Kasım 2016
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Gündüz Akgül: Olmaz, Olamaz, Olmamalı…
Bir hukukçu olarak son zamanlarda, hukuk uygulamalarıyla ilgili yazılı medyada yayımlanan haberleri okumaktan korkar oldum.
Çünkü öyle hukuk ihlalleri haber konusu yapılıyor ki otuz yılını bu mesleğe vermiş biri olarak meslek yaşamımda böyle bir durumla karşılaşmadım ve tanık olmadığım için, bağımsız yargı adına içim burkuluyor.
Örneğin içimi burkan bir haber şöyle;
“Tutuklu yazar ve yöneticilerinin avukatlarından Mehmet Ümit Erdem, Çağlayan’daki adliyede sohbet ettiği bir Sulh Ceza Hâkiminin ‘Savcılıktan talep gelmedikçe ilkesel olarak tahliye kararı vermiyoruz. Diğer kararlarla ilgili de örneğin erişim engelleme kararlarını kalem inceliyor. Otomatik olarak uzatma kararı veriyorlar’ dediğine dikkat çekerek ‘Yurtdışından kendi isteğiyle gelen bir kişi kaçma şüphesi ile tutuklanıyorsa bu bir cezalandırmadır. Dedi.”
Bağımsız olması gereken yargı açısından bu haberin neresini düzelteceğimi bilemedim.
-Belli koşulların varlığı dışında tutuksuz yargılanmak genel kuraldır.
-Her olayın kendine özgü koşulları vardır. Tutuklama ve salıverme (tahliye) o olaydaki kanıtların durumuna ve tutuklama koşullarının bulunup bulunmadığına göre olması gerekmektedir. Bu nedenle salıvermede, olayların tümü için ilke kararı alınması adil yargılama ile bağdaşamaz.
-Yargıçlar görevlerinde bağımsızdırlar. Cumhuriyet Savcısının isteği ile değil, eldeki dosyada bulunan kanıtlara göre karar vermeleri, vicdanın ve adil yargılamanın gereğidir.
-Tutuklama hiçbir zaman infaza dönüşmemelidir. Bu konuda çok sayıda Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin örnek kararları vardır.
-Evrakı inceleyip karar verme yetkisi kalemin değil Yargıcın dır. Yargıcın verdiği kararı yazmakta kalemdeki yazmanın (kâtip) işidir.
Yurttaşlar, güvenlikleri, hak ve özgürlükleri konusunda en son sığınacakları merci bağımsız yargıdır.
Herkeste, bağımsız yargının, en son liman olduğu bilinci oluşursa, demokraside büyük yol alınmış olacaktır.
Bağımsız yargının bir yerlerden emir alarak karar verdiği algısının yaratılması, yargıya vurulacak en büyük darbedir.
Emekli bir yargı mensubu olarak bunu yurttaşlardan duydukça içimin sızladığını, verecek yanıt bulamadığımın çaresizliğini yaşamaktayım.
Bu tür bir algının yaratılmasına neden olanlara diyorum ki;
Olmaz,  olamaz, olmamalı.
Bu limanı, insan hak ve özgürlüklerini, adil ve tarafsız bir yargıyı, temiz bir çevre çağrısını, barış ve kardeşliği, taşıyan gemilere daima açık ve güvenli tutmak, önce yargı mensuplarının, sonra hepimizin başta gelen görevidir.
Günün birinde herkesin yargıya gereksinmesi olacağı unutulmamalıdır.

30.11.2016
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Allah topunuzun cezasını versin - Tünay Süer
Yine gündüzümüz gecelere karıştı sanki.
İçimiz karardı, kalplerimiz daraldı artık.
TSK açıklama yaptı.
Fırat Kalkanı Operasyonunda 15.30 da iki askerimiz ile irtibat kesilmiş.
Esir mi düştüler Allahsız kitapsızlara, Allah ile aldatan cellatlara?
Bilinmeyen bir yerde yaralılar da, acı ile kıvranıyorlar mı?
Nerede bu çocuklarımız?
Neredeler?
Nasıl yataklarınızda rahat uyuyabiliyorsunuz?
Nasıl boğazınızdan lokma geçiyor?
Cevap verin, başsağlığı dilemeyi bırakın artık.
Usandık sizden de yönetiminizden de.
Sizler bu millete eza çektirmek için mi geldiniz başımıza?
Bize bu acıları yaşatma hakkını kimden alıyorsunuz?
Türkiye’yi alev topuna döndürdünüz.
İçimiz yanıyor, yanıyor, yanıyor…
Bu kadar acı yetmez gibi akşam saatlerinde yine Adana’dan haber geldi bu kez.
Süleymancılar denilen bir cemaatin "Aladağ Tahsil Çağındaki Talebelere Yardım Derneği Ortaöğretim Kız Öğrenci Yurdu’nda elektrik kontağından çıktığı söylenen  yangında 13 kız öğrenci ve bir eğitmen ile küçük çocuğunun yanarak hayatlarını kaybettiklerini öğrendik.
Binanın 2. Ve 3.katından atlayarak yaralanan 15 öğrenci hastanelere kaldırılmışlar.
Vay tarikatınız batsın inşallah…
Aklıma Sivas Madımak geldi.
Tekrar ediyorum gericiliğiniz, tarikatınız, cemaatiniz yere batsın inşallah.
Çocuklar iki yıl önce başka bir devlet yurdunda kalıyorlarmış orasını bakımsız diye yıkmışlar ve daha beter olan buraya yönlendirmişler.
Şu hale bakınız, yangın merdiveni ve diğer kapılar kilitliymiş.
Çocuklar çıkamamışlar.
Ne biçim Yurtmuş orası?
Yurt mu hapishane mi ya?
Allahtan korkun…
Başbakan Binali Beyefendi eleştiri gelince cırcır böceği gibi ötüyorlar diyor.
Bizlerden dilsiz ve sağırı oynamamızı istiyor herhalde.
Devlet denetimini yapamıyorsanız o zaman bu yurtları açtırmayın kardeşim.
Millî Eğitim Bakanlığı ne işe yarar?
Aile sosyal politikalar bakanlığı ne işe yarar?
Yangın çıkar çocuklar yanarlar, bir başka yurtta tecavüze uğrarlar bizler susacağız ha!
Cemaatler, tarikatlar açılsın diyenler acaba biraz insani duygularla pişman oluyorlar mı?
Biraz olsun üzülüyorlar mı dersiniz?
Hiç sanmam.
O örümcek tutmuş beyinleri orta çağda kalmış hepsinin.
Kendi çocuklarını Amerika, İngiltere gibi dış okullarda elbebek, gül bebek okuturlar onlar.
Olan fakir aile çocuklarına oluyor.
Askerde onlar cephelere sürülürler, şehit veya gazi olarak dönerler.
Gazilere utanmadan engelli yaftası takarlar.
Vatan uğruna gurbette, Allah’ın dağlarında, kayalıklarında can verenlere de 15 Temmuz şehitlerine gösterdikleri itibarı göstermezler.
Sizler ne vicdansız adamlarsınız be?
Birileri şehit de öbürleri kelle mi sizler için?
Çok üzgünüm, içimden geçenleri burada yazmıyorum.
Topunuzu yüce Allah’a havale ediyorum.

Tünay Süer

Kula Kullukla Başlar Acı!  - Mehmet Halil Arık
Bir dal kırılanda;
Bir acı duymaz insanoğlu…
Ya…ağaca sordun mu sen bunu!..
Bir yavru ceylan, aslana yem olanda;
Yavru geyik bir kayadan yuvarlananda;
Titrer belki yüreği
İnsanoğlunun.
erdemi gereği…
Eşit mi yakar sam yeli..
Seyircisiyle;
Acının sahiplerini…
Kör kurşun, adressiz sürerken
izini ölümün,
Bilir mi, bir düğüm daha attığını üstüne;
O çözülmez kördüğümün...
Hani kardeşti insanlar;
Arkadaştı, yoldaştı… candaştı!..
Acı üstüne acı harman olanda;
Nerde derman!..
Hani birlikte karşı koymuştuk ateşine düşmanın
Hani birlikte sevinmiştik kurtuluşuna vatanın;
Ne çabuk unuttuk tarihini dünün!..
Ah bir idrak edebilsek,
Sorunun özüne bir inebilsek;
Neden… Neden mutsuzuz bugün!..
Her acı bir yürekte,
Büyümekte kendi içinde;
Ve her ferman,
Namluya sürülen bir kurşun misali
Öfkeden, kine;
Kinden daha büyük öfkelere…
Düşünülmeden, ekilen fitne tohumu;
Faydası kime…
İhanetin feriştahından çıkar uman;
Gözü dönmüş hayın,
Pusuda...
Kendi nesline!..
Putunu
İnsanoğlu kendi yapar;
Döner yine kendi tapar!..
Önce efendi yaratır kendisine;
Dilsiz olur;
iteatkar!
Kör olur;
Kanaatkar!...Sığır kesilir;..
Yarattığı efendisine…


Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci –DENİZLİ

Eğitim onur ödülü prof. Dr. Aysel çelikel’e verildi

Ulusal Eğitim Derneğince Öğretmenler Günü anısına her yıl düzenli olarak verilmekte olan Eğitim ve Onur Ödülü bu yıl, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı  (ÇYDD) Prof. Dr. Aysel Çelikel’e verildi.
Yenimahalle Nazım Hikmet Kültür Merkezi salonundaki ödül törenine, Yenimahalle Belediye Başkanı  Fethi Yaşar, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Tansel Çölaşan, Ulusal Eğitim ile ÇYDD üyeleri öteki bazı demokratik kitle örgütü üyeleri, öğretmen ve akademisyenlerden oluşan izleyiciler katıldılar.

Açılış töreninde Ulusal Eğitim Derneği Genel Başkanı Nazım Mutlu, özetle şöyle dedi:


Eğitim onur ödülü prof. Dr. Aysel çelikel’e verildi
“-Sözlerime, bu gün yaşamını yitirdiğini duyduğumuz “biz yenilirsek kalkarız bir daha deneriz, ama diktatörler yenilirse bir daha kalkamazlar” diyen, Fidel Kastro’yu anarak başlamak istiyorum. Öğretmenler Günü kutlama çerçevesinde biz de derneğimiz. Derneğimizin kurulduğu 2003 den beri eğitim Onur ödülü vermekteyiz. Bu yıl 13. Sünü, eğitim alanında yaptığı çalışma ve başarılarla önem kazanmış eğitimcilere, her yıl seçici kurulun belirlediği adaylardan birine verilmektedir. Bu yıl eski Adalet Bakanı, Hukukçu, Yazar ve ÇYDD Genel Başkanı Prof. Dr. Aysel Çelikel’e verilmesi kararlaştırıldı”.

Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar da törende şöyle dedi:


Eğitim onur ödülü prof. Dr. Aysel çelikel’e verildi
“-Cumhuriyetten uzaklaşma duygusunu birlikte yaşıyoruz; yaşamın her dalında bunu yaşıyoruz, sanki gizli bir el bizi 1923 ün ötesin3 götürmeğe çalışıyor, duygularımızı yaşıyoruz. Toplum her kesimiyle bir yılgınlığın, bir baskınlığı etkisi altında olduğunu, medyanın büyük çoğunluğunun da bunu destekler tavır içinde olduğunu içimiz yana yana bunu görüyoruz. Ama korkmayacağız, bir şemsiye altında, Atatürk’ün CHP si altında toplanılmasını diliyorum. Bu gün birleşme günüdür”.
Bu konuşmadan sonra, Ulusal Eğitim Derneği Genel Başkanı Nazı Mutlu Belediye Başkanı Fethi Yaşar’a plaket (onurluk) ve çiçek verdi. Sonra da Başkan Fethi Yaşar, Prof. Dr. Aysel Çelikel’e ödülünü verdi.
ÇYDD gençleri tarafından müzik dinletisi sunuldu.
Daha sonra Aysel Çelikel’in özgeçmişi ve anıları konusunda görüşlerini öğrencisi, ÇYDD derneği üyeleri panelde konuşmalar yaptılar.

Panelde, Prof. Dr. Aysel Çelikel’in öğrencilerinden Prof. Dr. Bahadır Erdem Çelikel’i tanıtırken şunları söyledi:


Eğitim onur ödülü prof. Dr. Aysel çelikel’e verildi
“- Hocalarımızın içinde beni en çok etkileyen Prof. Aysel Çelikel olmuştur. O ders anlatırken genç hukukçuların çağdaş bir hukukçu olmaları için, onların yetişmesi için öğrencilere aslında bir anlamda yüreğini açıyordu. Benim hocam sadece Türkiye’nin dertleriyle dertlenmiyordu, onlarla ilgili ama sadece şikâyet eden birisi değildi, benim hocam Türkiye’nin dertleriyle, demokratik düzeniyle, kadın haklarıyla, eğitim hakkıyla, insan hakkıyla yoğruluyordu ve bilfiil sivil toplum örgütlerinin içinde çalışıyordu ve emek veriyordu. Kadınların haklarını elde edebilmeleri için Çelikel’in çok büyük emekleri vardır. Evde kadının çalışması için eşinden izin alması, kadının çeşitli hak ve hukuku için çok emek verdi. Medeni kanunda kadınların mal ayrılığı rejiminden çıkarak bu ülkede ekonomik bağımsızlıklarını elde edilmeleri için çok emek verdi. Bu ülkenin kadınları hak elde etmedeki mücadelede Aysel Çelikel’e çok şey borçlu. Hoca anayasayla soğurulurdu. Hocam Türkiye’nin daha demokratik olması için, daha insan haklarına sahip olabilmesi için, daha çağdaş laik, daha düzgün bir olabilmesi için kendi görüşlerini kamuoyuna sunuyordu. Hocam görüşlerini hiç korkmadan çekinmeden, eğilip bükülmeden mertçe ifade ederdi. Kadınların çok daha mert, çok daha cesur olduğunu hocamdan öğrendim, hakikaten mertti, dekan oldu, YÖK üyesi oldu, bakan oldu, birçok derneğin kuruculuğunu yaptı, başkanlığını yaptı, en ÇYDD nin başkanlığına seçildi. Demokrasilerin en önemli olmazsa olmazlarından birisi sivil toplum örgütleridir. Sivil toplum örgütleri, toplumun adeta barometresi gibidir. Kadınların, kız çocuklarının daha çağdaş, daha laik fert olması için hocamın gayreti ve ÇYDD nin başkanlığına seçilmesi benim ona olan sevgimi, saygımı katmerledi. Bu arda Prof. Dr. Türkan Saylan’ı rahmetle anmak isterim
Hocam hiçbir şeye olumsuzdan yaklaşmaz, çünkü her yeni dönem gelişme ve değişme ışığında ve olumsuzluklar karşısında büyük şoklar yaşamaz, olumsuzluğa kapılmaz, bunlar karşısında çareler üreterek olayla yaklaşır. Hocam herkesin derdiyle ilgilenir, gençlerin, akademisyenlerin, herkes derdini ona söyler. Hiç üşenmez, bu günkü işini yarına bırakmaz, onu bu hoca haline getiren hemen o işi ertelemeden anında yapma alışkanlığıdır.
Gençleri çok sever, onları hem korur, hem fikirlerinden istifade eder. Hiçbir zaman, “ben doğruyu bilirim, benim dediğim gibi olsun, durun bir bakalım” demez. Gençlerin uzmanlık alanı olan her konuda onlara yol açar. Olayları, sorunları uzmanlarıyla birlikte çözer. Çağı yakalamak için bu işbirlikçi tavır insanların özelliklerinden istifade edebilmek ve onlara yol açabilmek, onları desteklemek Aysel Çelikel’in en önemli özelliklerinden birisidir.
Hocamın iki kitabı vardı, hukuk fakültesinde okutulan kitapların bir tanesi; bir tanesini bana emanet etti. Kitaplar akademisyenlerin çocukları gibidir.
Benim hocam gerçekten çok iyi bir idarecidir, yenilikçidir, aile bağlarına, toplumun ahlak değerlerine, herkesin dinine, inancına karşı son derece saygılıdır ve bütün bu değerlere bağlıdır.
Hocamdan öğrendiğim en önemli düstur, “hiçbir emek boşa gitmez”.

ÇYDD Genel Başkan Yardımcısı Gülsüm Kaya da Aysel Çelikel için şunları söyledi:

“-20 yıl ÇYDD de Türkan Hocayla birlikte çalıştım. Ben öğretmenim, kimseye hocam demeyi sevmem aslında. Aysel Hocayı kadınlar adına yaptıklarıyla, bu toplumun aydınlanması için, demokratikleşmesi için yürüttüğü mücadeleden haberdardım. ÇYDD derneğinde çalışırken, Ergenekon, Poyrazköy davalarında derneğimiz baskınlara uğradı, arkadaşlarımız gözaltına alındı, dernekteki bütün evraklara el kondu, sabaha kadar dosyalarımızın tırlara yüklenmesini izledik, bir yandan Türkan Hocanın sağlık endişeleri içindeydik. Türkan Hocayı kaybettik, Aysel hanım orada bir değerli konuşma yapmıştı.
“Laiklik ve Cumhuriyetin kazanımları mı darbecilik?  Kız çocuklarının çağdaş eğitime kazandırılması darbecilik? Demokrasi ve insan haklarını savunmak bu mu darbecilik? Hukukun üstünlüğünü ve yargı bağımsızlığını kazanmak bu mu darbecilik? Laik eğitim sistemini savunmak mı, düşünce ve basın özgürlüğünü savunmak mı darbecilik? Eğer bütün bunlar darbecilikse, hepimiz darbeciyiz. ÇYDD millete bağlı olmuş ulusal mirasımızdır. Ülkemizin çağdaşlaşması için yakılan meşaleyi söndürmeyeceğiz, söndürülmesine izin vermeyeceğiz. Aysel Çelikel, meşaleyi söndürtmediği gibi meşaleyi ateşini gürleştirdi.  Bütün bu emekler için ona çok teşekkür borçluyuz. Derneğimize ger gün sigortasından, vergi cezalarından geldiği günlerde ÇYDD olarak biz çok şanslıyız, hukukçu ve yürekli bir genel başkanımız olduğu için. Bir efsane genel başkan kaybetmişiz, Türkan Saylan başka bir insan, dünyaya bakışları, çağdaşlığa bakışları aynı iki insan, ama Aysel Çelikel bambaşka bir insan, diline çok meftunum asla boş konuşmuyor; inanılmaz eşit davranıyor herkese, Adalet Bakanı olarak Ecevit’in aklına gelmesine hiç şaşırmıyorum, ondan daha adil bir Adalet Bakanı olamaz. Ne pahasına olursa olsun, adaleti savunuyor.
Biz giden hafta mükemmellik ödülü aldık; her yeniliğe açık. Açık sözlü dobra dobra konuşuyor, bu açık sözlülüğü de demokratlığı harmanlamak için ona özgü bir yetenek. Ben ÇYDD Genel Başkanı Aysel Çelikel’in yardımcısı olmaktan onur duyuyorum”.

ÇYDD Ankara Şübe Başkanı Ayfer Yüksel, Aysel Çelikel’i Anlatırken Şu Konuşmayı Yaptı:
“-Ulusal Eğitim Derneğinin Aysel Hanıma verdiği bu ödülün bizler de onurunu yaşıyoruz. Bu şans aynı zamanda ülkemizin de şansıdır. Hocamız aynı zamanda birçok ilke ismini yazdırmış. Okuma yazma oranının çok düşük olduğu yıllarda, annesinin katkısı inkâr edilemez. Annesi, “kızım koca eline bakma oku kendi ayaklarının üzerinde dur” diyen bir anne. Aysel Çelikel, ilkokul diplomasını devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in elinden alıyor. Beyoğlu Kız Lisesi’ni iftiharla bitiriyor. Çeşitli okullar ve İstanbul Hukuk Fakültesinin ilk kadın dekanı,  ilk Kadın Adalet Bakanı, Üniversite öğrencileri, Kadın Sorunları Derneğinin kurucuları arasında ve tabi ki ÇYDD derneği. ÇYDD derneği, bundan 27 yıl önce, ülkenin gerileşme gidişini o zamandan görüyorlar, laikliği çağırıp birlikteliği altında bira araya geliyorlar ve Türkan Hoca’nın evinde bir araya geliyorlar, Aysel Ekşi, Türkan Saylan, Aysel Çelikel, Nejla Aras bir araya geliyorlar. Bu kadınlar halen hayatımızda ve toplum önderi olarak çalışmalarını sürdürüyorlar. Tabi ki Aysel Çelikel bu çalışmalara duyarsız kalmıyor, hukukçu kişiliğiyle yönlendirmelerini de yapıyor ve ÇYDD kuruluyor. Amaç Atatürk ilke ve devrimlerini, cumhuriyetin kazanımlarını kurma yolunda düşünme ve sorgulama yetilerini geliştiren, insan haklarına saygılı çağdaş bir yaşam ve eğitim için çözüm üremek ve kamuoyu oluşturma. İlk metin böyle çıkıyor.
Şubat 1989 da ÇYDD kuruluyor. 3.3.1989 da ilk panel yapılıyor. “Türkiye’de laik öğretime geçişin önemi” 1989 da gelenek ve kadın başları sergisi açılıyor. 10 Kasım günü- gerici kitleler sergiye saldırıyorlar, İlk defa burs vermeye Tunceli’de başlamışız.  Bu günkü sekiz şubesiyle ulaşmış. Ergenekon’u en yoğun yaşayan bizim derneğimiz oldu. Türkan Hocamızın sağlını kaybetmeye başladığı günlerde Ergenekon baskınları ile ağır bir dönem oldu ve o dönemde yaşanan kaygı derneğin en zor günleriydi, sonra Aysel hocamın göreve gelişi. Bu ağır dönemi sizinle aşmanın mutluluğunu bütün derneğimizin yaşadığını düşünüyorum. Çok zorlu bir görevdi, o gün, biz size çok teşekkür ediyoruz”.

Prof.Dr. Aysel Çelikel, Ödül Töreninin Sonunda Ayrılırken Şunları Söyledi:


Eğitim onur ödülü prof. Dr. Aysel çelikel’e verildi
“-Ben yapacağımız işleri olması gerektiği için değil, içimden geldiği gibi yaparım. Kitapları da hayatı paylaşıyoruz. Gülsüm, “hepimiz darbeciyiz konuşmamı okudu; gerçekten göğsüm kabararak söylüyorum, eğer Türkan Saylan, yaptıklarıyla darbeci ise, biz de zaten darbeciyiz. (Salondan alkışlar) Hakikaten bu güzel insanlar nasıl bir araya gelmiş (ÇYDD de), bunları dinlerken gururluyum, hepinize minnettarım. Cumhuriyet okullarının yetiştirdiği bir öğretmen olarak Ulusal Eğitim Derneği’nin 2016 Eğitim Onur Ödülünü almak, unutulmayacak anılarımın başköşesini oluşturacak. Bu onuru yüreğimin derinliklerinde hissettiğim bir mutluluk olduğunu anlatmak istiyorum. Gerçekten bu gün beni bir başka duygular içerisinde bir başka insan olarak, iyi ki de doğmuşum ve bu günleri görmüşüm dedirten bir toplantı oldu.  Bu bakımdan Ulusal Eğitim Derneğine, seçici kurula şükranlarımı sunarken beni yetiştiren, beni bu günlere getiren bütün öğretmenlerime ve aileme bilhassa en başta Büyük Atatürk’e sevgi, minnet ve şükranlarımı sunarım. (Salondan alkışlar) Konuşmasında annemden bahsetti, gerçekten içinde büyük okuma aşkı olan bir kadın ama okuyamamış. İşte Atatürk benim önümü açmıştır, sizin önünüzde bir fırsat açılıyor, bütün insanlar önlerine fırsat geldiği zaman en iyi işleri yapabileceklerini bizler kanıtlamış oluyoruz. O bakımdan herkese minnet ve saygılarımı sunuyorum.
Bir insana verilen eğitim, doğumuyla, hayata bakışıyla, değerleriyle her şeyiyle tek bir kişinin eseri olamaz. Eğitim, insanın kişiliğiyle de değerleri yaşamı boyunca aileden, çevreden, eğitim kurumlarından aldığı eğitimi kendi akıl ve mantık süzgecinden geçirerek belirli bir noktaya getirmesiyle değerlidir. Bütün bu etkiler, görgü, aile çevresi, mahalle çevresi ve okullar ve de en sonunda hepimizin kendi mantık ve aklımızca bir şeyi değerlendirip akıl süzgecinden geçirerek beniz izlemenizdir. İşte o, bizim kültürümüzün o zaman bir parçası oluyor, biz onu benimsemiş oluyoruz. İşte biz bütün öğretmenler sadece bilgi aktaran kişiler değiliz, biz aynı zamanda ulusal ve evrensel değerleri öğrencilerine hissettiren ve onlara rol model olan kişilerdir. Ayrıca haksızlıklara karşı haksızlıklara karşı mücadele edebiliyorsak, adaletsizliklere karşı direnebiliyorsak ve bunları öğrencilerimize aktarabiliyorsak, ne mutlu bizlere diyorum. Önemli olan dünyaya bakış açısını, bir kimliği öğrenciye aktarabilmektir. Eğer bu yapılabiliyorsa, bunu haksızlıklara karşı direnmeyi hissedebiliyorlarsa ite o zaman görevini yapmış oluyorlar.
Ben her zaman öğrencilerime, evet beni örnek almalarından mutluluk duydum ama benim yaptığımı yapmayın, çünkü siz henüz hayatın başındasınız, mesleğin başındasınız, başınıza hoş olmayan şeyler gelebilir. Bekleyin, olgunlaşın, her şeyi öğrenin, güçlenin ondan sonra direnin” demişimdir. Mücadelemiz kişisel değildir, mücadelemiz Türkiye içindir, demokrasi içindir, vatanımız içindir. İşte burada genç insanlarımız korumak bizim hedefimizdedir, bu da öğretmenlerin görevi olarak yer alıyor.
Eğitim, insanların kişiliğini, düşünme, sorgulama, eleştirme kabiliyetini geliştiren meslek öğreten temel bir insan hakkıdır. Ama eğitim aynı zamanda toplumun geleceğini şekillendiriyor. Bu nedenle de eğitime yapılan her yatırım ve verilen her destek kısa sürede en değerli karşılığını veren bir destektir. Ama hangi destek, hangi eğitim? Burada bizim söylediğimiz eğitim bilimsel eğitim, laik eğitim, ulusal eğitim ve çağdaş gelişmelere uygun eğitimdir. Bu dört unsuru mezcedebilen bir eğitimdir.
Bir toplumda eğitim niceliğiyle ve kalitesiyle o eğitimin o toplumdaki kültür ve siyasal rejim arasında zorla bağlanır. Çocuklarımıza nasıl bir eğitim veriyorsak, öyle bir kültür veriyoruz demektir ve o kültür sonunda bizim siyasi yönümüzü tayin ediyor demektir. BU tıpkı bileşik kaplar gibi toplum kültürü, siyaset ve eğitimin kaidesi ve dengesi arasında bir denge vardır. Bu denge her zaman böyle olmuştur. Osmanlı döneminde de, Cumhuriyetin ilk döneminde de, şimdi de böyle olmuştur.
Türkiye’de yılar boyu her siyasal iktidar kendi siyasal ideolojisini, düşünce biçimini topluma yansıtmak için farklı yöntemler kullanmışlar, farklı eğitimi farklı olarak öğrencilere sunmuşlardır. Bir tarafta demokratik, laik eğitim varsa, öbür tarafta din merkezli eğitim hâkim olmuş, ikisi birden aynı anda çocuklara eğitim verilmiş, çocukların kafası karıştırılmış, hangi tür eğitimi birbirine zıt eğitimden hangisini benimseyeceği konusunda bir karmaşa yaratmış ve böylece bu günlere gelinmiştir. Bu parçalı yapı hiçbir zaman toplumu düzlüğe çıkarmayan bir yapı olmuştur. 3 Mart 1924 de Cumhuriyet kurulur kurulmaz Atatürk, eğer öğretimin birleştirilmesi kanunun getirdiyse bu gün de şartlar yine aynıdır. Aynı tür bir eğitim kanununa ihtiyaç var ama bekleyeceğiz.
2012  4+4+4 bir merkezli eğitimin başlangıcı olarak açıkça ifade edilmiştir. Bir kırılma noktasıdır toplumun gelişmesinde. Dört yıllık sonuçları iyi gibi görünüyorsa da, zorunlu eğitim şu kadar yıla çıktı, okullaşma arttı gibi söyleniyorsa da, aslında dört yıllık sonuçlar hiç beklenen sonuçlar olmamıştır. Olmamıştır, çünkü çok söylenecek şeyler var, ama şöyle diyeyim, devamsızlık ve terk ve açık ortaokul ile açık liselerin örgün eğitimin bir parçası haline getirilmesi okullara öğrencilerin ilgi duymasını, devam etmesini engellemiştir. O sebeple okula sevgi, okula ilgi gittikçe düşmüş ve kalmamıştır
Bu arada kız çocuklarının eğitimi açısından da ciddi ilgi kaybolmuştur. Çünkü ÇYDD nin ilk hareketi kız çocuklarımızdır. Çünkü fırsat eşitliğinden yararlanamayan kızlarımız geride kalıyorlar. Aslında toplumu kurtaracak kadınlardır. İşte kadınları yetiştirmemiz lazımdır. Bu sebeple de kadınlara öncelik tanır. Ama bu açık ortaokul, açık lise mutaassıp çevrelerde kız çocuklarının evde oturup evlenip dış dünyaya kapanıp ama okulda okuyormuş görünmesine, diploma alıyor görünmesini sağladığı için siyasi iktidarların istediği şeylerdi ve böyle gelişti. Liselerde sınıf tekrarı yüzde 23-25 civarındadır. Lise son sınıfta devam etmeyen öğrencilerin oranı yüzde 66. Demek ki çocuklar çeşitli nedenlerle okullara devam etmemeyi bir meziyet zannediyorlar, desem veya öyle hissediyorlar. Çünkü müfredat çeşitli seçimlik dersler demokratik görünümü adı altında tamamen din merkezli bir uygulamadır.
Ayrıca müfredatın saatleri yükselmiş çocuklar bunun altından kalkamaz hale gelmiştir. TEOPu kazanamayan çocukların imam hatip okullarına gönderilmesi bir sistem olarak kabul edilmiş. Birçok okul imam hatip okuluna veya lisesine dönüştürülmüştür. İşte bütün bunlar eğitimde tehlike çanlarının çaldığının işaretidir.

Eğitim onur ödülü prof. Dr. Aysel çelikel’e verildi
Çocuklarımızın eğitim aldığı okullar kuruluyor ama onun yanında eskiden aldığı yerler, ailedeki eğitim gördü kurallarıyla mahalledeki, çevredeki aileler ve de devam ettikleri kurslar, Kuran kursları vs işte esas eğitim budur, uzmanların anlattığına göre 4-5-6 yaşındaki çocuklar temel eğitimi o yaşlarda alır ve o yaşlarda aldıkları eğitimi ileriki yıllarda unutmuş gibi görünseler de asla terk etmiyor unutmuyorlar, o hep alt yapıda hâkim kültür neyse orda duruyor. Diyeceksiziniz, ailede ne biliyoruz ki öğretelim. Şiddet terbiye unsuru mudur değimlidir. Kadına bakış nasıldır, kadın erkek eşitliği diye bir şey olabilir mi? Hep bunlar ailede öğreniliyor. İnsan hakları diye bir kavram mı var. Nedir insan hakları? Demokrasi bütün bu temel eğitim kurumlarında öğrendiğimiz bütün kavramlar hayata bakışımız, değerlerimiz, bunların hepsi kendi istedikleri biçimde vardır. Muhafazakâr ailelerde böyle yetiştiriliyor. Öyle öğreniyorlar, kadın kimdir, kadın ne iş yapar, bir araçtır, mesela yemek pişirir, kocasına hizmet eder, onun kafasındaki kadın kavramı budur. Eşitlik derseniz, eşit olamaz çünkü biri, kadın bireydir nasıl eşit olacak. Sanki iki ayrı cinsi eşitliyormuşuz, hakları eşitliyoruz. Ama oradaki kültür böyle bir kültürdür. Çocuklara böyle bir kültür verildiği zaman, değerler eğitimi verildiği zaman, bu günde verilen değerler eğitimi zaten bu çağa uymaz. Bunu nerden söylüyorum. Biz hukuk fakültesinde aynı değerleri içeren bir eğitim yaptık. Hiç hatalı bir eğitim yaptığımız kanaatinde değilim, ama bu gün geldiğimiz son 10-15 senedir geldiğimiz nokta, baktık ki bambaşka hukukçular, avukatlar, hâkimler çıkıyor. Başka düşüncede, başka zihniyette, başka yaratılışta insanlar. Bunlar bizden mezun oldu biz böyle bir eğitim vermedik bunlara, nasıl oldu da böyle bir insanlar çıktı. Bu yalnız hâkimlerde değil, öğretmenlerde de, her meslekte var.
Bu ödülü sahipsiz öğretmenler adına alıyorum”.
O akşam Sayıştay lokalinde katılanlara yemek verildi.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com  

[info title="AYSEL ÇELİKEL" icon="info-circle"]
Eğitim onur ödülü prof. Dr. Aysel çelikel’e verildi
AYSEL ÇELİKEL, (1933, İstanbul, Türkiye), Türk Hukukçu.
Beyoğlu Kız Lisesinden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi 1957’de Devletler Özel Hukuku asistanı; 1962'de doktor oldu. 1964'te, Columbia University School of Law okulundan master derecesi aldı. 1969'da doçent oldu. 1974 - 1975 yıllarında Almanya’da bir üniversitede çalıştı. Profesör unvanını 1977'de aldı.
1994-1999 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı görevini yaptı. Rektör Kemal Alemdaroğlu'nun uygulamalarına karşı çıktığı için pek çok öğretim üyesiyle birlikte Hukuk Fakültesi Dekanlığı’ndan istifa etti. Ocak 2001'den itibaren Cumhurbaşkanlığı kontenjanından Yüksek Öğretim Kurumu üyeliğine atandı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 114 üncü maddesi gereğince 3 Kasım 2002 Türkiye genel seçimleri öncesi tarafsız Adalet Bakanı olarak görev yapmıştır.
2003-2006 yılları arasında İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde iki dönem (2003-2006 ve 2006) Hukuk Fakültesi dekanlığı yapmıştır. 2006 yılının başında İTİCÜ'den ayrılmıştır. 2000 yılından itibaren Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyeliği yaptı. Ayrıca 2010 yılı sonu itibariyle İstanbul Barosu'nca Türkiye Barolar Birliği delegeliğine seçildi ve 2016'ya dek delegelik görevini sürdürdü.
Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Türk Hukukçu Kadınlar Derneği'nin kurucularındandır. 26 Mayıs 2009 tarihinde Türkan Saylan'ın ölümüyle boşalan ÇYDD Başkanlığı’na seçilmiştir.
[/info]

Cevat Kulaksız

Erdoğan'ın ipi çekiliyormuş! - Tünay Süer
Eski Akit yazarı şimdilerde Hükümete yakın Milat gazetesinin Genel Yayın Koordinatörü ve yazarlığını yapan Serdar Arseven,
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yerine “Batı 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü hazırlıyor “diye ortaya bir şey atmış.
“Senaryo, ‘ekonomik kriz’ senaryosu. Türkiye uçurumun kenarına getirilecek ve sonra da duruma müsait bir ‘kurtarıcı’ sunulacakmış…
O da Abdullah Gül olacakmış.
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı yapacak adam mı kalmadı yahu?
Bu ülkenin başına bunca sıkıntının gelmesinin baş sorumlusu Gül değil midir?
Onun dışişleri bakanlığı ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde FETÖ’cü hainler en önemli konumlara getirilmediler mi?
Collin Powell ile yaptığı anlaşmayı unutmadık.
Her zaman söylediğimi tekrar ediyorum.
Erdoğan kabadayıdır, bağırır çağırır ama Gül içten pazarlıklıdır ve Avrupa’ya yakındır,
tıpkı Davutoğlu gibi.
                                                            ***
Başbakan Binali Yıldırım, anayasa değişikliğiyle ilgili referanduma gitmeden önce olağanüstü halin kaldırılacağını açıkladı.
Ne var ki, “2017 ye girer girmez kaldırılacak diye bir şey yok” sözlerini de ilave ediyor.
İnanalım mı acaba?
Çünkü “OHAL şartlarında referandum yapıldı' gibi bir söz söyleme fırsatı vermeyiz. Bu nedenle referandum öncesi OHAL kaldırılır diye düşünüyorum" diyerek de ucu açık söz etti muhterem…
                                                                ***
AKP Hükümetinin Türkiye’ye verdiği zarar belli iken ve AKP çöküşe geçmişken yandaşlar tarafından da çeşitli senaryolarla Erdoğan mağdur durumda gibi gösterilmeye başlandı.
Birisi Erdoğan’ın ipi çekiliyor derken bir diğeri, “Refah Partisinin eski milletvekili Şevki Yılmaz  “Cumhurbaşkanımızı Lahey'de yargılamak için büyük bir oyun kuruluyor.
Cumhurbaşkanımızın pilotlarına dikkat etmesi gerekir, kaçırabilirler' diyor.
AKP Başbakan Yardımcısı eski MHP li Tuğrul Türkeş ’AK Parti’yi referanduma itmenin Bahçeli’nin erken seçime yönelik bir siyasi tuzağı olabileceğini' söylüyor.
Anladığımız kadarıyla parti içinde bir korku var.
Alışkın olmadığımız şekilde AKP içinden ve yandaşlardan farklı sesler çıkmaya başladı.
Demek ki yalnız Türkiye’nin değil partinin de nereye gittiğini anlamaya başladılar artık.
                                                                    ***
Anlayamadığım bir nokta FETÖ cü diyerek çok kişi tutuklandı, hapishanelerde yer kalmadı haliyle kurunun içinde yaş ta yanmaya başladı.
AKP Genel Sekreteri Abdülhamit Gül, Kılıçdaroğlunu günah keçisi yapmaya kalktı.
 Efendim, Kılıçdaroğlu milli güvenlik sorunu olmuş.
HDP Eş başkanları hapistelermiş ama Kılıçdaroğlu HDP eş başkanlarını aratmayan siyaset yapıyormuş.
Daha iyi ya, sizin işinize geliyordu bir zamanlar hatta Erdoğan başbakanlığı zamanında “iyiki Kılıçdaroğlu var” demiyor muydu?
Kılıçdaroğlunun hataları bize göre çok olabilir evet, CHP’nin özünde doğru politikalar yapmış olsaydı zaten AKP böylesine rahat hareket edemezdi.
Ne var ki Kılıçdaroğlu AKP Hükümetine gidin terörist başı Öcalan ile anlaşın, örgütü içerden yönetsin demedi.
Habur rezaletini önermedi ve PKK’ya silah, mühimmat, tonlarca bombayı belirli yerlere gömün demedi.
Ekonomiyi o çökertmedi.
Ama olanları görmezden geldi ve karşılığında 6 seçimdir kaybetti.
Hemen hemen bir iki Arap ülkesinden başka dost ülke kalmamasına o sebep olmadı.
Ben Kılıçdaroğlunu pasif muhalefet yaptığı için her zaman eleştiren bir kişi olarak onun avukatlığını yapmam asla.
Milli güvenliği siz sağladınız da o mu bozdu?
Güldürmeyin insanı.
Şimdi bakıyorum CHP tu kaka oldu her türlü pisliği atmaya çalışıyorsunuz.
Neredeyse CHP ‘i FETÖ’ cü ilan edeceksiniz.
FETÖ yü orda burada aramayın artık.
Çünkü FETÖ omurgasının büyük bir bölümü AKP’nin içinde durmaktadır.
Devlet Bahçeli bir konuşmasında 47 si eski olmak üzere 89 milletvekilinin olduğunu söyledi.
Tencere dibin kara seninki benden kara derler buna Abdülhamid Efendi.
Erdoğan şimdi neden dokunmuyor partideki FETÖ’ cülere dersin?
Sen onu bir düşün istersen…

Tünay Süer

Ezan ve İbadet Ana Dilde Olmalıdır - Cevat Kulaksız
Sözcü Gazetesi’nin 24 Kasım Perşembe gününki sayısında “AKP’li yöneticiden “Ezan Türkçe Okunsun” çağrısı” başlıklı yazıyı okuyunca,  AKP den böylesine aydın adam çıkar mıymış diye inanın çok şaşırdım. Çünkü bu parti ileri gelenleri yıllardır ezanın Türkçe okunması sürekli kullanıyorlar, “ezanı susturdular” diyerek Cumhuriyet devrimlerine saldırıyorlardı.
Bu çağrıyı, AKP li değil de, CHP li bir parti yetkilisi yapmış olsaydı, “Ezanı da yasakladılar” diyerek Türkçe ezan konusunda defalarca ve de yıllarca dinsel eleştirinin hem de iftiraya varan daniskasını yapan Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan ve AKP nin birçok yöneticisi bunu tefe koyar, üstüne yüklenirlerdi.
Bu yazıyı görünce şaşırırken kendi kendime, “daha durun hele eninde sonunda Atatürk’ün dediğine geleceksiniz” diye düşündüm ve söylendim, çünkü Atatürk’ün öneri ve önderliğinde Türkiye’de 17- 18 yıl Türkçe ezan okunmaya başlanmıştı”.
Bu konuda diyeceklerimi sona bırakarak, bu AKP linin “Türkçe Ezan” önerisini verelim.
Türkiye’nin ta Osmanlıdan beri kültür başkenti olan İzmir’den bu konuda sürpriz olan ilginç bir çıkış geldi. AKP nin Karabağlar İlçe Yönetimi’nde Siyasi ve Hukuk İşleri Sorumlusu Ahmet Demirci,  Facebook’taki kişisel sayfasında hem de Diyanet’e Türkçe Ezan çağırısında bulundu. AKP li Ahmet Demirci, sosyal medya hesabındaki yazısında şunları yazıyordu:
“-Sayın Diyanet İşleri Başkanım, 21. Yüzyılda ezanın ne anlama geldiğini anlamayan cahiller var. Hiç olmazsa önemli günlerde Arapça ezandan sonra ezanı Türkçe okutup, Türkçe anlamını bu cahil, cuhelaya anlatsak, onlar da anlasalar, camiler boş kalmasa…Çünkü Arapça ezanı anlamıyorlar. Çok samimi Müslüman var, anlamadığından camiye gitmiyor. Lütfen rica ediyorum”. [1]  Bunu okuyan takipçileri bu ilginç ve çağdaş öneriye tepki göstererek Ahmet Demirci’nin yazısını silmesini istedi.
R.T. Erdoğan, geçen yıl yaptığı bir konuşmada Türkçe ezan konusunu eleştirerek şunları söylüyordu:
“-Sayın Kılıçtaroğlu ben Kuranla büyüdüm. Kuranla yaşıyorum, sen kendini sorgula… 70 yıl önce Türkçe ezan dayatılıyordu. Tek parti CHP si milleti inancından koparıp kendi ideolojik saplantılarından oluşan yeni tarih yazıyordu. Milletin inancına, dinine, kılığına-kıyafetine düşman bir zihniyet yıllarca bu millete kan kusturdu, ama milletimiz bu zihniyete dur dedi”.

EZAN VE İBADET ANA DİLDE OLMALIDIR: 


Ezan ve İbadet Ana Dilde Olmalıdır - Cevat Kulaksız
Eninde sonunda Atatürk'ün dediklerine gelecekler, yani ezan ve ibadetin Türkçe olmasına.
Atatürk'ün isteği ile ülkede 18 yıl ezan Türkçe okundu. Ezan, Müslümanları namaza çağrı mesajıdır, ayet değildir. Gericiler, ezanı tekrar Arapça okumaya çağırıp, Türkçe ezana karşı dururken Türkiye'de gericilere ışık yakan Menderes zamanında, "ezanı da yasakladılar" diye kötü propaganda yaptılar. Şimdi bile, Cumhuriyet Tarihi'nin en gerici, Atatürk ve laiklik karşıtı AKP-RTE iktidarı, CHP yi bu yönden vurarak, Türkçe ezanı “ezanı yasakladılar” diye kötü propaganda yapmaktalar. Oysa ezan hiçbir zaman yasaklanmamıştır, Yukarı’da İzmir AKP örgütünden Ahmet Demirci’nin istediği gibi, halkın anlayabileceği Türkçe okunması sağlanmıştı. Bu yönden geç de olsa bunun bilincine varan Ahmet Demir’ciyi kutlamak istiyorum. Çünkü insanlar, gerek ezanla namaza çağırılırken, gerekse ibadet yaparken Türkçe söylendiği, okunduğu zaman daha iyi anlayacak ve daha iyi iman edecektir. İbadet, inanç anlamakla, özümsemekle olur.
Tanrı tarafından insanlara dört kutsal kitap indirilmiş, bunardan İncil İsa’ya, Tevrat Musa’ya, Zebur Davut’a, Kuran da Hz. Muhammed’e indirilmiştir. Kuran dışındaki bütün din mensupları iman ettikleri, inandıkları kutsal kitaplarını kendi dillerinden ibadet yapmaktalar. Örneğin Hristiyanlar kiliseye gittikleri zaman, İncil’i İngilizler İngilizce, Almanlar Almanca, İtalyanlar İtalyanca vb okumakta ve ana dilleriyle ibadet yapmaktalar. İbadette Tanrı’nı ne dediğini anlamaktalar ve daha çok iman etmekteler.
İbadet anlayarak yapıldığı zaman daha değerlidir. Bakınız Kuran’ın Maun süresinin 4–5–6. Ayetlerinin Türkçe açıklaması şöyledir: “Ne dediğini anlamadan namaz kılanlara yazıklar olsun”.  
Ana dilde ibadetin önemini anlatırken, şöyle bir olayı birlikte anımsayalım:
1936 yılında Cemal Kutay Romanya büyükelçimiz, Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ile birlikte, Moldavya’da yaşayan Hristiyan dinini kabul etmiş Gagavuz Türklerini ziyarete giderler. Hristiyan Türk Gagavuz cemaatinin temsilcisi Mihal Çakır onlara şunları anlatır:
“Biz Hıristiyan’ız. Ama bizim dil özgürlüğümüz var. İncil’i kendi dilimizle okuyor, ibadetimizi kendi dilimizle yapıyoruz. Siz bu haktan yoksunsunuz. Ben tüm yüreğimle inanıyorum ki Atatürk gibi büyük bir insan, sizleri bu halde bırakmaz”.  Türkçe ibadetin değerini çok iyi bilen, Türk Devrimlerinin yaratıcısı Gazi Mustafa Kemal 3 Mart 1922′de, Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü toplanma yılının açış konuşmasında, sözü camilere getirdi. “Cami kürsülerinin halkı aydınlatıcı ve yol gösterici yerler olmaları gerektiğini” söyledi. Bu amacı yerine getirebilmek için her şeyden önce okunan duaları halk anlayabilmeliydi. Türkçe ibadetle Türk aydınlanmasının başlayacağını bilen Atatürk, Yalova’da uzun süre çalışarak ibadetin Türkçe yapılmasının şekillerini koşullarını belirtmeye başlamış. Kamet, hutbe, ezanın Türkçe okunmasından sonra sıra namaz sürelerine geleceğinin kurgusunu yapmaya başlamış. Bunun için Şair Behçet Kemal Çağlar’dan namaz sürelerinin Türkçeye çevrilmesini istemiştir.

KİLİSEDE TÜRKÇE İBADETİ GÖRDÜM
Ben de bir Pazar günü kiliseye giderek en arkaya oturup onların ibadetlerini izledim. Papaz, ellerini açarak, (yalnız çok tuhafıma giden bir şey yapıyorlar, Allah’a hitap ederken “ey göklerdeki babamız” diye başlıyorlardı), ama bizim Türkçe olarak ibadet yapıyorlardı.
Kuran’ın hiçbir ayetinde, “bu ayetler başka dillere çevrilemez” diye bir hüküm yoktur. Bu çeviriye, yani ana dilde ibadet yapmaya karşı duran imamlar, “dini prestijimiz sarsılır”  korkusu ile “Allahın kelamı çevrilemez” diyerek buna şiddetle karşı duruyorlar. Oysa ibadetteki amaç anlamak, özümsemek, iman etmek olduğuna göre, hiç anlamadığımız yabancı bir dille yapılan dua ve ayetleri nasıl anlayacağız. Namaza başlarken, Arapça besmele çekmek yerine, aynı anlama gelen “esirgeyen bağışlayan Allahın adıyla başlarım”  desek daha anlaşılır olmaz mı? Kuran ayetleri iman için anlamayı önerir, hiç anlamadığımız sözlerdeki anlamama imanı ile, anlayarak söylediğimiz sözlerin ayetlerin insana verdiği imanı bir düşünün.

ANA DİLDE İBADET OLSA İDİ ÜLKE DAHA İSTİKRALI OLACAKTI.
Eğer, Atatürk’ün özlediği ve uygulamaya başladığı ana dilde ibadet, Türkiye’de (veya öteki Müslüman ülkelerde) yaygınlaşarak uygulansa idi, o zaman herkes imam gibi namazı kıldırırdı. Suudi Arabistan’da ne İmam Hatip Lisesi yoktur. İmamların maaşını bile devlet vermez çünkü biraz becerikli olan kişi Arapça olarak Araplara namazı kıldırır.
Eğer ana dilde ibadet olsa idi, imam hatip liselerine de Kuran kurslarına da gerek yoktu. Çünkü her vatandaş, her Müslüman dinin, kutsal kitabın ne dediğini kelimesi kelimesine anlayacak ve daha iyi özümseyecekti.
Eğer, Ana dilde ibadet olsa idi, dinsel sömürü, olmayacaktı, çünkü dinin, kutsal kitabın her ayetini, her kelimesini vatandaş iyi anlayacağı için, dini siyasete alet eden siyasi cambazların yalanlarına kanmayacaktı. Başta Osmanlıdan beri, Türkiye’de iktidar için, koltuk için kurnaz çıkarcı politikacılar her türlü dinci cambazlıklar yapmaktalar. İrticanın destekçisi, irticanın arkasında olamayacaktı. Böylece vatandaş daha gerçekçi, daha bilinçli olacak, ülke böylece daha istikrarlı olacaktı.
Mustafa Kemal Paşanın 1 Mart 1922 tarih ve 3. Yasama Yılı Açılış Konuşmasına baktığımızda:
“Efendiler,
Camilerin kutsal minberleri halkın ruhani, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır.
Bu nedenle camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve yol gösterecek kıymetli hutbelerin içeriğinin halkça anlaşılır olmasını sağlamak yüce Şeri’ye Vekilinin önemli bir görevidir.
Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve bilince hitap olunmakla İslam topluluğunun vücudu canlanır, zihni saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur,
Fakat diğer yandan, hutbeyi yapanların sahip olmaları gereken bilimsel nitelik, özel yeterlilik ve dünyadaki olayların durumunu anlama yeteneği önem taşımaktadır.
Bütün Vaiz ve hatiplerin bu bilince yararlı olacak surette yetiştirilmesine Şeri’ye Vekâletinin güç harcayacağını umarım”.
Ezan “Tanrı  uludur…” diye ilk olarak 29 Ocak 1932’de Fatih Camii’nde okutturuldu. Bu fikri ilk ortaya atan, aşağıdaki “Vatan” şiirinin ilk kıtasında belirttiği gibi Türkçe ibadet özlemi içinde olan Ziya Gökalp’di
VATAN                                                            
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın...
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
……………………….

Türkçe ibadetin önemini bilen Atatürk, Şair Yahya Kemal Beyatlı başkanlığında bir komisyona bazı süreleri Türkçeye çevirttirip uygulamaya başladığı sırada ömrü vefa etmedi.
Eğer, Ana dilde ibadet olsa idi, halen acı bir şekilde acısını, sancısını çektiğimiz, halkın inancını sömüren Fetullah Gülenler, Saidi Nursiler, Aczimendiler, daha bilmem nice şeyhler, şıhlar, müritler olmayacaktı.
Dinsel kökenli kuruluşlar, dernekler, FETÖ’cüler, daha ismini sayamadığımız nice yüzlerce kişilerin, dinsel kökenli derneklerin “himmet” vb altında masum insanlardan topladığı paralar öylesine milyonlara, milyarlara varıyor ki, ABD nin başkanlık seçimlerinde bile adaylara bilmem kaç milyon “destek” adı altında rüşvetler verildiğini basına sızan kaynaklardan öğreniyoruz. Eğer ana dilde ibadet olsa idi, dinci kuruluş ve kişilere akan milyonlar, milyarlar ülke yatırımı va sanayisine yönelecekti.
Ne yazık ki, ülkedeki dinci kuruluşlar, partiler, kişiler bunu bildikleri halde bile dincilikten nemalandıkları için bu dinsel kökenli uçsuz bucaksız rantın ellerinden gitmemesi için, en sinsi, en şeytani söylem ve davranışlarla, ülkede çağ dışı kaosun oluşmasına, ne ki ülkenin geri kalmasına adeta göz yumuyorlar.
Ana dildeki ibadet yoksunluğunu, dinsel sömürüdeki rant çarkını, ülkenin dinciler elinde geri kalmışlığını gören Halk Ozanı Mahsuni Şerif bir türküsünde, “hey Arapça okuyanlar Allah Türkçe bilmiyor mu” diyerek dilinde ve telinde sitem etmektedir. Lütfen bunu bilgisayardan bir arama motorundan yazıp tıklayın ve bu türküyü bir dinleyin.
“Ey Arapça okuyanlar
Allah Türkçe bilmiyor mu
İngilizce Fransızca
Bize hitap kılmıyor mu”
Mahzuni Şerif

EZAN İÇİN DEDEME HAPİS
Size, sonradan aklıma geldiği için bir ekleme yaparak, bir olayı anlatmak istiyorum. Rahmetli Dedem Rıza Kaa, 1930 mu, 1940 lı mı yılların birinde Yelek Köyümüze komşu Parsa (Gültepe) köyünde imamlık yaparmış. Devletin yurt genelindeki emri gereği her imam “Tanrı uludur, Tanrı uludur” diye ezan okurken,  dedem de “Allahu ekber, Allahu ekber” diye ezan okurmuş. Ezanın okunduğu bir sırada, atına binmiş, eli boz yamçılı sırtı çantalı bir köy tahsildarı köye gelmek üzere imiş. Köylüler tahsildardan öyle çekinirlermiş ki, tahsildar ve jandarma yoksul köylülere bir Azrail gibi görünürmüş. Tahsildarlar atları ile köyleri dolaşır vergi toplarlarmış. “Hayvan başına bu kadar, bilmem kaç kile buğdaya şu kadar vergi” devlete toplanırmış. Bilmem nerelerde “Alaman Harbi” (İkinci Dünya Savaşı)  devam ededursun, O zamanları, yoksulluk bir yandan, kıtlık bir yandan, tahsildar bir yandan yoksul halkı kasıp kavururmuş. Vergi para veremeyenlerin ailesinden bir kişi yol inşaatlarında çalışırmış.
Neyse ben dedeme döneyim. Dedem  ezan okuyup cemaati camiye  çağırdıktan sonra,  elinde boz yamçılı tahsildar dedeme bir hışımla çıkışır, “bre densiz nasıl böyle Arapça  ezan okursun, sen devrim kanunlarını bilmez misin”. Bir suçüstü zabıt tutanağı tutulur. Dedemi devrim kanunlarına muhalefetten hapse atarlar. İki ay hapis yatarken sonra ne olduysa bırakırlar,  arkası süre de, “bir daha Allahü Ekber” diye ezan okuma “Tanrı Uludur” diye oku” diye iyicene tembih ederler. Oysa dedem ve toplum ebediyen “Tanrı Uludur” diye ezan okumalıydı. Biz Arap değiliz ki.
[bgallery] [img src="https://4.bp.blogspot.com/-MY1o75UHCHc/WDily2z445I/AAAAAAAAF3Q/yLZDO2FaFgQ9xR24QNh1sxB6IqHlcm9xgCLcB/s1600/cehalet.jpg"][/img] [img src="https://2.bp.blogspot.com/-fTaG11j8I7k/WDilRq4BgzI/AAAAAAAAF24/2MsiF4uDeEoW19N_zNOhwsG_0VR2hUmXQCLcB/s1600/ilk-turkce-ezan-1.jpg"][/img] [img src="https://1.bp.blogspot.com/-ldtbK6eVEr8/WDilR1umoCI/AAAAAAAAF3A/NOpxjl24CZkC_0pgcBBaYm_uBg7hS3lrwCLcB/s1600/ilk-Turce-Kuran.jpg"][/img] [img src="https://3.bp.blogspot.com/-1mDi7g_4Gvw/WDilR5PREcI/AAAAAAAAF28/FArKaDCLNpUn5dAJ3vMUAnonecTsb0p0ACLcB/s1600/ilk-turkce-ezan.jpg"][/img] [img src="https://2.bp.blogspot.com/-ZYn41HgJ87w/WDilSYYbu1I/AAAAAAAAF3E/t9wCJHWoAMEJABxG31R8BxVgLiRgE4PowCLcB/s1600/son-posta.jpg"][/img] [/bgallery]

TÜRKÇE EZAN
Diyanet İşleri Başkanlığı´nın 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile ezanın Türkçe okunması  ilan edildi.
1931 yılının Aralık ayında, Mustafa Kemal’in emriyle dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı’nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına başladı. Kuran’ın Türkçe tercümesi ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar (Okur) tarafından okundu. Bundan 8 gün sonra, 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rifat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu.
3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu.
18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi.
4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların kati ve şedid (kesim ve  şiddetli) bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir tamim gönderildi

Türkçe ezanın metni
Tanrı uludur
Tanrı uludur
Tanrı uludur
Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed

Haydi namaza, haydi namaza
Haydi felaha, haydi felaha
(Namaz uykudan hayırlıdır)
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Türkçe ezan ilk olarak 1932 yılında İstanbul Fatih Camii´nde okundu.
18 sene boyunca ezan Türkçe okunmuş, daha sonra Demokrat Parti´nin iktidara gelmesi ile 16 Haziran 1950´de ezanın Arapça da okunabilmesine izin verilmiştir. İlgili kararla, Türkçe ezan yasaklanmasa da, Türkçe ezan okunması tümüyle terk edilmiştir. Günümüzde, serbest olmasına karşın, camilerde yalnızca Arapça ezan okunmaktadır.

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com  

SON NOTLAR
                                 

[1]  Sözcü 24.11.2016 sf 4 Gökmen Ulu AKP’li yöneticiden “Ezan Türkçe Okunsun” çağrısı”

Sevgili dostlar,
Uzun süreden beri ülkemizin kurtarıcısı büyük önder Mustafa Kemal Atatürk döneminin aleyhine söylemler tüm hızıyla devam etmektedir.
Bu yetmiyormuş gibi çeşitli bahanelerle Atatürk adıyla anılan, kurum ve kuruluşların adı değiştirilmekte, akıllarınca bu yolla Atatürk’ü unutturmayı ummaktadırlar.
Mustafa Kemal Atatürk 20. ve 21. Yüzyıla damgasını vurmuş tek liderdir.
İleti adresime gelen Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili bir anı bu savımın canlı kanıtıdır.
Bu anıyı okurken, bir yandan yurdum insanının vefasızlığını düşünürken, diğer yandan  Atatürk’ün büyüklüğü karşısında yoğun duygular yaşadım.
Bu anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sizde okurken ayni duyguları yaşayacağınızdan şüphem yoktur.

25.11.2016
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı
Bir Anı - Gündüz Akgül

ATATÜRK VE ANZAK GENERALİ


TOPAL BACAKLI MAREŞAL
Siyah beyaz fotoğrafa bir bakın önce (İleti adresime gelen anı da fotoğraf yok G.A.) Bir cenaze töreni yapılıyor. Tabloya bakılırsa önemli biri olmalı. Balkonda ise tabutta yatanı selamlayan bir asker var. Kıyafetine bakılırsa Türk değil gibi. Ama yüksek rütbeli bir asker olduğu belli. Hadi gelin bu adamın hikayesine kulak verelim. Bu adamın duygu dolu ibretlik hikayesine..
Gördüğünüz kişi Sir William Birdwood. Çanakkale savaşında Anzak Orduları Başkomutanı. Asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk’e üç kere yenilir savaşta, bacağı da sakatlanır ama buna rağmen onun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder. 1935 yılında Mareşal olur son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır. Atatürk öldüğünde de rahatsızlığına ve emekli olmasına rağmen İngiltere adına cenaze törenine katılmak için talepte bulunur. Talebi kabul edilince İstanbul’a gelir. Bacağını sürükleye sürükleye tabutunun ardında yürür. Ankara’daki törende artık ayağı incinmiş ayakta zor durmaktadır. Halkevi binası balkonuna çıkarırlar.. Geçici kabrine götürülecek olan tabutun geçişi sırasında kılıcından destek alarak ayağa kalkar elindeki asayı kaldırarak selamlar onu. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktadır.
Tören sonrasında hemen ayrılmaz birkaç gün daha kalır Ankara’da. Bir gün etrafında Türk yetkililerin de olduğu bir ortamda cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koyar, şu anıyı anlatır onlara:
Tarih 20 Kasım 1918 (Bir kaynağa göre 16 Kasım).. Birdwood karargahı ile Pera Palas oteline yerleşmiştir. Mustafa Kemal’in de otelde bir dairesi olduğunu bilen Birdwood onunla görüşmek ister. Bunun için kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey’i araya sokar.
-“Buyursunlar” der Mustafa Kemal. İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister: -“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?” Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısından böbürlene bilirdi. Oysa o, -tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi - yenilginin ezilmişliği altındaki bu general’in onurunu korur. “-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar. Birdwood ricasını yineler:
 -“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.” Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; o da bir parça kağıt ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek;
-“Su tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Her şey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?”
 -“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.” Mustafa Kemal bu kez de Conkbayırı krokisini çizer:
-“Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?”
-“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.”
 Atalarımız yaralıya kurşun atılmaz der. Mustafa Kemal’de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle dile getirir:
 -“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.” Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar:
-“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.” dedikten sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek:
-"İzin verir misiniz" der; "bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.” Ve saklar. Cenaze törenine gelirken de yanında getirmiştir.
NOT: Ne denir ki.. Düşmanlarının bile sevdiği, değerini takdir ettiği, hayranlık duyduğu bir adam. Günahıyla sevabıyla ülkenin kurucusu. Çok daha fazlası olmalı elbet ama sakat bacağıyla acı çeke çeke onun tabutunun arkasından yürüyen şu adamın gösterdiği saygıyı gösteremeyen ve yetmezmiş gibi bilir bilmez hakkında atıp tutan, hakaretler eden insanlarımız var.
Vefa bir semt ismi miydi sadece İstanbul’da?

Kaynak: 1- Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları, (1899 - 16 Mayıs 1919), Sadi Borak, 2. Basım 1998, Kaynak Yayınları, ISBN: 975-343-233-X. Sayfa:153-155
2- Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü. Prof. Dr. Utkan Kocatürk. Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara 2007 İkinci Basım. ISBN: 975-16-1

Suriye’de Türk askerlerini ABD’mi bombaladı?
Son günlerde Türkiye’yi ilgilendiren pek çok konuda tuhaf gelişmeler yaşanıyor.
Bu süreçte 24 Kasım 2016, ülkemiz için ‘Kara Perşembe’ denilecek gün oldu.
Çok bilinmeyenli gibi gözüken bu denklemi birlikte çözelim.
24 Kasım’da, Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile müzakerelerin dondurulmasına karar verdi.
Konu uzunca bir süredir gündemdeydi, ama zamanlama ilginçti.
Bu ne zamana denk geldi?
Türkiye yönünü Şangay İşbirliği Örgütü’ne çevirdiğini kanıtlarcasına, Şangay Enerji Kulübü Başkanlığı’na seçildiğini açıkladığı döneme.
Türkiye, bu görevi kabul etmeseydi, oylamanın sonucunun farklı olacağının işaretini, görevinden bu gün istifa eden Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz 19 Kasım’daki açıklamasında vermişti.
Türkiye’de bunu gören ve yorumlayan olmadı.
Bilindiği üzere dolardaki 1 kuruşluk artışın Türkiye’ye maliyeti 2,5 milyar TL.
Dolarda son günlerde sürekli bir artış söz konusuydu.
Ama doların rekor üstüne rekor kırmaya başlamasının zamanlaması ilginçti.
Bu ne zamana denk geldi?
Türkiye yönünü Şangay İşbirliği Örgütü’ne çevirdiğini kanıtlarcasına, Şangay Enerji Kulübü Başkanlığı’na seçildiğini açıkladığı döneme.
Fırat Kalkanı Operasyonunun 93. Gününde, Suriye uçağı olduğu varsayılan denilen, ama olmayan bir savaş uçağı, Türk askerlerini hedef aldı, 3 şehit verdik.
Bu ne zamana denk geldi?
1) Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesinin yıldönümüne.
2) Türkiye yönünü Şangay İşbirliği Örgütü’ne çevirdiğini kanıtlarcasına, Şangay Enerji Kulübü Başkanlığı’na seçildiğini açıkladığı döneme.
Zurnanın zırt dediği yer de burası.
Çünkü birinci madde ile ikinci madde doğrudan bağlantılıdır.
Çünkü Türk askerlerini vuran uçağın Suriye uçağı olmadığı ve Rusya ile yakınlaşan, Şangay İşbirliği Örgütü’ne yönelen Türkiye’ye uyarı niteliği taşıdığı ortadadır.
Irak’taki ABD öncülüğündeki Koalisyon güçlerinin sözcüsü Albay Dorian’ın, yaklaşık 1 hafta önce, Washington Post gazetesinin dış haberler editörüne, telefonla verdiği demeçte, “Suriye’de Türk askerleri bombalanabilir” dediğinde, “Kimin tarafından” sorusuna, alaylı bir şekilde verdiği “Bilinmez ki” yanıtını Türkiye’de hiç duyan olmadı.
Ya da, oldu da, gizlendi mi?
Tam da Türk-Rus ilişkileri iyileşmişken, Rus uçağının düşürülüşünün yıldönümünde, Rusya’nın kontrolündeki Suriye Türk askerini vurdu havası yaratılarak, Ankara ile Moskova’nın arasını bozmak kimin işine yarar?
Yanıtınızı duyar gibi oluyorum.
Bilmem dikkat ettiniz mi, Türk askerlerinin vurulduğu ve 3 şehidimizin olduğu Amerikan medyasında ve Avrupa medyasında yer almadı.
O ABD ve Avrupa medyası ki, Suriye ile Irak’ta olup biten ne varsa son dakika geçerken, bu saat oldu, Türk askerlerinin bombalanması hakkında tek satır verilmedi.
Adana’daki saldırının ise bir süredir ara verilen terör eylemlerinin yeniden ve daha ağır bir şekilde başlayacağının habercisi olduğunu da tahmin edebiliriz.
Çünkü bu saldırı da, Türkiye yönünü Şangay İşbirliği Örgütü’ne çevirdiğini kanıtlarcasına, Şangay Enerji Kulübü Başkanlığı’na seçildiğini açıkladığı döneme denk geldi.
Tüm bu gelişmelerin, içeri kapanmaya, milli duyguların kabarmasına ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne tamamen yönelmesine yol açtığı için Türkiye’de kimin hesabına artı olarak yazılacak diye söylemeye gerek var mı?
Daha önceki hiçbir yazımı okumamışlar, sadece bu yazı üzerinden ya da sadece başlık üzerinden bana esip gürleyecektir.
Olsun alıştık.
Gürbüz Evren /Gerçekgündem

Gürbüz Evren

YARSAV’ın ilk Başkanı Av. Eminağaoğlu neden disipline verildi?
Ülkemizde hukukun üstünlüğü yok olmuş, üstünlerin hukuku haline getirilmiştir.
Bu durum ne yazık ki mevcut iktidar yanısıra diğer partiler içinde de uygulanmaktadır. Genel başkanlar özgürlükten, demokrasiden, insan haklarından dışa dönük konuşsalar da kendi partileri içinde bunu asla uygulamıyorlar
Örnekleyecek olursak yakın tarihte MHP Genel Başkanı Bahçeli’den başlayabiliriz.
Kasım 2015 Türkiye genel Seçimlerinde hezimete uğrayarak 80 vekilin yarısını kaybetmişti.
MHP eski milletvekili Meral Akşener, Açtığı davayı kazanarak ihraç edildiği MHP'ye geri dönen Sinan Oğan ve Koray Aydın gibi değerler  kurultay çağrısında bulundu ve genel başkan adayı olduklarını açıkladılar.
547 delege olağanüstü kurultay yapılması için imza toplayarak MHP Genel Merkezine iletmiş fakat Bahçeli, kurultay çağrılarını reddetmiştir. 
Ve 19 Haziran 2016 tarihinde yapılan kurultayda parti tüzüğündeki ‘olağanüstü kurultaylarda genel başkan seçimi yapılmasını’ engelleyen maddeyi değiştirmiştir.
AKP’nin stepnesi diye ün salan Bahçeli 7 Haziran seçimlerinde Kılıçdaroğlunun ona başbakanlık teklifi götürmesine rağmen “HDP’yle asla yan yana gelmeyiz” diyerek, AKP’yi iktidardan düşürme fırsatını elinin tersiyle itti.
Bugünkü siyasi tablonun yaratıcısı oldu.
Onun AKP hayranlığı ve Türk Milletine ihaneti bilerek yaptığı hatalar sayfalara sığmaz.
Zaten herkes biliyor fazla uzatmaya gerek yok
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğluna gelince Baykal’ın kaset komplosu ile istifasından sonra umut olarak CHP’ye tüm delegelerin evet oyları ile genel başkan seçilmişti.
Sonraki seçim ve kurultaylarda kendi belirlediği kişileri seçtirdi.
Delege yapısı tamamıyla değişti partideki tüm ulusalcılar dışlandı.
Partinin içinde Atatürk düşmanları, PKK sempatizanları ve Fethullaha övgü düzen tarikatların açılmasına ışık tutan kişiler milletvekili yapılarak yönetime, belirli yerlere getirildiler.
Parti öyle bir konuma getirildi ki birçok vekil yanlış politikalara koltuğunu kaybetmemek için ses çıkarmadı.
Parti içinde elbette Atatürkçü milletvekilleri halen var.
Ne var ki Süheyl Batum, Nur Serter, Birgül Ayman Güler gibi değerler muhalefet yaptıkları için uyduruk sebeplerle ya ihraç edildiler ya da istifa etmek durumuna getirildiler.
                                                          ***
Dün (23.11.2016 Çarşamba) İMECE toplantımızda konuğumuz duayen hukukçularımızdan YARSAV’ın kurucu başkanı Av.Ömer Faruk Eminağaoğlu’ydu.
Onu Atatürkçülüğünden asla ödün vermeyen bir CHP li olarak ve mücadelelerinden tanıyoruz.
Eminağaoğlu Türkiye’yi şu karanlık günlerden aydınlığa çıkaracak tek kurumun CHP olduğunu söyledi.
CHP politikalarındaki yanlışlıkları konuştuk.
Eğitim düzeyi olmayan ülkemizde din faktörünün öne çıktığı ve Erdoğan’ın bunu çok güzel kullandığını, CHP’nin bu durumda geri çekilerek kendi özünden saptığı görüşünde birleştik.
1976 yılında çıkartılan bir genelge ile mesai saatlerinin namaza göre ayarlanmasının gündeme geldiğini,
Darbe yasasının yok edileceği vaatleri ile referanduma gidilişini,
Terörle mücadele görüntüsü altında getirilen geçici 15.maddeye CHP yönetiminin hayır demediği ve sonuçlarında AKP’nin bu yasa ile nasıl beslendiğini anlattı Eminağaoğlu.
Egemen bir devletin cezaevinden terörün yönlendirilmesine nasıl izin verdiği,
Öcalan’ın yeniden yargılandığı taktirde 25 yıl daha hapis yatacağı bilgisini gerek CHP gerekse barolar ile görüştüğünü ama destek bulamadığını ve buna benzer çok önemli konuları bizzat kendisinden duyduğumuzda nasıl destek bulamadığına hayret ettik.
Bu arada kendisinin disipline neden verildiğini sordum.
Cevabı karşısında şaşırdım desem yerindedir.
Facebookta çıkan siyasi bir karikatürü beğendi olarak işaretlemiş.
Vay senmisin beğenen?
Pusuda olan birtakım kişilerce dile getirilmiş ve genel başkana duyuruldu mu bilemem…
İl Disiplin Kuruluna verilmiş.
Bu bir ihracın başlangıcı olmaz inşallah…
Bence bu bir bahanedir.
Parti içinde bazılarının onun mevcudiyetinden rahatsız olmalarının sonucudur.
Bu nasıl bir kolaylıktır anlamak mümkün değil.
21.yüzyıldayız.
Dünyanın devlerinden ABD gelmiş geçmiş başkanları her zaman karikatürlere konu olmuşlar bazen dozaj aşılarak evcil hayvan olarak çizilmişlerdir ama başkanlardan ne bir protesto ne de ceza gelmemiştir.
Onlar gülüp geçmişlerdir.
Karikatürler zaten güldürü sanatıdır.
Demek ki bizde başka türlü düşünülüyor ve ceza vermek için biçilmiş kaftan oluyor.
Düşünüyorum da CHP içerisinde 50 Eminağaoğlu olsaydı AKP Türkiye’yi bu hale getiremezdi.
İşte Tayyip Erdoğan diktatörse ki öyle deniliyor, partilerin genel başkanları da parti içi dikta uyguluyorlar.
Bir kere o koltukları kazandıkları zaman defalarca kaybetseler de istifayı düşünmüyorlar…

Tünay Süer
24.11.2016

Tünay Süer

TÜM ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİLERİME ARMAĞANIMDIR... 
İŞTE ÖĞRETMEN… 
İşte Öğretmen - Mehmet Halil Arık
Üç yüreği vardır öğretmenin..
Birincisi, sevgi…
İkincisi saygı…
Üçüncüsü bilgi, ışık aydınlık…
Sevginin, saygının bilginin hamalıdır öğretmen...
Hoyratça taşımaz yükünü..
Özenlidir…
Hünerli hamal kadar özenli,
İncinmeden menziline ulaşsın ister yükü..
Cömerttir…
Aldığından fazlasını üretmektir gayreti…
Aldığının değil verdiğinin hesabındadır, öğretmen…
*
Okkayla, kantarla, tartıyla dağıtmaz elindekini…
Sevgiye kantar olmaz bilir..
Verdikçe de verir..
Veremiyorsa… bil ki öğreten değildir!..
Saygıdır bu alış verişin parası-pulu!..
Hoşgörüyü, saygının bir diğer adı bilir.
Ve der ki:
Saygıyı bilmeyen kişi… hukuku bilmez,
Hukuku bilmezse kişi,
İnsan olmanın erdemine eremez!..
Ve der ki;
Hukuk,
yansızsa, adilse, erkten emir almazsa..
Kılı kırk yararsa..
Gizli tanık tutmazsa… baş tacıdır hukuk;
Saygı da ona görev!...”
Saygı dostluktur; arkadaşlıktır…
Yurtta barış, dünyada barıştır…
Düşmana bile yaşamı hak tanımaktır!..
Bilgi ışık, aydınlık… üçüncü yürek.
Bilgi; tarih… Bilgi geleceğe yön vermek demek..
Güç birliği etmek.
Beslenmektir.. Zorlukları yenmek…
Hayattır, yaşamaktır!... ilaçtır, yakıttır, taşıttır…
Deve, at, katır kültürünü aşmaktır!..
Işıkla yarışmaktır.
Yollar açmaktır!...
*
Karanlıklara düşmandır bilgi!...
Yarasalar da aydınlıklara!..
Aldatmaya düşmandır bilgi!..
Aldatanlar da bilene… düşman!..
Hepsinden öte, bilgi inanmaktır!...
İnanca erdem katmaktır.
İşte öğretmen
Bunu bilir; bunu belletir.
Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ

Öğretmenler günümü kutlama nezaketini gösteren tüm öğrencilerime teşekkür eder, mutlu ve sağlıklı bir yaşam dilerim hepsine de... Öğretmen olmayı bilerek ve isteyerek seçen kişiler,bu mesleğin verdiği huzur ve mutluluğu özümse diklerinde göreceklerdir ki, gerçekten üç yüreği vardır öğretmenin, diyeceklerdir, tıpkı benim gibi...

Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip - Yılmaz Özdemir

Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip - Yılmaz Özdemir
Her sabah ilkokul sıralarında ‘’Türküm,doğruyum,çalışkanım’’diye başlayan ANDIMIZ’ın sözlerini yazan Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit Galip Bey’i acaba günümüzde kaç kişi tanıyor.

41 yaşında yakalandığı hastalık sonucu hayata veda eden bu idealist devrimci sırası geldiğinde Mustafa Kemal Atatürk’e bile kafa tutacak kadar yılmaz bir Kemalist olduğunu aşağıda aktaracağım olayda ispat ediyor.

‘’1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı.

Esat Mehmet, Atatürk'ün Harbiye'den tabya öğretmeniydi.

Kazım Özalp'in "Atatürk'ten Anılar" kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.

Esat Mehmet, "kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini" belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: "Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi" dedi. "Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. İnkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz."

Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı.

"Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız" dedi.

Ama Reşit Galip alttan almadı.

Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip

"Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez."

"Bu kokuşmuş kafayla..."

Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı:

Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti'nden izin alamamışlardı.

Reşit Galip "Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez" diye kestirip attı.
Atatürk'ün kaşları çatıldı. "Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz" diye çıkıştı.

Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı'nı işaret ederek dedi ki:

"Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır."

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:

"Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?"

"Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır."

"Sizi de eleştiririm!"

Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı:

"Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize müsaade edemem" diye haşladı.

Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:

"Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz."

İlk kez Atatürk'ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.

Milletin sofrası.

Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu'nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı.

Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekanın sahibi Madam Senya'dan "İş Bankası'ndan kredi alamıyoruz" yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda İş Bankası Genel Müdürü'ne hitaben "yardımcı olunması" isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.

Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.

Atatürk bu kez kızmadı; "Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin" diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu.

Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

"Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır."

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp "Öyleyse biz kalkalım" dedi.

Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.

Sonra neler oldu?

Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı'nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.
Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar.

"Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik" derler.

Atatürk "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz" der.

Sonra "Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var" diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler;

"Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile" demektedir.

Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder.

Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder.

Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur.

Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı'nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.’’ **

İşte devrimleri yapacak ve yaşatacak irade dürüst,namuslu ve yurtsever insanların gerekirse ölümü bile göze alarak ideallerinden vazgeçmemeleriyle mümkündür 13 ay bakanlık yapan ve istifa mektubu cebinde gezen Dr.Reşit Galip Bey M.Kemal’in Bursa Nutku’nda bahsettiği gibi ‘’Türk genci devrimleri korumak için kimseden izin istemeyecektir’’ ifadesini öldüğü güne kadar yaşatmış ve gelecek nesillere aktarmıştır.

Unutulmaması gerekir ki devrimler genç insalarla yapılır ve yaşatılır onun için gençliği bencil ve bireysel hırs peşinde koşanlar olarak yada hiçbir şeyi sorgulamayan kaderci bir topluluk olarak görmek isteyenler gençliğin dinamizminden korkanlardır.

İnsana acı gelen ve düşündüren tarafı tarihinde Reşit Galip gibi dürüstlük,yurtseverlik ve namusluluk abidesi insanlar dururken Türk Gençliğinin kendisine ithal önder arayışına girmesidir. Dr.Reşit Galip Bey’in mezarı Cebeci Asri Mezarlığı’nda kendisinden önce vefat eden Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati ile yan yanadır.

Yılmaz Özdemir

İlkçağ Yunan uygarlığında, öğretmene verilen on araba dolusu altın olayını belirttiğimi kitapta okuyunca çok şaşırdım.[1]  Öğretmenler gününde bilime, öğretmeye emek veren bütün bilim insanlarını ve öğretmenleri saygı ile anarken, aşağıdaki olayı sizinle paylaşmak istedim.

Büyük Düşünür Aristoteles:[2]


Öğretmenine On Araba Dolusu Altın Hediye - Cevat Kulaksız
Antik Yunan çağında insanların bilime, araştırmaya, öğretmene ne kadar önem verdiğine ilişkin bir örnek belgeyi sizinle paylaşmak istedim. Bunun için günümüzden 2400 yıl kadar önceye gidip Antik Çağa doğru uzanalım. O devirlerde Antik Yunan çağında insanlar, dünyanın sınırının doğuda Hindistan’a, batıda Cebelitarık Boğazına kadar olduğunu sanıyorlardı. Büyük İskender, ülkeler fethederek Hindistan’a vardığında, daha doğuda insanların yaşadığını görünce askerleriyle birlikte şaşırdılar, moralleri bozuldu. Büyük İskender, “dünyanın bu ucunda” daha ilkel insanları, daha vahşi hayvanları, çok çetin iklim şartlarını da görünce askerleriyle hayal kırklığına uğrayarak geri dönmek zorunda kaldı. Dünyanın tam olarak tanınması, yuvarlaklığı bilim adamlarının uzun çalışmalarıyla, keşiflerle yüzyıllar sonra öğrenilebildi. Biz, bu yazımızla sadece Antik Yunan çağı sürecinin bir sayfasına bakacağız. Makedonya Kralı ll. Filip, Oğlu İskender’in öğretmeni Aristoteteles’e on araba dolusu altın verdiğini tarihler yazıyor, ama bu olay öğretmene verilen önemi belirtse de, nice fethedilen topraklarda yüzlerce araba dolusu altın, fethedilen ülkelerden gasp edilerek Makedonya ülkesine taşındığını da ekleyelim.

SÖMÜRGECİLERİN DOĞUDAN, BATIDAN AVRUPAYA TAŞIDIĞI ALTINLAR
(Hemen aklımıza başka bir altın sevkiyatı geldi. Büyük İskender’in doğuda işgal ettikleri topraklardan yüzlerce arabalarla sevk edilen altınlardan, daha berilere 1850 yıl kadar beriye Kolomb’un Amerika’yı keşfine 1492 doğru gelelim. Kolomb, ilk kez bastığı Amerikan topraklarını gördüğünde, burasının yeni bir kıta olduğunu bilmiyordu, Büyük İskender’in vardığı Hindistan’a başka bir yoldan vardığını sanıyordu. Onun için ilk ayak bastığı Karaip Denizindeki adalarına, “Hindistan’a vardım” diyerek  “Batı Hint Adaları” dedi (Oysa Hindistan Karaip Denizine binlerce km uzakta idi) . Şimdi de Kolomb’un anısına, bu adalara aynı adla anılır.
Neyse biz yine söylemek istediğimiz altına dönelim. Kolomb ve daha sonraki yıllarda gelen Avrupa’lı kâşifler, Astekleri, Mayalari, İnkaları ve Kızılderileri gördüler. Bu vahşi görünüşlü insanlar da, hayatlarında hiç görmedikleri atlara binmiş, “ellerinde ateş ve ölüm kusan sopalarıyla”  sömürgeci Avrupalıları görünce çok şaşırdılar, “başka dünyadan gelen tanrılar” zannettiler. Onlara taparcasına, kendilerinin hiç değer vermedikler tonlarca altınları onlara verdiler. Oysa o aç gözlü “tanrılar” yani Avrupa’dan gelen maceraperestler (En çok İspanyollar, Portekizliler) sonraları bu topraklarda, insanlık tarihinin en büyük katliamını yaptılar, Avrupa’dan gelen bu gaddar “tanrılar”   milyonlarca Amerikan yerlisini yok ettiler. Büyük İskender doğuda fethettiği topraklardan gasp ettiği yüzlerce araba dolusu altını Avrupa’ya doğru götürürken, bunda 1850 yıl sonra da Avrupalı sömürgeciler Amerikan yerlilerinden gasp ettikleri gemiler dolusu altınları doğuya (Avrupa’ya) sevk ettiler.)

BİLİM VE ALTIN
Öğretmenine On Araba Dolusu Altın Hediye - Cevat Kulaksız
Her neyse altın bizi nerelere götürdü, altın, tarihin her devrinde her zaman bir itibar eşyası ve gasp edilen ziynet olarak günümüze kadar saltanatını sürdürmektedir. İnsanoğlu, namus kadar altına değer vermiş onun için nice savaşlar, barışlar, gasplar, hırsızlıklar yapmıştır.  Biz yine devam edelim.
Platon’un (Eflatun M.Ö. 427-327) [3] öğrencileri arasında, hocasının izinden körü körüne yürümek istemeyen bir genç vardı. (İslam dünyasının ikiyüzlü hocaları da, “hocanın dediğini tut gittiği yoldan gitme” telkininde bulunurdu. Bir hekimin oğlu olan bu genç, ruhun bedensiz yaşayabileceğine kolay kolay inanmıyordu. Kalpten sıcakkan çıktığını, bunun, hayatı, dolayısıyla da ruhu devam ettirdiğini babasından işitmişti bu genç. Ama taşın, ateşin, havanın nasıl bir ruhlu olabileceğine aklı ermiyordu.
Ağaçta belki bitkilere özgü bir ruh olabilir. Bu ruh bilinçsizdir ve duymaz. Yine de ağacı yaşatır, büyütür, meyvelerdeki çekirdekleri olgunlaştırır ve bunlardan yeni ağaçlar yetiştirir. İyi ama taş yaşayamaz, toprağın sularıyla beslenmez, doğurmaz.
Bu şüpheli öğrenci Aristoteles’di.
Akademi’de yıllarca okuyan Aristoteles’in; kendisine soru sormayı ve cevap vermeyi, tartışmada gerçeği elde etmeyi, eşyalardan kavramlara yükselmeyi öğreten hocası Platon’a saygısı vardı. Platon da öğrencisini çok takdir ederdi. Ama Aristoteles için sık sık “öbür öğrencilere mahmuz gerekirken, ona gem gerekiyor” derdi.
Platon onu, nedensiz ruhların, eşya kavramlarının eşyalar olmadan, onlardan ayrı olarak yaşadıkları mevcut olmayan bir masal dünyasına götürürken, Aristoteteles buna inatla direnirdi.
Cesur ve dürüst bir genç olan Aristoteles, yaşı ilerledikçe şu sözleri daha sık tekrarlıyordu: “Platon benim için değerlidir, fakat gerçek daha değerli.”
Aristoteles, akademiyi bırakıp kendi yolundan yürümüştü. Dünyayı sadece akılla, kapalı gözle kavramanın imkânsız olduğu,  Aristotteles’e gün gibi açıktı.
Bilmek için bakmak, işitmek, duymak gerek. Duymayan bir kimse, ne bir şey bilir, ne de bir şey anlar. Aristoteles’e göre hayvanlar da duyuyor. Kimileri gördüklerini ve duyduklarını hatırlıyor bile.
Hayvan ateşin yaktığını bildiği için ateşe yaklaşmaz.
Demek oluyor ki, hayvanlarda da bellek ve sınama vardır.
Sanat ve bilim, ancak insanlarda sınamayla doğar.
Ateşin yaktığını, sınayarak bilen insan topraktan yaptığı çömleği ateşte pişirir ki, bu da artık sanattır.
Çömlekçi, bunu bir alışkanlık olarak yapar. Ateşin niçin yaktığını düşünmez. Bilginse, olayların sebeplerini bilerek hareket eder.
Ve Aristoteles şu sonucu çıkarıyor: “Bilim sebeplerin bilinmesi demektir.
Bilinmeyen bir insanı, bilinmeyen her şey şaşırtır. Çocuk, kurgulu oyuncak niçin hareket eder, diye şaşar. Oyuncağın sırrını bilense, oyuncak asıl hareket etmezse şaşar.
Bilenle bilmeyen arasındaki fark işte budur.
Eşyaların “hikmet-i vücudu” nedir?
Aristoteles, bu soruyu ilk soranın kendisi olmadığını bilir. Sabırsız bir adam, kendisine miras kalan sandığı nasıl açarsa, Aristoteles de filozofların kitaplarını öyle açar. Bu kitaplarda altın gibi değerli, dünyayı aydınlatan ne kadar çok fikir var! Fakat altının yanında bakır da az değil.
Ve Aristoteles altını bakırdan, gerçeği yanlıştan ayırmaya koyulur.
Eski filozofların, daha her zaman açık ve doğru düşünmeleri kanısına varır. Bunlar savaşmasını bilmedikleri halde, ara sıra isabetli darbeler indiren acemi savaşçıları hatırlatıyor.
Aristoteles, ilk filozofların her şeyin aslını madde saydıklarını görür. Her şeyi teşkil eden o madde ki, eşyaları doğurur ve yok edilince aslına döner.
Aristoteles, günümüzden 2350 yıl kadar önce, dünyanın bir tepsi gibi yuvarlak olmayıp küre şeklinde olduğunu sezer. Denizcilerden Kutup Yıldızının, kuzeye giderken ufukta yükseldiğini, güneye giderken de alçaldığını işitmişti. Dünya yamyassı bir yuvarlak olsaydı, hiç böyle olur muydu?
Aristotetels, duvarla lamba arasına konan bir elmanın gölgesi nasıl duvara düşerse, ay tutulması olayında da aya dünyanın dairevi gölgesi düştüğünü ve bunun için de dünyanın elma gibi toparlak olduğunu düşünür.
Öğrencilerden bazıları, “dünya hala bir küre şeklinde” düşünemiyorlar. Akılları bunu bir türlü almıyor. “İyi ama”, diyorlar,”dünya top şeklindeyse, demek alt tarafımızda insanlar baş üstünde yürüyorlardır. Sonra, gemiler de dünyanın eğri yamaçlarına nasıl yükselebilirler, niçin aşağı kaymazlar mı?”
Aristoteles Öğrencilerin bu safça itirazlarını gülümseyerek dinler. Öyle ya, biri için aşağı olan, başka biri için yukarıdır. Dünyanın küre şeklinde olduğuna, Aristoteles’in şüphesi yoktur.”  Aristoteles’ten 2000 yıl sonra bile insanoğlu, dünyanın sarı öküzün boynuzları üstünde olduğuna ve dünyanın tepsi gibi düz olduğuna inanıyordu.
  Aristoteles, Atina’nın jimnazyumlarından [4]  biri olan lisenin kapalı galerilerinde gezinerek öğrencileriyle konuşmaktan pek hoşlanır. Bunun için Atinalılar kendisine ve öğrencilerin “peripatesiyenler”, yani “gezinenler” lakabını takmışlardı.
Aristoteles ve öğrencileri, giderken durup geri döner, sonra yine ters yönde giderler. Tek bir sözünü kaçırmamak için öğrencileri geride kalmamaya uğraşırlar Dönüşlerdeyse saygıyla çekilip hocalarını öne bırakırlar.
Öğrenciler hocalarına ardım ederler. Aristoteles, devlet hakkındaki kitabını yazabilmek için yüz elli sekiz Yunan devletinin düzenini incelemek zorunda kalmıştır. Yazdığı kitapların sayısı bine yakındır. Bu ancak Aristoteles gibi bir devin yüklenebileceği muazzam bir iştir. Yine de öğrencileriyle yardımcıları olmasaydı, o bile bu işle başa çıkamazdı. Bu küçük odu gerçek yolunda günden güne ilerledikçe ilerlemiştir. Bunların bu gezinmeleri askerlerin seferlerine benzer. Başkomutan (Aristoteles) askerlerin (öğrencilerine-yardımcılarına) şu ödevi vermiştir:
“-Bilim adamlarının dünya hakkındaki ayrı ayrı gözlemlerini ve bunlardan çıkardıkları sonuçları bir araya getirip toplamak”.
Bu bilim üç yüz yaşındadır. (M.Ö.) Bu bilim üç yüz yaşındadır. Ve altıncı, beşinci ve dördüncü yüzyıldan beri geçen bu üç yüz yıldan, ne kadar çok bilim adamı gelip geçmişti. Bunların her biri bir temel atmış ve üzerinde bir şey kurmuştur.
Bitkiler tarihiyle, Aristoteles’in en iyi öğrencisi ve taraftarı Teofrast, bilim tarihiyle Evdem uğraşır. Aristoksen denge kanunlarını, Dikearh da coğrafyayı inceler…
Öğrenciler her gün lisede toplanır. Aristoteles onlarla konuşurken yetiştirdiği birinci ve belki de en iyi öğrenciyi, çoğu zaman üzülerek hatırlar. Bu öğrenci bilim adamının barışçı silahını, askerin kesin kılıcıyla değiştirmişti.

ANTİK ÇAĞDA ÖĞRENCİNİN ÖĞRETMENE ON ARABA DOLUSU ALTIN HEDİYESİ
Öğretmenine On Araba Dolusu Altın Hediye - Cevat Kulaksız
Günümüzden 2400 yıl önce bir hükümdarın oğlunun öğretmenine verdiği hediye.
Aristoteles (MÖ 384-322) Makedonya Kralı II. Filip (MÖ 382-336)  kendisine şu satırları yazdığı zaman gençti:
“-Oğlum İskender’in (MÖ 356-332) senin zamanında doğmasına izin verdikleri için tanrılara şükürler olsun. Çünkü senin eğitiminle, tahtımın layık bir mirasçısı olacağını umuyorum.”
Bir hükümdar çocuğuna, hele bütün dünyaya hükmetmek isteyen bir hükümdar oğluna öğretmenlik etmek kolay değildir.
Büyük İskender’in Aristoteles’ ve bilime saygısı vardı. Öğretmenine sekiz yüz talant [5] altın armağan etmişti. Bunlar o kadar çoktu ki, on arabayla taşınamamıştı. Aristoteles bu altınlarla birçok kıymetli elyazmaları satın almıştı.
İskender, hükümdar olmayıp da öğretmenini dinlemiş olsaydı, şimdi öbür öğrencilerle birlikte lisenin ağaçlı yollarında bilge kişilerin yolunda gezinirdi. Öğretmeni onu, yeryüzünün bir ucuna kadar götürmekle kalmayıp, gökte parıldayan uzak yıldızlara, uzayın ölçülmez derinliklerine götürürdü ve İskender dünyayı, yalnız kendisi ve Makedonya için değil, bilim için, bütün insanlık için fethetmiş olurdu.
Oysa İskender, atlı askerleri ile dünyayı fethetmek istiyordu. Yola çıkarken bütün kölelerini, bütün çiftliklerini dostlarına dağıttı. “Peki, sana ne kaldı” diye sorduklarında, “umut” dedi.
Hindistan’a kadar ülkeler fethedince, dünyayı fethettim sandı, Oysa Hindistan’dan öte insanlar ve dünya parçaları olduğunu görünce, hayal kırıklığına uğradı, geri döndü.  İskender’in ordusunun yağma ettiği altınları binlerce araba batıya taşıyordu.
İlk Çağın insanları dünyanın sınırının doğuda Hindistan’a kadar, batıda da Cebelitarık boğazına kadar olduğunu sanıyorlardı.
İskender, yeryüzünün ne kadar büyük olduğunu bilseydi, onu fethetmeye kalkışmanın akılsızlık olduğunu anlardı.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com                                                                   

SONNOTLAR


[1]İnsan Nasıl İnsan Oldu M. İlin- E. Segal Say Yay. 1995  Sf 240-241-242

[2] ARİSTOTELES ya da kısaca ARİSTO Eski Yunanca /aristoˈtelɛːs/; Yeni Yunanca ˌaris̩toˈ   (MÖ 384 – 7 Mart MÖ 322) Antik Yunan filozof. Platon ile Batı düşüncesinin en önemli iki filozofundan biri sayılır. Fizik, gökbilim, ilk felsefe, zooloji, mantık, siyaset ve biyoloji gibi konularda pek çok eser vermiştir.
Aristoteles adının Türk Dil Kurumu'nun yabancı özel adların yazılışı kuralına göre Arapça ve Farsça eserlerden yapılan çeviriler ile Türkçeye yerleştiği Aristo şeklinde yazılması önerilse de her iki ad da Türkçe akademik kaynaklarda yaygın olarak kullanılmaktadır.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Aristoteles
             
[3] PLATON ya da İslam dünyasında Eflatun olarak bilinen (Yunanca  Plátōn); MÖ 427 - MÖ 347), Antik klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur. Bu akademi aynı zamanda günümüzdeki modern üniversite oluşumunun başlangıcı olarak da kabul edilir. Platon, akıl hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte bilim ve Batı felsefesinin temellerini attı. Platon, aynı zamanda Sokrates'in öğrencisiydi. Sokrates'e dair bilgilerin çoğu Platon'un diyaloglarından edinilmiştir. Asıl adı Aristokles  olan düşünür, geniş omuzları ve atletik yapısı sebebiyle, Yunanca Platon (geniş) lakabı ile anıldı ve tanındı.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Platon
[4] Antik Yunan ve Roma'da içinde beden etkinlikleri yapılan spor etkinliklerinde bulunulan yapı, stadyum)
[5] TALENT (Latince: talentum, Antik Yunancadan: τάλαντον "ölçek, tartmak" ) Antik bir Ölçü birimi. Genellikle bir anfora ya da bir ayak küp hacminde su miktarını ifade eder. Bir ayak-küp suyun görece değişkenliği nedeniyle genellikle 27 kg ya da 60 İngliz pound'una karşılık gelir.
Babilliler ve Sümerler tarafından kullanılan bir sisteme göre 60 şekel bir mina'ya ve 60 mina ise bir talent'e eşitti. Talent'in mina'ya olan 1:60'lık oranı Antik Yunanistanda, bir Attik talent yaklaşık 26 kg olcak şekil de mevcuttu. Bir Yunan mina'sı değişkenlik göstermekle birlikte yaklaşık 434 ± 3 gram'dı. Yine Romalılar da 100 libra'ya bir talent adını vermişlerdir. Bir Roma libra'sı Yunan mina’sının dörtte üçüne tekabül ettiği için bir Roma talent'i 1.25 Yunan talent'inen eşittir

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget