değil. (Ahkâm üzerinden) böyle birine dönüştürülmemeli. (Breivik) kurban değil. O özgürce terorizmi seçen biri. Oslo’da olan sadece teamüden yapılmış bir şey değildi. (Gerçekleştirilen terör eylemi) aynı zamanda büyük bir entelektüel yatırımın ürünü olan sofistike bir plandı. Kötülük, aptal değildir. Kötülük, en azından, bizden daha aptal değildir. Eğitim, bizi kötülüğe karşı korumaz.”

Dünyanın en büyük kültür birikimlerinden birine sahip olan Almanya’nın vaktiyle Hitler faşizmini nasıl üretmiş olduğunu insanlık çok sormuştu.

Bu sorunun yanıtını iyi bilen bir Alman gazetesi, Breivik için işte düşünülebilecek en yalın tespiti, en özlü sözlerle dile getiriyor.

Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet

Hükümetle asker arasında öteden beri görüş ayrılığı olduğu zaten biliniyordu...
Bu görüş ayrılığı Balyoz tutuklusu muvazzaf generallerle ilgiliydi. Görüş ayrılığı önceki gün patlak verdi, Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’le Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları gördükleri lüzum üzerine emeklilik kararı aldı.
Konuya ilişkin haberleri televizyonlar ve gazeteler verdi...
Bundan sonra ne olacak?
Eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Necdet Özel cuma akşamı Genelkurmay Başkanvekilliği’ne atandı; Başbakan Erdoğanın isteği, Cumhurbaşkanı Gülün onayıyla.
Burada en önemli nokta Koşaner’in veda mesajıdır...
TSKyi suç örgütü gibi gösteriyorlar!
TSK zirvesinin uzun süreli soruşturmalardan rahatsızlık duyduğu Ankara’da konuşuluyordu. Orgeneral Koşaner, anımsayacaksınız, Balyoz tutuklamalarının ardından Hasdala gitmiş, tutuklu askerlerle görüşmüştü.
***
Koşaner’in ve kuvvet komutanlarının soruşturmalar ve uzun süreli tutukluluktan da rahatsız oldukları veda mesajında altı çizilecek önemli tümceler arasında.
Ne diyor Koşaner:
Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSKnin sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı... Bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerimize karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır.
Demokrasilerde hem asker hem de sivil bürokrasi elbet eleştirilir...
Kimi gazetelerin TSKye karşı öteden beri düşmanca tavır içinde oldukları bir gerçek.
Bu ayrı bir konu...
Türkiyede asker ben bildim bileli içine kapanık. Yapılan onca yanlışlar var, üstü örtülmeye çalışılan. Bunları yazmak ve eleştirmek ise gazetecilerin görevi.
***
Türkiye zor bir dönemden geçiyor...
Yazımı yazarken aklıma şu soru geliyor:
Bugün Türkiyede kaç gazeteci yazdıkları yazılarından ötürü tutuklu? Kaç gazeteciye terör örgütü üyesi yaftası yapıştırılıp zindana atıldı? Parasız eğitim istedikleri için kaç üniversiteli genç hapiste yatıyor? Hopada HES eylemine katılan gençlerden kaçı terör örgütü üyesi savıyla cezaevinde?
Yukarıdaki soruları çoğaltabilirim.
Türk Silahlı Kuvvetleri bizim insanlarımızdan oluşuyor...
Onlar başka bir dünyadan gelmedi...
12 Martı,12 Eylülü bize yaşatan, işkencelerden geçiren, arkadaşlarımızı 20’li yaşlarda sıkıyönetim mahkemelerinde yargılayıp darağacında sallandıranlar da askerler değil mi?
Bu ülkenin insanları TSK’yi sever, bağrına basar...
Dünyanın hangi ülkesinde gençler davul zurnayla askere gönderiliyor? Hangi şehit cenazesinde analar, eşler, çocuklar, babalar, kardeşler tabutlara sarılıp ay yıldızlı bayrağımızı öperken vatan sağ olsun diyor?
***
Koşaner, uzun tutukluluğun hükümlülüğe dönüşmüş olmasında elbet haklı. Pek çok aydın, bilim insanı, hukukçu, gazeteci bu konuyu sık sık gündeme getiriyor.
Ergenekon davasında 2007 Nisan ayında tutuklananlar var... Bu kişiler 4 yıldır Silivri zindanında... Teğmenler, üsteğmenler, yüzbaşılar, yarbaylar, albaylar, astsubaylar var... Emekli ve muvazzaf askerler...
İntihar eden Albay Ali Tatar’ı unutmadık... Zindanda kansere yakalanan ve ölen Kuddisi Okkırı da...
Siviller var... Suçlarının ne olduğunu bilmeden yatan... Balbay, Doğan Yurdakul, Tuncay Özkan, Hikmet Çiçek, Soner Yalçın, Deniz Yıldırım, Barış Pehlivan, Ahmet Şık ve Nedim Şener... Diyarbakır’da, Mardin’de yatan Kürt gazeteciler var.
***
Balyoz davasına gelince...
Tutuklu yargılanan emekli Albay Kemal Dinçer şöyle seslenmişti duruşmada:
Bu kadar düzmece belge içinde gerçeği bulacağınızdan endişeliyim sayın yargıç... Bilip de susanlara soruyorum: Dilsiz şeytan olmaya değer mi makam? Ben bundan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı; Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanını kastediyorum. Gelsinler buraya bildikleri bir şey varsa anlatsınlar.”
Oraya bir türlü gelmediler, konuşmadılar... Emekliliğin keyfini sürüyorlar...
Dilsiz şeytanlar emekliliğin keyfini sürerken silah arkadaşları Silivride ya da Hasdalda yatıyor...
Peki bundan sonra ne olacak?
Bekleyip göreceğiz!..

Hikmet Çetinkaya/Cumhuriyet

Çok dalgalı operasyonlardaki akıl almaz usul hatalarını anlatmak için aylar önce şöyle bir örnek vermiştim:
Bir futbol maçı düşünün... Oyuncu topu yarım metre dışarıdan çevirip çok güzel bir gol atıyor. Maçı yorumlayanlar top dışarıdan çevrildi, ama gol muhteşemdi. O kadar hata olur. Gol sayılmalı diyor. Bu ne kadar kabul edilemezse, Silivri davaları için de, Usul hatalarını boş verin, davaların amacı önemli denemez. İkisi de aynı şey...
Kaderin cilvesine bakın ki; bir pazar sabahı şike operasyonlarına uyandık. Onlarca ev aranıyor, gözaltı listeleri uzayıp gidiyor. Daha pazar operasyonunun eni boyu belli olmadan birkaç gün sonra 2. dalga şoku başlıyor. İkinci dalganın ayrıntıları kesinleşmeden haber uçuruluyor:
3. dalga yolda...
Görünen o ki, usule uymama, usule ilişkin yasaları uygulamama özel yetkili mahkemelerin (ÖYM) usulü haline geldi!
***
Damdan düşenin derdini damdan düşen anlar. Daha ilk gün, işin seyrine bakınca, Dilerim Silivri davalarına benzemez diye hayıflanmıştım.
Gidiş aynı gidiş...
Her şeyden önce bir şike soruşturmasının ÖYM’lerin kapsamında olabilmesi için silahlı bir örgütün olması gerekiyor.
Futbol takımlarının topu, tankı, tüfeği var mı?
Futbol topunu farklı yorumlamış olabilirler.
Potansiyel olarak baktığınızda, ÖYM’lerin usullü usulsüz kapsama alanını düşündüğünüzde topun etrafındaki herkes şike amaçlı terör örgütünün üyesi olabilir!
3. dalgayı heyecanla bekleyenler bunun ne kadar ayırdında bilemiyorum.
İddianamenin yazılması, kabulü, duruşmaların başlaması aylar alacak. 2012’nin başını bulacak. Oysa Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) kendisini 15-20 gün içinde karar verme yükümlülüğünde hissediyor.
Neye dayanarak karar verecek?
Savcılıkça gönderilen 26 klasör ve yaklaşık 100 bin sayfadan oluşan delillere!
Gelinen bu noktada TFF ne karar verirse versin bir kesim memnun olmayacak. Bu memnuniyetsizlik salt kararı beğenmeme duygusallığına değil; tartışmalı soruşturma süreçlerine dayalı olacak.
Şu an şike iddialarıyla ilgili iki mahkeme var:
ÖYM ve TFF...
***
Oluşturulmaya çalışılan iklime bakılırsa şike davasının sonuçlanması değil, açılması önemli. Zira, medya mahkemesinin de katılımıyla dava daha açılmadan hüküm verilmiş oluyor. Ya da istenen amaca ulaşılmış oluyor.
Türk Ceza Yasası’nda yazılı olmasa da böylesi operasyonların hedefindeki kişilere uygulanan fiili cezalar da var.
Örneğin; hakkında bir haftada 50 manşet haber yapılmasına, 40 tartışma programında masaya yatırılmasına, kalan kısımlarının yorumculara parçalar halinde sunulmasına...
Kazanma heyecanının, paranın ve rekabetin olduğu yerde elbet giderilmesi gereken olumsuzluklar da yaşanabilir. Ancak yöntem bu olmamalı. Şu anda yapılan çekiçle sinek ezmeye girişmek.
Temmuz ayının son haftasında İtalya’da yine bir şike iddiası vardı. Ama ne insanlar bir pazar günü sabahın köründe alınıp götürüldü ne de karar vericilerden önce medya mahkemesi kuruldu. 18 kulüp ve 26 kişi hakkında İtalya Futbol Federasyonu bünyesindeki kurul inceleme başlattı. İşin içine ne terör örgütü iddiası girdi, ne silah...
***
Lise son sınıfa kadar Fenerbahçe’nin yenildiği günlerde yemek yiyemezdim. Kardeşim de öyleydi. Annem ikimize söylenirdi:
Golleri yiyen futbolcular çoktan karnını doyurmuştur.
Biyoloji kitabımın kapağındaki Hayatspor posteri hâlâ gözümün önünde:
Cemil-Osman-Ender, Filelere Gönder.
Üniversite yıllarında başka gençlik heyecanları öne çıktı. Ama Fenerbahçelilik tabii ki devam etti. Kan grubu gibi bir şey.
Eşim Galatasaraylı. Kızımı zorlamadım ama, ona bir şey alırken elim sarı-lacivert renklere gider.
Futbolda olduğu gibi taraftarlıkta da rakip varsa güzeldir.
Temiz bir lig her sağduyulu kişinin özlemidir.
Ama yaşananlara bakınca, şu soruyu sormadan edemiyorum:
Amaç futbolu temizlemek mi yoksa bazılarını futboldan temizlemek mi?

Mustafa Balbay/Cumhuriyet

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ile üç kuvvet komutanının istifa ederek görevlerinden ayrılmaları onurlu bir davranış.
Yayımladığı raporlarda devlet yönetiminde asker etkisinin azaltılmasını yıllardır dayatan Avrupa Birliği’nin, istifaları Türk demokrasisi güçlendi diye yorumlaması, ulusal vicdandaki yargıyı değiştirmez.
Ne kadar aksini söylerlerse söylesinler, yazsınlar; her fırsatta TV’de konuşsunlar. Gerçek şu: Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının onurlarıyla görevi bırakmaları yalnız TSK tarihinde değil, Cumhuriyet tarihinde de derin iz bırakacak!
İçimizdeki kimileri; örneğin, Türkiye Köşkteki zirvede medeni ilişkiler içinde sivil demokratik sistemi işletmeye başladığına tanıklık etti diye yazan Muharrem Sarıkaya hükümete hoş görünüyor.
Hele bir TV’deki yorumunu izleseydiniz 2. Cumhuriyetçi Mehmet Altan’ın, yandaş, yalaka basın erbabı gibi eteklerinde ziller çaldığını görecektiniz.
Kriz mi, yok canım; akşamüzeri başladı. Üç-dört saat sonra Jandarma Komutanı Necdet Özel’in önce KKK’ye sonra Genelkurmay Başkanlığı’na atanmasıyla sona erdi, diyor.
Memur bunlar! Sıradan insanlar! Kafa bu!
***
Asker düşmanlığını sergilemek dört komutanın istifasıyla yeniden alevlendi.
Ne AB, ne de içimizdeki AB’li yalaka kalemler Genelkurmay Başkanı ile komutanların istifalarının, askerin moralini ne ölçüde etkileyeceğini düşünüyor ya da düşünmek istiyorlar...
Askerde moral yitmesi PKK ile mücadeleyi olumsuz etkiler diye düşünen yok!
Bu kafada olanlar Orgeneral Işık Koşaner’in istifasından sonra TSK’ye yayımladığı veda mesajını iyi okusunlar.
Orgeneral Koşaner, Şu anda 173ü muvazzaf, 77si emekli olmak üzere 250 orgeneral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuşun tutuklanmalarının evrensel hukuk kaidelerine, adalete ve vicdani değerlere uygun yapıldığını kabul etmek mümkün değildir diyor ve evrensel hukuka aykırı durumun düzeltilmesi için hükümete başvuruların sonuçsuz kaldığını söylüyor.
Bir bakıma hükümet davranışlarıyla askeri çalışamaz duruma düşürüyor!
Koşaner, soruşturmaların uzun süreli tutularak TSKnin ‘bir suç örgütü’ olduğu izlenimi yaratıldığını söylüyor.
Barışta başkomutan Çankaya’daki AKP’li ile Başbakan’ın kılı kıpırdamıyor.
Yıllardır yazdık, TSK’yi AKP’lileştirmek çabasındalar. Çankaya’dakinin uzun Dışişleri Bakanlığı’nda bir kez olsun TSK’yi AB suçlamalarına karşı koruyan bir girişimde bulunduğu görülmedi.
Başbakanlık’ın orduyu herhangi bir müsteşarlığa dönüştürmek amacıyla kurguladığı planı 2002’den beri aşama aşama yürürlükte!
RTE ve Çankaya’nın dünyanın güçlü birkaç ordusundan biri TSK olsun diye bir sorunları yok.
TSK olsun, ama AKP’nin TSK’si!
***
Koşaner ve kuvvet komutanı arkadaşlarının istifaları altında yatan gerçekler henüz ortaya dökülmedi. Veda mesajı yorumlamakla yetiniliyor.
İstifalar duyulur duyulmaz aysbergin altında kimi başka ve de önemli nedenler olduğunu ilk gün yalnız MHP lideri Devlet Bahçeli açıkladı.
TSKnin yeniden dizayn edilmek istendiğini söyledi.
Başbakan, jandarma ve polisin birbirine entegre olacağını açıklar, TSK’yi yeniden biçimlendirmeye yönelirken Valilerin, ihtiyaç duyulması halinde Kara Kuvvetlerini göreve çağıracaklarını duyurması bir başka kaygı kaynağıydı.
24 Temmuz’da yayımlanan İkinci Ordu (mu) başlıklı yazımızda RTE’nin doğrudan emri altında olacak bir başka ordu kurma girişiminden söz ettik.
Nasıl mı? Şöyle: Jandarma Komutanlığı bir kuvvet komutanlığı değildir. İçişleri Bakanlığı’na (bakana) bağlı kolluk gücü. Emniyet Genel Müdürlüğü doğrudan bakana bağlı.
Ağır silahlarla donatılacak, yaklaşık 30 bin polisle jandarma birimlerinden oluşan (entegre) yeni bir silahlı gücün dağda, kentte doğrudan terörle mücadeleye yönlendirilmesi… bu gücün bağlı olduğu İçişleri Bakanı kanalıyla, doğrudan Başbakan’a bağlı duruma getirilmesi…
...RTE’nin TSK’yi dışlayarak ileride daha güçlendireceği bir ikinci ordu kurma olasılığını güçlendiriyor.
***
Medyayı benzetti. Başkaldıran, beyefendiyi eleştiren yazar çizer gidiyor.
Bağımsız yargının yerinde yeller esiyor, AKP’ye bağımlı.
Üniversiteler suskun. AKP’ye yatkın profesörlerin yönetiminde.
RTE’nin peyderpey devreden çıkarmayı amaçladığı TSK’de son durum ortada.
Ama RTE’ye sorun. Bu gerçekler fasa fiso. Yaşadığımız gül gibi ileri demokrasiye karşın kim bu ülkede tek partiden, tek adam egemenliğinden söz ediyorsa… Halt ediyor diyecek!

Cüneyt Arcayürek/Cumhuriyet

Adı; Sarışeker...
Ne zaman alt kattaki yerimde keman çalsam, merdivenlerden sessizce inip en son basamağa oturuyor, kuyruğunu ağır ağır iki yana sallıyor...
Onu çağırmak istediğim zaman keman çalıyorum...
Muhterem karım Çünkü kemanından bir yere sıkışmış kuş sesi çıkıyor, o aslında kuşu yakalamaya geliyor diyor..
Peki niye öbürleri gelmiyor?...
Araba kovalayan köpek sesi de çıkartıyorsun çünkü, öbürleri saklanıyorlar...
*
Ben hikâyeyi biliyorum aslında; o Cunda akşamları camın önünde keman çaldığımda görmüştüm onu... Bir elin avucuna sığacak kadar küçüktü, nasılsa annesiz kalmıştı... Küçük bir hırsız gibi gelip Postalın tabağında kalmış kırıntıları yiyordu...
Keman sesi onun için karnını doyurma anlamına geliyordu belki...
Onu sevdiğimizi anlayınca evin içine girmeye başladı, kendisi gibi adanın yetimi köpek Postal ile arkadaş oldu, çoğu zaman onları kucak kucağa uyurken görüyorduk.
Kocaman gözlü sarı bir kızdı artık...
Andree adını Sarışeker koydu...
*
Ve sonbaharda Ankaraya dönme günü geldiğinde...
Kepenkleri kapatıp, eşyaları arabaya yüklerken, ayrılmamız gerektiğini anlamıştı... Onu ilk gördüğüm yere, camın önündeki çiçeklerin arasına gidip oturdu... Her şeye küstüğü yüzünden belliydi sanki...
Biz ise binip gidemedik...
Evin içine dönüp sessizce oturduk...
*
O gece Ankaraya vardığımızda, arabanın arkasında Postal ile Sarışeker kucak kucağa uyuyorlardı...
Ailemiz bir nefes daha artmıştı sadece...
Ve kış geceleri keman çaldığımda, Sarışeker alt kata inip, merdivenin son basamağına oturdu her zaman...
Keman sesi bu kez onun için doğduğu yerin özlemi olmuştu belki de...
*
Bu yazı yazıldığında, Sarışeker Cundaya gelemedi bu yaz, Veteriner Tıp Merkezinde tedavi görüyor.
Veteriner hekimler kanser olduğunu söylediler...
Andree kimi zaman umutla, kimi zaman burnunu çeke çeke onu yalnız bırakmıyor...
Birlikte savaşıyorlar, hastalığı yenmek için, ayrılmamak için, yine güzel günler için...
Postal ile ikimiz ise adada onları bekliyoruz...
Geceleri o camın önünde keman çalıyorum...

Bekir Coşkun/Cumhuriyet

Şimdi siz merak ediyorsunuzdur...

Orduda n’ooluyor?

Anlatayım ben size n’oolduğunu.
*
Ordu’ya havaalanı yapıyorlar.
Ordu ile Giresun arasına...
Karadeniz fıkrası yazıyorlar.
*
Çünkü, Ordulular “Ordu havaalanı” olsun istedi, Giresunlular “Giresun havaalanı”nda ısrar etti, kriz oldu. Neticede, hükümetimiz orta yolu buldu,   ilk heceleri alıp, ismini “Orgi” koydu.
*
Güzel güzel başlıklar atıldı.
“Orgi müjdesi.”
“Orgi hasreti bitiyor.”
“Orgi hayırlı olsun.”
*
Bölge milletvekilleri nutuklar patlattı:
“Almanya’da Hans, Helga bu  tür imkânlardan faydalanıyor da, benim Ayşem Fatmam Mehmedim niye faydalanmasın?”
*
Böylece...
Hayaldi gerçek oldu.
*
Çünkü İngilizcede...
“Toplu seks” anlamına geliyordu!
*
(İyi ki, Kayseri-Samsun arasına yapmaya kalkmadılar birader, İngilizceden kaçayım derken, Türkçede maazallah yani.)
*
Neyse...
Sanki illa Orgi olması gerekiyormuş da, Gior olsa olmuyormuş gibi, hece birleştirmekten vazgeçtiler, uzun uzadıya Ordu-Giresun Havaalanı koydular ismini.
*
E madem bu kadar hassasız, hadi gelin, bi başka havaalanı ismi daha anlatayım bari.
*
Sene 1402.
Aylardan...
Gene böyle bi temmuz.
Çağatay Devleti’nin hükümdarıydı. Timur’un hâkimiyetine girdi, generali oldu, meşhur fil ordularının komutanıydı. Ankara’ya geldi, Çubuk Ovası’na karargâhını kurdu, Yıldırım Bayezid’i darmadağın etti, esir düşmesine sebep oldu, parçalanan Osmanlı fetret devrine girdi... Ecdadımızı haşat edip, felaketin eşiğine getiren o adamın ismi, İsen Buga’ydı.
*
Gel zaman git zaman...
*
Sene 1955.
Aylardan...
Gene böyle bi temmuz.
Ankara havaalanı Etimesgut’taydı. Yetmiyordu. Demokrat Parti, o dönemin çılgın proce’si için Çubuk Ovası’nı gözüne kestirdi. İsen Buga aşağı, İsen Buga  yukarı, karargâhını kurduğu yerin ismi, Türkçeyi esnetme kabiliyetimiz sayesinde Esenboğa olmuştu. Tam oraya kondu.
*
Böylece...
Türkiye Cumhuriyeti başkentinin havaalanına, gururla, 600 senelik hezimetin ismi kondu!
*
Peki, hezimeti anladık da...
İsen Buga ne demekti?
Ona da kimse kafa yormadı.
*
Halbuki...
“Mutlu Öküz” demekti!
*
Diyeceksiniz ki, öküz diye insan  ismi olur mu? Aslan, Şahin, Ceylan  diye yok mu? Geleneğimizde var.  Hem zaten, İsen Buga da köken olarak  Türk’tü... Değil 1402, bugün bile, çocuklarını eşşoğlueşşek diye şefkatle sevmiyor mu Türk milleti? Onun gibi.
*
Üstelik.
Orgi pek uymamış ama...
Esenboğa cuk oturmuş.
Yolunuz düşerse etrafınıza bakının şöyle...
Bırakın ordunun dağılmasını, Ankara’nın kaynamasını filan, Uranüs dünyaya çarpsa, gene de mutlu mutlu dolaşan çok sayıda öküz göreceğinizden eminim.

Yılmaz Özdil/Hürriyet

Çok kızmıştı: “Ellerinden gelse içki yasağı koyacaklar,” diyordu.
Beyoğlu’ndaki bazı meyhanelerin sokaklara taşan masalarının, yangından kaçırılırcasına apar topar toplanmasına kızmıştı.
Sigara yasağından önce, bu kadar yaygın değildi, yine de bir iki yerde geç saatlere doğru bir iki masa dışarı çıkarılırdı, ama böyle değil!
İçeride masa kalmadı!
* * *
Kaldırımlar kimin içindir?
İnsanlar içindir, yayalar içindir.
Oysa İstanbul’da kaldırımlar, otomobiller içindir, meyhaneler içindir, yayalar ne halt ederse etsin...
Adam çoluk çocuğun nafakası için sabahtan akşama kadar çalışmış, akşam eve gidip ayaklarını uzatacak, içki masalarının üzerinden atlayamaz ki!
* * *
Sen kaldırımı işgal edeceksin, sen sokağı kapatacaksın, hele bir dokunsunlar kıyameti koparacaksın.
O masalarda bizler de oturduk, yedik, içtik, kaç kere garsonları uyarmıştık, yolu kapatmayın diye...
Kim dinleyecek, para var para!
Yayaları kim düşünecek...
* * *
Oysa o masalar bir büyük şehrin motifiydi, şık ve güzeldi.
Ne o masaları oraya çıkaranlar, ne de o masaları yaka paça dışarı atanlar bunu düşünecek yapıda değildiler.
İnşallah, Kadir Topbaş’ın söylediklerine uyarlar.
Masalar yine sokağa çıkacak ama, yayaların yürüme hakları da göz ardı edilmeyecek.
* * *
“Ellerinden gelse içkiyi yasaklayacaklar!”
Hayır, demeyeceğiz böyle düşünenler de vardır.
Bilir misiniz ki, 23 Nisan 1920’de açılan Millet Meclisi’ne verilen ilk kanun teklifi, Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in kanun teklifidir: İçki yasağı...
Teklifin oylanması 71’e 71 sonuçlanır, yarı yarıya...
Beraberliği, Meclis’e başkanlık eden Vehbi Bey’in oyunun iki oy sayılması bozar.
* * *
Kanun çok ilginçtir, içkinin alımı, satımı, yapımı ve de kullanımı kesinlikle yasaktır. Hapis cezası yoktur, ama ağır para cezası vardır. Kanunun üçüncü maddesi çok ilginçtir.
“İçki içtiği görülenler, ya haddi şer’iye ile tedip olunur (terbiye edilir) ya da 50 liradan 250 liraya kadar para cezasına mahkûm edilir.
“Haddi Şeriye” nedir?
80 değnek!
Peki bu kanun uygulanabilmiş midir?
Fatih Kıtkı Atay, gizli çizgi “Dilaver suyu” içtiklerini söyler. Kenar lokantalarda gizlice “Dilaver suyu” içerlermiş. Nedir bu? Rakıdır, peki niye “Dilaver suyu” denir? Çünkü polis müdürünün adı “Dilaver”dir de ondan, kara mizah!
* * *
Sonunda “Men’i Müskitrat” kanunu yarım yamalak, herhalde birkaç garibe uygulandıktan sonra kaldırılır.
* * *
Beyoğlu’ndaki sokak masalarının kaldırılışını, “Ellerinden gelse içki yasağı koyacaklar” diyenlere kimse bir garanti veremez.
Şimdilik öyle bir hava yok ama, gelecekte hangi rüzgâr eser bilinir mi?

(*) Karaf Magazin dergisi\Ahmet Eken


Hasan Pulur/Milliyet

Demokratikleşmede uzlaşılmasını umarken, tersi yönde bir ‘büyük uzlaşma’ sağlandı. Büyük ama uğursuz bir uzlaşma! Silvan faciası, BDP’nin siyasal süreçten dışlanması, Kürt sorununun barışçı ve demokratik yollar ile çözümünün rafa kalkması için mazeret teşkil etti, herkes savaş boyalarını kuşandı.
Madem, hangi kesim içinde olursa olsun, ‘savaş yanlıları, şahinler, barışı, demokrasiyi sabote etmeye çalışıyor’ deniliyor. Barış ve demokrasi yanlılarının yapacağı iş, ‘peki o zaman savaşalım da boyunuzun ölçüsünü alın’ demek mi olmalıydı? Bu mudur, barışçı yaklaşım? Günlerdir, İrlanda barış sürecini izlemeye ve tartışmaya giden bir grup gazeteci, izlenimlerini, çıkarmamız gereken dersleri yazıyor, tüm bunlara kulak vermeye değmez mi? Nedir bu savaş iştahı, silah kuşanma merakı?

Neden yaftalanıyoruz?
Diğer taraftan, savaş ve şiddete karşı çıkalım dendiğinde, neden bu çağrıyı hep Kürtlere yapmamız bekleniyor? Neden, aynı şeyi, devlete, hükümete, Türkiye toplumuna yaptığımızda ‘muzır vatandaş’, şiddete prim veren aydın tipi diye yaftalanıyoruz? Hiç düşündünüz mü? Şiddete karşı çıkmak tek taraflı yapılacak iş midir? Büyük bir şiddet makinesine sahip devlete hiç çağrı yapmayan bir şiddet karşıtlığı, devlet şiddetine arka çıkmak durumuna düşmez mi?
Dahası, son zamanlarda artan gerilim, şiddet bir yana, Kürt siyaseti önündeki demokratik engeller, yani yüzde on barajı, KCK tutuklamaları, YSK kararları ve son olarak tutuklu milletvekillerine Meclis yolunun kapanması üzerinden tırmanmadı mı?
İktidar bir yana, ana muhalefet partisi bu konularda hafiften itiraz ettikten sonra Silvan’ı vesile yapıp eski pozisyonuna hızlı bir dönüş yaptı. Şimdi yeni Anayasa yapmak konusunda, AKP-CHP uzlaşmasından söz ediliyor. Böyle bir uzlaşmadan, böyle bir uzlaşmanın eseri olan Anayasa’dan kime ne hayır gelecek?
Askeri vesayete karşı demokratikleşmeden söz edenler, yeni örgütlendiği muştulanan ‘paramiliter polis’ birliklerine karşı neden tek söz söylemiyor? Yeni özel polis birimlerinin, özel harekât timlerinden farkı ne? Sadece İçişleri Bakanlığı’na bağlı olmaları mı? Paramiliter bir güç, askere değil, sivil otoriteye bağlı olunca sorun bitiyor mu? Çiller döneminde de, kirli savaş, sivil otorite ile tam bir uyum içinde yürütülüyordu. Dönemin Genelkurmay Başkanı’nın adı Tak-şak Paşa’ya çıkmıştı, ‘Çiller tak diyor, o şak diye yapıyor’ diye övülüyordu. Demek ki mesele, sadece ‘asker’ veya ‘sivil’ sorunu değil, topyekûn bir anlayış sorunuydu. Yoksa Çiller de, -şimdi iktidarda olanların o zaman mensup oldukları partiden- ortakları da, seçimle iş başına gelen sivil bir iktidarı temsil ediyordu.

Kriz daha da derinleşecek
Temel sorun, Kürt meselesinin çözümünü askeri veya sivil operasyonlarla, güvenlikçi, sindirici, baskılayıcı politikalarla çözme anlayışında. Asıl sorgulamamız gereken bu. İrlanda örneği, ETA süreci öğretici olabilir; ama bizimkinin yanında bu örnekler bile hafif kalıyor. Bizimkisi, topyekûn tüm Türkiye’yi çatışmaya, kâbusa dönüştürme riski taşıyan bir büyük tarihsel-toplumsal sorun. Üstelik biz Ortadoğu gibi belalı ve şimdilerde iyice sıkıntılı bir sürece giren Ortadoğu gibi bir coğrafyada yaşıyoruz. Şimdilerde, Suriye’de patlayan ama asıl İran merkezli olan ve merkeze doğru giderek ısınan kriz daha da derinleşecek. Ortak operasyonlara, karanlık pazarlıklara bel bağlamanın anlamı yok. En doğrusu aynı ülkede yaşadığımız insanlar ile kendi aramızda barış tesis etmek.
En önemlisi, ayıp ediyoruz! Aynı ülkede yaşadığımız insanlara düşman muamelesi yapmakta ısrar ederek ayıp ediyoruz. Onların aralarındaki tartışma ve farklılıkları, onlar aleyhine çevirmeye çalışarak veya en azından bu görüntüyü vererek ayıp ediyoruz. Aklımıza yatmayan şeyleri tartışmak yerine, hakarete girişerek ayıp ediyoruz. Barışmaya değil, savaşmaya hevesli görünerek kendimize ayıp ediyoruz. Kendi ayıplarımızı örtüp hep onların ayıplarını teşhir etmeye çalışarak ayıp ediyoruz.


Nuray Mert/Milliyet

Tam da tercihler öncesinde gelin el birliği ile üniversite adaylarına çok büyük bir iyilikte bulunalım.
Fazla zamanınızı almayacağız.
Bize biraz zaman ayırın yeter.
Belki 10 dakika, belki yarım saat ama hepsi o kadar.
Hem gençlere çok büyük bir katkıda bulunmuş olacaksınız hem de çok zor bir soruya muhtemelen çok kolay bir cevap bulabileceksiniz...
Neye göre en iyi?
Şu günlerde, sadece büyük ve popüler üniversiteler arasında değil, tüm üniversiteler arasında tatlı bir rekabet var.
Kimi ilk üçe oynuyor kimi de bölgesel lider olmaya.
Kimi son 10 yılda kurulanlar arasında en iyiyim diyor kimi de tıpta, mühendislikte en iyi olduğunu iddia ediyor.
Kimi yurtiçi sıralamalarını öne çıkartıyor kimi de dünya sıralamalarını...
Kimi yayın sayısını, kimi öğrenci sayısını, kimi de yurtdışı doktoralı öğretim üyesi sayısının önemli olduğunu söylüyor...
Kimi en önemli kriterin patent sayısı olduğunu iddia ediyor kimi de TÜBİTAK’tan, AB’den ve diğer uluslararası fonlarından alınan araştırma projelerinin ciddiye alınması gerektiğini söylüyor.
Anlayacağınız iyi üniversite olmanın bin tane kriteri var.
Ve herkes kendisini öne çıkartacak bir kriter mutlaka buluyor.
Peki, size göre en iyi üniversite hangisi?
Gerekçeleriyle bize yazın üniversite adayları ile paylaşalım.
Onların tercih sıralamalarına katkıda bulunalım. Yönlendirme yapmadan, dayatma içerisine girmeden, ön yargılardan kurtularak sadece ve sadece, doğru ve objektif bilgileri, onlarla paylaşarak ufuklarını açalım.
Evet, sizce en iyi üniversite hangisi?
Gerekçeleri ile bize yazın, tüm okurlarımızla paylaşalım.
Eleştiri de yapalım
Toplum olarak, başkalarını eleştirmeye bayılırız ama söz konusu kendimiz olduğunda toz kondurmayız.
Öyle üniversiteler var ki, üniversite içinde, çuvaldızının en büyüğünü kendilerine batırırlar. Ama dışarıdan en ufak bir eleştiri geldiğinde tozu dumanı katıyorlar.
Niye eleştirdiniz ya da diğer üniversiteyi niye biraz öne çıkarttınız diye bin tane senaryo yazıyorlar. Oysa o enerjilerini ve zamanlarını, kendi sorunlarını çözmek ve nasıl daha iyi oluruz diye harcasalar, belki de bir sonraki eleştirinin önünü kesmiş olurlar ama belli araştırma yerine senaryo yazmak daha kolaylarına geliyor.
Hepimizin çok beğendiği üniversiteler elbette var. Ama aynı üniversitelerin artıları kadar eksileri de var.
İşte ne onları da yazmayı ihmal etmeyin.
Zaten güzel olan da o.
Göklere çıkarttığınız zaman, bunların hiç mi eleştirilecek yönleri yok diye ters teptiği çok oluyor.
Yurtdışı de olabilir!
İyi olma kavramı zaten çok göreceli bir tespit. Bakış açısına göre değişebilir.
Eğitim kalitesi kadar sosyal yaşamın renkliliği de gençler için çok önemli. Ve elbette dışa açılım. Örneğin yurtdışı bağlantıları, son yıllarda dikkat çeken özellik ve öğrencilerin olmazsa olmazları arasında buluyor.
Bu yüzden bu yönde deneyimi olanların deneyimlerini de dinlemek isteriz. Ayrıca yükseköğrenimini yurtdışında yapan ya da hala yapmakta olanlardan da bulundukları ülke ve öğrenim gördükleri üniversiteler konusunda aydınlatıcı bilgiler almak isteriz.
Üniversite adayları adına, bizlerle paylaşacağınız her satır için şimdiden canı gönülden teşekkür ederiz. Tespitlerini hem burada hem de daha geniş bir şekilde egitimajansi.com‘da paylaşacağız. Ve eminim ki üniversite adayları için çok yararlı olacak.
Çünkü içinde samimiyet ve yaşanmışlık olacak.
Dışarıdan gazel okuyanların ya da ahkâm kesenlerin değil, bilenlerin görüşleri paylaşılacak...
Yazdıklarınızı ister imzalı isterseniz de isminiz bizde saklı kalmak kaydıyla imzasız yayınların. Yeter ki objektif olsun. Yeter ki somut tespitlere dayansın...
Özetin özeti: Gençler için ayıracağınız bir kaç dakika, onların yaşamında müthiş değişimleri de beraberinde getirebilir. Sizin zamanınızda birileri bilgilerini sizlerle paylaşsaydı fenamı olurdu!..


Abbas Güçlü/Milliyet

Aşağıdaki haber, geçen yıl 9 Ağustos’ta NTV’de yayımlanmış:
“2. Ordu Komutanı Orgeneral Necdet Özel, Yüksek Askeri Şûra’da Jandarma Genel Komutanlığı’na atandıktan sonra, sürpriz bir şekilde kıdem sırasında kendisinden daha geride olan Orgeneral Erdal Ceylanoğlu Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.
Ankara’da 8 gün süren kriz sonucunda gelen bu hamle Orgeneral Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanlığı’na hazırlanması olarak yorumlandı. Artık Orgeneral Necdet Özel’in 2013 yılında Orgeneral Işık Koşaner’in emekli olmasının ardından Genelkurmay Başkanı olması bekleniyor...”
* * *
Haberden anlaşıldığı gibi... Org. Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanlığı bir son dakika gelişmesi değil. Geçen yıl başlayan hazırlığın sonucu... Koşaner’in bir yıl önce istifa etmesi, planı bir yıl çabuklaştırmıştır. İktidar TSK’yı geleneksel çizgi dışında, kendi görüşü doğrultusunda yeniden dizayn etmek istiyor. Yeni Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in görevi TSK’yı iktidarın istediği çizgiye taşımak olacak... Bu hareketin ordu içindeki yansımaları mı? Bu da önemsenmesi gereken bir soru...
* * *
TSK komuta kademesindeki çalkantılar dış dünyada fazla önemsenmiyor. AB ve ABD’de bir tedirginlik yok. ABD Dışişleri Sözcüsü: “Türk kurumlarının gücüne güvenimiz tam” demiş. Sanılır ki mart tezkeresi konusunda TSK’nın istekli görünmemesi, Washington’u yeni kararlara sürüklemiştir. ABD anlaşılan kendisinin stratejik çıkarlarına duyarsız kalan bir anlayışın TSK’ya hâkim olmasını istemiyor.



Hükümet askerlik süresini kısaltacakmış.
Komutanlar o işi kendileri için yaptılar bile...






AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Restleşme de isyan da yok” demiş.
Biraz daha gayret etse “istifa da yok” diyecek neredeyse.
Fahrettin Fidan



Mobese saygısı
Bizde polisin en çok eleştirildiği konuların başında özel hayatın gizliliğine pek saygı duymaması gelir.
Ama bazan hiç umulmadık tavırlar da sergiler aynı polisimiz. Örneğin, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün geçtiğimiz günlerde 81 ilin Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği, “Trafik denetimlerinde kullanılan teknik cihaz görüntüleri” başlıklı genelgede olduğu gibi. Genelgede, Anayasa’nın 38’inci, Ceza Yasası’nın 20’nci maddelerinde “ceza sorumluluğunun şahsiliği ve kimsenin başkasının fiilinden sorumlu tutulamayacağı hususlarının teminat altına alındığı” hatırlatıldıktan sonra kural ihlali nedeniyle MOBESE’ye takılan sürücülerin yanlarında bulunan kişilerin yüz ve vücut görüntülerinin karartılması... Kalan görüntünün bu yapıldıktan sonra cezaya itiraz edenlere veya itirazın yapıldığı mahkemeye gönderilmesi istendi. Açıkça ifade edilmese de bu genelge ile cezaya itiraz eden sürücülerin özellikle yanlarındaki kişinin kimliği nedeniyle zor durumda kalmamaları amaçlanıyor...




Basın ve basan
Hürriyet’te 28 yıldır yazan Ferai Tınç, basın özgürlüğüne yönelik müdahaleleri protesto ederek bu hafta mesleğini bıraktı...
Can Dündar 2006’dan bu yana çalıştığı NTV’den ayrıldı... Sebep kanalın “haberciliği başka bir çizgide devam ettirme” kararı... Biraz daha açarsak... Kanalın derdinin “Haberciliği iktidara paralel çizgide devam ettirme” isteği denebilir... NTV’den daha önce Çiğdem Anad, Mirgün Cabas, Ruşen Çakır, Nuray Mert ve Banu Güven ayrıldılar. Kötü program yaptıkları için değil... İlkeli program yaptıkları için ayrılmaya mecbur bırakıldılar...
Yeniçağ’ın Ankara Temsilcisi ve köşe yazarı Sabahattin Önkibar da bu hafta gazeteye veda etti.
Sebebi “Hz. Muhammed’siz İslam olur mu?” başlıklı yazısında isim vermese de cemaati kırabileceği endişesi...
Önkibar’ın yazısı İzmir’de yayımlanmış, İstanbul baskısında çıkarılmış.
Önkibar Twitter mesajına şunu da ekledi:
“Arslan Bulut da zoraki yazıyor, geçenlerde istifa istedi, şu an izinde!”
Hürriyet gazetesi dün Genelkurmay Başkanı’nın veda mesajının önemli bölümünü yayımlamamıştı. Yıllardır “haber gazetesi” diye ünlenen amiral gemisi, diğer gazetelerin rahatlıkla kullandığı haberi kullanmakta tereddüt etmişti.
“Türkiye’de demokrasi güçleniyor” diyen Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Ria Oomen Ruijten’in yukardaki tabloyu çalışma odasının görünür bir yerine asmasını öneririz... Nasıl oluyor da her alanda gelişen demokrasinin medyada kökü kuruyor...



Başbakan Erdoğan’ın 2002 yılında belirlediği gizli yol haritasının ana hedefleri belli oldu: Çıraklık döneminde medya... Kalfalık döneminde yargı... Ustalık döneminde ordu...
* * *
Özelleştirme devam ediyor... Özel yetkili mahkeme... Özel harekât polisi... Necdet Özel...
* * *
Abdullah Öcalan havlu atmış: “Ben artık yokum.”
TSK’dan sonra PKK’dan da istifa geldi...
Haldun Ertem

Melih Aşık/Milliyet

İşe bak. Sen aylarca bu iktidarın peşinden koş, cümle yalakayla, yandaşla, liberal maskeli faşistiyle al takke ver külah oyna, iktidarın Türkiye’yi demokrasiye koşarak götürdüğünü anlat, sonra gel hapishanenin kapısında bekle de bekle, ama seni içeri sokmasınlar.

AKP’nin “Claudia Ablası” yandaşların bacısı bir kızmış bir kızmış ki sormayın gitsin.

“Sorarım bunun hesabını” demiş “Benim Tayyip Bey’le hukukum var, sık sık konuşuruz” demiş.

Adalet Bakanı da buyurmaz mı “Burası yol geçen hanı mı, öyle elini kolunu sallayan gelecek?” diye.
E haklı valla. İşin kuralı budur, kıyakçılığın sonu ayakçılıktır.

Son seçime kadar Claudia Abla gibilerine çok ihtiyaç vardı, şimdi kalmadı. “Demokrasinin, özgürlüklerin” kraliçesi, “Büyük Türkiye dostu” Claudia Roth oldu mu sana “Elini sallayan” biri.

Yandaşların, maskelilerin, örtülü AKP’lilerin rakı masasından kalkıp da bir kere bile sormadı ki ablamız Türkiye’nin gerçek demokratlarına, hukuka saygılı insanlarına “Yahu neler oluyor bu ülkede?” diye.
Varsa yoksa yandaşlar, maskeliler.

E onların Türkiye ile pek dertleri yok ki, anlattılar ablaya AKP’nin nasıl “Yeni bir Türkiye” yarattığını “Bundan sonra askerin sesinin kısılacağını” söylediler, “Demokrasinin Türkiye’ye yerleştiğini” ileri sürdüler.

Elin Alman ablası ne anlasın, hepsi de Türkçe konuşan okumuş çocuklar anlatınca, bu sözleri Türkiye gerçeği zannetti, eh “demokrasi kraliçeliği” de hoşuna gidince “Helal sana be Tayyip” kervanına o da katıldı.
Kendini bu tosunlara kaptırınca, söylenenleri de gerçek zannedip “Gideyim bari hapisteki iyisinden iki gazeteci ziyaret edeyim” deyiverdi.

Vay ablam vay. “Sen kendini sömürge valisi mi zannettin de öyle canın istediğinde cezaevine gireceksin” diyen savcı dikiliverdi karşısına. “Yassak hemşerim!”

Claudia Abla esti, gürledi, köpürdü. Yoook öyle demokrasi hukuk için falan değil “Ben bir Alman milletvekiliyim, bu ne iş” diye öfkelendi aslında.

Gerçi “izin” geldi gelmesine de, abla sinir küpü olup Silivri’den uzaklaşınca “Geri dönemem şimdi o kadar yolu” dedi.

Yaaa gördün mü demokrasi kraliçesi sevgili Claudia ablam; bir kere kulak versen bu ülkenin “gerçek sesine” öğrenecektin demokrasinin hukukun ayaklar altına alındığını, korku imparatorluğu kurulduğunu. Öyle “elini kolunu sallayarak” hapishanenin yolunu tutmazdın, “üstün Alman” ırkının onurunu zedelemezdin.

Şimdi öğrendin mi ablacığım. Sana söylendiği gibi “Yeni Türkiye” mi gelmiş, “ileri demokrasi” mi kurulmuş.



*****

Gani Yıldız’dan

Özel Harekât Timleri terörle mücadelede yeniden görev alıyor. Umarız 90’lı yıllarda olduğu gibi, “terörle mücadele” adı altında “işkence ve faili meçhul terörü”ne sebep olmazlar!



***

Washington’da bulunan Arap-Amerikan Enstitüsü’nün araştırmasına göre Türkiye, Arap dünyasında “in” olmuş. Anlaşılan eksenimizdeki kayma bu “İn-çık”a sebep oldu: Batı dünyasından “çık”tık, Arap dünyasına “in”dik!



***

Beyoğlu’nda belediye ile işletmeler arasındaki “masa krizi” devam ediyor. Kurdukları kriz masalarıyla ünlü yöneticilerimizden, masa krizini çözecek bir kriz masası bekliyoruz!



***

Burhan Kuzu’ya yumurta atan gençler hakkında, “Kamu görevlisine görevini yaptırmamak amacıyla cebir kullanmak” iddiasıyla dava açılmış. Acaba mutfaklarımızda, özellikle pasta ve kek yaparken kullandığımız “cebir” yüzünden bizim hakkımızda da dava açılır mı?!



***

Merkez Bankası Başkanı, “İşsizlik azaldı, vatandaş kazandığını güle güle harcasın!” demiş. Vatandaşın aklına iş ararken ağlayan anası gelirse harcarken gülmesi zor olabilir!



***

Ramazan pidesinin fiyatı 4 yıldır değişmiyormuş. Her yıl sadece 1 aylık bile olsa “fiyat istikrarı” güzel şey!



***

Yeni hizmete giren İstanbul Adalet Sarayı, görünümüyle adliye binasından çok alışveriş merkezini andırıyormuş. Umarız alışveriş merkezine benzer tek yanı görünümü olur!



***

Depresyonun zengin hastalığı olduğu ortaya çıkmış. Fakir hastalığının ne olduğunu ise uzun süredir biliyorduk; enflasyon...





*****

Haftanın fıkraları

Bu pazar yine Yıldırım Tuna fıkraları ile sizleri baş başa bırakmak istiyorum;

Evdeki eksik

Öğretmen sınıfta “Evinizde ihtiyacınız olan şeyleri söyleyiniz ” diye bir konu ortaya atmış. “Bizim evimizde bilgisayar eksiğimiz var öğretmenim” diye söz almış Mary, “Teşekkür ederim Mary, bilgisayar evimize yararlı bir ihtiyaçtır” demiş öğretmen ve hemen yanındaki Bill’e dönmüş “Sen söyle bakalım evinizin neye ihtiyacı var?” diye. “Bizim evin hiçbir şeye ihtiyacı yok öğretmenim” diye cevap vermiş Billy. “Hiç olur mu öyle şey yavrum?” demiş öğretmen hayretle. “Vallahi öğretmenim” demiş Billy, “Hatta geçen akşam ablam eve ‘Yeni erkek arkadaşım’ diye yüzü gözü boyalı üstü yarı çıplak bir Kızılderili getirdi, babam onu görünce ‘Haydaaa.. Tamam anasını satayım evimizde bi tek bu eksikti’ dedi..!”

Kim hızlı

3 oğlan çocuğu birbirleriyle babalarının ne kadar “hızlı” olduğu konusunu tartışıyorlarmış. “Benim babam sporcudur” demiş biri, “Bir ok atıp koşmaya başlasa oktan önce hedefe varır.” Diğer oğlan “Benim babam avcıdır” demiş “Silahını ateşleyip koşmaya başlasa mermiden önce kesin orada olur...” Üçüncü oğlan ilk ikisini dinledikten sonra “Çocuklar siz ‘hız nedir?’ gerçekten bilmiyorsunuz” demiş övünerek, “Benim babam devlet dairesinde memurdur, mesaisi akşam saat 6’da biter, ama 4’te gidin vallahi pijamalarını giymiş evde dizi izlerken bulursunuz..!”

Mayo

Şişko kadın kendine mayo almak için gittiği mağazanın altını üstüne getirmiş, sonunda üzerine uyan tek parça parlak, sırtı siyah, önünde boynundan aşağı kadar beyaz desen olan bir mayo bulabilmiş, mağazanın soyunma kabininde denedikten sonra fikrini almak için aniden perdenin arasından çıkıp kocasına sormuş “Nasılım?” diye. “Hiii..! Aa?.. Çok ilginç... Ama, ama..” Kadın “Ama ne?” demiş sinirlenerek. “Ama bence kenarlarda değil de açıklarda falan giy, aynı katil balinalara benzemişsin, etrafta çoluk çocuk olur, vallahi plaj birbirine girer!..”

Farketmez

Yaşlı annemin işitme yeteneğini büyük ölçüde kaybettiğini hissedince durumu hemen babama aksettirdim, “Biliyorum, biliyorum hayatını etkileyecek bir şey değil bu” dedi, “Önceleri ne desem dinlemezdi, şimdi ise dinleyemiyor .”

Bütün gün mü?

Nikah töreni, gelinin babası kızına bütün kilise boyunca refakat edip onu müstakbel eşinin yanına getirmiş, damadın üzerinde smokin sırtında bir golf çantası, “Aa?.. Ne bu?” demiş gelin duvağının arkasından, “Yok artık?” demiş damat şaşırarak, “Sakın bu merasim bütün bir günümüzü alacak falan deme bana..! ”


Can Ataklı/Vatan

Çok doğal olarak bugün Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve kuvvet komutanlarının istifa eder gibi emekliye ayrılmalarının ardından düşündüklerimi yazmamı bekliyorsunuz...

Bırakın benim düşüncelerimi de konuşanlara bakın!
Kim seviniyor, kim gelecek adına endişeli; eğer bunları izlerseniz, zaten bu olayın kodunu çözersiniz...

Taraf yazarları çok sevinçli örneğin... Onlara göre Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir dönem kapandı...
Sonra...

Zaman, Yeni Şafak, Star, Vakit tayfası sevinçli...

12 Eylül darbesi sırasında darbecileri alkışlamaktan elleri patlayan ama 30 yıl geçtikten sonra “liberal” kesilip, darbecilere karşı direnmeyi akıl edebilen sözüm ona aydın çetesi sevinçli...

Bir de...

Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raportörü Ria Oomen Ruijten sevinçli...

Diyor ki, “Türkiye gittikçe daha da demokratikleşiyor!”
Ona göre, “Türkiye, demokratik kurumların askeri kararlar üzerinde denetim sahibi olduğu daha demokratik bir ülke haline geliyor”muş...

Hani; emekliye ayrılan generaller “Sen bizim demokrat olmadığımızı mı söylüyorsun, ne haddine” diye dava açsalar, yeri!




***

Peki; endişelenenlerin gerekçeleri ne?
“Atatürk’ün ordusu dağıtılıyor, yerine sömürgeci güçlerin emrinde, pasif bir ordu modeli inşa ediliyor...”

Soruyorsunuz böyle düşünenlere:

“Atatürk’ün ordusunu dağıtmak bu kadar kolay mı?”
Yanıtları açık:

“Kolay mı, zor mu ortada... 250 subay tutuklu, bir o kadarı şüpheli! Sepete konulacak olanlar da kaderlerini bekliyor! Bu demokratikleşme falan değil, bir tasfiye operasyonudur!”
Ve bu kez onlar soruyor:

“İktidarın asıl amacı darbecileri ayıklamak falan değil...

Onlar; sözde darbe planlarını bahane ederek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çağdaş, laik, üniter devletten yana duruşunu kırmak istiyorlar... Eğer gerçekten darbe karşıtı olsalardı; dokuz yıldır iktidardalar... Askere yönetime müdahale etme yetkisi veren Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun ilgili maddesini değiştirmezler miydi?”




***

Benim ne düşündüğüme gelince...

1) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinin, bizi yöneten siyasal kadrolardan çok daha fazla demokrat olduğuna inanıyorum.

2) Son yıllarda, atamaların yapılacağı ve yeni komuta kademesinin belli olacağı her Yüksek Askeri Şûra’ya sadece birkaç gün kala, komutanların büyük bir bölümü hakkında “tutuklama ve yakalama” kararı çıkarılmasından fena halde işkilleniyorum!

3) Hiçbir gerçek demokraside bir örneği daha olmayan “özel yetkili savcılar ve mahkemeler”in yetkilerini aşarak, siyaseti dizayn etmeye başladığını ve yandaşlaştığını düşünüyorum.

4) Ve... Son istifaları “Türkiye gittikçe demokratikleşiyor” diye yorumlayan Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü’ne sormak istiyorum:

Devlet Güvenlik Mahkemeleri, temsilcisi olduğunuz Avrupa Birliği kriterlerine uymadığı için; AB’nin dayatmasıyla “özel yetkili mahkemeler”e dönüştürüldü.
Görevleri, işlevleri, yöntemleri, demokrasilere yakışmayan yetkileri değil... Sadece isimleri değiştirildi!
Siz de bunu afiyetle yediniz...

Ve ne ilginçtir ki her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetleri’ne çakıyorsunuz da... Benzerlerine sadece diktatörlüklerde rastlanan bu mahkemelerden rahatsızlık bile duymuyorsunuz...
Sorum basit:

Saf mısınız?
Yoksa sahtekâr mı?




*****

27’NCİ GÜN!

Melek Doğan’ın sürücü ehliyeti yoktu... 4 Temmuz’da kayınvalidesine ait minibüsün sürücü koltuğuna kuruldu ve Yazgülü Keleş’e çarparak ölümüne neden oldu.
Sonra da kocasıyla birlikte sırra kadem bastı.

Çarşaflıydı; yani sözüm ona dini bütündü...

Ama çarşafın, gerçek anlamda dindar ve insan olmaya yetmediğini kanıtladı!

Hiçbir dinin kabul edemeyeceği bir hoyratlıkla, kanlar içindeki bir hemcinsini bırakıp, yakasını kurtarmanın telaşına düştü!

Aldığı canın hesabını vereceğine; saklanmayı tercih etti...
Şimdi bütün İstanbul polisi peşinde, yakalanması an meselesi...

Haydi polis arkadaşlar; bitirin artık şu işi!




*****

GÜNÜN SORUSU

Cumhurbaşkanı Gül, Genelkurmay Başkanı’nın ve üç kuvvet komutanının hükümetle ters düşerek emekliye ayrılmalarını yorumlamış: “Dün yaşananlar şüphesiz ki kendi çapında olağanüstü bir durumdur...”

Sorum kendisine:

“Kendi çapında” derken, aslında bu olağanüstülüğü önemsemediğinizi mi anlatmak istediniz?

Mustafa Mutlu/Vatan

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget