Ağustos 2015
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

İnsanlığımzdan Utanıyoruz - Güner Yiğitbaşı
Zaman zaman yaşadığımız bazı olaylar sebebiyle insanlığımızdan utandığımız anlar  oluyordu, ama son aylarda yaşadığımız ve yaşamaya da devam edeceğimiz insan aklıyla ve düşüncesiyle alay eden, karşıdaki bir  insan değil de hayvan olsa dahi kabul edilmesi imkansız,  akıl almaz olayları, söylemleri, insan davranışlarını ve sorumsuzluklarını görüp yaşadıkça, emin olun ki, insanlığımızdan utanmaya başladık, insanların; bu kadar robotlaştırılabileceklerini, akıl ve düşüncelerini kullanmaktan aciz kılınabileceklerini, gözlerinin kör edilebileceğini, utanma duygusundan yoksun hale gelebileceklerini düşündükçe, insanlığımızdan utanıyor ve Dünyaya insan olarak gözümüzü açtığımıza sevinemiyoruz.

Aslında, o kadar karamsarız ki; kendi kendimize, aptal Güner, niçin yazıp duruyor ve boşuna çaba sarfediyorsun, doğruları yazıp da eline ne geçecek, doğrulardan anlayan var mı, seni okuyanlar, zaten senin düşüncende olan aklını kullanabilen insanlar, senin düşüncende olmayan, doğruları göremeyen, aklını kullanamayan gözleri kör olan kitle, seni okusa dahi ne değiçek? Otur oturduğun yerde, senin tuzun nasıl olsa kuru, bak keyfine, bir daha yazı falan yazma diyoruz.

Ama yapamıyoruz, aslında, bir daha yazmamayı da düşünmedik değil.Bu yazımızın başlığı, az daha, “Bundan sonra yazmıyorum” olacak ve yazı yazmamaya karar verecektik, ama yapamadık, yazmayacağız deriz, birkaç gün sonra yazmak zorunda kalırsak, okurlara karşı yalancı duruma düşmekten korktuk doğrusu.Biz işte böyleyiz, okurlarımızdan ve herkesten önce de, Allahtan korkarız.Yalanın, ahlaken ve dinen ayıp ve büyük bir günah olduğuna inanırız.

Düşünebiliyor musunuz?

Bu ülkede can güvenliği, kamu düzeni kalmamış, seçim güvenliği hiç yok, hergün birkaç güvenlik görevlisi şehit ediliyor, buna rağmen, kaçak saray sakininin zorlamasıyla, ülkemiz 1 Kasımda erken seçime gidiyor.

7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidardan düşen AKP, yine de en fazla oyu alması nedeniyle, koalisyon kurmakla görevlendiriliyor, ancak, kaçak saray sakininin zorlaması sonunda, ne CHP, ne de MHP ile anlaşıp bir koalisyon kurulamıyor.

AKP'den istenenler; yolsuzluk ve rüşvet iddialarına ilişkin  dosyaları açalım, kaçak saray sakinini, Anayasal yetki sınırları içine çekelim, AKP cevap veriyor, hayır bu koşulları kabul edemeyiz, koşulsuz gelirseniz anlaşabiliriz.Aslında muhalefetin istediği bu koşullar, demokrasinin,Anayasanın ve yasaların şart koştuğu olmazsa olmaz koşullar olup, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerine giderek faillerinden hesap sorulması, dindar geçinen AKP'lilerin de inandığını düşündüğümüz İslam dininin emrettiği ahlak ve din kurallarıdır.

AKP'nin koalisyon kurmakla yetkilendirilen lideri Ahmet Bey, bu gerçekleri ters yüz ediyor ve koalisyonun kurulamamasının sorumluluğunu, CHP ve AKP'ye yükleme arsızlığı içinde, elimden geleni yaptım ama, CHP ve MHP yanaşmadılar, bir koalisyon hükümeti kuramadım diyebiliyor.Bunun la da yetinmiyor, kaçak saray sakininin aldığı seçimlerin yenilenmesi kararının zorunlu gereği olarak kurulan geçici seçim hükümetine de girmediler diyerek, MHP ve CHP yönetimini suçlama haksızlığında ve  insafsızlığında bulunuyor.

Ahmet Bey; geçici seçim hükümetinin, Anayasanın 114.madesi gereğince kurulan ve  ana işlevi, ülkeyi seçime götürmek olan bir formalite hükümeti olduğu gerçeğini çarpıtıyor ve muhalefet partilerini, ülke yönetiminden kaçmakla suçluyor. Aslında, ülkenin uzun nefesli dört yıl devam edecek bir koalisyon hükümeti ile yönetilmesini ve ülkeye hizmet edilmesini önleyen, Tayyip Bey'in güdümündeki Ahmet Bey'in ta kendisidir. Bir benzetme yapacak olursak;MHP ve CHP, Ahmet Bey'e, gel apartman yapalım uzun süre kullanalım diyor, Ahmet Bey ise, hayır,önümüzdeki kışı geçirmek için geçici olarak bir çadır kuralım, gerisini sonra düşünürüz diyor.Benim halkımın büyük bir ekseriyeti de, aklını ve fikrini kullanarak bu gerçekleri göremiyor veya görmek istemiyor..

MHP lideri BAHÇELİ'nin yaptıklarına gelince; BAHÇELİ, ne istediğini bilmiyor.Amacı, iktidar olmak olan bir siyasal partinin mi, yoksa, başkalarına yardım götüren Kızılay Derneğinin mi Başkanıdır, farkında değil. Kendi partisi kadar  80 milletvekili çıkaran HDP'yi yok sayıyor ve HDP saplantısı yüzünden, muhalefetin çoğunlukta olmasına rağmen, Meclis Başkanlığını, toplamda muhalefete göre azınlıkta olan AKP'ye hediye ediyor, BAHÇELİ'nin bu hediyesi, kırılma noktası oluyor ve Ahmet Bey ile onu perde arkasından idare eden Tayyip Bey, bu sayede rahat bir nefes alarak, seçimlerin yenilenmesinin ve meclisin işlevsiz bırakılmasının yolu açılıyor. Benim saf halkım, Allahın ihsan ettiği akıllarını kullanarak, BAHÇELİ'nin AKP'ye yaptığı bu kıyağı ve bu kıyaktan istifade ederek ülkeyi erken seçime mecbur kılan Ahmet ve Tayyip Beyler'in bu ihanetlerini göremiyor.

Sözüm ona, 30 Ağustos Zafer Bayramını kutluyoruz, Zafer Bayramı nedeniyle, kaçak saray sakini kaçak sarayda bir resepsiyon düzenliyor, bu resepsiyonun baş konukları olmaları gereken, zaferin mimarları, kurtuluş savaşının komutanları ATATÜRK ve İsmet İNÖNÜ başta olmak üzere, zaferin diğer komutanlarının isim ve esameleri okunmuyor, kurulacak dev ekranlarda kurtuluş savaşının görüntüleri eşliğinde bu savaşın ve zaferin sahiplerinin görüntülerine yer verilmiyor, bunun yerine, kaçak sarayda Selçukludan Osmanlıya ismiyle hazırlanan görüntülere yer veriliyor, kutlanan; yıkılan Osmanlının yerine, onun küllerinden yeniden kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun temelini oluşturan kurtuluş savaşının destanı ve bu destanı yazanların zaferi olmasına rağmen, yıkılan Osmanlının reklamı yapılıyor ve Osmanlı hayranlığı körükleniyor.Kaçak saray sakini, alışık olduğumuz konuşmalarından birisini daha yaparak, AKP'nin, kaçak sarayının ve kendisinin reklamını yapıyor.30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle verilen resepsiyonda; Zafer Bayramı fon olarak kullanılarak, Osmanlı, AKP, kaçak saray ve muktedirin şahsı,öne çıkarılıyor. Resepsiyona katılanlar da, bu rezalete figüran oluyorlar.

Zafer Bayramı fon yapılarak, kaçak sarayda verilen bu resepsiyonun bir konuğu var ki, evlere ve partilere şenlik. Eski bir din adamı,hem de amir kadrosundan, emekli bir müftü.Adı, İhsan ÖZKES, eski CHP Milletvekili.Yaklaşık beş ay kadar önce Meclis kürsüsünden yaptığı ateşli bir konuşma ile kaçak saraya ve sakinine veriyor veriştiriyor, kudurmuş gibi bağırarak eleştiriyor.Kaçak sarayı israf sarayı olarak nitelendiriyor, Peygamberimiz sağ olsa kaçak saraya gitmezdi diyor, terbiye yoksunu aynı İhsan ÖZKES, insanlığını unutarak, Zafer Bayramı nedeniyle kaçak sarayda verilen resepsiyona katılıyor ve bu kez, kaçak sarayı ve sakini Tayyip Bey'i övüyor, kaçak sarayı savunuyor, peygamberimiz ve Atatürk sağ olsaydı kaçak saraya gelirdi diyebiliyor.Ölmüş Peygamberimize ve ATATÜRK'ümüze iftira atıp, onlara hakaret ediyor.Bu terbiyesiz, dört beş ay araylı yaptığı birbirine taban tabana zıt bu konuşmalarıyla, aklımızla alay ediyor, dinimize ve halkımıza da, adeta hakaret ediyor.

Akıl,fikir ve izan sahibi, ahlaki değerlere sahip, gerçek iman sahibi bir  kişi olarak etrafımızda ceryan eden bütün bu olup bitenler karşısında, gel de insanlığından utanma ve karamsar olma.

31/08/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat


Yapılanın tam tersini yapanlar için 180 derece dönüş yaptı derler…
Halk diliyle bunun adı “tornistan” dır…
Bugün bağımsız olan eski CHP milletvekili, eski Müftü İhsan Özkes’in yaptığı tam da budur…
CHP sosyal demokrat bir parti olduğu için din adamlarının çok nadiren milletvekilliğine talip olduğunu biliyoruz…
Anımsadığım kadarıyla, eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan, İlahiyat Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve 2011-2015 seçimlerinde seçilen İstanbul Milletvekili eski Müftü İhsan Özkes’tir…
Lütfi Doğan hep öyle kaldı…
Yaşar Nuri Öztürk ayrılarak ayrı bir parti kurdu…
İhsan Özkes eski Müftü olmasına karşın, kendisini laik Cumhuriyete inanan, Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş biri olarak tanıtarak, tüm demokrat ve aydınların beğenisini kazandı…
CHP Milletvekili iken, CHP lideri "Ben Kur'an'la büyüdüm, Kur'an'la yaşıyorum" diye Recep Tayyip Erdoğan tarafından eleştirilirken…
Yanıt İhsan Özkes’ten geliyordu. “Recep Tayyip Erdoğan Kur'an'la büyüdüğünü, Kur'an'la yaşadığını söylüyor. Kuran'la büyüyüp, Kur'an'la yaşadığını iddia eden birinin, Kur'an'ın hırsızlığı  haram kıldığını, yolsuzluğu haram kıldığını, rüşveti haram kıldığını, kul hakkı yemeyi haram kıldığını, israfı haram kıldığını, baskıyı ve zulmü haram kıldığını bilmesi gerekmez mi? Kuran’la yaşadığını iddia eden birinin bu ilahi emirlere harfiyen uyması gerekmez mi?"
Ayni İhsan Özkes CHP Milletvekilliğinden istifa ettikten sonra başka şeyler söylemeye başladı…
Örnek mi?
30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle Cumhurbaşkanının Kaçak Sarayda verdiği kabul törenine katılan Özkes, “30 Ağustos nedeniyle Sayın Cumhurbaşkanımızın verdiği resepsiyona katıldım diye bana hücum edenleri Allah ıslah eylesin. Saray'da 30 Ağustosta şehit olanlar ve tüm şehitler için Kur'an-ı Kerim okundu dualar edildi. Bu arada Saray'ın mescidinde namaz kılmak da nasip oldu, Orada Kur'an dinledim, namaz kıldım, ayıp mı, günah mı? Benim CHP'de iken söylediklerimi bırakın, ben artık vallahi de billahi de 'CHP'li İhsan Özkes' değilim, ben İhsan Özkes'im lütfen kabullenin. Sanki bir ayıp işlemişim bir günah işlemişim gibi saldıranlara Allah akıl fikir versin nedir bu Tayyip Erdoğan düşmanlığı? Allah ıslah etsin.”
Özkes’in bu değerli!! Açıklamasının yorumsuz bırakmamak için birkaç söz söyledikten sonra, okuyucuların yorumuna bırakıyorum…
-CHP’den Milletvekili seçilip, verdiğim vergilerden 4 yıl maaş alan ve hala almakta devam eden sen, durup dururken gösterdiğin bahanelerle 180 derece dönüş yaptığın için Allah seni ıslah etsin…
-Kuran okumak, dinlemek ve namaz kılmak, günah olmadığı gibi sevaptır. Ancak bunun yeri laik Türkiye Cumhuriyetini temsil eden Cumhurbaşkanının Kaçak Sarayı değil, camiler ve mescitlerdir. Bunu istismar edenleri Allah ıslah etsin…
-Başına taş mı düştü? Tayyip Erdoğan’ı yerden yere vururken birden sevdalısı oldun…
İhsan Özkes, ufukta görünen odur ki milletvekilliği tatlı geldi kapağı AKP’ye atmak niyetindesin ve bu nedenle aydınlara, cumhuriyetçilere çamur atıyorsun…
Bunun adı halk diliyle TORNİSTAN’dır…
Evet, sevgili okuyucular bundan sonraki yorumlar sizden…

31.08.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Halkın devletle ilişkileri yasalar, yönetmelikler ve kurallarla düzenlenir. Yasalar yaşamın her alanını kontrol eden kurumları ve onların halkla ilişkilerini tanımlar. Devlet ve halk, iki taraflı bir sorumluluk bağlamında, yasa ve yönetmeliklerle tanımlanmış kurallara uyarlar.

Kaos devletten başlar - Doğan KubanBu karşılıklı ilişkide emir alan ve veren yoktur. Devlet memuru üst, halk alt değildir. Halk bir hak satın almaz. Yasanın kendine verdiği hakkın gereğinin yerine getirilmesi için gerekli işlemi sorumlu memurla birlikte yapar.
Demokratik olmayan, halkın ve memurun görgüsüz ve eğitimsiz olmalarına bağlı olarak, birbirlerini veren ve alan olarak gördükleri az gelişmiş ülkelerde, yani henüz uygar olmamış toplumlarda, vatandaşlar kendilerinin yasal haklarını, işi bu hakkı vermek olan sorumlulardan, muhtardan, polisten, gümrükçüden, belediye ya da bakanlıktan alırken, bunu bir lütuf olarak görüyorlarsa, o ülkede bazı mekanizmalar çalışmıyor demektir. Bu da despotizmin, nepotizmin ve sonunda diktatörlüğün işaretidir. Gelişmemiş toplumlarda buna paralel sayısız kuralsızlık, sorumsuzluk ve hepsinden kötüsü, rüşvet yerleşir.
O zaman hiyerarşinin başından başlayarak, jandarma çavuşuna kadar herkes zorba olabilir. Kuşkusuz her insan zorba değildir. Bu olasılık toplumsal gerilimi azaltır. Fakat dejenere olmuş bir sistem bu eğilimi her an gösterebilir. Kavram olarak zorbalık devlet kontrolünün bir güç (eski deyimi ile tahakküm) aracına dönüşmesidir.
ZORBALIK TEPEDEN BAŞLAR
Bugün Türkiye’de pek çok bürokratik işlem, halk için ürkütücü ve panik uyandırıcıdır. Zorbalık küçük memurdan başlamaz. Çok daha yukarılarda başlar. Aşağıya iner. Halkın yasal hakkının gasp edilmesi anlamı taşır. Bu dejenerasyon akımına kapıldığı zaman her sistem rüşvet, yeğencilik, torpil, iltimas vb. gibi kötülüklerle dolar. Yani sağlıklı çalışmaz.
Toplumun kültür ve uygarlık düzeyi yükselmedikçe, özellikle halkı yüzyıllar sürmüş dayatıcı sistemler içinde yaşamış ülkelerde, devlet zorbalığı, hepimizin bildiği bir korku ortamı yaratır. Bu korku ortamı zorbalığın besleyici aşısıdır. Korku, düşüncenin özgür ifadesini, kendiliğinden kısıtlar. Köyde muhtarı eleştirirsen o da sana gerekli bir yazılı belgeyi vermez. Özgür düşüncenin kısıtlanması zorba idarenin başta gelen özelliklerinden biridir.
Bürokrasinin bu özelliği kendiliğinden kaos doğurmaz. Bazı hallerde bir düzenin devamına yardım eden otoritenin sağlanması için yararlı olduğu da düşünülür. Fakat bu sadece otorite kurallara saygılı olmak anlamına gelirse doğrudur.
Bürokrasinin, zaman içinde, devletin halka zorbalık etme aracına dönüştürülmesi zorba devleti oluşturur. Bu toplumun yavaş yavaş kendine güvenini yitirmesine neden olur. Çünkü her işiniz önünüze çıkan devleşmiş bir zorbanın iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olacaktır. Bu ezilmiş halk ürkek bir sürü gibi davranır. Türkün kentlere yeni göçmüş ezik halkı ile 18. 19. yüzyılların devrimler yapmış eğitimli Avrupa toplumları arasındaki temel fark budur. 20. yüzyılda uygar Alman toplumunun zorbalığa nasıl boyun eğdiğini düşünürseniz, Türk halkının bugünkü ezik boyun eğişi şaşırılacak bir durum değildir. Kul toplumunun torunları az eğitimli ve fakir oldukları zaman zorba bir yönetime karşı çıkamazlar.
AVRUPADA HİÇ BİR DEVRİM OSMANLIDA OLMADI
Türk toplumu tepeden gelen çoğu şeye boyun eğmiş, iyi ya da kötü diye genellikle direnmemiştir. Avrupa’daki hiçbir devrim Osmanlı tarihinde olmadı. Savaşlarda ölen halk, Kurtuluş Savaşı’nı yapan halk, Cumhuriyet Devrimlerine katılan halk, bunlarla beslenen halk, bunlar sahip çıktığına ilişkin hiçbir işaret vermeden 1950’de iktidarı Bayar-Menderes ikilisine vermiştir. Kulluktan daha yeni kurtulmuş olan halkın kendi tarihinin bilincinde olmadığının bundan daha açık kanıtı olamaz. Kore’ye asker olarak gönderilmesi de doğru yorumlanması gereken garip bir olgudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu gelişmelerin sadece bir iç karar sonucu olduğunu kabul etmek olanaksızdır.
1950 sonrasındaki 50 yıllık toplumsal gelişme bugünkü durumu yaratmıştır. Bu gelişmeler analizi zor ekonomik, politik ve kentleşmeye bağlı sayısız kültürel komplikasyon içeren olgulardır. Ve bunlarda Ortadoğu politikasını uygulamaya koyan ABD etkisi kesindir.
Irak Savaşı ve AKP iktidarı bu gelişmelerin arkasındaki gücün kim olduğunu kanıtlar. Bu değişim bugüne kadar süren bir iç montajın, bugün paralel denen ve olasılıkla başlangıcında da aynı adla kurulan ikili bir dış kökenli iktidar komplosunun Irak savaşından önce ayrıntılı olarak kurulduğuna işaret ediyor. Ordu içinde ve dışında, gazeteciler ve aydınlar arasında yapılan acımasız müdahale ve buna yandaş olan kalemlerin birdenbire ortalığı sarması bunun kesin gösterisidir. Son günlerde o davaları gören savcıların yurtdışına kaçması ise tarihin bir onayıdır. Hatta bugün çok eleştirilen devlet üyelerinin savunma tedbirleri kişisel paranoyadan çok paralel yapıya, yani dolaylı olarak ABD korkusuna bağlanabilir.
SINIR TANIMAZ KEYFİLİK
Fakat bu su altındaki politik gelişmelere paralel, başka bir iç paralel politika yapısı ortaya çıkmıştır. Bu sınır tanımaz bir keyfilik ve yasa dışılıktır. Bu en tahrip edici etkisini kentleri ve özellikle İstanbul’u yok eden inşaat sektöründe göstermiştir. Bunun ülke için öldürücü sonucu sanayi gelişmesini kösteklemesi, kent planlamasını yok etmesi, meclis otoritesini sıfıra indirmesi, eğitim sistemine getirdiği ağır bir ortaçağ vurgusudur. Kaos bu günkü iki taraflı bir korkuya dayanan, oraya buraya yalpalayan sistemin durumudur.
Bu gelişmelerin yurda getirdiği kargaşanın farkına varanların tepkileri ise ancak Gezi olaylarında ortaya çıkmıştı. Halkın bu değişiklikten haberi olduğunu da 2015 Haziran seçiminde öğrendik. Bir Osmanlı subayı olan babam Türk halkının olaylara tepki hızını hem komik hem acıklı bir hikâye olarak yineleyip dururdu.
Bu bağlamda Türk halkını suçlamak doğru olmaz. Çünkü köyden kente ancak son elli yılda gelen bu halk yeni uyanan bir İslam toplumudur. Aydını, politikacısı, üniversite hocası da dahil, çağdaş uygarlık düzeyinde olmayan bir 20. yüzyıl ürünüdür. Sayıları az olmasa da, bu tablonun dışına çıkabilecek aydınların sayısı ülke nüfusuna göre çok sınırlıdır.
Avrupa’nın 500 yılda gerçekleştirdiği devrimleri 1923-1938 arasında 15 yıla sığdırdık. Kuşkusuz bu ‘toplum devrim yaptı’ anlamına gelmez. İslam dünyasında, sömürge aşamasından geçmeden, devrim yapan tek ülke olan Türkiye, cumhuriyet, halk egemenliği, demokrasi, laiklik, çağdaş eğitim, devrimler yapan, sanat ve müzik eğitimi yapan tek ülkedir. Mustafa Kemal, onun için, sadece İslam dünyasının değil, dünya tarihinin de en büyük devrim lideridir. Buna en hızlısı sıfatı da eklenmelidir. Anadolu halkının buna katılan gencecik insanları da benim Anadolu okullarında öğretmenlerimdi.
‘TÜM İNSANLIK’IN DIŞINDAKİLER
Sevgili okuyucular, Halk satıldığının farkında olmaz. Müslüman halkların o düzeyde çağdaş kültürü sınırlıdır. Kentsel çevrenin görkemi Batı ürünü, beyin yıkama yerli üründür. Bu durum yeni sömürgeciliğe ve despotizmin cehalete yaslanan düzenine uygundur. Milyarlarca insan kimsenin umurunda değil. Tarih boyunca sadece bir sürü olarak bırakılanlar ‘Tüm İnsanlık’ kategorisine üye olamamışlar. İnsanların çoğunun yaşamı, şimdi biraz daha iyileşmiş olsa da, bir sürünme idi. Fakat iletişim uyuyanları uyandırdığında fırtına olacak!
Sevgili okuyucular,
Olasılıkla bu dünya düşünemeyen canlılar için yaratıldı. Akıl, evrimin yanlış attığı adımlardan biri olabilir. Ama düşünenler sorgularlar, eleştirirler, direnirler. Tarih boyunca farkında olmayan milyarlara değil, aydınlanmaya başlayanlara yardım edin. Onlar da yüzlerce milyon.
Asıl insani dayanışma budur.

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Köpeğin Mirası - Cevat Kulaksız
Erzurum folkloru, ülkemizin yüz akı âşıkların, barların, halayların olduğu, işgal görmüş bunun felaketi sonunda destanlar, ağıtlar yaratılmış Dadaşlar diyarının sesidir, sazıdır, sözüdür. İşte Erzurum’un yetiştirdiği ozanlar, halk âşıklarının atışmaları öylesine sevecen, öylesine, felsefe, mizah yüklü ki, eğlendirirler, güldürürler, düşündürürler dinlemeye doyamazsınız.
Ta Orta Asya’dan beri halk ozanları, halk âşıkları, önceleri otağ çadırlarında, yollardaki kervansaraylarda, köy odalarında, çeşitli muhabbet toplantılarında, acılı günlerde sanatlarını, hünerlerini halka sunarlardı. 16. Yüzyılda Kanuni Devrinde kahvehaneler açılmaya başlayınca, “âşıklar kahvesi” geleneği yaygınlaşmaya başlamış, âşıklar buralarda halka duygu ve düşüncelerini sazlarıyla sözleriyle yaymaya devam etmişler. Günümüze kadar devam eden âşıklar kahvesi geleneğinde halk âşıkları ellerinde sazları ile atışmalar yanında, destanlar, öyküler, fıkralar anlatırlar, dinleyenler bu muhabbete doyamazlar.
Türk Folklorunun daha da gelişmesi için, Kültür Bakanlığımız Kırşehir’deki Abdallar Geleneği ile Erzurum’daki Âşıklar Kahvesi geleneğini yaşatmak için teşvik edici, koruyucu çalışmalar yapmalıdır.
İşte bunlardan aşağıdaki fıkrayı, 11 Mayıs 2013 günü Ankara AKM de 2. Erzurum Günlerinde Erzurumlu saz âşıklarından Âşık Çerkezoğlu, Âşık Nuri ile atışmalı sohbetinde anlatmıştı. Dinleyenler hayran kalmışlardı. Biz de bandan çözerek size sunma gereğini duyduk.
Köpeğin Mirası - Cevat Kulaksız
 Erzurum’lu bir çobanın, sahibine, onun koyun sürüsüne öylesine çok bağlı-sadık bir köpeği varmış. Bu köpekle çoban on yıl yaşamışlar. Sahibinin koyun sürülerini, hayvanlarını, ağılda, dağda, bağda kurda, kuşa, hırsıza karşı canı kanı pahasına korurmuş. Sahibi bu köpekten çok memnunmuş ve onu her şeyden çok severmiş. Bu zaman içinde, çobanla köpek arasında öylesine dostluk oluşmuş ki, bu vefalı köpeği çok seven çoban, köpeğine demiş ki:
 “- Ula Çomar! Bana çok hizmetin dokundu, ben senin iyiliğini unutamam, bundan sonra şu kara koyun senin olacaktır, ahtım olsun ki sana veriyorum”.
Aradan yıllar geçtikçe, köpeğine adak adağı koyun peş peşe yavrulamış, onun da yavrusunun yavrusu olarak yavrulama devam ederek 16 tane koyun olmuş, koyun nesli çoğalmış.
On yıl kadar sonra da, her canlının akıbeti olarak, o vefalı köpek ölmüş. Ölen köpeğini çok seven çoban, bu adak adadığı koyun ve yavrularını ne yapacağını düşünmeye başlamış. Ölen köpeğini andıkça üzüntüsü artmış. Bu adak koyunların ne olacağı konusunda kime danışayım diye düşünmeye ve söylenmeye başlamış. “Bunu bilse bilse köyün cami imamı bilir” diye, düşünüp imama gitmeye karar vermiş.

BU ADAK KARŞISINDA İMAM ÇARESİZ
Öyle ya, verilen söz, verilen adaklar konusunda imamların hassas öğütleri, vaazları vardır.
Ölü köpeğin sahibi, doğruca imama gitmiş olanı biteni, verdiği adak koyunu, yavrulayarak artma olayını, adak konusunda ne yapacağını imamdan rica etmiş.
İmam da, hiç duymadığı bu olay karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırmış, buna ilişkin bir hüküm bulamamış. İmam, vaat edilen, verilen adak konusunda, uyulması için dinin hassas olduğunu biliyordu, ama hiç rastlamadığı, tanık olmadığı bu köpeğe adak konusunda çaresiz kalınca, çobana ilkin şöyle demiş:
“-Komşu, ben böyle köpeğe adak konusunda, ne yalan söyleyeyim, hiç bilgim yok, şimdiye kadar böyle bir adak olayına hiç rastlamadım. Sen bana izin ver, ben din kitaplarından bir araştırayım”.
 İmam, verilen adakların dinen mutlaka yerine getirilmesi gerektiğini biliyordu. Ama böyle bir adak karşısında çaresiz kalmıştı. Saatlerce araştırdı, kara kaplı, ağ kaplı nice din kitaplarını karıştırdı, araştırdı, bir karara, bir sonuca varamadı.

ANKARA GÖRMÜŞ POLİTİKACININ ÖNERİSİ!
Aradı taradı imam, bununla ilgili bir dini hüküm bulamadı. İmam işin içinden çıkamayınca, sonunda köpeğine adak adayan komşusunu çağırtarak ona şöyle dedi:
“-Ben bu, işin içinden çıkamadım, din kitaplarında böyle bir açıklama yok. Ne de olsa  politikacılık yapmış, Ankara görmüş filan…..politikacıya bir danışalım”, dedi.
Köpeğine adak adayan çoban, doğruca o Ankara görmüş politikacının yanına gitti, olayı bir de ona anlattı. O zamane politikacısı da, “demek imam bu işin içinden çıkamadı ha” diyerek, ona şöyle dedi:
“-Bak kardeşim sana bir öğüt, madem böyle bir adak adamışsın,  koyunun birini bir fakire-yoksula ver, birini bir dul kadına ver, birisini camiye ver gerisini de bana getir”…Bilmem sizece de hakçasına bir dağıtım mıdır ,bu paylaşım!...

KÖPEĞİN AKRABASI

Köpeğin Mirası - Cevat Kulaksız
Adakçı çoban, çok sevdiği köpeğinin anısına koyunun birini bir yoksula, birini bir dul kadına, birini de camiye verdi, ama geriye kaldı 13 koyun. 13 koyunu politikacıya götürecek ama “koyunun çoğu politikacıya gitmiş oluyor, diye düşündü ve şöyle söylendi: “Allah Allah bu politikacı köpeğimin akrabası mı ki koyunun çoğunu o alıyor”, diye hayıflandı durdu. Böylece söylene söylene politikacının yanına gitti, ona şöyle deyiverdi: “Sen köpeğimin akrabası mısın da koyunun çoğunu alıyorsun”!
Bunları anlatan Âşık Çerkezoğlu, bunları anlatırken, “Ankara’lı politikacıları tenzih ederim” dese de, âşıkları seyreden, izleyen seyirciler bıyıklarının altından tebessümle değil, kahkaha ile gülüyorlar ve de çılgınca alkışlıyorlardı.
Tam da bu fıkranın anlatıldığı gün, Ankara’da Mecliste iktidar ve muhalefet dört parti,  hiçbir AB ülkesinde görülmemiş, duyulmamış, maaş, ödenek zammı ve nice ayrıcalık teklifini tartışıyorlardı. Dördü bir araya gelmiş, bu olağanüstü ayrıcalıklar için imzaları atmışlar; basın bu ballı teklifi millete duyurunca, üç muhalefet partisi tepkiden çekinmiş olmalılar ki imzalarını geri çektiklerini ilan ediyorlar. İktidar, “attığınız imzadan neden imtina ediyorsunuz”  diyerek hortumcu başılığını ilan ediyor; muhalefet de (yalancıktan) “istemem ama yan cebime koy” tavrı içinde uğraşıyorlardı.
Bu fıkrayı dinleyenlerden bazı vatandaşlar alkışlarken, “bravo âşık cuk oturdu Ankara görmüş politikacı” diyorlardı.
Aşık Çerkezoğlu, sohbet sırasında şöyle bir söz söyledi: (Anadolu’da çoğunlukla erkekler kadınlar için “avrat” sözcüğünü kullanırdı. Aşıklar da, aşağıdaki dizelerde olduğu gibi, halkın dilinden, gönlünden seslendikleri için halk söyleyişlerini kullanırlardı).
“Erzurum’da avrat diye bir laf vardır, gerçi Anadolu’nun her tarafında geçerli. Çok güzel bir avradın varsa evinde, elin düğününe ne gerek var, gir oyna çık oyna. Eğer evinde “ah vah lı huysuz Allahın belanı versin herif li bir avradın varsa, evin delisine gerek yok  gir ağla, çık ağla”; elin oğlu demiş ki demiş. Şimdi ben de diyorum ki:

“Avrat var ki güzellerin güzeli
Avrat var asıra şeytan doğurur,
Avrat var âlimi isyankâr eder
Avrat var fakire imam doğurur.

Avrat var ki göz kaş hilal gibi
Avrat var şekli insan mal gibi
Avrat var söğüt ki portatif saz gibi
Avrat var ki dilinde diken doğurur

Avrat var kendini çekmiş pazara
Avrat var ki gerçeği kendinde ara
Avrat var varlığı topluma yara
Avrat var zehirli yılan doğurur.

Avrat var duruşu bir şey anlatır
Avrat var bakışı kazlı kanadır
Avrat var ki kocasını çok tez kocatır
Avrat var gönlüne zaman doğurur.

“Şimdi farkındayım, içinizden bazıları şimdi tam bizim avradı anladıyo ha diyordur”. (Salondan gülüşmeler)

Avrat var ki belirlenmiş ay gibi
Avrat var ki çene düşük yay gibi
Avrat var ki takmalara tay gibi
Avrat var ki şahi merdan doğurur.

 Avrat var ki gözüne leke bulaşık
Avrat var ki güneşten daha da ışık
Avrat var ki Çerkezoğlu da âşık
Avrat var görene isyan doğurur.

Derleyen:
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com>

Haksızlık etmeyin!!! - Gündüz Akgül
AKP iktidara geldiği günden beri kendisini bir türlü şu müzmin (süreğen) muhaliflerine beğendiremedi…
Ne yapsa nafile (boş)…
Efendim. anayasanın 114/4. Maddesi “Siyasî parti gruplarından alınacak üye sayısını Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı tespit ederek Başbakana bildirir. Teklif edilen bakanlığı kabul etmeyen veya sonradan çekilen partililer yerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden veya dışarıdan bağımsızlar atanır.” diyormuş…
Bu bağlayıcı anayasa hükmüne karşın, Teklifi kabul etmeyen muhalif partilerden 8 milletvekilin yerine TBMM veya dışardan bağımsızlardan değil, (5 CHP’li, 2, MHP’li ve 1 HDP’li) eski AKP milletvekilleri ve bürokratlarının seçildiği savları bu müzmin muhalifler tarafından dile getirilerek Başbakana haksızlık yapılmaktadır!!!
Ben ayni kanaatte değilim…
AKP yandaşı damgası yememek için gelin hep beraber seçilen bağımsızlara bakalım…
1- Dışişleri Bakanlığına, müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun,
2- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına, müsteşarı Ahmet Erdem’in,
3- Gümrük ve Ticaret Bakanlığına, müsteşarı, Cenap Aşçı’nın,
4- Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına, Bakan yardımcısı Kudbettin Arzu’nun,
5-Milli Savunma Bakanlığına, eski AKP’li vekil Vecdi Gönül’ün,
6- Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına, eski AKP’li Ali Rıza Alaboyun’un,
7-Aile ve Sosyal politikalar Bakanlığına, Ayşen Gürcan’ın,
8-Kültür ve Turizm Bakanlığına Yalçın Topçu’nun,
Getirildiğini görüyoruz…
Söyleyin bakalım, bunların hangisi bağımsız değil…
Yine itiraz ettiğinizi görüyorum…
Tamam, itirazlarınız alalım…
1. Şahıs, Anayasaya göre seçimden üç ay önce partili Adalet, İçişleri ve Ulaştırma Bakanlarının istifa edip yerlerine bağımsızların seçilmesi zorunludur. 7 Haziran seçimlerinden üç ay önce bu bakanlıklara, aynı Bakanlıkların Müsteşarları getirilmiştir. Yalnız AKP için değil tüm iktidar partileri üst bürokratları kendi siyasi düşüncesinde olanlar arasında seçerler. Dolayısıyla anayasanın amir hükmü yerine getirilmiştir deme olanağımız yoktur…
2.Şahıs, bu kez de Adalet ve Ulaştırma Bakanlıkların eski müsteşarları ayni göreve devam ettikleri gibi İçişleri Bakanlığına getirilen İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok’un, AKP bürokratı olduğu bir yana yandaş bir AKP’li olduğunu Mısırdaki sağır Sultan bile biliyor…
3. Şahıs, Bağımsız olduğu savlanan Dışişleri, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Gümrük ve Ticaret, Bakanlıklarına ayni Bakanlığın Müsteşarları getirilmiştir.  1. Şahsın belirttiği gerekçelerle bunları bağımsız olarak kabul etme olanağı yoktur…
4.Şahıs, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına, ayni Bakanlığın Bakan Yardımcısı, Milli Savunma, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlıklarına, eski AKP’li Vecdi Gönül ile Ali Rıza Alaboyun getirilmişlerdir. Eski de olsa AKP’li olanları bağımsız kabul etme olanağı olabilir mi?
5. Şahıs, 92 yıllık Türkiye Cumhuriyet tarihinde yine bir AKP İLK’i olarak Türbanlı Prof. Dr. Ayşen Gürcan Aile  ve Sosyal Politikalar Bakanlığına getirilmiş ve basına yansıyan haberlerde, Sayın Gürcan’ın, Bilal Erdoğan ve Esra Albayrak’ın yöneticisi oldukları TURGEV’in Genel kurul üyesi olduğu belirtilmektedir… 
Anlaşıldı beyler…
Her ne koşulda olursa olsun, sizler iflah olmaz AKP muhaliflerisiniz…
Siz diyorsunuz ki 2 HDP’li, Tuğrul Turkeş ve Yalçın Topçu hariç bu resmen bir AKP geçici hükümet kabinesidir…
Ben sizin gibi düşünmüyorum. Geçici hükümet kabinesine alınan bağımsızların tam bağımsız olduğu düşüncesindeyim!!!!
Haksızlık etmeyin!..
İşte bu kadar…

29.08.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Gel de Kınama - Gündüz Akgül
Mustafa Kemal, henüz Atatürk olmadan, şeriatla yönetilen Osmanlı İmparatorluğu’nun, yaşamı savaş alanlarında geçen onurlu ve yurtsever bir subayı idi…
Emperyalistlerin ülkemizi işgal etmesini onuruna, yurtseverliğine yediremediği için, tüm geleceğini tehlikeye atıp, 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkarak,  ırk, din, dil ve mezhep ayırımı yapmadan, yurtsever Anadolu halkına önderlik yapmış ve kurtuluş savaşını başlatmıştır…
Kurtuluş Savaşının önemli köşe taşlarından olan Sivas Kongresini 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında tamamladıktan sonra, 22 Aralık 1919 tarihinde Anadolu Alevilerinin dergâhı olan Hacıbektaş’ı ziyaret etmiştir…
Dönemin Çelebisi Ahmet Cemalettin Efendi ve Dedebaba Postu Vekili Niyazi Salih Baba’dır…
Mustafa Kemal başlattığı Kurtuluş Savaşı için Hacıbektaş’tan tam destek almıştır…
Daha sonra Çelebi Ahmet Cemalettin Efendi’ye çekmiş olduğu telgraf metninde bu desteğin verildiğini şöyle açıklamıştır. “Yolculuğumuz sırasında görüp incelediklerimiz bizlere gerçek koruyucu ulu tanrının yardımıyla meydana gelen kutsal birliğimizin dayanağı olan ulusal örgütün kök salmış ulusun ve yurdun geleceğini kurtarmak için gerçekten güvenilir her güç ve erk durumuna gelmiş olduğunu sevinçle gösterdi. Dış durum, bu ulusal dayanç ve birlik yüzünden Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ilkelerine göre ulusun ve yurdun yararına elverişli bir görünüm almıştır. Kutsal birliğimize, dayanç ve inancımıza güvenerek haklı isteklerimizin elde edileceği güne değin hiç yılmadan çalışılması ve bu bildirimizin köylere varıncaya dek duyurulması rica olunur.”
Türkiye’nin aydınlık yüzü olan Anadolu Aleviler, o günden bu güne kadar, Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimlerinin ödünsüz savunucusu olmuş, Müslümanlığı kabul ettikleri tarihten bu yana, gördükleri tüm baskı ve zulümlere karşın, ibadetlerini Cemevlerinde yapmış ve cenazelerini Cemevinden kaldırmışlardır…
Durup dururken bunları neden yazıyorsun söylediğinizi biliyorum…
Yazılı ve görsel basına yansıyan bir haber bunları yazmama neden oldu…
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Ayşe Yıldırımım 27.08.2015 tarihinde köşesine aldığı haber şöyle;
“Kenan Ceylan, üç gün önce Hakkâri Şemdinli’de şehit oldu. Tokatlı Alevi çocuğuydu. Önceki gün iki ayrı cenaze töreniyle uğurlandı. İlki inançlarına uygun olarak cem evinde yapıldı. Ama askeri ve mülki erkân cem evine gelemezdi. Onun için daha sonra kaymakamlığın önünde “resmi tören” düzenlendi.
Bu ilk değildi.
Barış Aybek, 11 Ağustos’ta Şırnak’ta şehit oldu. Malatyalı bir Alevi ailenin oğluydu. Cenazesi “devlet erkânı katılacağı için” apar topar camiden kaldırıldı.
Özkan Ateşli, 2012’de Foça’da PKK’nin bombalı saldırısında hayatını kaybetti. Aleviydi, ailesi cenazesinin cemevinden kaldırılmasını istedi. İstanbul Haramidere Cemevi’nde cenaze töreni yapıldı. Ama asker, “Devlet cenazesi camide olur” diyerek cenazeyi kaçırırcasına Ataköy Camii’ne götürdü.
“Bu ülkede şehit olabilirsin ama Alevi olarak gömülemezsin” dedirten o kadar çok şehit cenazesi olayı yaşandı ki bunlar bizim duyduğumuz birkaç örnek. Devlet seni Alevi olarak askere alır, savaştırır. Öldükten sonra ise bedenine el koyar ve kendi inancına göre gömer.
Alevi dernekleri yıllardır Genelkurmay’a “Alevi şehitlerimizin cenazesini cemevinden kaldırmak istiyoruz” diye başvuruyor. Aldıkları yanıt ise ‘Bu bir devlet sorunu. Devlet resmi olarak kabul etmeli ki biz de resmi töreni Cemevinde yapalım’ oluyor.”
En zor döneminde büyük önder Mustafa Kemal, Hacıbektaş Dergâhına uğramakta bir sakınca görmezken, şehit olan Alevi askerinin cenaze törenini, Sünni yönetimlerden aldıkları emirle inançlarına göre yaptırma cesaretini göstermeyen komutanları gel de kınama…
Bu nedenle kınıyorum…

28.08.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Padişah Abdulaziz intihar mı etti öldürüldü mü?
Osmanlı tarihinde intihar eden, Avrupa’ya 1867 yılında ziyaret için ilk ve tek giden Osmanlı Padişahlarından Sultan Abdülaziz’in (1830-1876) ölümü üzerinde epey söylentiler, tartışmalar olmuştur. 32. Osmanlı padişahı, 111. İslam Halifesi, ll. Mahmud’un oğlu Abdülaziz’in, kimilerine göre intihar ettiği, kimilerine göre birileri tarafından öldürüldüğü üzerinde halen tartışmalar devam etmekte.

Bir söylentiye göre Mithad Paşa, bazı arkadaşları bir suikast tertip etmiş, Mabeyinci Fahri Bey, Abdülaziz’in kollarından sımsıkı tutmuş da caniler damarlarını kesmişler! Bu bir söylenti ve ifftira olsa gerektir.

Mithad Paşa 1859'da Sultan Abdülmecit'i devirerek yerine Şehzade Abdülaziz'i geçirmek isteyenlerin yargılandığı Kuleli Vakası'nda sorgu hâkimiydi. Kadere bakın ki, bu kez kendisi sanık idi. [i]

Bilindiği gibi, bu dedikodu, söylenti sonrası Mithad Paşa [ii], Damat Mahmut Celaleddin Paşa [iii] Nuri Paşalar mahkeme edilerek hepsi idama mahkûm edilmişlerdi. Kimilerine göre, Abdülaziz intihar etmemiş, bu üç paşa tarafından katledildiği iddiası, yalan olduğu halde, bu üç paşayı saf dışı etmek için 1876 da bir kumpasla, uydurma belge ve tanıkla idam kararı verdirilmiş. Günümüzde 2008-14 yıllarında, Atatürk ve Atatürkçülüğü en iyi koruyan ordu olduğu için, Atatürk ve Atatürkçülüğe karşı olan AKP-RTE iktidarı, orduyu saf dışı bırakmak için kumpas kurup yüzlerce subayı hapse atmışsa (ki bu subayların sonradan hepsinin masum oldukları mahkemece anlaşılmıştır)  ll. Abdülhamit de, sevmedikleri bu paşaları saf dışı bırakmak için uyduruk mahkemede yargılayıp idam kararı verdirmiştir. Yani Abdülaziz intihar ettiği halde, bileğini zorla keserek öldürdüler iddiası ile bu üç paşa kumpasla yargılanmış ve idam edilmişler. Tarih boyunca, nice kumpaslar kurularak nice masumların canı yanmıştır.

Bu konuda Sultan Aziz’in yakınlarından Tahir Efendi, intihar olduğunu şöyle açıklamaktadır:

“Sultan Abdülaziz intihar etmiştir. Öldürüldüğünün katiyen aslı esası yoktur. Bu muhakeme Mithad ve Damat Mahmut Celaleddin Paşalardan intikam almak için uydurulmuştur. Bizim biçare Fahri Beyi de işe karıştırıyorlar. Ben, Sultan Aziz’in hallinin ertesi günü intihar haberini bekliyordum. Bu kadar sene yanında hizmet ettim; onun mizacını, ahlakını bilmez olur muyum”?

1870 yılında, Fransızların mağlûbiyeti ve üçüncü Nabolyon’un kılıcını Almanya Kralı birinci Wilhelm’e teslim ettiğini haber alınca Abdulaziz hayret ve hiddetle şöyle bağırmıştı:

“-Ben Üçüncü Napolyon’un hükümdarlık şerefini tanır, haysiyetini bilir bir adam zannederdim; zerre kadar izzeti nefsi yokmuş; bu ne hayatperestlik? Ben olsaydım başıma bir rovelver (tabanca) sıkar, düşmana boyun eğmezdim!”

Bu fikirde bulunan bir adam, halinden sonra yaşamak ister mi? Zaten bu hakikat daha sonra, zaten bu gerçek meydana çıktı. [iv]

MİTHAT PAŞA’NIN YARGILANMASI KATLEDİLEN ADALET
Padişah Abdulaziz intihar mı etti öldürüldü mü?

Bizde, Ergenekon gibi, nice kumpas davaları vardır; bunlardan, devrin en seçkin aydınlarından Mithad Paşa’nın hileli, kumpaslı yargılanması da bunlardan biridir. Abdulaziz ölmüş, yerine ll. Abdülhamit padişah olmuştu. Tarihler 27 Haziran 1881 i gösterdiğinde Yıldız Sarayı bahçesinde Malta Köşkü’nde duruşma başladı. Mahkemede, 1876 da cunta kurup darbe yaparak, Sultan Aziz’i öldürdüğü iddia edilenleri yargılıyordu. Mahkeme, ll.Abdülhamid’in oturduğu Yıldız Sarayı’nda kurulmuş, mahkemenin padişahın kendi kontrolünde olmasını istiyordu. Mahkeme heyetini de zaten kendisi seçmişti.

Bu mahkeme, bize, R.T. Erdoğan’ın başbakanken, Ergenekon davaları için “ben bu davanın savcısıyım” sözlerini anımsattı. Zaten özel yetkili savcı ve yargıçları kendisi seçmişti. Aydınları kumpasla yargılayan bu iki mahkeme nasıl da birbirine benziyordu.

Yıldız Mahkemesinin başkanı, Davanın 1 Numaralı Sanığı (Mithad Paşa), Tuna Valiliği döneminde, yolsuzluk yaptığı için kadılık görevinden aldığı Sururi Efendi idi. Sanki “öcünü alsın” diye mahkemeye başkan yapılmıştı. Mahkeme başkanının hemen arkasındaki koltukta oturan biri Adliye Nazırı Cevdet Paşa! O da, yenilikçilerin önderi Mithad Paşa ile yıllarca ideolojik kavga eden gelenekçilerin lideriydi. (Sanki Cemaatçi savcılar, yargıçlar, Ergeneoncuları, Atatürkçü aydınları yargılıyor gibiydi)

Sanıkların avukat tutmalarına izin vermediler. Onları savunacak avukatı Adliye Nezareti (Adalet Bakanlığı) seçti. Mithad Paşa avukatı reddetti.

Duruşma salonu yerli ve yabancı gazetecilere açıktı; yalnız yabancıların tercüman getirmesine izin verilmedi! Ayrıca yazılan haberler sansürden geçmek zorundaydı.

İddianamede, 1876 darbesini yapanlar bazı tetikçileri görevlendirerek devrik Sultanı (Abdülmecid’i) öldürdükleri yazıyordu. Ergenekon’daki gibi, öyle gizli tanığa filan gerek yoktu. Bizzat sanıklardan Pehlivan Mustafa, Boyabatlı Hacı Ahmet ve Cezayir’li Mustafa itiraf edip “öldürdük” demişlerdi. Başsavcı Latif Bey şu iddiayı öne sürdü: “Bunlar tek başlarına böyle cinayet işleyemezler, mutlaka darbeyi yapan cuntacılardan emir almışlardır”.  Duruşmada Mithad Paşa’ya söz verildi, ilk sözleri şu oldu:

“Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, böyle bir mahkemeye hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve ülkede fesat çıkarmak gibi bir suçla davet edilmedim. Buraya gelişimin nedeni, milletime ve vatana sevgimdir”. Bu sözleri söyleyen Mithad Paşa, yıllarca valilik, nazırlık ve sadrazamlık yapmıştı.

Mahkeme Başkanı Sururi efendi sertçe araya girerek, “iddianameye ne diyeceksiniz?” diye sordu.

“Yalnız iki yerini doğru buldum” diye yanıt verdi. “Birincisi iddianamenin başındaki besmele, ikincisi ise iddianamenin altındaki tarih!”

Ardından iddianamede 93 yalan ve yanlışın olduğunu söyledi. Bunların görüşülmesini istedi, ama mahkeme buna izin vermedi. Sadece soruları yanıtlaması istendi.

Sanıkların ifadelerinin, sobalarda yakılarak, lağımlara sokulup, aç susuz bırakılarak alındığını söylemek istedi; susturdular. Aksine sanıklar (o üç kişi) padişah tarafından gönderilen kuzu etiyle beslenmişti!

Mahkeme iki gün sürdü; 29 Haziran’da karar açıklandı: İdam.

Aslında her şey önceden kurgulanmıştı. Tıpkı Ergenekon’daki gibi, yandaş basınla yıpratma, itibarsızlaştırma başladı. Bunun başını ll. Abdülhamid’in “beslemesi” Tercüman-ı Hakikat çekti.

İşin en garibi, bu gazetnin sahibi Ahmed Midhat Efendi’yi elinden tutan ilk kişi, dönemin Tuna Valisi Mithad Paşa idi. Ahmed Midhat, ilk gazetesi Tuna’yı onun sayesinde çıkarmıştı. Yine Midhat Paşa, Bağdat Valiliği sırasında da Ahmed Mithad’ı yanında götürüp gazete çıkarmasını sağlamıştı. Sadece onu değil, ağabeyinide yanına almış ve paşalığa kadar yükselmesini sağlamıştı. Ve en acıklısı; adını vermişti.

Ahmet Mithad, gazetesinde bir dönem hamiliğini yapan Mithad Paşa’yı itibarsızlaştırma kampanyasının başını çekiyordu. Günümüzde de öyle değil mi idi? Ergenekon, Oda TV, Balyoz davası, Poyrazköy davası, İstanbul Askeri Casusluk davası gibi davaların kumpas olduğu, yargılanan bu masumlara önceden kumpas hazırlandığı meydana çıkmıştı. Bu davalar başlarken iktidarın yandaş, besleme gazeteleri, uydurma sahte belgeleri, daha avukatlaraın eline geçmeden yayınlanıyor, önceden bu masumlar itibarsızlaştırılıyordu. Devrin en seçkin aydınlarından Mithat paşa da, böyle bir kumpas ve itibarsızlştırma ile yargılanmıştı.

Bir dönem iktidarın gözdesi olan, 1876 Anayasası’nı hazırlayan bu devlet adamı, beş yıl sonra “1 Numaralı Sanık” oluvermişti? Hakkındaki iddianame müthişti: Cumhuriyetçilik idi!

Bu 1 Numaralı Sanık Midhad Paşa idi; sonunda Taif’e sürüldü; ama gönderilen cellâtlarla Taif zindanında boynu kırılarak öldürüldü. Resmi raporlara “sirpençe” hastalığından öldüğü” yazıldı.  [v]

ll.Abdülhamid devrinin istibdat döneminde Namık Kemal ve Mithad Paşa’nın başına gelenler bu topraklarda “aydın ölümüne” sebep oldu; bir daha kolay kolay hiçbir aydın başkaldıramadı;  düzene uydu…

Bunları bilen, Samizdat’ında yazan Soner Yalçın, tutuklu olduğu cezaevinden çıkarken, mazlumların feryadı gibi şöyle haykırıyordu: “Yürüyüş sürecek, biz de Midhat Paşa’lardan, Namık Kemal’lerden aldığımız acıyı başkalarına “ödünç” vereceğiz…” [vi]

Heykelini yaptıran, Avrupa’ya geziye çıkan, Mısır’ı ziyeret eden ilk padişahtır hem

Yazımızı, masumlara zulmedenlerle ilgili aşağıdaki ayetlerle bitirelim. Kendini herkesten fazla Müslüman sanıp, her türlü melaneti yapanlar herhalde bu ayetleri biliyorlardır.

'Sizden kim zulmederse ona büyük bir azâp tattırırız.' (Furkân, 25/19) '... Zalimlerin yaptığından Allah'ın habersiz olduğunu sanma; O, sadece onları (yaptıklarının cezasını), gözlerin dehşetten donup kalacağı güne erteliyor.' (İbrahim, 13/24)

'Mazlumun bedduasından sakının! Zira mazlum ile Allah arasında (duanın kabulüne) hiçbir perde yoktur.' (Zebîdî, V, 303-304.) 'Zulümden kaçının, zira zulüm, kıyamet gününde zalimin karanlıklı bir azaba atılmasının sebebidir...' (Zebîdî, VII, 374

Abdülaziz'in 15 senelik hükümdarlığı boyunca yaptığı bazı yenilikler şunlardır:

    Osmanlı'da ilk kez posta pulu basıldı 1863.
    Bank-ı Osmani-i Şahane (Osmanlı bankası) açıldı 1863.
    Osmanlı donanmasına ilk zırhlı savaş gemisi katıldı 1864
    Osmanlı donanması döneminin en büyük 4. donanması oldu
    Vilayet nizamnamesi ile yeni idari yapı ve bunun uygulanmasıyla meclisler oluşturuldu 1864
    Mekteb-i Sanayi (Sanayi okulu) açıldı 1865
    Darü'l Fünun faaliyete geçti 1868
    Mekteb-i Sultani açıldı 1868
    Divan-ı Ahkam-ı Adliye (Yargıtay) kuruldu (Meclis-i Ahkam-ı Adliye'nin bölünmesiyle) 1868
    Şuray-ı Devlet (Danıştay-Yasama) kuruldu (Meclis-i Ahkam-ı Adliye'nin bölünmesiyle) 1868
    Mecelle yayınlandı 1869
    Dar'ül Muallimat (Kız Öğretmen Okulu) açıldı 1870
    Belediyeye bağlı ilk modern İtfaiye teşkilâtı kuruldu 1871.
    Darü'ş şafakka açıldı 1873
    Mekteb-i Maadin (Maden mektebi) açıldı 1874

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com.tr

DİPNOTLAR

[i]  Kuleli Olayı ya da Kuleli Vakası, Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşen, siyasi tarihimiz içinde ilk kurulan siyasi parti niteliğindeki[1] Fedailer Cemiyeti tarafından planlanan, 14 Eylül 1859 günü bir ihbar sonucu ortaya çıkartılan, amacı Abdülmecid'i devirip Abdülaziz'i yerine tahta geçirmek olan başarısız bir darbe girişimidir.
[ii] (1822-1884), Mahmut Celaleddin (Damat Mahmud Celaleddin Paşa, Mahmut Celaleddin Âsaf, (d. İstanbul 1853 - ö. Brüksel 17 Aralık 1903), Osmanlı devlet adamı, şair, yazar. Kaptan-ı Derya Gürcü Halil Rifat Paşa'nın oğlu, padişah Abdülmecit'in damadı ve Prens Sabahattin'in babasıdır)
[iii] (d. 1836- ö. Taif 8 Mayıs 1884) Osmanlı padişahı Abdülmecit'in kızı Cemile Sultan'ın eşiydi. Midhat Paşa'yla birlikte Abdülaziz'i tahttan indiren hükümet darbesine katıldı)ı.
[iv]  Hatıralarım Ermeni Olaylarının içyüzü Hüseyin Nazım Paşa 2003 sf 87-88
[v]  Daha çok ense, sırt ve kaba etlerde beliren birçok çıbanların birleşmesi ile meydana gelen ve çabuk genişleyen bir çeşit kan çıbanıdır.
[vi]  Samizdat Soner Yalçın Kırmızı Kedi Yayınları 2012 sf 423-424-425

Geçici Seçim Hükümeti Nasıl Kurulur? - Güner Yiğitbaşı
Tayyip Bey'in inadı ve ihtirasları; ülkemizi, seçimlerin yenilenmesi ve yenilenecek olan seçimlere götürecek olan geçici bir seçim hükümetinin  kurulması gerçeği ile yüz yüze bırakmıştır.

Öyleyse, geçici bir seçim hükümeti nasıl kurulur sorusuna doğru bir cevap aramak ve bulmak mecburiyetindeyiz.

Ülkemiz, ilk kez bir geçici seçim hükümeti olgusu ile karşılaşmış olup, bu konuda ülke siyasetinin bir deneyimi bulunmasa da, bu sorunun cevabı, Anayasamızın 114. meddesinde açıkça  yer almaktadır.

Anayasanın 114. maddesinde;

“116 ncı madde gereğince seçimlerin yenilenmesine karar verildiğinde Bakanlar Kurulu çekilir ve Cumhurbaşkanı geçici Bakanlar Kurulunu kurmak üzere bir Başbakan atar.

Geçici Bakanlar Kuruluna, Adalet, İçişleri ve Ulaştırma bakanları Türkiye Büyük Millet Meclisindeki veya Meclis dışındaki bağımsızlardan olmak üzere, siyasi parti gruplarından, oranlarına göre üye alınır.

Siyasi parti gruplarından alınacak üye sayısını Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı tespit ederek Başbakana bildirir. Teklif edilen bakanlığı kabul etmeyen veya sonradan çekilen partililer yerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden veya dışarıdan bağımsızlar atanır.

Geçici Bakanlar Kurulu, yenilenme kararının Resmi Gazete de ilanından itibaren beş gün içinde kurulur.

Geçici Bakanlar Kurulu için güvenoyuna başvurulmaz.

Geçici Bakanlar Kurulu seçim süresince ve yeni Meclis toplanıncaya kadar vazife görür.”denilmektedir.

Anayasanın 114. maddesinde yer alan bu açık hükmü yorumladığımızda;

ilk adım olarak;Cumhurbaşkanı, geçici (seçim) Bakanlar Kurulunu kurmak üzere bir başkan atar.Davutoğlu Başbakan atanarak bu ilk adım gerçekleştirilmiştir.

Geçici Bakanlar Kuruluna, Adalet, İçişleri ve Ulaştırma bakanı olarak,Türkiye Büyük Millet Meclisindeki bağımsız milletvekillerinden veya Meclis dışındaki bağımsızlardan bakan alınır.Normal seçimlerde de,  bu üç bakan, seçim dönemiminde görevlerini bağımsızlara terkederler.

Bağımsız olması gereken Adalet, İçişleri ve Ulaştırma Bakanlıklarına bakan seçme konusunda bir ihtilaf yoktur.

Adalet, İçişleri ve Ulaştırma Bakanlıkarı dışında kalan ve öncelikle bağımsız olmaları gerekmeyen bakanlıklara ise, Mecliste grubu bulunan partilerden, milletvekili sayılarıyla orantılı olarak, bakan alınır. Siyasi parti gruplarından alınacak bakan sayısının belirlenmesi görev ve yetkisi, Anayasamızın 114. maddesine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanına bırakıldığından, siyasi parti gruplarından alınacak üye (Bakan) sayısını, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı tespit ederek, Başbakana bildirir.

Anayasamızn 114. Maddesinde “...siyasi parti gruplarından, oranlarına göre üye alınır.” hükmüne yer verilmiş olduğu için, Başbakan atanan kişi, Meclis Başkanının bidirdiği sayıya bağlı kalmak şartıyla, siyasi parti gruplarına mensup olan istediği  milletvekiline bakanlık teklifinde bulunma yetkisine sahiptir. Siyasi Partilerin; grubumuzdan, bizim istediğimiz kişiyi bakanlar kuruluna üye alabilirsin deme yetkileri yoktur. Başbakan adayının muhatabı, partiler değil, doğrudan, Mecliste  grubu bulunan partilere mensup milletvekilleridir.Beğenseniz de beğenmeseniz de, maalesef, karpuz seçer gibi bakan seçme yetkisi, Başbakana aittir.Ancak, parti disiplini gereği, kendisine doğrudan  bakanlık teklifinde bulunulan milletvekili, bakanlık teklifini kabul etmeyebilir.Bu taktirde, bakanlık teklifini kabul etmeyen veya sonradan çekilen partili milletvekilleri yerine, bağımsız milletvekillerinden veya dışarıdan bağımsız bakanlar atanır.

Anayasanın 114. maddesinde yer alan; “Teklif edilen bakanlığı kabul etmeyen veya sonradan çekilen partililer yerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden veya dışarıdan bağımsızlar atanır.” hükmünde, açıkça, bakanlık teklifini kabul etmeyen veya sonradan çekilen partili milletvekillerinden bahsedilmektedir, bakanlık teklifini kabul etmeyen partiler denilmemektedir. Anayasnın bu açık hükmüne göre, Geçici seçim hükümetini kurmakla görevlendirilen Başbakan'ın muhatabı, Mecliste grupları bulunan parti yönetimleri ve parti tüzel kişiliği değil, doğrudan partili milletvekilleridir.

Bu itibarla, Tayyip Bey'in vesayeti altında geçici seçim hükümeti kurmaya çalışan Ahmet Bey; son yılların, ayların ve  günlerin, Anayasaya uygun en tutarlı davranışını sergilemektedir.Hakkını buradan teslim ediyor ve kendisini kutluyoruz!

Ancak, Anayasanın 114.maddesine uysa da, muhalefet partilerini dışlayan bu usulle bir seçim hükümeti oluşturulması, demokratik ve etik olur mu, olmaz mı? Tartışması, ayrı bir tartışma konusu olup, Anayasanın 114. maddesine uygun olan, Ahmet Bey'in bu hükümet kurma usulünün, bugün Tuğrul TÜRKEŞ sebebiyle MHP'nin yaşamakta olduğu, etik dışı ve muhalefet partilerinin içini karıştıran sonuçlara yol açacağı itirazlarının suçlusu ve muhatabı, Tayyip Bey'in buna dahi uyma becerisi gösteremediği, 12 Eylül darbe Anayasasının 114. maddesinde yer alan bu düzenlemedir.

Şimdi, Anayasanın 114. maddeine uygun davranan Ahmet Bey'i acımasızca eleştirmeden önce, özellikle MHP ve onun lideri BAHÇELİ;  7 Haziran seçimleriyle ellerine geçen fırsatları değerlendirememesinin, çözümsüzlük batağında çırpınmasının ve koalisyonun oluşamamasının ve seçimlerin yenilenmesi kararının en önemli nedenlerinden birisi olan Meclis Başkanlığını bir inat uğruna AKP'ye hediye etmesinin hesabını, milletimize ve Türk seçmenine vermeye hazırlanmalıdır.

BAHÇELİ; politikanın, bir sonuç alma ve çözüm sanatı olduğunu, asla aklından çıkarmamalı, suçu başkalarına atmadan, politik hatalarının günahını yüklenmelidir.

27/08/2015
Güner YİĞİTBAŞIİzmir Barosu Üyesi Avukat


Büyük Taarruz Öncesi Siyasi  Çöküntü - Galip Baysan
30 Ağustos 2015, Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesinin 93’ncü yıl dönümünde, bu büyük olayın öncesinde cereyan eden siyasi olayları ele alıyor ve bazı gerçeklerin asla unutulmaması ve de unutturulmasına izin verilmemesi inancıyla sizlere sunuyoruz.
 Bu gibi inançsız faaliyetlerin en önemli etkisi Meclis’te kendini gösteriyordu. İngiltere’nin “Türk ordusu Saldıramaz” yorumu muhalif kanadı çok etkilemiş gibi idi. Meclis’te sık sık Türk Ordusunun güçsüzlüğünden, bir saldırı yapamayacağından, savaşsız bir sonuca gitmenin şart olduğu görüşünden bahsedilmeye başlanmıştı ve bu görüş gittikçe yaygınlaştırılıyordu. İngilizlerin ve İstanbul’un bu tartışmaların arkasında olmadığını iddia etmek mümkün değildi. Mustafa Kemal durumu şu sözlerle açıklamaktadır:
 “Baylar, Mecliste orduya karşı da bir akım yaratılmıştı. Diyorlardı ki “Sakarya savaşından sonra aylar geçtiği halde ordu niçin saldırıya geçmiyor? Ne olursa olsun saldırıya geçmelidir! Hiç olmazsa dar, belli bir cephede bir saldırı yapılmalıdır ki, ordumuzun saldırı gücü olup olmadığı anlaşılsın!” Bu akıma karşı koyduk.. Muhaliflerin sonradan ortaya çıkan kanısı, ordumuzun saldırı gücü kazanamayacağı noktasında toplandı. Bunun üzerine saldırı biçimini değiştirerek başka bir iddiayı ortaya attılar. “Bizim gerçek düşmanımız Yunanlılar ve Yunan Ordusu değildir. Aslına bakılırsa, Yunan ordusunu bütünüyle yensek de bununla iş bitmez. İtilaf Devletlerini, özellikle İngilizleri de yenmek gerekir. Onun için, Yunan ordusu karşısında az bir kuvvet bırakmak, asıl orduyu Irak kuzey sınırına yığıp İngilizlere saldırmak gerekir. Savaş yoluyla amacımıza erişmek istiyorsak yapılacak iş budur.
Baylar, böylesine anlamsız ve mantıksız görüşlere değer vermedik. Bunun üzerine yeni bir propaganda çıkardılar. “Nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Karanlıklara koskoca bir ulus belirsiz, karanlık amaçlara akılsızca sürüklenir mi?”
Bu propaganda, Meclisten, Ankara siyasi çevrelerinden ordu birliklerine dek yaygınlaştırıldı. Bu karıştırıcı propaganda her araçla orduya yayılmaya çalışılıyordu.
Rauf Bey, sık sık ve gizlice “Hiç olmazsa gerçek durumuna bana söyle. Ordu ne durumdadır? Gerçekten saldırıya geçemeyecek mi?” diye soruyordu.”(1)
Fevzi (Çakmak) Paşa’nın o dönemle ilgili anıları da şöyledir: “Düşmana kuvvetimizi göstermeden hakkımızı tanıtmamız imkânı yoktu. Yunanlılar İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un sözde Halifesi, Mısır Hıdivliğinin sefil salahiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi. Bu vaziyette, onun tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddi bir kuvvet, ciddi bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik.” (2)
Bu sözlerin sahibi Fevzi Paşa’nın şahsında, Türk subayının ruh haline dikkati çekmek istiyoruz. İngilizler, Yunanlılar, Sultan, Bolşevikler, Muhalefet her kesimin söz dinlemesini bekledikleri Mustafa Kemal ve arkadaşları, hepsine üstün gelmek ve ancak o şekilde söz anlatmak mecburiyetinde olduklarının bilincindeydiler.
Olumsuz propaganda faaliyetleri şiddetini artırınca Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden (günümüzde dahi etkinliğini sürdürebilecek) şu ibret verici konuşmayı yapmıştır.
“Baylar bilirsiniz ki Mecliste bu dönemde en çok olumsuz ve karamsar görünenler, bir zamanlar Türk ulusunun kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceği kanısını ortaya atmış kişilerdir. Şunun bunun güdümünü istemekte direnenlerdir… Baylar, maddesel ve özellikle ruhsal çöküş, korkuyla, güçsüzlükle başlar. Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir yıkım karşısında ulusun da duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Acizlik ve duraksamada öylesine ileri giderler ki;  “Biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza olanak yoktur. Biz varlığımızı sınırsız ve koşulsuz olarak bir yabancının eline bırakalım” derler.
Şimdi Baylar, düşmana saldırmak için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan önce, tam üç aracın hazırlığının yeter ölçüde olduğunu görmek istiyorum: Bunlardan birincisi, en önemlisi ve temel olanı doğrudan doğruya ulusun varlığı ve bağımsızlığı için gönlünde, vicdanında beliren ve gelişen istek ve dileklerin sağlamlığıdır. İkinci araç, ulus adına iş gören Meclis’in, ulusal isteği belirmekte ve bunun gereklerini, inanarak uygulamakta göstereceği direnç, dayanışma ve yiğitliktir. Üçüncü araç, ulusun silahlı yavrularından meydan gelip düşman karşısında çıkarılmış bulunan ordumuzdur.”(3)
Ordu beklenen (daha doğrusu beklenmeyen) taarruzuna işte bu baskılı ortam içinde başladı. Saldırı ve hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde yapılmış, Türk halkının tam bir disiplin içinde ve genellikle gece yaptığı intikallerle bütün istihbarat örgütleri atlatılmıştır. Türklerin saldıramayacağından emin olan Yunanlılar, kendilerinin çekilmeye mecbur edilmeleri halinde Batı Anadolu’da Yunan hâkimiyetini devam ettirmek amacıyla; İzmir-Balıkesir arasında bir İyonya Devleti kurarken (30 Temmuz 1922); Trakya’da ki tümenleri ile İstanbul üzerine yürüme hazırlığı yapıyordu. Yunanlılar bu hazırlık içinde iken İngiliz Başbakanı Llyod George 4 Ağustos 1922 günü Avam kamarasında yaptığı konuşmasında Yunanlılara şu sözlerle büyük destek veriyordu.
 “Yunan ordusu, mevziimizi boşaltamayız ve antlaşmada kendilerini koruyacak ne gibi hükümler bulunduğunu öğreninceye kadar halkımızı arkamızda terk edemeyiz dedi. Bu mantıksız değildi. Ne olursa olsun Anadolu’nun bu bölgesindeki azınlıkları etkili bir şekilde korumak gerekmektedir. Bu güvencelerle Ankara’nın sözünü kastetmiyorum. Bu söz Ermenistan içinde verilmişti. Neye yaradı? Tek Ermeni’nin ve Rum’un hayatını kurtarmadı. Himaye, bu bilinen bölgedeki hükümetin anayasası biçiminde ve etkisinde, yeterli bir himaye olmalıdır.”(4) İngiltere Başbakanı, ağzından çıkan bu sözlerle, kurulmakta olan İyonya Devletini tanımış oluyordu. Aynı günlerde Yunanlıların İstanbul’u işgal etme hazırlıkları üzerine İstanbul’daki Müttefik orduları Başkomutanı General Harington: “Yunanlıların İstanbul’u işgal etmeleri halinde Sultan’ın şahsının himaye edilip edilmeyeceğini” soruyordu. İstanbul’a yeni bir kral, daha doğru bir deyimle Yunan Kralı Konstantin, yeni bir imparator olarak gelmek üzere idi.(5)
Mustafa Kemal çok süratli bir imha planı uygulamak zorundaydı. Böylelikle hem düşmanın bir başka savunma mevziinde direnmesine imkân vermeden imhasını sağlamak, hem Batı Anadolu’nun yakılıp-yıkılmasını önlemek ve hem de Yunanistan’ın batılı müttefiklerinin müdahalesine meydan vermeden sonuç almak mümkün olmalıydı. Bütün risklerine rağmen, hazırlanan plan aman vermeden uygulandı. Mustafa Kemal Başkomutanlık Karargâhı diye bir yerde sabit kalmadı, daima en ileri hatlara yakın bulundu ve gelişmelere süratle müdahale ederek sonuca ulaştı.(6)
İngilizler durumu ancak 2 Eylülde anlayabildilerse de Mütareke teşebbüsüne 7 Eylül günü geçebildiler. İstanbul Hükümetine gelince, Büyük Taarruzun nedenlerini kavrayamadığını ileri sürüyor, üzülüyordu. Padişahın bendeleri, Büyük Taarruzun Venedik Konferansını altüst edebileceğini düşünüyorlardı. Böyle bir konferans hazırlanırken, saldırıya kalkışmanın zamanı mıydı? Mustafa Kemalde hiç mi “takt” (yerinde davranma) yoktu.(7)
DİPNOTLAR:
(1)   Söylev-II, s.465–466 (TTK Ankara–1989)
(2)   30 Ağustos Hatıraları, s.22 (Sel yayınları, İstanbul–1955)
(3)  Söylev-II, s.467, 468; Atatürk’ün Gizli Oturumlarda Konuşmaları, s.241–244
(4)  B. N. Şimşir, Sakarya’dan İzmir’e, s.310
(5)  Aynı eser, s.310–311
(6)  30 Ağustos Hatıraları, s.32, 33
(7) Sakarya’dan İzmir’e, s.341, 342

Dr. M. Galip Baysan

Kral çıplak dedi kıyamet koptu! - Gündüz Akgül
Terör belası aylardır yine silahlı eylemlerine başladı ve şehit verilmeyen gün yok gibidir…
Tüm yurttaşlar terörün durdurulması için feryat ederken…
Sorumlu mevkide olanlar, terör sorumluluğundan kaçmanın telaşıyla, tüm sorumluluğu HDP’nin üstüne yıkma kolaylığına kaçmaya çalışıyorlar…
3 yıl önce başlayan ve silahların susmasını, anaların gözyaşlarının dinmesini sağlayan çözüm süreci masasının aniden devrilmesiyle, terör hortlamaya başladığını artık Mısır’daki sağır Sultanda biliyor…
Ne söz veridi de yerine getirilmedi bilmiyoruz…
Şırnak’ta şehit olan Jandarma Yüzbaşı Ali Alkan’ın cenaze töreninde ağabeyi Yarbay Mehmet Alkan’ın "Buradaki vatan evladı daha 32 yaşında. Vatanına, sevdiklerine doyamadı. Bunun katili kim? Bunun sebebi kim? Düne kadar çözüm diyenler ne oldu da sonradan savaş diyor. Saraylarda 30 tane korumayla gezip, zırhlı arabalara binip ’Şehit olmak istiyorum’ diye bir şey yok. Git o zaman oraya git" diye isyan etti…
Diğer bir söylemle “Kral çıplak” dedi…
Herkesin bildiğini, ancak söyleyemediğini söyledi…
Acılı Yarbayın bu çığlığından hoşlanmayan yandaşlar, ak troller linç eylemine başladılar…
Yarbay Mehmet Alkan’ın, Malatya Alevi’si olduğunu, PKK sözcülüğü yaptığını, Paralelci ağzıyla konuştuğunu koro halinde bağırdılar…
Yarbayın suçu büyüktü. Çünkü “Kral çıplak” demişti.
Bu yaygarayı basan ak trollere ve yandaşlara bir sözüm var...
Yiğit ve acılı Yarbay Mehmet Alkan’ın Alevi olduğunu söylemekle akıllarınca Aleviliği küçük düşürmek ve aşağılamak istiyorlar…
Türkiye’nin aydın yüzü ve laik Cumhuriyetin ödünsüz savunucuları Aleviler olmasaydı bu ülke çoktan zifiri karanlığınıza boğulmuştu…
Eğer çocuklarınız aydınlık yüzü görüyorsanız bunu Aleviler ve onlar gibi düşünen aydınlara borçlusunuz…
O acılı şehit ailesi, Alevilere karşı bu aşağılayıcı tutumu engellemek için “biz Alevi değiliz” demek zorunda bırakmanızdan hiç utanmadınız mı?
Dinimizde şehit ailesini küçük düşürmek, hakaret etmek var mıdır?
İflah olmaz, laik Cumhuriyet ve büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK karşıtlarından başka ne beklenir ki…
Sabırlar tükenmiş, insanlar patlama noktasına gelmiştir…
Böyle devam ederse, bundan sonra kralın çıplak olduğunu söyleyenler çoğalacaktır…
Şehit cenazelerinde görüldüğü gibi…
Böyle biline…

26.08.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Dik Dur Mehmet Yarbay'ım - Güner Yiğitbaşı

PKK militanları tarafından şehit edilen J.Yüzbaşı Ali ALKAN'ın, aynı şekilde Jandarma subayı olan ağabeyi Yarbay Mehmet ALKAN'a, kıral çıplak dediği için,AKP ve yandaşları tarafından yapılan sözlü saldırılara hepimiz tanık olduk.

Buradan Yarbay Mehmet ALKAN'a diyoruz ki; seni, PKK'lı, hain ve parelelci ilan eden, aslında bu ülkenin gerçek hainleri olan, ülkemizin azınlığında kalan ve tek adama tapan biatçı güruha karşı sakın eğilme ve dik dur.

Mehmet Yarbay'ım; bu ülkenin, kalplerinde  ve gönüllerinde, Atatürk, vatan ve millet sevgisi olan çoğunluktaki gerçek sevenleri,senin arkanda durmaktadırlar.

1 Kasımda seçimler yenileneceği için, seni bugünden hain ilan edenler ile şimdilik kamuoyundan çekinerek sessiz kalanlar, seçim meydanlarına çıktıklarında, muhtemeldir ki, senin kral çıplak demenin infiali içinde, kendi çevrelerine moral vermek ve tabanlarını bir tutmak için, sana saldıracaklar,adın, sık sık anılacak, soylu ve yürekli çıkışın istismar edilerek vatan haini ve parelelci olmakla suçlanmaya devam edileceksin.

Bunlara hazırlıklı ol ve sakın ola ki korkma,yılma,eğilme ve dik durmaya devam et,.yalnız olmadığını da sakın  unutma.

Mehmet Yarbay'ım; ülke için hiçbir şey yapmadıkları, hiçbir cesaret gösteremedikleri halde, Bakanlar Kurulu Kararı ile sözde Devlet Üstün Hizmet ve Cesaret Madalyası alanlara da kulak asma sakın.Senin, yaşadığın acının da etkisiyle, üstün bir cesaret örneği göstererek, kral çıplak demek suretiyle bu ülkeye yaptığın hizmet, senin arkanda duran ülkemizin gerçek vatansever halkı tarafından, Üstün Devlet Hizmet Ve Cesaret Madalyası ile ödüllendirilmiştir, bunu bilesin.

Herkes şunu iyi bilmelidir ki; bu ülkede gerçekten hainler varsa, bu ülkenin gerçek hainleri;

Bu ülkenin kurtarıcısı ve kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'e kem gözle bakan ve dil uzatanlardır.

Bu ülkenin insanlarını, yalan söylemeyi suç ve günah sayan gerçek dinimiz değil, dinci eğitimlerle çağın gerisinde bırakanlardır.

Bu ülkenin insanlarına modern ve laik eğitim vererek onları yetiştirip,aş ve iş sahibi yapacak yerde, sadaka ve biat kültürü vererek kendilerine muhtaç bırakarak, halkımızı  oy veren nesne konumunda bırakanlardır.

Yanlış ekonomi politikaları uygulayarak, ülkemizi göz göre göre, sürekli dış ülkelere borçlandıranlardır.Ülkemizin milli değerlerini ve varlıklarını özelleştirme adı altında yabancılara satarak peşkeş çekenlerdir.

Sıfırdan iş başına gelerek, meşru olmayan yollarla aşırı derecede zenginleşenler ve Devlet imkanlarıyla başkalarını zenginleştirenlerdir.

Yolsuzluk ve rüşvet iddialarına karşı, aklanma yolunu seçmeyerek, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerlerini kapatıp, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının gölgesinin altında yaşamaktan utanıp çekinmeyenlerdir.

Bu ülkeyi bölmek isteyen PKK  ile çözüm masasına oturmalarına, çözüm ve barış vaadiyle masaya oturdukları PKK militanlarını bu şekilde umutlandırmalarına ve onlara bazı sözleri vermelerine, onların daha da palazlanmalarını sağlamalarına  rağmen, kendi şahsi ve siyasi çıkarları için, bu çözüm iradesini sürdürmekten oy kaygusuyla vaz geçerek, barış ve çözüm masasını devirenlerdir.

Bu ülkenin Anayasasını yok sayan, rafa kaldıran, ülkede yürülükte olan Anayasal Parlamenter sistemi fiilen kaldırarak, fiili ve illegal bir sistem kurarak, bu aymazlıklarına da, doğrudan halk tarafından seçilmiş olmalarını gerekçe yaparak, bu sivil darbenin suçunu da, Türk seçmeninin üzerine atanlardır.

Sayın Yarbay'ım;müsterih olunuz, rütbeniz itibariyle emekli hakkını almış olmalısınız, baktınız, bu halk desteğine rağmen üzerinize gelmeye ve iktidarın tanımadığı yasaları, size uygulamaya kalkıyorlar, şerefinizle istifa edip emekli olur ve halkımızın  arasına katılarak, vatan için çalışmaya devam edersiniz.

Bu satırların yazarı bendeniz de; seksenli yılların sonu, doksanlı yılların başlarında, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinde C.Savcısı olarak görev yaparken, o dönemin faşist Ceza ve Ceza Usul Yasalarına rağmen, demokrat ve hümanist yorumlarla görev  yapmamz ve polislere fazla gözaltı süresi ve dolayısıyla işkence yapma imkanı tanımamamz nedeniyle, dönemin İzmir İl Emniyet Müdürü Şükrü YETİM tarafından, doğrudan zamanın Cumhurbaşkanı rahmetli ÖZAL'a “Bu savcı bize görev yaptırmıyor”,yani,sanıklara işkence yapmamıza ve onları iyileştirmeye zaman tanımıyor gerekçesiyle, şikayet edilmiş ve dört yıllık görev süremizin sonunda da,İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi C.Savcılığı görevinden alınarak, başka göreve atanmıştık. Sonradan değişen, o zamanın faşist yasalarını zorlayarak, insancıl,demokrat  ve hümanist yorumlarla,sanıklardan yana olarak, şerefli bir şekilde yürütmeye çalıştığımız C.Savcılığı görevimizden, albay rütbesine terfimize yaklaşık bir buçuk yıl kala, şerefimizle  istifa ederek emekli olduk ve şu anda avukat ve yazar olarak milletimize hizmet etmeye devam ediyoruz.

Yeri geldiği için, kendi özel hayatımızdan bir paragrafı siz okurlarımla paylaşma gereği duyduğum için özür diliyor ve kahraman Mehmet Yarbay'ımıza, milletimizin, kendisinin arkasında olduğunu tekrarlıyarak, onun kardeşi olduğu kadar bizlerin de kardeşi ve evladı olan şehidimiz Ali ALKAN için, kendisine yeniden baş sağlığı dileklerimizi sunuyoruz.

25/08/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Erkenekon mahkemesi’nin gizli tanığı “Osman’ım”
Yargıçlar, genel hukuk kuralına göre, sanıklara, tanıklara, davacılara aynı mesafede ve aynı tarafsız üslupla konuşur ve davranırlar.

Ama özellikle Ergenekon Savcıları ve Yargıçları, aynı davada hem sanık hem tanık olan Osman Yıldırım’a “Osman’ım”, “Osman Bey” diye okşayarak hitap ediyorlardı. Nasıl bir yargılama olduğunu buradan bile anlayabilirisiniz.

Türk Adalet Tarihine kapkara bir leke olarak geçecek olan Ergenekon yargılamalarında öylesine hukuksuzluklar, öylesine adaletsizlikler yapılmıştır ki, sanki Ortaçağ Engizisyon mahkemeleri sanırsınız.  Yargılamalarda olan bütün hukuksuzluklar,  üsülsüzlülker yapan savcı ve yargıçlar, gerek Adalet Bakanlığına, gerek HSYK una defalarca şikayet edilmişler;  özel yetkili savcılar, yargıçlar, bu itiraz ve şikayetleri tınmamışlar, alabildiğine  hukuksuz işlemler yapmışlardı. Üstelik yürütmenin başı, “ben Ergenekon’un savcısıyım” derken, haksızlık yapan savcıların altına son model zırhlı araçlar vermişler, adeta onları daha da haksızlığa, hukuksuzluğa teşvik etmişler;  ayrıca yandaş basın da bu savcı ve yargıçlara övgüler dizmişler adeta adaleti köreltmişlerdi.

Sonunda, özellikle yüzlerce subay ordu mensubu, gazeteci,  akademisyen, aydınlar perişan olmuşlar,  sahte belgeler,  kurulan kumpaslarla üç beş yıl haksız yere, tutuklanıp hapis yatmışlardı. Bu haksızlığı, adaletsizliği gururuna yediremeyen nice rütbeli subaylar intihar etmişler, nice aileler yıkıma uğramışlar, maddi manevi hak kayıplarına uğramışlardı.  Şimdilerde bu haksızlığa uğrayan mağdurlar,  Ergenekon ve öteki davalardan berat edip aklanmaya başlamışlar, hemen hemen hepsi salıverilirken,  hükümet yetkilileri de tüm bu intikamcı süreçte  “mağdurlara kumpas kurulduğunu, hak kayıplarının olduğunu” söylemeye başlamışlardır. Bu tıpkı Ergenekon kumpasçıları, paralelcilerle birlikte hareket edip, sonunda paralelcileri suçladıkları gibi, savcı ve yargıçları suçlamağa, onları cezalandırmaya başladılar.

Şimdi burada olaya bir teşhis koyalım;  özel yetkili hâkim ve savcılar bu haksızlık ve hukuksuzlukları yaptığı açık. Bunları bu özel yetkili mahkemelere atayan, bu mahkemeleri kuran, gizli tanık olanağını sağlayan hükümet değil miydi?  Tüm bu haksızlıklar, şikâyetler karşısında kös dinleyen, ilgisiz kalan da hükümet değil miydi? Öyleyse, tüm bu haksızlık ve kumpaslara yürütme organı da ortaktır. Bu kumpasçıların maşası olan, militanı olan savcılar da kaçışmaya başladılar.

Aradan yıllar geçmiş, masumlar perişan olmuş, bu mahkemeler kaldırılmış,  suçlunun başı savcılar yurt dışına kaçmış,  şimdi çıkmış müfettişler,  “savcılar gibi yargıçlar da suçlu ve onlar da açığa alınmalıdır” diye rapor veriyorlar.  Peki, bunca haksızlığa, hukuksuzluğa, uğrayan, üst üste şikâyet eden mağdurlar perişan olurken Adalet Bakanı, Başbakan,  bu müfettişler nerede idi.
Erkenekon mahkemesi’nin gizli tanığı “Osman’ım”

Basına yansıyan haberlere göre, Ergenekon yargıçları, daha önceleri kayıt altına alınan tüm duruşmaların görüntü kayıtlarını, aleyhlerinde kanıt olacağı düşüncesi ile sildirdiklerini öğreniyoruz. Oysa bu görüntüler ve öteki deliller silinemez, yok edilemez.
Erkenekon mahkemesi’nin gizli tanığı “Osman’ım”

Başmüfettiş “Yargıçların Da Açığa Alınmasını” İstiyor

Basına yansıyan açıklamalara göre, Ergenekon Davası’nın baş aktörü Zekeriya Öz hakkında yakalama kararı çıkarılırken, “HSYK Başmüfettişi Yunus Nadi Kolukısa’nın, aynı davaya bakan mahkeme heyetinin de açığa alınmasını istediği ortaya çıktı. Başmüfettiş Kolukısa’nın, davayı karara bağladıktan sonra kapatılan İstanbul eski Özel Yetkili 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hasan Hüseyin Özese, üyeler Hüsnü Çalmuk, Sedat Sami Haşıloğlu, Ercan Fırat ve Mehmet Fatih Uslu’nun açığa alınması talebini HSYK 2. Dairesine gönderdiği öğrenildi.  HSYK Başmüfettişi Yunus Nadi Kolukısa, yüzlerce insanın mağdur olduğu Ergenekon Davasındaki hukuksuzluklara ilişkin yürüttüğü soruşturmada ön raporunu tamamlayarak HSYK 2. Dairesine gönderdi.

Edinilen bilgiye göre ön raporda, “Dava sırasında sanıklar tarafından tanık olarak dinlenilmesi istenilen isimlerin dinleme taleplerinin reddedilmesi, duruşma salonunun tavanından aşağıya mikrofon sarkıtılarak, sanıklar ve avukatları arasında savunmaya ilişkin olarak paylaşılan özel görüşmelerin kayda alınması, itirazların reddi gibi kararlarda kes-kopyala-yapıştır uygulanması, usulsüz elde edilmiş delillerin geçerli sayılması, davanın sanıklarının CMK’ya aykırı biçimde gizli tanık olarak dinlenilmesi” gibi gerekçelerle mahkemenin “sistematik biçimde” hukuksuzluk yaptığını” belirtildi.”  [i]

Sonuç olarak, kim ne derse dersin, Ergenekon gibi nice mağdurları perişan eden bu özel yetkili mahkemelerin uygulamaları,  bu hükümetin sorumluluğunda idi çünkü bu dinci paralelci savcı ve yargıçları onlar atadı, mahkemeleri onlar kurdu,  kumpas maşası olan gizli tanık kuralını onlar koydu.  Bu yargılamalar cumhuriyet tarihinde kara bir leke olarak kalacaktır; hukuk fakültelerinde de kötü bir örnek olarak okutulacaktır.

Bu uygulamaları irdelerken, öylesine garip bir gizli tanık olayı var ki, hukuk tarihine kötü bir örnek olarak geçecek cinsten; hırsızlardan, katillerden, ırz düşmanlarından, PKK lı teröristlerinden (Şemdin Sakık –Parmanksız  Zeki) gizli tanıklar seçilmiş. [ii]

Şimdi bunlara bir örnek olarak davaların seyrini değiştiren, mağdurları perişan eden Osman Yıldırım adlı ahlakı düzgün olmayan bir adamın tanıklığını irdeleyeceğiz.

Kim Bu Osman Yıldırım  (Gizli tanık 9")  :

Bir davada hem sanık hem de tanık olan Osman Yıldırım, 1969Kars-Kağızman, Çayarası köyü nüfusuna kayıtlı, evli, üç çocuk sahibiydi. İstanbul Sultanbeyli’de bir kumarhane ye/ kahveye ortak olduğunu söylüyordu.  Sabıka dosyası hayli kabarıktı.

1- Eyüp 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1995/78 sayılı kararı: Kasten adam öldürmeye teşebbüs ve ruhsatsız silah taşımak suçundan 9 yıl 4 ay 15 gün hapis cezası.

2-Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1989/32 sayılı kararı: Ablasını öldürmek suçundan 20 yıl hapis cezası.

3- Kırklareli Asliye Ceza Mahkemesi’nin 1998/225 sayılı kararı: Nüfus kâğıdında sahtecilikten mahkümiyet.

4-Erzurum Ağr Ceza Mahkemesi’nin 1998/391 sayılı kararı: Ablasının kızı öz yeğeni Z.G yi fuhşa sürüklemekten ve fuhşa aracılık etmekten 2 yıl 6 ay hapsi cezası (18 yaşındaki yeğenini Erzurum’da üç ayrı erkeği 200 lira karşılığı satmıştı.)

Kendi beyanına göre 1989 da yakalandı.

Manisa Cezaevi’nde bir yıl, Kars Cezaevi’nde iki yıl yattı. 1993 te tahliye oldu. Bu yıl sonra yine cezaevine girdi.

Bayrampaşa Cezaevi’nde 1 yıl yattı. 1998 de yine ceza alıp hapse kondu.

Kars Cezaevi’nde bir yıl, Yozgat Cezaevi’nde 2 yıl 6 ay, Muş Cezaevi’nde 2 yıl 6 ay yattı. 2000 yılında tahliye oldu. Manisa ve Gaziantep’te askerlik yaptı. GATA‘dan psikolojik bozukluk raporu vardı. 

Alpaslan Arslan, Osman Yıldırım’la bir müvekkili aracıyla 2000 li yılların başında tanıştı. Osman Yıldırım,  hemşerisi Erhan Timuroğlu, İsmail Sagir, Tekin İrşi’yi Alparslan Arslan’la tanıştıran kişiydi. Osman Yıldırım, üçüne de gazeteye bomba atma karşılığı 10-15 milyar lira para alacaklarını söyledi.

Alpaslan Aslan avukatlığını yaptığı bazı icra davalarının takibini eli silahlı sabıkalı Osman Yıldırım’la birlikte yapıyordu. Hatta silahların çekildiği bazı alacak verecek anlaşmazlıklarında bile beraberdiler.

“ Danıştay katili  Avukat Alpaslan Arslan , 19 Nisan 2006 da türban giymiş domuz karikatürü yayınlayan Cumhuriyet gazetesine eylem yapmayı düşündüğü fikrini ilk Osman Yıldırım’a  açtı.  Sonunda hazırlanan bu ekip, Cumhuriyet Gazetesi’ni  hepsi sırayla teker teker bomba atarak saldırdılar. [iii]

Cumhuriyet  Gazetesi iktidara muhalif bir gazete idi, iktidarın da muhalif basına düşmanca tavrı vardı.. İktidarın  polisi de bu bombalama olayını o doğrultuda yanlı soruşturmuş adeta:

Şöyle ki: Emniyet,  Cumhuriyet’i bombalama olayının ne mobese, ne güvenlik kamerası, ne telefon konuşmalarının teknik takibini yaptı; “üzerinde imza, mühür, sayı numarası olmayan polis raporuna göre, eylem sırasında civardaki hiçbir işyerinin kamerası kayıtta değildi. Buna benzer daha başka bilinçli ihmaller vardı. (sf Samizdat 336)

Aynı zamanda Osman Yıldırım, nam-ı diğer "Gizli tanık 9", verdiği yalan ifadelerle Danıştay davasının Ergenekon davası ile birleştirilmesine yol açan kişi idi.

Osman, veya Ergenekon Savcılarının deyimiyle "Osman’ım", Ankara Ağır Ceza Mahkemesi tarafından suçlu bulunup hüküm giydikten sonra birdenbire bombaları kendisine Ergenekoncuların verdiğini hatırladı (!).

Gizli tanıklık yaparak yasanın gizli tanıklara verdiği haklardan faydalanıp serbest bırakılma, maaşa bağlanma fikrini çok sevdi.

Hem yıllarca hapis yatmaktan kurtulacak, hem de bedavadan maaş alıp krallar gibi yaşayacaktı. Bu fikri kendisine Ergenekon Savcıları vermişti.

Osman’ım, Ataşehir'de toplantı yapılan bir evde Veli Küçük'ün talimatı ile bombaları Muzaffer Tekin'den aldığını ileri sürdü.

Danıştay ve Ergenekon davalarının sanıkları işte bu evde bir araya gelmiş oluyorlardı. Bundan dolayı iki dava birleştirilmişti.

Gelgelelim Osman’ım'ın verdiği bilgiler baz istasyonlarından gelen belgelerle duvara tosladı.

Çünkü, Osman’ım'ın "şu gün şu saatte bombaları Ataköy'de falancadan aldım, falancalar da oradaydı" dediği gün ve saatte Osman’ım'ın kendisi dahil adını verdiği diğer kişilerden hiçbirinin Ataşehir'de olmadığı, cep telefonlarının oradan çok uzak yerlerde sinyal verdiği ve konuşmalar yaptıkları anlaşılmıştı.

Ayrıca, yapılan keşifte, Osman’ımın  “toplandık” dediği evi bir türlü bulamıyordu. [iv]

İşte böylesine toplum, Cumhuriyet, Atatürk, düzen düşmanı Osman Yıldırım’a  AKP-RTE nin  Özel seçtiği  “Özel Yetkili Mahkemenin  özel yetkili yargıçları duruşmalarda iltifat ediyor, ona “Osman’ım” diyordu.  Duruşmalarda bazen de “Osman Bey” diyorlardı. 9 Aralık 2009 günlü duruşmayı yöneten Hâkim Hasan Hüseyin Özese, çapraz sorgusu yapılan Danıştay katili Osman Yıldırım’a sürekli “Osman Bey” diye hitap etti… Danıştay katili Osman Yıldırım, ABD’nin Beşiktaş hükümranlık alanında Savcı Zekai Öz tarafından önce “Osman’ım” yapıldı; sevgiyle kucaklandı, şimdi de Ergenekon Hâkimi Özese’nin “Osman Bey”i oldu. Ama kumpasa uğrayan,  zulme, haksızlığa uğrayan nice Ergenekon ve öteki davaların mağdurları, tüm haksızlıkları şikayet ettikleri halde, yeni tanık, yeni kanıt sundukları halde dikkate bile almıyorlar, ne ki avukatlarını tutuklatıyorlardı. Sanki Laik TC nin  Nemrut Mustafa mahkemesi vardı ülkede.

İsterseniz, burada Samizdat’ın  bu tespitlerine ara verip,  bu davalarda en çok mağdur olmuş, en çok haksız yere hapis yatmış, Türk  basın yaşamının en yürekli yazar ve gazetecisi Egün Poyraz’ın  İplikçi kitabına geçelim ve  Osman  Yıldırım  konusunda,  bir feryat gibi yazdıklarına bakalım.  [v]

“….Beraber yürüdükleri yol arkadaşlarının PKK lılar, APO ve Osman Yıldırımlar ve Çeteciler  olduğu çok net bir biçimde ortaya çıkıyordu.

Tayyip ve ekibinin kanlı Danıştay saldırısını Atatürkçü kesime yıkma çabalarındaki baş figürleri  olan Osman Yıldırım, Nisan 2010 un son haftasında Zekeriya ile “sohbete gidiyor”, sohbet çıkışı gazetecilere “ben Bilal-i Habeşi’yim” diyordu. Osman Yıldırım hezeyanlarını öyle bir boyuta taşıyordu ki, kendini ilk ezan okuyan sahabe Hz. Bilal ile bir tutuyordu.

Bu günah, bu ayıp bile tek başına Tayyip’e yeter de artardı bile. Eğer içinde zerre kadar Müslümanlık taşıyorsa…

13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Habeş’in, “ben Cumhuriyet rejimini yıkacağım” şeklindeki sözlerinin yer aldığı görüntüler gösteriliyordu.

……..

Oysa, gericilik pis kokusuyla hemen hissedilir, çirkef sesiyle hemen duyulur, çirkin yüzüyle hemen görülürdü.

Tayyip, Hükümet olduktan sonra “dini kullandık” derken, ona destek M. Ali Şahin’den geliyor, o da “dini biraz kullandık” diyordu.

Tayyip için kullanma ve kullanılmanın haddi ve hududu yoktu. 2000 li yıllarda Star TV de yayınlanan konuşmasın söylediği şu sözler onun ruh halinin bir göstergesi değil miydi?”

“Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cübbesi bile giyerim”.

Ergün Poyraz, İplikçi’ye,  Ortaçağ din bezirgânlarınca 1600 da Roma’da bir meydanda yakılarak öldürülen Giordano Bruno( 1548-1600)’nun şu sözlerini, 400 yıl sonraki bizim din bezirgânlarını ima etmek için sayfalarına alıyordu:

“Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır. Yeryüzündeki kötü insanlar ise iradelerini hakim kılmak için Allah’ı kullanırlar”.  [vi]

   Hak için, davası için feryat eden, sitem eden Pir Sultanlardan beri, davalarımız, haklarımız hepten hak divanına mı kalacak. Bu dünyada hep kumpascılar, çalıp çırpanlar, zulmedenler  mı kazanacak…

DİVANA KALSIN

Ben de şu dünyaya geldim giderim
Kalsın benim davam divana kalsın
Muhammet Ali'dir benim vekilim
Kalsın benim davam divana kalsın

Yorulan yorulsun ben yorulmazam
Derviş makamından ben ayrılmazam
Dünya kadısından ben sorulmazam
Kalsın benim davam divana kalsın

Ben de vekil ettim bar-i hudamı
O da kulu gibi zulüm ede mi
Orda söyletirler bir bir adamı
Kalsın benim davam divana kalsın

Dolanıp çevrilip birgün gelirsin
Ettiğin işlere pişman olursun
Orda da mı Hızır Paşa olursun
Kalsın benim davam divana kalsın

Mümin müslim döşürür de cem olur
Anda sınık yaralara em olur
Kara taş erir de safi mum olur
Kalsın benim davam divana kalsın

Pir Sultan Abdal'ım dünya fânidir
Giden adil beyler gelen ihvandır
Kırkların divanı ulu divandır
Kalsın benim davam divana kalsın

Pir Sultan ABDAL


Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com.tr

DİPNOTLAR

[i]  Kaynak:Asuman Aranca sözcü)
[ii]  Bu yazıyı yazarken yararlandığım Soner Yalçın’ın Samizdat adlı kitabını, yazar, Silivri zindanlarında tutuklu iken elle-kalemle yazmıştır (sf 529) Soner Yalçın gazeteci ve yazardı, yazmadan duramazdı. Ergenekon ve öteki davalardan yatan gazetecilere, yazarlara bir daktilo, bir bilgisayar bile vermeyen adaletimiz, böylece onlara eziyet ediyordu. Oysa aynı devletimizin adaleti, binlerce insanın katili, Diyarbakır Cezaevinde ömür boyu ağırlaştırılmış suçla yatan “Parmaksız Zeki” kod adlı,  hem de Ergenekon’dan gizli tanık Şemdin Sakik’a  bilgisayar veriyordu. Böylece gazetecilere, aydınlara düşman olan iktidarın özel mahkemelerinin özel yargıç ve özel savcıları yargılanmadan, hüküm giymeden Soner Yalçın, Mustafa Balbay, Ergün Poyraz vb nice gazeteci ve yazarları cezalandırıyordu).
[iii]  Samizdat Soner Yalçın Kırmızı Kedi Yay. 2012  sf  234-235
[iv]   http://www.acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=9178
[v]   İplikçi Ergün Poyraz Tanyeri Kitap 2013 sf 323
[vi] İplikçi Ergün Poyraz Tanyeri Kitap sf 324

Hayırlı Cumalar! - Gündüz Akgül
Bilindiği gibi 12 Eylül 2010 tarihinde kamuoyuna sunulan, Anayasanın bazı maddelerinde değişikliği öngören 5982 sayılı yasanın 6. Maddesi ile Anayasanın 53. Maddesinde yapılan değişiklikle, Memurlar ve diğer kamu görevlilerine, grevsiz toplu sözleşme yapma hakkı getirildi…
O dönemde yazdığım 30.07.2010 tarih ve “Referandum Propagandasında Yöntem Hatası” başlıklı yazımda, Grevsiz bir toplu sözleşmenin fazla bir anlamının olmadığı, kararlarının kesin olduğu belirtilen “Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun” da, işçilere uygun gördüğü düşük orandaki ücret artışları ile tanınan “Yüksek Hakemler Kurulu’ndan” farklı olmayacağını açıklamıştım…
O günden bu güne kadar iki yılda yapılan toplu sözleşmelerde alınan sonuçlar beni haklı çıkardı…
2016 ve 2017 yılları için yapılacak toplu sözleşme görüşmeleri 03 Ağustos 2015 tarihinde Hükümet ile Sendika temsilcileri arasında başladı ve bu gün (22.08.2015) anlaşma ile sonuçlandı…
Mevcut piyasa koşulları karşısında yine memurlara ve emeklilere verilen zamlar devede kulak düzeyinde kaldı…
Memura 2016 için yüzde 6+5, 2017 için ise yüzde 3+4 zam yapılacağı ayrıca enflasyon artışının da verileceği açıklandı…
Görüşmelere katılan üç sendika temsilcilerinden KESK ve KAMU-SEN bu zam oranlarını kabul etmeyip protesto ederken, yandaş sendika olarak bilinen ve en çok üyeye sahip olduğu için imza yetkisi bulunan MEMUR-SEN ile hükümet arasında toplu sözleşme imzalandı…
13 yıllık AKP iktidarından önce tüm iktidarlar hiçbir zaman maaş artışlarında %10 altına inmediler…
AKP hep %3-4-5 etrafında dolaşıp durmaktadır…
Bilgileri arşivlemeye meraklı olduğum için 1971 yılında uygulamaya başlanan katsayı tablosu ile aldığım maaşların arşivinden yararlanarak birkaç örnek vermek istiyorum (Örnekler benim maaşıma göre hesaplanmıştır)…
1992 yılı Ocak artışı %27, Temmuz artışı %50’dır…
1993 yılı Ocak artışı %28, Temmuz artışı %58, Ekim ayında taban aylığı katsayısında yapılan artış karşılığı %12’dır…
1994 Ocak, Nisan, Temmuz ve Ekim aylarında kat sayı arttırma sistemine geçildiğinden, Ocak artışı%17, Nisan Artışı %12, Temmuz artışı %0.52, Ekim ayında ise yüksek maaşlarda vergi oranı %30’a çıktığından taban aylığı katsayısı 2925’ten 3575’e çıkmasına karşın (örnek benim maaşımda) 11.000 TL düşüş olmuş (Paradan henüz 6 sıfır atılmamıştı), ancak taban aylığı yükseltildiği için düşük maaşlıların maaşlarında artış olmuştur…
1995 Ocak, Nisan ve Ekimde artış yapılmış. Ocak artışı %15,9, Nisan artışı %20,8, Ekim artışı %44’tur…
Görüşmeler başladıktan sonra 10.08.2015 tarihinde yazdığım “Göstermelik Görüşmeler” başlıklı yazımda, “Toplu sözleşme görüşmelerinin, adet yerine bulsun diye yapıldığını düşünüyorum. Zor durumda olan memurlar ve emekliler adına, bu görüşümde yanılmayı çok isterim.” demiştim…
Ne yazık ki yanılmadım…
Çalışanların tek tesellisi, toplu sözleşmeye konulan bir madde ile kendileri için “Cuma günleri ibadet tatili çalışması yapılacak.” Olmasıdır…
Gerçekten Cuma namazına giden dindarların yanında, Cuma’ya gidiyorum bahanesiyle iki saat mesaiden kaytarmak isteyenlerin de olacağından emin olabilirsiniz…
Yurttaşlar, devletin bekletmesine alışıktırlar…
Sabırla, Cuma’ya giden ve gitmiş gibi yapan görevliyi bekler…
Hayırlı Cuma’lar!... 

24.08.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget