Şubat 2015
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Devrimler değişik bağlamlarda ve tarihi konumlarda her zaman bir yerlerde vardır. Fakat çağdaş tarih içinde ve bildiğimiz Türk tarihi bağlamında bir tane Türk Devrimi var: Bu batmış bir İmparatorluğun Türkçekonuşan halkının Kurtuluş Savaşı sonunda gerçekleştirdiği, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ayakta kalma savaşıdır.

Cumhuriyet Devrimi Neydi, Kim Yaptı?
Bunu yapanların çocukları henüz yaşarken ve bu uğurda yaşamını yitirmiş ya da sonuna kadar bir şey beklemeden yaşamış milyonlar yanında, son yirmi otuz yılda, bu devrimin hiçbir aşamasına katılmamış, bu bağlamda hiç bir fedakarlık yapmamış, hatta olan bitenleri bile öğrenmemiş, ama onun sayesinde köle olmadan yaşayan, kimi sonradan yetmeler, Cumhuriyet Devrimi dediğimiz, İslam dünyasında başka eşi olmayan olağanüstü tarihi olguyu yadsıyan bir söylem ürettiler ve bunu çoluk çocuğa gerçek diye belletmeye çalıştılar. Bu fiyasko ile sonuçlandı ama, toplumun geleceği için umut kırıcı bir politik sonuç doğurdu.
Onun için iyi niyetli, namuslu ve biraz insan sevgisi taşıyanların bu nitelikleri yerin dibine indirmek için çalışan soysuzlara karşı 23-38 yılları arasında Anadolu halkının Cumhuriyeti nasıl kurduğunu anımsamaları gerek. Çünkü bu savaş kişilerin değil Türk halkının savaşıydı.
KURUCULAR KİMLERDİR?
Cumhuriyetin kurucusu, bir simge olarak, Kurtuluş Savaşını kazanan ordunun başkumandanı Mustafa Kemal’dir. Ama onun komutasında çarpışan ordu, onunla birlikte savaşan Osmanlı ordusunun asker ve komutanları, Kurtuluş savaşında ölenler, Anadolu’ya gelen Osmanlı bürokratları, o ordunun inandıkları düşünceleri onlara anlatmış hocaları ve yazarları, ve aşağıda dile getireceğim hikayede görüleceği gibi Anadolu’nun en umulmadık köşelerinde uygarlık davranışları örnekleyen aydın ve çalışkan insanlar, Cumhuriyetin kurucularıdır. Karşı çıkanlar da kuşkusuz oldu. Mustafa Kemal’in dehası var olan bu ulusal potansiyeli yönlendirmek, yeni devlet örgütünü kurmak oldu.
Bugün aptal bir politik tartışmanın konusu olan Atatürkçülük (ya da Kemalizm) Kurtuluş Savaşının yönelim ve amacı değildir. Kurtuluş Savaşının amacı Mustafa Kemal’i peygamber yapmak da olmadı. Öyle olduğun sananlar ya söylediklerini anlamamış, ya da başka nedenlerle çarpıtanlardır.
Mustafa Kemal İlk kurulan partinin lideridir. Arkadaşlarına başka partiler de kurdurmuştur. Ama on yıllık bir devrimi engellemeye çalışanları hoş göremez, devrimi ya da ülkenin bağımsızlığını politik oyunlara kurban edemezdi. Kaldı ki dünya tarihinde böyle aptal bir hoşgörü yoktur.
O sırada Türkiye yüzyıllarca süren bir uykudan çıktıktan ve kendini yok olmaktan kurtardıktan sonra, çağdaş dünyaya katılmak için örgütlenmeğe çalışan bir toplumdu. 2000 yıllık bir göçer ve cehalet çağından çıkan ilk Türk devleti idi. Bunun bugünkü parti söylemleriyle ilişkisi yoktur. Cumhuriyet yanlısı olarak CHP’yi görerek AKP’yi de bir demokrası partisi gibi görmek türünden yorumlar, temelsiz ve yozlaşmış düşüncelerdir.
CUMHURİYETİN AMACI NEYDİ?
Cumhuriyetin amacı 20. yüzyıla kadar bağımsız yaşamış bir halkı, tarihi kimliğini koruyarak çağdaş dünyanın bir üyesi yapmaktı. Bu amaç yaşlı, genç, İstanbullu, Anadolulu, ve kökeni ne olursa olsun, bunu kendi iradesiyle kabul eden iyi niyetli ve namuslu insanlarının çabaları ile gerçekleştirdi. Dilimiz Türkçe idi. Dünya da bizi Türk olarak tanıyordu. O gün, dün, bugün bunu hâlâ anlamamış olanlar tarihin yüzyıl dışında kalmış olanlardır. Ama tarihi değiştirecek güçleri de olmayacak!
Anadolu insanı Cumhuriyetin kuruluşuna nasıl katıldığını çeşitli yayınlardar öğrendik. Bunun özel bir örneğini genç bir doktora adayının yaptığı çalışmada buldum.
Sevgili Okuyucular,
Bu olgu Tokat Müzesi’nin kuruluşu ve halen bu müzede bulunan, 1931 yılında (Harf Devrimi’nden sadece 3 yıl sonra!) Latin alfabesiyle yazılmış bir müze defteriyle ilgilidir. Bu defteri yazan Sivaslı hattat Mehmet Besim Karagülle 1889 doğumludur ve 1928 yılından 1937 yılına kadar Tokat Kütüphanesi ve Tokat Müzesi Müdürlüğü’nü yürütmüştür. Karagülle Tokat’taki tarihi yapılara ilgi duymaktadır ve şehirdeki Selçuklu döneminden kalan binaları, bezemeleri, yazıtları, mezar kitabelerini fotoğraflayıp, bazı yapıların planlarının çizip, bahsi geçen müze defterinde belgelemiştir.
HALKIN KURUCU FAALİYETİ
Cumhuriyet hükümetinin 1926 yılında kurduğu küçük bir kent müzesi olan Tokat Müzesi’nin iskeleti birkaç kişinin çabası ile ortaya çıkar. Türkiye’de bu şekilde birçok müze kurulur. Bunları üniversite mezunu uzmanlar kurmaz. Uygarlığa inanmış yerel halk kurar. Müzenin ilk müdürü Halis Cinlioğlu’ndan sonra Sivaslı hattat Karagülle kendini bu işe adamıştır. Bu insanlar cumhuriyetin kurucularıdır.
Bugün bilmem ne partili, bilmem ne üniversite mezunu sözde uzman, araştırma yapanlara müze arşivlerini açmıyor, bakanlık yöneticileri gerekli çalışmalara ellerinden gelen yardımı yapmıyorlarsa, bu sözüm ona yeniler, ilk cumhuriyetin mütevazi başarılarını kendi çabaları ile bir araya getiren amatörler kadar uygar ve Cumhuriyet amaçlarına daha doğrusu ülkeye yardım etmiyorlar. O alçak gönüllü öncüler bizim cumhuriyetimizin kurucularıydı.
Benim kuşağımın yarısından çoğu küçük Anadolu köylerinden geldiler. İlkokulun üçüncü sınıfını Elaziz’de okudum. Mamuret el-Aziz, Sultan Abdülaziz’in Harput dağının eteğinde ovada kurduğu yeni bir kentti. Orada sadece bir ilkokul olduğunu hatırlıyorum. 1934 yılında o okulda çok genç kadın öğretmenler vardı. İlkokul dördüncü ve beşinci sınıflarını Eğirdir’de okudum. Orada da gencecik, Anadolulu genç kadın öğretmenler vardı. Ortaokulun birinci sınıfını Denizli’de okudum.Orada da bir kaç kadın öğretmenimiz vardı. Onlar da Cumhuriyetin kurucularıdır.
Subaylar, memurlar, hâkimler, hekimler, ilk görevlerini Anadolu’nun bütün köşelerine, köylerine kadar giderek yapanlar da yurdun her yöresinden geliyorlardı. Köy Enstitüleri mezunları, onlar da Cumhuriyetin kurucularıdır. Gazi öldüğü zaman ağlayanlar Cumhuriyetin kurucuları idi.
ÖNCE CEPHEDE ÖLENLER SONRA HALK
Cumhuriyeti önce cephede savaşan ve ölenler, sonra da halk kurdu. Cumhuriyetin okuma yazma bilmeyen kurucu halkı, Gazi Mustafa Kemal Paşanın elinden yeni Cumhuriyetin alfabesini öğrendi.
Halk Partisi politik bir örgüttür. Fakat cumhuriyet düşmanlığının temellerini ilk kez kendi milletvekilleri, hatta kendi partilerinden gelenler attılar. Bundan dolayı Cumhuriyete bir şey olmadı. Fakat cumhuriyeti halka yazı-tura gibi bir seçim oyunu olarak sundular. Halk bunun yaşamsal bir tedavi olduğunu anlamadı.
DEMOKRASİ MASKESİ
1950 İkinci Dünya Savaşı galipleri, Ortadoğu İslam dünyasında,Yahudi devletini kurdukları zaman, ‘tavşana kaç, tazıya kovala!’ oyununun İslam’ın uluslaşamamış halklarını birbirine katan mezhep kavgası manivelasını öğrendi. Buna zorbalık da eklendi. İslam ülkelerinin yöneticilerini de ortak ettiler. Sovyet emperyalizmi de öcü ödevi gördü. Emperyalizm’in en büyük başarısı bu oyunların demokrasi maskesi altında sunulması oldu.
Bunun ilk örneği Demokrat Parti’dir. Ham halkların partileri de ham oluyor. Demokrasiyi yazı tura olarak görmeye devam ediyorlar. Fakat yeni bir şey öğrendiler: Cahil halkları büyüleyen oyuncakları ithal edip halka satıyorlar. Bu Osmanlının esir ticaretine benziyor. Seferden birkaç esirle dönersen, köşeyi de dönüyorsun! Biz Batılı kumarbazlara kumar masaları döşüyoruz. Onlar gelip para kazanıp gidiyorlar. İşin acıklı tarafı bunun propagandasını yerli çevirmenlerin yapması.
Ne güzelmiş Anadolu’nun o alnı öpülesi, alçak gönüllü, inançlı ve dürüst halkı!

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Babuşçu denen bir mahluk var ya hani, Türkiye Cumhuriyetini Osmanlının 90 yıllık reklam arasıdır deme densizliğini gösteren, şimdi de paylaştığı bir twit ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucularından rahmetli İsmet İNÖNÜ'ye hakaret etmiş.

Bu mahluk'un uslanmaya niyeti yok sizin anlayacağınız.90 yıllık Türkiye Cumhuriyetini Osmanlının reklam arası olarak nitelendirme densizliğini gösteren bu kişi için yazmış olduğumuz “ANANIN BACAK ARASINI DÜŞMAN ASKERİNDEN KURTARAN O REKLAM ARASIDIR” başlıklı 16/01/2015 tarihli makalemizi, İsmet İNÖNÜ'ye hakareti nedeniyle bir daha okuyup hatırlayalım.Belki biraz öfkemiz diner.İşte o makalemiz.

26/02/2015 
Güner YİĞİTBAŞI


ANANIN BACAK ARASINI DÜŞMAN ASKERİNDEN KURTARAN O REKLAM ARASIDIR


Tayyip Bey'in, muhteşem zekasıyla, Filistin Devlet Başkanını Aksarayda karşılama töreninde sahneye koyduğu çağ dışı tiyatro gösterisi ile 600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdirilmiş.

AK Parti Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu, böyle buyurmuşlar.

Doksan yıllık reklam arasına sen kurban ol arkadaş.

Sen, yat ve kalk, hasta düşen Osmanlıya doksan yıllık reklam arasını verenlere dua et.

O doksan yıllık reklam arası olmasaydı, yani, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşları, ülkeyi düşmandan kurtarıp çöken Osmanlının küllerinden modern ve laik Türkiye Cumhuriyetini kurmamış olsaydı, annenin bacak arasını, ülkeyi paylaşmaya kalkışan emperyalist düşman askerlerinin saldırısından kim koruyacaktı hiç düşündün mü, sen bugün Osmanlılığın ile övünebilecek miydin?

Dedelerin ve baban, belki de Yunanlı, İtalyan,İngiliz, Fransız olacak ve bugün, Osmanlılığın ile değil, İtalyanlığınla, Fransızlığınla, İngilizliğinle övünecektin.

Ne akılsızca, düşüncesizce ve nankörlükle yapılan bir yorum.Bu yorumu yapanın normal bir insan olması asla düşünülemez.

Sen, Osmanlı mısın, yoksa Türkiye Cumhuriyetinin bir vatandaşı mısın?

Sen, Osmanlı Meclisi Mebusanının milletvekili misin, yoksa Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi'nin milletvekili misin, sahi sen nesin?

Doksan yıllık laik Türkiye Cumhuriyetini, Osmanlı'nın reklam arası olarak nitelendirmek ve Aksaraydaki karşılama töreninde sahneye konulan tiyatro ile Türkiye Cumhuriyeti reklam arasının sonlandığı yorumunu yapmak, Türkiye Cumhuriyetine ve vatanına ihanettir, alçakça bir saldırıdır,

Türkiye Cumhuriyetine yapılan bu hakaret ve terbiyesizlik, asla karşılıksız kalmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyetine bu hakareti ve terbiyesizliği yapan bir kadının; Türk kadını olarak saygı görmeye ve Türkiye Cumhuriyetinin Büyük Millet Meclisinde milletvekili olarak görev yapmaya hakkı yoktur.

Türkiye Cumhuriyetinin Büyük Millet Meclisinde milletvekilliği yapmasına ve göreve başlarken Cumhuriyet değerlerine bağlı kalacağına dair şerefi ve namusu üzerine yemin etmesine rağmen, doksan yıllık Türkiye Cumhuriyetini, Osmanlının reklam arası olarak yorumlayarak değersizleştirmeye çalışan bu zavallının şeref ve namusunu kim kurtaracak bilemiyoruz.

Laik Cumhuriyeti, Atatürk devrim ve ilkelerini bir türlü kabullenip hazmedemeyen ve  Osmanlı özlemi içinde yanıp tutuşan zihniyetin temsilcilerini kınıyoruz.

16/1/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat


Gündüz Akgül: Bu kadarı da olmaz…
Siyasi partiler demokratik siyasi yaşamın vazgeçilmez unsurları olduklarını Anayasamızın 68. Maddesi söyler…
Doğrudur…
Siyasi partiler olmadan parlamenter demokratik sistemden bahsetme olası değildir…
Parti mensuplarının ve partiye sempati duyanların, parti programlarını demokrasi, özgürlükler ve insan hakları göz ardı edilmeden savunmaları en doğal hakları ve ödevleridir…
Ülkenin sorunları, demokrasi ve özgürlükler konusunda insanlar ne düşünüyor konusunda bilgi sahibi olmak için bir yerde izlemek zorunda kaldığımız TV tartışma programları, artık bilgilendirmek yerine strese tavan yaptıracak düzeye gelmiştir…
Bu programların kadrolu iktidar yandaşları, her gözünü yumup, ağzını açtıklarında, AKP kadar ülkeye demokrasi, özgürlük, insan haklarına saygıyı getiren başka bir parti var mıdır? Demektedirler…
Ülke gündemini izlemeyenlere, bu söylemler inandırıcı ve hoş gelebilir…
Gündemi izleyenler ise bu sözler karşısından söz yerinde ise küçük dillerini yutmaktan zor kurtulurlar…
AKP’nin 12 yılı aşan iktidarında, yetkili ve etkili yöneticilerinin karnesine baktığımızda;
-Fertlerin her türlü yaşam koşulların düzenlemeye çalışan…
-Tüm kamu kurumlarının yetkisini tek elden kullanmakta sakınca görmeyen…
-Demokrasinin olmazsa olmazı olan laikliği yerle bir eden…
-Anayasanın koruması altında olan devrim yasalarından Eğitim Birliği Yasasını yamalı bohçaya benzeten…
-Laik bir Cumhuriyet olduğumuzu unutarak, şeriatçı Osmanlıya özenen…
-Özgürlükleri kısıtlayan…
-Demokrasi ile dikta tamamen zıt yönetimler olmasına karşın, tek adam diktasına hızla giden…
-Taraf olmayanı, anında bertaraf eden…
-Cılızda olsa bile sesini çıkaran yazar, çizer takımını işsiz bıraktırıp susturan…
-Yasal eleştiri hakkını kullananları derhal mahkemeye veren…
-Anayasal bir hak olan ve izne tabi olmayan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını yok sayan…
-Yurttaşları benden ve onlardan diye iki kampa ayıran…
-Bunlar yetmezmiş gibi şimdi de TBMM de görüşülen İç Güvenlik Yasa Tasarısı ile polis devletini kurmaya çalışan…
Bir AKP ve yönetici tutumu karşımıza çıkmaktadır…
Demokrasi, özgürlük, insan hakları bunun neresinde…
Biraz insaf diyorum beyler…
Bu kadarı da olmaz…

26.02.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Çanakkale Muharebesi Öncesinde İki Gemi Olayları
Bilindiği gibi, 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan Savaşları sırasında Deniz gücünün ne kadar önemli olduğu anlaşılınca 1912 yılında Deniz Kuvvetlerini yeniden düzenlemek ve geliştirmek amacı ile Dünyanın en güçlü denizcilik ülkesi İngiltere’den Tüm amiral Sir Arthur H. Limpus başkanlığında bir heyet getirildi. Bir yıl sonra da Kara Kuvvetlerini güçlendirmek için yine dünyanın en güçlü Kara gücüne sahip ülkesi Almanya’dan General Otto Liman von Sanders’in başında bulunduğu bir başka heyet geldi.

(Ünlü Liman paşanın gelişi ile ilgili pek az bilinen bir konuyu burada sizlerle paylaşmak isteriz.) Liman Paşa Almanya’da Tümgeneral rütbesinde iken yapılan anlaşma gereği Osmanlı Devleti kendisine bir üst rütbe yani Korgenerallik rütbesi ve Kolordu Komutanlığı görevini verdi. Türk Ordusunu kendi kontrolleri altına almayı hedef almış olan Almanlar anlaşmanın bu maddesinden ustaca yararlanmak istediler ve Alman İmparatoru kendisini vaktinden evvel Korgeneral rütbesine yükseltince, Osmanlı Devleti de onu Müşir ( Mareşal) rütbesi ile onurlandırdı. Ancak artık bu rütbe ile Kolorduya değil bir Orduya komuta etmesi gerekiyordu. (1) Bu nedenle denilebilir ki böylece Üçlü İttifak ve İtilaf grupları arsında çıkması olası bir savaşta, Türk Ordularının Almanya’nın menfaatlerine uygun bir şekilde kullanılması garanti altına alınmış gibi oldu.      

Gelişmesi ve yönetimi deniz Bakanı Cemal Paşanın teşvik ve desteği ile İngiliz Tüm Amiral Limpus başkanlığındaki bir İngiliz heyetine bırakılan Türk Donanmasına gelince; yine her iki savaşta güçlü birkaç gemiye sahip olunmaması nedeni ile Ege Adalarının tamamının Yunanlılara kaptırılması halkı çok rahatsız etmişti. Mevcut Deniz gücünü güçlendirme amacıyla İttihat ve Terakki Partisi bir “Donanma cemiyeti” kurmuş ve Türk halkını bu cemiyete yardımcı olmaya davet etmişti. Türk halkı bu kampanyaya büyük ilgi göstermiş, yaşlısı, genci, talebelerin cep harçlıkları, gelinlik kızların takı ve çeyiz paraları dâhil gönüllü katkıları ile büyük miktarda bir yardım toplanabilmişti.

Balkan Savaşları sonunda Yunan Donanması büyük devletlerin desteğini aldığından işgal ettiği adaların hiç birini iade etmeye niyetli görünmüyordu. Türklerde bu adaları, özellikle Limni, İmroz ve Midilli adalarını Yunanlılardan daha güçlü bir Deniz Gücüne sahip olmadan geri almanın imkânsız olduğunu anlamışlardı. Amiral Limpus ve ıslah heyetinin teşviki ile Brezilya’dan bir gemi almak için faaliyete geçtiler. Halen İngiliz tersanelerinde inşa edilen ve Ocak 1914’de satın alınan bu gemiye Sultan Osman adı verildi, geminin inşaatı Temmuz ayında tamamlanacaktı. Bu gemi ve 1911 yılında sipariş edilen Reşadiye gemileri Türk donanmasına büyük katkı sağlayacaktı. Yunanlılar da daha fazla güçlenmek için harekete geçtiler ve 1912 yılında Almanya’dan modern bir savaş gemisi Salamis’i aldılar. Bunun yanında kendilerine en büyük destek, büyük bir Yunan ve Ermeni dostu olan İstanbul’daki Amerika Birleşik Devletleri Büyük Elçisi Henry de Morgenthau’dan geldi. Büyük Elçi, Cemal Paşanın bütün itirazlarına rağmen aracı oldu ve Yunanistan’ın ABD’den iki modern savaş gemisi Mississipi ve İdaho’yu almasını sağladı.(2)

Sultan Osman ve Reşadiye birinci sınıf modern savaş gemileri idiler. Özellikle 13,5 inçlik toplarla da donatılan Sultan Osman zamanının en güçlü gemilerinden biri haline getirildi ve inşaatı Mayıs ayında tamamlandı. Reşadiye de Temmuz başında hazır hale getirilmişti. (3) Bu gemileri teslim almak için Temmuz ayı başında, Deniz Kurmay Albay Rauf ( Orbay) Bey başkanlığında 500 kişilik bir heyet İngiltere’ye gönderilmişti. Temmuz ayının son günlerinde birden sahneye İngiltere Denizcilik Bakanı Winston Churchill çıktı. Bu gemilerin Türklere teslim edilmemesi gerektiğini hükümet üyelerine bildirdi ve olaya bütün ağırlığını koyarak bedelinin yarısından fazlası ödenmiş iki savaş gemisine el koydu. Olayı Churchill şu sözlerle anlatıyor:

“ 27 Temmuz günü Türkler Almanya’ya bir ittifak teklifinde bulundu, 31 Temmuzda Seferberlik emri verdi ve 2 Ağustosta da Almanya ile bir anlaşma imzaladılar.28 Temmuz günü ben her iki savaş gemisini İngiliz Donanması için istedim.500 kişilik bir Türk mürettebatı ilk gemiyi almak için Tyne’de bekliyordu. Türk Albay gemiyi teslim almak ve bordasına Türk bayrağı çekmek istedi. Bu kritik günlerde (31 Temmuz)  ben bütün sorumluluğu üstlenerek buna izin verilmemesi talimatını verdim. Eğer Türkler gemiyi almak için bir teşebbüste bulunurlarsa bunu silah zoruyla önlemelerini emrettim. Bu kararı sadece İngiliz donanmasının menfaatlerini düşünerek verdim. Bu iki geminin ilavesi İngiltere’nin emniyeti için şarttı. Daha sonraki yıllarda bu kararımdan dolayı çok tenkit edildim.

İki geminin teslim edilmemesinin Türkiye’de hayal kırıklığı yarattığı ve Türkiye’yi bize karşı savaşmaya yönlendirdiği iddia edildi.” (4) İngilizlerin kötü niyetini anlayan Türk heyeti bir atılım yaparak gemiyi ele geçirmek ve gemiye Türk bayrağı çekmek istedi, gemiyi savunan birliklerle Türkler arasında çıkan çatışmada her iki taraftan yaralananlar oldu. Neticede Sultan Osman–1 HMS_Agincourt ve Reşadiye’de HMS Erin adlarını alarak Kuzey Denizindeki İngiliz Donanmasına katıldılar.(5)

Bu olay Dünya ölçüsünde çıkması muhtemel bir savaşta Türk toplumu üzerinde İngilizler ve müttefikleri adına çok olumsuz bir tepki yarattı. En önemlisi de Türkler, artık batının kendilerini tarihi düşmanları Ruslar ve Yunanlılarla birlikte içerdeki en büyük tehlikelerden biri olan Ermeniler karşısında feda etmeye hazır olduklarını anladılar. Çıkacak savaşın sonucunda Antant devletleri kazanırsa Osmanlı devletinin yaşamını devam ettirmesi imkânsız gibi görünüyordu ve Üçlü İttifak adeta Türkiye’yi Almanya’ya doğru iteliyordu.

Churchill bu iki gemiyi Türk Halkının nasıl özlemle beklediğini çok iyi biliyordu. İstanbul’daki Donanmayı geliştirme amacında olması gereken ekip ona her şeyi bildirmişti. Türkler bu gemiler sayesinde Ege’de Yunan, Karadeniz’de de Rus donanması ile baş edebilecek bir durumda olacaklardı. İstanbul’da gemilerle ilgili bir “Donanma Haftası” düzenleniyordu. Sultan Osman Çanakkale Boğazından girer girmez karşılanacak, Amiral Limpus onu karşılayacak, İstanbul’a kadar Türk Donanması ona eşlik edecek ve Denizcilik Bakanı Cemal Paşa Türk-İngiliz dostluğu lehinde konuşma yapacaktı.(6) Churchill’in bu ani, uluslar arası nezaket kurallarına aykırı ve tamamen düşmanca davranışı; bundan böyle İngiliz Deniz Bakanı ile Türkler arasında can yakıcı bir düşmanlığın doğmasına sebebiyet  verdi.

Bu olayın üzerinden bir hafta bile geçmeden ortaya çıkan Göben ve Breslaw olayı ve Türkiye’ye sığınarak İngilizlerin gasp ettiği Sultan Osman ve Reşadiye gemileri yerine Alman İmparatorunun bu iki gemiyi Türk Halkına hediye ettiği efsanesi Winston Churchill ile Türkler arasındaki mesafeyi daha da aralayacaktır. Churchill, daha Türkler savaşa girmeden, Ağustos ayından itibaren önceleri Yunanlılarla, daha sonra Bulgarlarla ve daha sonra da Fransızlar ve Ruslarla Çanakkale Boğazına saldırmak için devamlı bir arayış içinde bulunacak, İngiliz Savaş Konseyi içinde etkinliği en fazla olan Bakanlardan biri olması nedeniyle de sonunda İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan çok güçlü bir filo, 18 Mart 1915 sabahı yani tam 100 yıl önceki Çanakkale Boğazına karşı o  ünlü saldırıyı başlatacaktır.

Savaş başlamadan önce Winston Churchill İngiliz Kabinesinin en Türk yanlısı bakanı olarak tanınırken, acaba neden Gladstone’lar, Salisbury’ler gibi Türk düşmanı olmayı tercih etmişti. Çanakkale Muharebelerinin çok az bilinen yönlerinden biri işte bu, Denizcilik Bakanı ile Boğazlar arasındaki ilişkidir. Bu nedenle denilebilir ki; bütün siyasi varlığını Çanakkale Boğazına sadece Deniz Kuvvetleri ile de olsa saldırıya bağlayan ve Çanakkale Muharebelerinin mimarı olan kişi; Büyük Britanya Deniz Bakanı ve Birinci Dünya Savaşı’nın en ünlü devlet adamlarından biri olan Winston Churchill’dir.


DİPNOTLAR:         
             
(1)    Ali İhsan Sabis: Harb Hatıralarım–1,s.49–54 (İnkılap Kitabevi, 2.Basım, İstanbul–1943)
(2)    Çanakkale Savaşları Sebep ve Sonuçları Uluslar arası Sempozyumu, s.143( Jürgen Rohwer, TTK, Ankara–1993)
(3)    Dawid Wilder: The Chanak Affair, s.24–25 (Hunchinson of london–1969)
(4)    Winston Chuchill: The World Crises, The Aftermath ( Londra-!944)
(5)    Philp J. Haythornthwaite: Gallipoli 1915, Frontal Assault on Turkey, s.6 (London–1991)
(6)    David Fromkin: A Peace The End All Peace, s.56–57 (Avan books, New York–1990


Dr. M. Galip Baysan

Cumhurbaşkanının konuşmalarından rahatsız olunur mu?
Bugün salı olduğu için büroda televizyonumuzu açmış haber kanallarında geziniyoruz, liderlerin grup konuşmalarına rastlarsak izleyeceğiz, Tayyip Bey'i dinlemek hiç hesap da yok.

Her zaman olduğu gibi, sürpriz bir şekilde NTV ekranlarında birden Tayyip Bey beliriverdi, yine konuşuyordu, kendisinin geçiş üstünlüğü var biliyorsunuz, o konuşuyorsa tüm programlara ara verilir ve ona bağlanarak onu izlemeye ve dinlemeye başlarız.

NTV kanalından naklen verilen konuşmasında Tayyip Bey, muhtarlarımızı toplamış ve yine muhalefete verip veriştiren en tarafsız ve birleştirici (!) konuşmalarından birisini daha yapıyordu.

Muhtarların, kılık kıyafetlerine bakıldığında, köy muhtarı olmayıp, mahalle muhtarları oldukları anlaşılıyordu veya biz o kanıya vardık. Tayyip Bey'i coşkuyla dinliyorlar ve zaman, zaman Tayyip Bey'i alkışlıyorlardı.

Sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp durduğu ve konuştuklarının büyük bölümünün gerçeklerle bir ilgisinin bulunmaması nedeniyle, kendisini dinlemekte pek istekli olmasak da, serde yazarlık var ya, Tayyip Bey'in bu konuşmalarından belki bir makale konusu çıkarırız ve bugünkü yazıyı da aradan çıkarırız düşüncesiyle, istemeye istemeye bir süre Tayyip Bey'in konuşmalarına kulak verdik. Bu arada, iyi ki muhtarlarımız var, Tayyip Bey konuşacak muhatap bulamadığında muhtarlarımız imdadına yetişiyorlar düşüncesiyle muhtarlarımızı taktir etmekten de geri kalmadık.

Neyse, konuyu dağıtmayalım, bizim izlediğimiz bölümde Tayyip Bey, muhtarlarımıza dert yanıyordu, benim konuşmalarımdan rahatsız olanlar var dedikten sonra, Cumhurbaşkanının konuşmasından rahatsız olunur mu? Diyerek, muhtarlarımızın fikrini soruyordu.Muhtarlarımızı tek tek ayağa kaldırarak, bu sorunun cevabını almıyordu tabiatıyla. O da, bu sorunun cevabının; “haşa devletlumuz, her şeyin doğrusunu ve güzelini bilen sizin konuşmalarınızdan hiç rahatsız olunur mu?” şeklinde olacağını, kendisinin karşısında diyaloga girilemeyeceğini çok iyi biliyordu!

Konuşmasına devamla, mealen; “Elazığ'a, Malatya'ya gidip milletime hitap ettim, ziyaretlerimi sürdüreceğim, konuşmaya devam  ve milletime teşekkür edeceğim, milletimle arama kimse giremez, girmesine de müsaade etmeyeceğim,bir şiir okudum diye cezalandırıldım ve benim için artık siyaset yapamaz, muhtar bile olamaz dediler ama yanıldılar, ben üç dönem Başbakanlık yaptım ve şu anda da Cumhurbaşkanıyım” dedikten sonra, muhtar olsak dahi artık Tayyip Bey'i dinlemeye sabır gösteremeyeceğimiz için, televizyonu kapatmak zorunda kaldık.

Sonra bir düşündük, “muhtar bile olamaz dediler.” ne demek oluyor? Tayyip Bey'in bu sözlerini dinleyenlerin tümü muhtar, hepsi de Tayyip Bey'in özel davetli misafirleri, kendisinin bir milyon kez tekrarladığı aynı sözleri, sıkılsalar da, hatır için dinliyor ve alkışlıyorlar, “muhtar bile olamaz dediler” sözünün, muhtarlarımızı üzeceği ve rencide edeceğinin dahi farkında değil.

Burada üzerinde durulması gereken asıl çarpıcı husus, Tayyip Bey'in; “benim konuşmalarımdan rahatsız olanlar var” dedikten sonra yaptığı, “Cumhurbaşkanının konuşmalarından rahatsız olunur mu?” vurgusudur.

Tayyip Bey'in; “Cumhurbaşkanının konuşmalarından rahatsız olunur mu?” vurgusu, kendisinin, niçin başkanlık sistemine geçilmesini istediğinin, tek adam zihniyetinin, demokrasi ve özgürlük anlayışının, ben odaklı egosunun, kibirinin, kafa ve düşünce yapısının dış aleme yansımasından başka bir şey değildir.

İster parlamenter sistemle, ister başkanlık sistemiyle idare ediliyor olsunlar, gerçek demokrasilerde; şayet, yanlış yapıyorsa, Anayasamıza göre, Cumhurbaşkanlığı görevine başlama koşulu olan, Meclis önünde, (yani milletimiz önünde) namusu ve şerefi üzerine yaptığı tarafsızlık yeminine başından itibaren hiç uymuyorsa ve yaptığı yemini hukuken geçersiz hale geliyorsa, eski partisi ile irtibatını fiilen kesmiyorsa, 77 milyonu kucaklayamıyorsa, sadece kendisine oy verenlerin Cumhurbaşkanı gibi hareket ediyor ve konuşuyorsa, teşekkür adı altında yaptığı şehir gezilerinde, teşekkürden ziyade her türlü taraflı siyasi konuşmaları yapıyorsa, eski partisinin seçimlerde 400 milletvekili çıkarmasına yönelik olarak AKP'nin propagandasını yapıyorsa ve seçmenden AKP'ye oy vermelerini istiyorsa, tarafsızlığını açıkça ve alenen çiğniyorsa, halkımızı bölen ve geren taraflı konuşmalar yapıyorsa, sürekli muhalefet partilerini karşısına alarak, onları haksız ve acımasızca eleştiriyorsa, Cumhurbaşkanının konuşmalarından rahatsız olunur tabi.

Yürürlükteki Anayasasına göre,insan hak ve özgürlüklerine ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir hukuk devleti olan ülkemizde; demokrasi kültürü ve Anayasaya saygısı olan milletimizden, Cumhurbaşkanının konuşmalarından rahatsız olmamalarını isteyen ve bekleyen ve onlara “Cumhurbaşkanının konuşmalarından rahatsız olunur mu?” sorusunu sorabilen bir Cumhubaşkanına sahip olmak, nasıl bir duygudur acaba?

24/02/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Neden böyle olduk?
Cumhuriyet döneminde dünyaya gelmiş, Cumhuriyetin aydınlığı ile büyümüş biri olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında (1923-1938) elde edilen başarıların, gerçekleştirilen devrimlerin hiçbir aşamasından olması gerekenden fazla abartıldığına tanık olmadım ve yazılanlardan da böyle bir olay yaşandığını okumadım…
Emperyalizmin işgalinden ülkeyi kurtaran büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK, 15 yıl gibi kısa bir dönemde, Türkiye Cumhuriyetini dünya ülkeleri arasında saygı duyulacak, ciddiye alınacak, sözünü dinlenecek bir yere taşımasını bilmiştir…
Bu başarısını hiçbir zaman abartmamış, yurttaşlarının bu duyguyu yaşamasını gururla izlemiştir…
Çok partili parlamenter düzene geçişimiz ve iktidarların o günden bu güne kadar sağ partiler arasında el değiştirmesiyle, başarıların olduğundan fazla abartıldığını, başarısızlıkların başarı gibi sunulmaya çalışıldığına tanık oluyoruz…
Son yıllarda bu tür olaylardan birkaç örnek vermek gerekirse…
-Avrupa Birliğine üye olamadığımız halde, üye olamayan hiçbir ülkede görülmeyen bir şekilde 01.01.1996 yılında Gümrük Birliğine girişi kabul etmemiz, ülke çıkarları açısından bir hezimet olmasına karşın, dönemin Başbakanının Ankara’da nasıl davul, zurna ile karşılandığı, sanki Avrupa Birliğine üye olmuşuz gibi girişin nasıl abartıldığı hale belleklerimizde tazeliğini korumaktadır…
-1963 yılında başlayan Avrupa Birliğine üyelik sürecimiz bu güne kadar olumlu bir şekilde tam sonuç vermediği halde, iktidara gelmeden önce 1995 yılında TBMM’de konuşan Abdullah Gül, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) giremeyeceği kesindir. Bunu biz söylemiyoruz Avrupalılar söylüyor. AB Hristiyan kulübüdür” derken AKP kurucuları Avrupa Birliğine girecekleri vaadiyle yurttaşlardan oy isteyerek iktidara geldiler. İlk zamanlarda bu konuda gösterdikleri çabaları sonradan gevşetmeleri anlaşılır gibi değildir…
Ancak, 2005 yılında tam üyelik için müzakere tarihini alıp Ankara’ya döndüklerinde, sanki Avrupa Birliğine girmişiz gibi yine bir sürü tantana ile karşılandılar…
Bildiğim kadarı ile müzakere edilecek 35 başlık olmasına karşın sadece 14 başlık müzakereye açıldı ve şimdiye kadar ancak bir tanesi kapanabildi…
Sonuç fiyasko, başarı savları abartılıdır…
-Son olay…
Uzun süre İŞID işgali altında bulunan ve Türk toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesinin bulunduğu Karakozak köyü İŞID işgalinden kurtulmasına karşın, İŞID’ın tekrar tehlike oluşturacağı düşüncesiyle, Şah Fırat adı verilen operasyonla, Süleyman Şah Türbesi, Karakoldaki askerlerimiz ve kutsal emanetlerimiz, oradan alınarak sınırımıza 200 metre mesafede Suriye sınırındaki Eşme köyüne getirilmesidir…
Bu operasyonun, ilerde Türbeye ve askerlerimize olabilecek bir saldırı nedeniyle Suriye bataklığına batmamak için alınan bir önlem olarak yararlı ve doğru yanları olabilir…
Ancak, olduğundan fazla abartılması bir utku (zafer) kazanmış gibi sunulması kabul edilebilir değildir…
Çünkü
-Hâkimiyetimiz altındaki toprak terkedilmiştir…
-Herhangi bir anlaşma sağlanmadan, bağımsız bir ülke olan Suriye’nin toprağına bayrağımız dikilerek, büyük önderin “yurtta barış, dünyada barış” ilkesi çiğnenmiştir…
-Daha önce PKK’nın Suriye kolu olan YPG terörist örgüt ilan edilmesine karşın, ondan yardım almakta sakınca görülmemiştir…
Komşularla sıfır sorunla başladık, sorunlu olmadığımız komşumuz kalmadı…
Neden bu durumlara düştük, bilen varsa açıklasın…

24.02.2015
Gündüz AKGÜL
 Emekli Cumhuriyet savcısı

Büyük lokma ye büyük konuşma!
Ne demiş atalarımız, büyük lokma ye ama büyük konuşma.

Geçtiğimiz cumartesiyi pazara bağlayan gece gerçekleştirmek zorunda kalınan Suriyedeki Süleyman Şah Türbesine yönelik operasyonu değerlendireceğimiz için, bu ata sözümüzü makalemizin başlığı yapma ve makalemize bu atasözüyle başlama gereğini duymuş bulunmaktayız.

AKP iktidarının ileri gelenleri ne diyorlardı; Esad gidici, bir iki hafta daha dayanır ve düşer, Suriye'ye demokrasi ve özgürlük gelir, biz de gideriz ve iki hafta sonra cuma namazımızı Suriyenin falanca camisinde kılarız.

Bu hayale ulaşmak için, Özgür Suriye Ordusu adı verilen silahlı terörist gruplardan oluşan koalisyon'a silah ve eğitim yardımında bulunan AKP iktidarının da katkılarıyla, kontrol edilemez bir güç haline gelen IŞİD örgütünün, Irak ve Suriye'nin başına bela olacak şekilde büyümesi ve yayılması üzerine, Suriye, bölgenin kuzeyini, PKK'nın Suriye kolu olan PYD'ye bırakmak zorunda kalmış ve IŞİD terör örgütü de, bölgedeki yayılmacı politikasının gereği olarak, PYD'nin kontrolündeki Suriyenin kuzeyinde bulunan Kobani'yi işgal etmek amacıyla saldıraya geçmiş ve Kobani düşmek ve IŞİD'in eline geçmek üzereyken, ABD ve onun liderliğinde oluşturulan koalisyon güçlerinin hava saldırıları sonucunda, IŞİD Kobaniyi işgal edememiş ve geri çekilmek zorunda kalmıştır.

Fransayla yapılan 1921 Ankara anlaşmasına göre, Türk toprağı sayılan ve Türk bayrağı dalgalanan ve Türk askerleri tarafından sürekli saygı nöbeti tutularak korunan Süleyman Şah'ın türbesi; ABD ve ortaklarının hava taaruzlarıyla katkı yaptığı, PYD ile IŞİD militanları arasındaki savaşın ceryan ettiği Kobani bölgesinde bulunduğundan, Süleyman Şah'ın Türbesi ile burada nöbet tutan askerlerimiz, bu savaş'ın riski altına girmiş ve bu riske karşı sınırda askeri önlem alan AKP iktidarı, kimse gücümüzü test etmeye kalkışmasın, Türbeye ve askerlerimizin kılına bir zarar gelirse, bunu yapanlara karşı anında misliyle karşılığını verir pişman ederiz restini çekmişti.

Sonunda, Kobani savaşını kaybeden IŞİD geri çekilmek zorunda kaldı ve bölge huzura kavuştu derken, savaşın en riskli dönemlerinde laftan öteye kılını kıpırdatamayan, Süleyman Şah Türbesini ve türbeyi koruyan askerleri kaderleriyle baş başa bırakan AKP iktidarı, (biz bilemiyoruz, belki türbeye yeni ve ciddi bir IŞİD saldırısı istihbaratı almış olabilirler) ortalığın durulmasından ve anlaştığı PYD'nin yardımlarından yararlanarak, geçtiğimiz cumartesiyi pazara bağlayan gece saat 21.00 de başlattığı askeri bir harekatla, Süleyman Şah Türbesindeki cenazelerle emanetleri ve uzun zamandan beri değiştirilemeyen türbeyi koruyan saygı nöbetindeki askerlerimizi beraberlerine alarak kurtaran ve Türbede muhtemel bir IŞİD işgaline mani olmak amacıyla, türbeyi  kullanılamaz hale getiren bir operasyon gerçekleştirmiş bulunmaktadır.

Biz, AKP iktidarı bu operasyonuyla,Lozandan sonra ülkemize ilk toprak kaybını yaşatmıştır diye bir eleştiri getirmek istemiyoruz.

Bölgenin kaypak, emniyetsiz ve sürekli değişim gösteren istikrarsız Uluslararası şartlarına, halen devam etmekte olan savaş ve çatışmalara bağlı olarak,Süleyman Şah Türbesinin korunması ve orada asker bulundurulması, askerlerin lojistik ihtiyaçlarının giderilmesi, olağanüstü zorluklar doğurmakta ve türbenin orada kalmasında ısrarcı olunması halinde, muhtemel bir IŞİD saldırısı nedeniyle, ülkemizin Suriye bataklığına girmek zorunda kalacak olması gözetilerek, gerçekçi ve ayağı yere basan bir politikanın zorunlu bir gereği olarak bu operasyon gerçekleştirilmişse, AKP iktidarı; Suriye politikasındaki hatalarını kabul derek, bu uğurda savaşmayı dahi göze aldığını açıklayan önceki tüm atıp tutmalarından, bugüne kadarki Suriyede oluşan bu bataklığa katkı sunan hatalı tüm dış politikalarından vaz geçerek, Atatürk'ün yurtta sulh cihanda sulh ilkesine geri dönerek bu operasyonu gerçekleştirmişse ve bundan sonra da, komşu ülkelerin iç işlerine karışmama konusunda kararlı ise, gecikerek de olsa, doğru yolu seçmesi nedeniyle, AKP iktidarına aferin diyebiliriz.

Ancak, kabul etmek zorundayız ki; bugüne kadar, asarız keseriz, gücümüzü kimse test etmesin diye ortalığı inleten ve savaş çığlıkları atan AKP iktidarının; kısmen bir yenilgi ve bölgeden kaçışın ifadesi olan ve millet olarak içimizde bir burukluk yaratan bu operasyonu göklere çıkarmasının, çok başarılı bir operasyon yapıldığı yaygarasında bulunmasının, Ahmet Bey'in Genelkurmay harekat merkezinde sabahlayarak operasyonu izlemesinin anlamsızlığını, tüm bu övünmelerin,yapılan operasyonun boyutuna ve sonuçlarına göre, bir anlamda yüzsüzlük ve görgüsüzlük olduğunu, bu operasyonun; AKP iktidarına, kazanılmış bir zafer olarak değil, bir utanç olarak geri döneceğini belirtmek zorundayız.

Bu operasyonun eleştirilmesi gereken bir diğer yönü de, muhalefetin muhtemel eleştirilerinin önüne geçmek için olsa gerek, eş zamanlı olarak, eski türbenin işgal ettiği toprak parçası miktarındaki bir toprak parçasının, yine Suriye sınırları içinde kalan Eşme Köyünde tel örgülerle çevrilerek buraya Türk Bayrağının dikilmesi ve burada yeni türbe inşaatına derhal başlanacağının açıklanmasıdır.

AKP iktidarı;Türk sınırına 180 metre gibi çok yakın bir yer olan, Eşme Köyünde, gecekondu arsası çevirir gibi, yeni bir türbe yeri belirleyerek tel örgülerle çevirip buraya bayrak dikmekle, temelde hoşgörüyle karşılanması gereken, ancak kendisinin bugüne kadar uyguladığı, en başta Suriye olmak üzere, kibirli ve karşısındakini küçük gören tüm dış politikalarının yanlışlığını ve iflasını açıkça ortaya koymuştur.

Burada önemli olan, Süleyman Şah Türbesinin bulunduğu alanın Türk toprağı sayılması değildir,zira, oranın, yabancı bir toprak parçası içinde Türk toprağı sayılması sembolik olup,  önemli olan bu türbeye bulunduğu yerde sahip çıkabilmek ve koruyabilmektir. Bu yapılamamıştır.

AKP iktidarı; türbenin yeni yerini, neredeyse ülke sınırları içine alacak şekilde, PYD'nin kontrolündeki ve Türk sınırına 180 metre gibi, taş atma mesafesi kadar yakın olan Eşme Köyünde belirlemekle,Süleymen Şah Türbesini korumaktaki acizliğini de ortaya koymuş ve türbenin korunmasını, PKK'nın Suriye kolu olan PYD'ye, yani, çözüm süreci pazarlığı içindeki PKK'ya bırakmıştır.

Türbenin bu yeni yerinin; çözüm süreci pazarlıklarında PKK'nın elini güçlendirmemesi, ecdadımız Süleyman Şah'ın Türbe ve naaşının, bu pazarlığa meze ve malzeme yapılmaması, tek dileğimizdir.

Bize kalırsa, çok samimi olarak beyan ediyoruz, AKP iktidarının yapması gereken en doğru davranış; bir rivayete göre, Fırat nehrini geçerken boğularak ölen ve bu nedenle Fırat kenarındaki Suriye toprakları içinde bulunan Caber Kalesinin eteğine gömülen ve bugüne kadar üç kez kabir yeri değiştirilerek manevi eziyet içine sokulan Süleyman Şah'ın naaşını, son kez olmak üzere, ülkemizden doğan Fırat Nehrinin, ülkemiz sınırları içinde kalan en görkemli bir yerine gömerek, burada yeni ve görkemli kalıcı bir anıt mezar yaptırılması olmalıdır.

23/02/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Tayyip Bey'e Açık Mektup
Tayyip Bey, Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanlığı makamı çok saygın bir makamdır.

Şu anda bu makama halk oyuyla seçilen kişi sizsiniz.Bundan hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olamaz.

Ancak, size oy veren ve sizi Cumhurbaşkanı seçen vatandaşlarımız kadar, size oy vermeyen ve sizi  Cumhurbaşkanlığı makamında görmek istemeyen, hatırı sayılır çoğunlukta bir vatandaş kitlesinin var olduğunu da unutmayınız.

Cumhurbaşkanlığı makamını çok değerli ve saygın  bir makam olarak gördüğümüz ve Cumhurbaşkanlığı makamının yıpranmasını istemediğimiz için, size bu açık mektubu Cumhurbaşkanı kimliğinizi esas alarak değil, vatandaş Tayyip Bey kimliğinizi esas alarak yazıyoruz.

Tayyip Bey, halk oyuyla Cumhurbaşkanı seçildiniz ama, açık yüreklilikle ve üzülerek  söylemek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasasına uygun, gerçek anlamda bir Cumhurbaşkanı olamadınız.

Salt bir makama seçilmek ile o makamı doldurarak o makamın hakkını verebilmenin  tamamen  farklı kavramlar olduğunu unutmayınız.

Anayasamıza göre, gerçek anlamda Cumhurbaşkanı olabilmek ve o makamı doldurup hak edebilmek için, gerekli oyu alarak Cumhurbaşkanı şeçilmek yeterli değildir, Cumhurbaşkanı seçilen kişi, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Anayasanın öngördüğü şekilde yemin ederek, gerçek anlamda Cumhurbaşkanı sıfatını kazanır ve görevine başlar, görevine başlarken yaptığı tarafsızlık yeminine de sonuna kadar uymak ve sadık kalmak zorundadır.

Siz de, Meclis önünde yemin ettiniz ve görevinize başladınız. Ancak, başından itibaren, namusunuz ve şerefiniz üzerine yaptığınız tarafsızlık yemininize, maalesef sadık kalamadınız ve yemininizi yok saydınız.

Tarafsız ve herkesin cumhurbaşkanı olamadınız, eski partiniz AKP ile ilişkinizi kesemediniz.

Bu nedenle siz,Cumhurbaşkanı seçilen bir kişi olmanıza rağmen,üzülerek söylemek gerekirse, Anayasamıza göre Cumhurbaşkanı sıfatını kazanamadınız, Anayasanın öngördüğü Cumhurbaşkanı vasıflarını üzerinde taşıyan  gerçek anlamda bir Cumhurbaşkanı olamadınız.

Bize göre, Türkiye Cumhuriyetinin  Cumhurbaşkanlığı makamı, şu anda hukuken boş olup, siz, Cumhurbaşkanlığı makamında oturan, AKP Genel Başkanı konumunda siyasi bir kişiliksiniz.

Tayyip Bey; Başkanlık sistemine geçme inadınızı anlamakta gerçekten zorlanıyoruz.

Başkanlık sistemine geçmek istemenize rağmen, niçin Cumhurbaşkanlığına aday olup seçildiniz anlayamıyoruz.Madem ki, başkanlık sistemine geçmek istiyordunuz, Başbakan kalıp, seçimlerde Başbakan sıfatıyla bunun mücadelesini verseydiniz ve seçimleri aynı zamanda başkanlık sisteminin referandumu haline getirseydiniz, Anayasaya daha uygun, daha etik ve şık bir davranış olmaz mıydı?

Şimdi Cumhurbaşkanı olarak, meydanlara çıkıp AKP Genel Başkanı gibi, AKP'ye 400 milletvekili verin diyerek propaganda yapmak, hiç size yakışıyor mu, Anayasamıza uygun bir davranış oluyor mu?

Tabii ki hayır.

Son Elazığ gezinizde yaptığınız meydan konuşmanızda, muhalefet partilerini ağır ve haksız bir şekilde eleştiriyor ve yine AKP'ye oy talep ederek, AKP'nin seçim propagandasını yapıyordunuz, bu cüreti nereden alıyorsunuz, merak ediyoruz doğrusu, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devletini, adeta babanızın çiftliği gibi görüyor ve keyfinize göre idare etmeye çalışıyorsunuz, iç güvenlik yasası çıkacak diyorsunuz.Bu hakkı ve yetkiyi nereden alıyorsunuz, sizin, kanun teklif etme ve bir kanunun çıkarılması için, Meclise emir ve talimat verme hak ve yetkinizin olmadığını bilmiyor musunuz? Sizin yetkiniz, parlamentonun kabul ettiği yasaları imzalayarak yayınlamak veya gerekli görürseniz bir daha görüşülmek üzere Meclise iade ederek veto etmektir. Demokrasiler, hangi makamda olurlarsa olsunlar, herkesin görev ve yetkilerini ve hadlerini bilme rejimidir.

Tayyip Bey, siz kendinizi gerçekten tarafsız, tüm milleti temsil eden, herkesin Cumhurbaşkanı olarak görebiliyor musunuz, böyle görmek istiyor musunuz, merak ediyoruz doğrusu.

Elazığ konuşmasnızda dikkatimizi çeken ve bir Türk vatandaşı olarak bizi fazlasıyla üzen ve hayrete düşüren husus, sizin muhalefet partilerini eleştirmeniz üzerine taraftarlarınızın, muhalefet partilerini yuhalamaları karşısında sessiz kalmanız ve sizi dinlemek üzere meydanda toplanan taraftar kitlenize, muhalefeti yuhalamamaları yönünde en ufak bir uyarıda bulunmayarak, muhalefet partilerine çekilen yuhları hoş görüyle karşılamanızdır.

Tayyip bey, Anayasayı çiğneyerek, AKP'nin genel başkanı gibi meydanlara çıkıp AKP'ye 400 milletvekili çıkaracak kadar oy isteyerek tarafsızlığınızı ihlal etmenizi hoş görmek mümkün olmadığı gibi, muhalefet partilerini yuhalatarak siyasi terbiye ve ahlak kurallarını göz ardı etmeniz de, asla ve asla hoş ve  mazur görülemez.

Tayyip Bey, biliyoruz siz, partiniz AKP'nin, medyanın, sivi toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, akademisyenlerin, hukuk fakültelerinin, kuzuların sessizliği içindeki suskun tavırlarından cesaret alarak, Anayasayı askıya almak suretiyle, kural tanımaz  bir şekilde ülkeyi yönetmekte bir sakınca görmüyorsunuz ve bu davranışınızla ülkeye ve anayasal düzene büyük kötülük yapıyorsunuz ve bunun farkına dahi varamıyorsunuz.

Tayyip Bey, siz kötü bir politikacı, taraflı ve kötü bir Cumhurbaşakanı olabilirsiniz, bu nedenle de sizi sevmeyebiliriz, ancak siz de bu ülkenin bir insanısınız ve herşeyden önce bir insan olmanız nedeniye, tüm insanlar gibi sizi de seviyoruz, ülkemizin ve sizin zarar görmenizi arzu etmeyiz, bu nedenle, şu ölümlü dünyada çok az kula nasip olan cumhurbaşkanlığı görevinizi Anayasanın sınırları içine girerek tarafsız bir şekilde yapmayı deneseniz ve toplumu, bana arka çıkanlar ve çıkmayanlar şeklinde bölmeseniz, tüm insanlarımız, barış ve huzur içinde birbirlerini severek ve saygı göstererek birlikte yaşasalar fena mı olur?

Tayyip Bey, lütfen, bu dünyanın fani, herşeyin; mal, mülk, makam, nam ve şöhretin yalan, tek gerçeğin ölüm olduğunu unutmayınız.

22/02/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Ermeni örgütleri ve faaliyetleri
Türklere karşı bireysel terör faaliyetinin ilk defa başlatıldığı 1973 yılından sonra, 1982 yılına kadar Ermeni örgütleri tarafından 17 ayrı ülke ve 28 şehirde 138 saldırı gerçekleştirilmiş ve bu korkunç saldırılar sırasında Türk olarak 33 Türk diplomat ve görevlisi ile 4 başka ülke mensubu öldürülmüş, 81 kişi de yaralanmıştır. (1)
Bu olayları gerçekleştiren Ermeni terör örgütleri şunlardı: (2)
1-ASALA: Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Kurtuluş Ordusu
2-New Armenian Resistance (NAR) Yeni Ermeni Mukavemeti
3-JCAG: Ermeni Soykırımını Adalet Komandoları
4-The 3rd of October Organization: 3 Ekim Teşkilatı
5-The 9th June Organization: 9 Haziran Teşkilatı
6-The Orly Organization: Orly Teşkilatı
7-The French September Organization: Fransız Eylül Teşkilatı
8-The Armenian Secret Army (ASA): Ermeni Gizli Ordusu
9-The Liberation of Armenian Organization (LAO) : Ermeni Kurtuluş Ordusu
Bunların en güçlüsü ve en ünlüsü Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu (ASALA) dır. İsrail saldırıları başlayıncaya kadar karargâhı Beyrut’taydı. Daha sonra Kıbrıs’ın Rum kesimine geçti. 1980 yılı sonunda Beyrut’ta yapılan bir basın toplantısında ASALA görevlileri Kızıl Tugaylar, Japon Kurtuluş Ordusu, Afrika ve Filistin’de ki terör örgütleri ile temasta Bulunduklarını beyan etmiştir. Bu teşkillerin mali kaynaklarının beyaz zehir ve silah kaçakçılığı ile elde edilen ve bazı ülkeler tarafından gönderilen paralar olduğu bilinmektedir. (3)
Bu saldırıların içinde bazıları bireysel saldırılar olmaktan uzak tam bir “toplu kıyım” teşebbüsleridir.
1-1982 yılı Ağustos ayında Ankara’da Esenboğa hava alanı çılgın bir Ermeni militanın intihar saldırısına hedef oldu. Saldırıda 9 kişi ölürken 70’den fazla insan yaralandı.
2- Bir yıl kadar sonra 1983 Haziranında ASALA elemanları İstanbul’da Kapalıçarşı’ya bir saldırı düzenledi. 2 (ASALA iddiasına göre 25) kişi öldü ve 20 kişi yaralandı.
3-Haziran 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali şüphesiz ki Asala’nın faaliyetlerini de sekteye uğratmıştır. 1983 yılı içinde ASALA iki gruba ayrıldı. Birinci grup Hagopyan’ın kontrolündeki militanlardan oluşuyordu, Ortadoğu ve Yunanistan’da kalıp Orly Havaalanı katliamı gibi toplu kıyım taraftarları idiler. Diğer grup Batı Avrupa’da üstlenen daha ılımlı hareketleri benimseyenlerden oluşuyordu. 15 Temmuz 1983 Orly katliamı sırasında Türklerin dışında da birçok masum insanın ölmesi ASALA’da yaptıkları cinayetlerin doğruluğunu veya yanlışlığı konusunda bir tartışmanın başlamasına sebebiyet verdi. (4)
Bu olaylarda gerçek anlamda tehlike, bir kaç fanatik çılgın’ın masum, yüzlerce insanı öldürmesi, yaralaması, Türk toplumunun huzursuz etmesi değil de, Batı kamuoyunun tutum ve davranışları olmuştu. Her olay sonrasında tıpkı 1920’lerde olduğu gibi, Ermeni camiası tüm olarak büyük bir mutluluk havası içine giriyorlardı., Katiller derhal “Milli Kahraman” olarak benimseniyor, alkışlanıyor, öldürülen Ermeni militanlar için günlerce kiliselerde ayinler düzenleniyor, hapiste olanların kurtulması için yardım kampanyaları başlatılıyor katillerin ve örgütlerin zengin ve mutlu bir yaşam sürebilmesi için bütün imkânlar sağlanabiliyordu. 28 Ocak 1982 yılında Los Angeles Konsolosu Kemal Arıkan’ı öldüren Hampig Sasunyan olayı bize gerçekleri açıkça gösterecektir.
Sasunyan’ın yakalanmasından hemen sonra ilk olarak Kuzey Amerika’da “Sasunyan’ı Destekleme Fon’u” oluşturuldu. Bir Ermeni gazetesi Asbaraz, 15 Ekim 1983 günkü yayınında bu fon’un çalışmalarına temas ediyor.
“Geçen yirmi iki aylık süre içinde konu ile onbinlerce Ermeni ilgilenmiştir. Sadece Los Angeles’de yaşayanlar değil, Kanada, Fransa, Güney Afrika, Arjantina, Avusturalya, Lübnan, Yunanistan, Suriye, İngiltere, İsrail, Suudi Arabistan, İran, İtalya, İsviçre, İspanya ve Mısır’da yaşayan Ermeniler de fon’a destek sağladılar.
Bu amaçla gönderilen paralar, ferdi ve toplu olarak gönderilen mesajlar kendi varlığı konusunda karar vermeğe azimli bir toplumun işaretleri olarak görülmelidir.”
21 Ekim 1983 Cuma günü akşamı Kalifornia, Montebello’daki Kutsal Haç Ermeni Apostolik Kilisesi’nde özel bir ayin düzenlendi, ayinlere ilave olarak bazı sanatçılar, şarkıcılarla Sasusanyan için bir “moral gecesi” yaşattılar.
1983 Temmuz ayında beş Ermeni teröristi Portekiz, Lizbon’daki Türk Elçiliğini işgal ettiler ve sonra da havaya uçurdular. Bu teşebbüs sırasında kendileri de ölünce bütün dünya’ya “Ermeni şehitleri” olarak sunuldular. Ermeni toplumu ve kiliselerinde “Lizbon Beşlisi” veya “Beş Lizbon Şehidi” olarak günlerce anma toplantıları düzenlendi ve ağıtlar yakıldı. (5)
Ermeni toplumunun bu olaylara destek vermesi hoş değildi, ama yine de büyük bir dayanışmaya sebebiyet vermesi, milli birlik sağlaması, Ermeni sorun ve isteklerinin Dünya kamuoyuna anlatılması için imkân sağlaması gibi nedenlerle normal tepki olarak kabul edilebiliyordu. Ancak asıl sorun bu olaylara Batı dünyasının bakışındaki şaşılıktır. Her olaydan sonra düğmeye basılmış gibi, bütün yazılı ve görsel yayın organları iki-üç resimle olayı, verip; arkasından saatlerce 1915 Ermeni zorunlu göç olayına temas etmekte, tamamen Ermeniler tarafından hazırlanmış, resimler, filimler, konuşmacılar Rahip Lepsius, Bryce veya Morgentheau’dan alınan pasajlarla bir propaganda kampanyası fırtınası estirmekte idiler. [1971 yılında İngiltere’de, 1973-1975 yılları arasında İtalya’da benzer konulardaki bu kampanyaları ve kamu oyunda yarattığı etkileri yakından izleme olanağı bulmuş ve ortaya çıkan tek yanlı, maksatlı, haksız tepkiler karşısında şaşırmış ve büyük rahatsızlık duymuştuk. Kimse katilleri, Ermenileri suçlamıyor, ölenler, yaralananlar sadece Türk oldukları için suçlanıyor, neredeyse “oh olmuş Ermeniler iyi yapmış, yaşasınlar! Varolsunlar” anlamına gelebilecek ifadelerle izleyenlerin tüylerini diken diken edecek düzmece bir senaryo içinde “1915 Ermeni Şehitleri” anılıyordu.]
Olayların devam ettiği on yılı aşkın süre içinde bu sıra hiç değişmedi. 1974 yılında Kıbrıs olayları ile birlikte Yunanlılar da devreye girince aynı destek onlara da verildi. Darbe’yi yapan, Anayasal düzeni yok ederek Adayı Yunanistan’a ilhak etmek isteyenler Yunanistan Cunta’sının elemanlarıydı. Anayasaya göre, normal statünün iadesi için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantör devletlerdi ve müdahale hakları vardı. İngiltere ve Yunanistan kasıtlı olarak geri kalınca Türkiye bu Anayasal hakkını kullandı. O güne kadar Yunanistan’a karşı olan Batı kamuoyu, o andan itibaren normal yerini aldı, yani Yunanistan’ın arkasına geçti. Kampanyalar, Türkler aleyhindeki yazılar bundan sonra başladı ve haklı Türkiye haksız duruma düşürüldü.
 Şahit olduğumuz bu olaylar karşısında kesin kanaatimiz şu olmuştu;    Uluslar arası ilişkilerde, okullarda derslerde, basın yayın organlarında işlenen “Dili, dini, ırkı, soyu, inançları ne olursa olsun bütün insanlar eşittir” gibi demokratik ve “kardeştir” gibi insancıl düşünceler sadece kitaplarda ve dillerde kalmaya mahkûmdu. Gerçek yaşam tamamen farklı idi. “Haklılar” dil, din, ırk’larına bakılarak rahatlıkla “haksız” duruma düşürebiliyorlardı.   Türk tezlerinin basın yayın organlarında yayınlanması bir yana, Avrupa’da yaşayan Türklerin gazetelere vermek istedikleri paralı ilanlara bile bazen yer verilmemekteydi. “Görevli Türklerle röportaj yapmak isteyen basın yayın organları asla canlı yayın kabul etmiyor, belirli bir sansür amacıyla daima bant’a almayı tercih ediyor, sanki bir şeylerden çekiniyorlardı.” (6)

DİPNOTLAR:

(1) Aynı Eser, S.11, Tarık Somer, Chairman of the Symposium The Opening Statement: S.99. Dikran Kevorkyan: Armenian Terorrorism Within The Fromework of İnternational Terrorism.
(2) Aynı Eser, S.100, Dikran Kevorkyan
(3) Aynı Eser, S:100,     “            “
(4) Aynı Eser, S:112–113; Michael M. Gunter
(5) Aynı Eser, S.78, Heath W. Lowry
   (6) Yeni Türkiye 37, S.134 (Tayyibe Gülek: Sözde Ermeni Soykırım Tasarısıyla İlgili Görüş ve İzlenimler

Dr. M. Galip Baysan

İç Güvenlik Şimdi mi Aklınıza Geldi Efendiler?
Sizler, 13 yıldır bu ülkeyi yönetmiyor musunuz efendiler?

El cevap, yönetiyorsunuz.

Mevcut yasalar, iç güvenliği ve huzuru sağlamaya yetmiyorsa, demek ki 13 yıldır ülkeyi güvensiz bir şekilde yönetmişsiniz ve halkımızın güvenliğini ve özgürlüklerini kullanmalarını sağlayamamışsınız.

Yok eğer ülkedeki iç güvenlik, son bir iki yıl içinde bozuldu, biz artık mevcut yasalarla ülkenin iç güvenliğini sağlayamıyoruz, eylemcilerle baş edemiyoruz, masum halkımızın özgürce yaşamalaları ve özgürlüklerini kullanmalarını sağlayamaz hale geldik, bu nedenle polisin ve jandarmanın yetkilerini artırmak zorundayız,, bu yasayı onun için çıkarmak istiyoruz diyorsanız, o zaman size sorarlar, madem ki, son bir iki yıla kadar, mevcut yasalarla bu ülkenin güvenliğini ve huzurunu sağlayabiliyordunuz, ne oldu da, mevcut yasalar yetersiz hale geldi?

İşte bu soruya cevap veremezsiniz beyler.

Biz, bugün dahi, ülkenin iç güvenliğinin ve huzurunun, mevcut yasalarla  sağlanabileceğini, mevcut yasalarda yer alan polise ve jandarmaya tanınan yetkilerle de,ülkenin iç güvenliğinin sağlanabileceğine yürekten inanıyoruz.

Bize göre, bugün için yetersiz olan şey, yasalarla polise ve jandarmaya tanınan yetkiler değil, iktidarda ve ülkenin yönetiminde bulunan  sizlerin, mevcut yasaları, hiçbir taviz vermeden ve ayrım gözetmeden yerinde ve zamanında kararlı bir şekilde uygulama ve ülkeyi yönetme yeteneğiniz ve ehliyetinizdeki yetersizliktir.

Şayet, AKP iktidarı olarak, bireysel veya toplumsal, siyasi veya adi bir terör suçu işlendiğinde, kararlılıkla o suçların ve suçluların üzerine gidebilseydiniz, gereğini yapabilseydiniz, çözüm sürecini bahane ederek, süreç zarar görmesin diye, kobaniyi bahane ederek ülkeyi yakıp yıkan, şimdi kendilerini vandallıkla suçladığınız ve iç güvenlik yasasının çıkarılmasına gerekçe yaptığınız teröristlerin sırtlarını zamanında sıvazlamasaydınız, onların eylemlerine göz yummasaydınız, ülkedeki kanun hakimiyetini sağlasaydınız, ülke bu duruma gelmeyecek ve böyle bir yasaya da ihtiyaç duymayacaktınız..

Ama siz AKP iktidarı olarak bu basireti gösteremediniz, hatta kasıtlı hareket ettiniz.

Hala, bölücü PKK terörüne göz yumuyor ve polisi onlara karşı kullanma gereğini duymuyorsunuz. Çözüm sürecinden hala medet umuyor görünüyorsunuz. Amacınız,   PKK teröristleri ve yandaşlarıyla bir süre daha iyi geçinmek, onların ülkeyi yakıp yıkmalarına göz yumarak, Haziran seçimlerini kazasız belasız atlatıp, tekrar iktidar olarak ülkeye dört yıl daha musallat olmaktır.

Bu yasayı çıkarmayı başarabilirseniz, bu yasadaki faşist ve antidemokratik hükümler sayesinde, seçimlere kadar, muhalif halkımızın sesini kısacak, iktidarınıza yönelik demokratik ve anayasal barışçıl gösteri ve protesto haklarını kullanmak isteyen vatandaşlarımızı, daha toplanma ve yürüyüş hazırlığı içindeyken, yeni yasada öngörüldüğü şekilde gözaltına aldırarak enterne edecek ve kendi iktidarınız için gerekli olan kendinizin iç güvenliğinizi sağlamış, halkı kandırma ve sindirme, muhaliflerinizin sesini kısma özgürlüklerinizi korumuş olacak, hiçbir muhalefet görmeden seçim sandığına gideceksiniz.

Şayet, alacağınız bu önlemlerle seçimleri kazanarak dört yıl daha bu ülkenin üzerine kabus gibi çökecek olursanız, yapmayı düşündüğünüz işin ikinci perdesini açacak ve artık iktidarınızı yenilemiş olmanın rahatlığı içinde, ne istediniz de vermedik diyerek, çözüm sürecini sonlandırmak için bir bahane bulup, bu iç güvenlik yasasının polise ve jandarmaya tanıdığı faşizan yetkileri, bu defa PKK ve yandaşlarına karşı kullanmaya başlayacaksınız.

Sonuç olarak özetlemek gerekirse, iç güvenlik yasa tasarısının getirilmesinin, iki amacı ve aşaması bulunmaktadır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, seçimlere kadar olan birinci amaç ve aşama; batı illerindeki AKP muhaliflerini susturarak seçimleri kazanmak, ikinci amaç ve aşama ise, bir bahane bularak sonlandırılacak olan çözüm süreci üzerine ülke genelinde çıkmasına kesin gözüyle bakılan PKK ve yandaşlarının yakıp yıkma ve isyan eylemlerini, antidemokratik yollarla bastırabilmek için polis ve jandarmanın yetkilerini artırarak şimdiden yasal yığınak yapmaktır.

AKP iktidarı tarafından meclise sürülen bu faşizan yasa tasarısının; içerdiği hükümler itibariyle, ülkemizin iç güvenliğini ve  huzurunu sağlayacağını ve özgürlüklerin kullanılmasının garantisi olacağını iddia etmek, milletimizle alay etmekle eş değerdir.

20/02/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Gündüz Akgül: Bunun Adı Rezalettir…
AKP, iktidara geldiği günden beri kendisine hedef seçtiği davasında başarılı olma yolunun eğitimden geçtiğinin bilincinde olarak,  her gün eğitimde skandal (utanç verici) bir uygulama ile karşımıza çıkmaktadır…
Bu uygulamalarla ülkenin nerelere götürüldüğünü görmemek için insanın kör, sağır ve bana değmeyen yılan bin yaşasın vurdumduymazlığı içinde olması gerekir…
Okullarda önce kız erkek ayırımı yapılarak ayrı sınıflar oluşturularak karma eğitime son verilmek istendi…
Erkek ve kız öğrencilerin okul içinde yürüyecek merdivenleri ayrıldı…
Etek yerine pantolon giyilmesi uygulaması getirilmek istendi…
Son rezalet uygulamalar ise…
Turistik bir bölgemiz olan Marmaris’teki bir okulda etek giyenlerin, okulu lekelediği belirtilerek kızlar, aşağılanıyor, gururları kırılıyor ve hakarete uğruyor…
Turistik diğer bir bölgemiz olan Antalya Kepez’de, kendisi de bir kadın olan Lise Müdür yardımcısı, mini etek ve tayt giyen kız öğrencileri tacizle tehdit ediyor…
Medyaya yansıyan bu haberler şöyledir;
“Marmaris’te yine okulda etek skandalı patlak verdi. Ancak bu kez skandalın boyutları çok büyük. Marmaris Halıcı Ahmet Urkay Anadolu Lisesi’nde okul müdürü ve yardımcısı ders sırasında sınıftan etek giyen kız öğrencileri topladı. Daha sonra onları salona götürdü. Okul yöneticileri kız öğrencileri kısa etek giymemeleri konusunda uyardı. Ancak çok ağır sözlerle. Yöneticiler kısa etek giyen kız öğrencilerin okulu lekelediğini ileri sürdü. Öğrenciler de bu duruma isyan etti.”
“Antalya Kepez Atatürk Anadolu Lisesi Müdür Yardımcısı Filiz G. Okuldaki 31 sınıf başkanını toplayarak, erkek öğrencilerden bir tim kuracağını, erkeklerin mini etek, tayt giyen kızları önce uyarmalarını, eğer devam ederlerse taciz etmelerini” söylemiş…
Bu haberleri okuyunca insanın kanı donuyor…
Laik Türkiye cumhuriyetinde mi, yoksa şeriatla yönetilen İran’da mı yaşıyoruz? Sorusunu sormaktan edemiyor…
Birer kamu görevlisi olan okul yöneticileri bu cesareti kimden alıyor?
Duraksamaya yer bırakmadan yanıtı, tabii ki iktidardan…
AKP’nin eğitim hakkındaki düşüncesi bu olmakla birlikte, yaranmak için kraldan çok kralcı kesilen yöneticilerin bu uygulamaları, ülkede eğitimin hangi düzeye getirildiğinin kesin kanıtıdır…
Bu konuda demokratik haklarını kullanmak isteyen sendikalar, sivil toplum kuruluşları ve yurttaşlar, iktidarın emniyet güçlerinin tazyikli suyu, biber gazı ve gaz fişeği ile engellenmek istenmektedir…
Kısaca demokrasi ve özgürlükler rafa kaldırılmıştır…
Geleceğimiz olan çocuklarımızın aydın dünyası ile oynamaya ve bu dünyayı karartmaya hiç kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır…
İş işten geçmeden, herkesin şapkasını önüne koyarak düşünmesi ve yasal yollardan tüm haklarını kullanarak bu olumsuz gidişe dur demesi gerekmektedir…
Önümüzde 7 Haziran’da genel seçimler vardır…
Bu olumsuzlukların hesabı mutlaka sandıkta sorulmalıdır…
Aksi halde “kendi düşen ağlamaz” özdeyişinde olduğu gibi sonraki ahlar, vahlar fayda etmez…
Unutmayın ki hepimiz ayni gemideyiz…
Birlikte kurtulur…
Birlikte batarız…
Kurtuluşu seçmek akıllı yoldur…
Söylemesi benden… 

20.02.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Ülkemizdeki politikacıların seviyesi!
Dün (17/Şubat/2015) yaş günümüzdü, eksik olmasınlar arkadaşlarımız,dostlarımız ve henüz yüzlerini dahi görüp tanıma fırsatı bulamadığımız değerli okurlarımızdan bir bölümü, facebook sosyal paylaşım sitesindeki sayfamıza, kutlama ve iyi dileklerini sunan mesajlar göndermişler.
Bir okurumuz'un mesajı dikkatimizi çekti, bizim yazdığımız okuduğu makalelerimizden hareketle, bizi Milletvekili olmaya layık görmüş olacak ki, aynen mesajını buraya alıyorum; “Milletvekili olarak görmek dileğiyle yeni yaşını kutlar mutluluklar dilerim.” yazmış. Duygulandım tabi, hiçbir maddi karşılık ve çıkar beklemeden yazan bir aydın kişi olarak, ne iyi bir iş yaptığımızı, okurların beğeni ve taktirlerine mazhar olduğumuzu görerek, mutlu olduk ve kendi kendimize, iyi ki yazıyorsun Güner dedik.
Ancak, bu okurumun beni ve benim gibileri milletvekili olarak görme dileğinin, bu ülkede asla gerçekleşemeyecek bir ütopya olduğunu düşününce de, üzüldük tabi.
O okuruma aynen;”SAYIN ÖZAKTAŞ; İYİ DİLEKLERİNİZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM, BENİ MİLLETVEKİLİ OLARAK GÖRME DİLEĞİNİZİN, BU ÜLKEDE GERÇEKLEŞMESİ İMKANSIZ.YAZILARIMIZDAN DA ANLAMIŞ OLMALISINIZ Kİ, KİMSEYE EYVALLAHI OLMAYAN,KİM OLURSA OLSUN DOĞRULARI SÖYLEYEN, AĞIR BİR ŞEKİLDE ELEŞTİREN VE YAZAN, POLİTİK DAVRANAMAYAN BİR KİŞİLİĞİM VAR, ÜLKEMİZDE BU KİŞİLERİN SEVİLMEDİĞİNİ VE TUTULMADIĞINI BİLİRSİNİZ, MİLLETVEKİLİ OLMAK İÇİN, LİDERLERİN GÖZÜNE GİRİP, ONLARIN GÜVENİNİ KAZANMAK ŞART OLDUĞUNA GÖRE, İYİSİ Mİ BEN, MİLLETİN VEKİLLİĞİNİ, MAAŞ ALARAK MECLİSTE YAPMAYAYIM, MİLLETİN VEKİLLİĞİNİ, HİÇBİR KARŞILIK BEKLEMEDEN, DOĞRULARI YAZARAK, MİLLETİMİ AYDINLATARAK VE ONLARIN HİSLERİNE TERCÜMAN OLARAK YAPMAYA DEVAM EDEYİM. “ mesajıyla cevap verdik.
Evet, bugün Türkiye Büyük Millet Meclisinde, özellikle muhalefet kanadında, en az bizim kadar doğruları söyleyen ve yazan, liderinin boyunduruğu altına girmeyen,kişilikli birçok milletvekilimiz var, onları, bu olumsuz düşüncelerimden ayrı tutuyorum ve bizim göze alamadığımız bu kötü politik ortama rağmen mücadele ederek meclise girebildikleri ve milletimize hizmet etmeye çalıştıkları için, onları özellikle kutluyorum. Ancak, bu tespitimiz dahi, bugün ülkemizde geçerli olan lider sultası ve milletvekili olabilmenin dayanılmaz hafifliği ve zorluğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Geçtiğimiz günlerde,ORDU’da düzenlenen Doğu Karadeniz Projesi (DOKAP) Eylem Planı toplantısında konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu; CHP ve MHP’nin İç Güvenlik Paketine yönelik olarak yaptıkları eleştirel açıklamalarını eleştirmiş ve "Tertemiz gençleri, biri bonzai ile zehirlemek isterse, biz buna sessiz mi kalacağız? Eğer Meclis’te yasayı engellemeye kalkarlarsa, onlara tek tek 'Bonzai Bahçeli', 'Bonzai Kılıçdaroğlu' deriz ve unvanları bu olur.” diyerek, konuyu saptırmaya ve iç güvenlik yasa tasarısında yer alan kişi özgürlüklerini yok eden antidemokratik hükümleri, halkın dikkatinden kaçırma kurnazlığı içine girmiştir.
Cumhurbaşkanlığını, Anayasaya aykırı bir şekilde ve yeminsiz olarak yapmaya çalışan (fiilen yemin etmişse de, yeminine hiç uymadığı için, bize göre yemin etmemekle eş değerdir )Tayyip Bey de, geçtiğimiz günlerde, 1150 odalı Aksarayın yapımcısı müteahhide ödül verdiği törende yaptığı konuşmasında, Cumhurbaşkanlığı görev ve sıfatına uymayan ve yakışmayan bir şekilde konuşarak, her zaman olduğu gibi, muhalefet partilerimizi eleştirmiş ve milletimize, muhalefet partisi liderlerinin, inşaat şantiye bekçisi dahi olamayacaklarını beyan eden bir Cumhurbaşkanına sahip olma talihsizliğini yaşatmış ve şantiye bekçiliğine dahi layık görmediğini ifade ettiği muhalefet partilerinin liderlerine ve onların şahsında, kendisine ve AKP'ye oy vermeyen milletimizin çok büyük bir kesimine hakaret etmiştir.
Avrupa Birliğinden sorumlu bakanımız, ÖZGECAN kızımızın Mersinde hunharca öldürülmesi nedeniyle, laf olsun torba dolsun faslından bir demeç vererek, mealen; “bu cinayet, benim kızıma karşı işlenseydi, ben silahımı alıp bu şahsı vurur ve cezasını kendi ellerimle verirdim” diyebilmiştir.
Halen,Avrupa Birliğinden sorumlu Bakan olan ve aynı zamanda hukuk fakültesini bitirmiş ve bakanlığından önce de,büyükelçilik yaparak, ülkemizi dış ülkelerde temsil etmiş olan, hukukçu kimliği taşıyan bir kişinin söylemiş olduğu, bizzat ihkakı hakkı meşru gösteren bu ilkel ve çağ dışı sözlerine karşılık, bu vahşi cinayetin acısını doğrudan yüreğinde ve ciğerinde hissetmiş ve yaşamış olan ve kor halinde düşen bu acı ateşin tam ortasında kalan, ÖZGECAN kızımızın çok değerli ve sevgili babasının; en başta politikacılarımız olmak üzere, hepimize insanlık dersi veren, gerçek baba yüreğinin ve sevgisinin ne olduğunu ortaya koyan, hukuka ve hukukun üstünlüğüne, adalete inanan ve güvenen olgun ve onurlu bir dik duruşu sergileyen; “Kızımı öldürenlere zulüm yapılmasın, adil bir şekilde yargılansınlar ve cezalarını çeksinler, onların da bir annesi ve babası var, Allah onlara kolaylık versin” sözlerine bir bakınız bakınız ve ikisi arasındaki; insanlık,olgunluk, çağdaşlık,aydınlık,aklıselim ve hukuka uyarlık farkını görünüz lütfen.
Bu her iki sözden, ÖZGECAN kızımızın babasının çağdaş ve aydınlık bir zihniyeti yansıtan sözlerinin yanında sırıtan ve millet olarak bizleri üzen ve utandıran Avrupa Birliğinden sorumlu Bakan'ın sözlerinin gerisindeki çağ dışı, hukuk dışı, insanlık dışı ve karanlık zihniyete ve kafa yapısına baktığımızda, bizleri kimlerin idare ettiklerini ve ülkemizdeki politikanın ve politikacıların seviyelerinin nerelerde olduğunu, çok iyi bir şekilde görmekteyiz.
Yazık, çok yazık, demekten başka elimizden hiçbir şeyin gelmediğini gördükçe, daha da kahroluyoruz.

18/02/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Hukukun Arkasından Dolanmak
AKP iktidara geldiği günden beri, bugün dava (dava her ne ise açıkça belirtilmiyor) olarak dillendirmeye başladığı düşüncesini devletin tüm kurumlarına egemen kılmak için çıkarmak istediği yasalarda ve yönetmeliklerde hukuka arkadan dolanarak sürekli Anayasaya aykırı davranmaktadır…
Bunun kanıtı da…
Birçok yasanın Anayasa Mahkemesince ve birçok yönetmeliğin Danıştay tarafından iptal edilmesidir…

-Anayasa Mahkemesi ile (AYM) Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunu (HSYK) yeniden yapılandırmak için Anayasada yaptığı değişikliği 12 Eylül 2010 tarihinde Halkoyunu sunarken, bu gerçek amacını gizlemek için “12 Eylül darbecilerinden hesap soracağız, muhalefet buna engel olmak istiyor” propagandasıyla yurttaşlarda algı oluşturup gerekli oyu toplamayı başardılar…
- Anayasa mahkemesinin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın ve yargı yetkisini kabul ettiğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bağlayıcı kararlarına göre türban dini bir simge olarak kabul edilmiş ve kamu alanlarında takılamayacağı belirtilmiş olmasına karşın…
Önce, YÖK başkanının bir genelgesiyle Üniversitelerde…
Sonra, Yönetmelik değişikliği ile tüm kamu kurumlarında (Silahlı Kuvvetler, Yargıç ve Cumhuriyet Savcıları ile Emniyet hizmetleri hariç)…
Daha sonrada yine yönetmelik değişikliği ile tüm okullarda…
Yaptım oldu hukuku ile serbest bırakıldı…

-Şimdi TBMM’de İç Güvenlik Paketi adı altında görüşülmekte olan yasa tasarısında aynı şey yapılmak isteniyor…
Uzun süredir kamuoyunda tartışılan yasa ile polis devletinin alt yapısının oluşturulmak istendiği yurttaşların büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmesine, birçok sivil toplum kuruluşunun protestolarına, Avrupa devletlerinin aynı düşüncede olduklarına dair açıklamalarına karşın, AKP oy çokluğuna dayanarak yine bildiğini okumaya ve hukukun arkasından dolanarak yasa taslağını geçirmeye çalışmaktadır…
Yine propaganda ile asıl amaç gizlenerek, yürürlükte olan birçok hükmü yokmuş algısı yaratılarak bu yasa tasarısı ile Bonzai ve Molotof’un yasaklanmak istendiğini söylenmektedir…
Şimdiye kadar olduğu gibi AKP, bu kez de hukuka arkadan dolanarak istediği düzeni kurmayı amaçlamaktadır…
İnkâr edilse de her şey açık, seçik gün gibi ortadadır…
Dün TBMM görüşmelerinde estirdiği terörün nedeni de budur…

18.02.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Direnme Hakkı Özgecan'ın Yaptığıdır
Mersinde ömrünün baharında hunharca öldürülen üniversite öğrencisi genç ve talihsiz kızımız ÖZGECAN, ulus olarak hepimizi büyük bir yasa boğdu.Buradan kendisine Allah'tan rahmet, anne ve babasına ve diğer aile yakınlarına başsağlığı diliyoruz.

Bu acının etkisiyle, idam cezası geri gelsin diyenler oldu ve her zaman olduğu gibi, yine kolaycılığa kaçtık ve millet olarak, insanlığımızı sorgulayıp, kendimizle yüzleşme olgunluğunu gösteremedik.

Şunu herkes iyi bilsin ki, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda, idam gibi çok ağır cezalar geri de gelse, bu tür namusa ve cana yönelik suçları önlememiz asla mümkün olamayacaktır.

İnsanları eğitemezseniz, iş ve güçsahibi yapamazsanız, en az üç çocuk sahibi olmayı marifer sayar ve bunu devlet politikası haline getirmeye çalışırsanız, insanlarımızı sürekli belden aşağıya çalışmaya teşvik ederseniz, insana yatırım yapmazsanız, insan sevgisini aşılayamazsanız, kadına bakış açınızı değiştiremezseniz, kadını, erkekten ayırırsanız, kadın ile erkeğin, madalyonun iki yüzü gibi eşit iki kişi gibi göremezseniz, erkeği kadından üstün tutar ve kadınları, erkeğin karşısında edilgen konuma  sokarsanız, kadını sadece bir seks objesi olarak değerlendirirseniz, erkekler tahrik olmasın gerekçesiyle kadınların başlarına türban geçirirseniz, kadınlarımızın mini etek giymelerini, ırz ve namuslarına saldırılmalarının ve hatta öldürülmelerinin bahanesi yapar ve erkekleri zeytinyağı gibi suyun üzerine çıkarmaya çalışırsanız, kadını toplumdan ve çalışma hayatından soyutlamaya devam ederseniz,kadını çocuk doğuran, evinde oturarak çocuğuna bakan, erkeğine yemek yaparak onu akşam kapıda karşılayan ve erkeğinin canı istediğinde onu yatakta da memnun eden, ama kendisi bir türlü memnun ve mutlu olamayan, dünyaya çile ve erkek kahrı çekmek için gelen eksik bir kişilik olarak görmeye devam ederseniz, daha çok ÖZGECANLAR'ın acısını yaşamaya devam ederiz.

İnsanları germemeleri, onların ümitsizliğe kapaılmalarına yol açmamaları, rakiplerini ve tüm insanları sevmeleri ve insanlara değer vermeleri, topluma iyi örnek olmaları için, politikacılarımıza ve özellikle de iktidara büyük sorumluluklar düşmektedir.

Kadınlarımızın ırz, namus ve canlarına yönelik erkek saldırılarına son vermek için, en büyük görev ve sorumluluğun yine kadınlarımıza düştüğünü belirtmek istiyoruz.

Kadınlarımız; okumalı, kendilerini yetiştirmeli, en az erkekler kadar eşit ve onlarla aynı hak ve özgürlüklere sahip birey olduklarına inanmalı ve kendilerine güvenmeli, erkeklerden önce, kendilerine kendileri değer vermeli, erkekler istiyor, onlar tahrik olmasınlar düşüncesiyle kendilerinin özgürlüklerinden asla fedakarlık yapmamalı,erkeklerin ehlileşmelerine katkı yapmaya çalışmalıdırlar.

ÖZGECAN; bugüne kadar öldürülen binlerce hemcinsi gibi, ömrünün baharında hunhar bir saldırı sonucunda öldürülmüştür. Hiç değilse, bu ölümden bir ders çıkarmasını bilmeliyiz.

Bizlere, o derslerden birisini ÖZGECAN'ın babası vermiş ve iktidarın gösteremediği olgunluğu göstererek, insanların suçlu doğmadıklarını, koşulların insanları suça sürüklediğini, kızının katillerine zulüm yapılmadan, adalet önünde yasalara göre hesap sorulmasını, kızını öldürenin de bir anne ve babasının olduğunu, Allahın onlara kolaylık vermesini dileyebilmiştir. İşte insanlık, insan sevgisi,nefse hakimiyet ve olgunluk bu olsa gerek, ÖZGECAN'ın babasının bu olgunluğunu, politikacılarımıza ithaf ediyoruz.

Son sözümüz de talihsiz ve cesur kızımız ÖZGECAN'a.

ÖZGECAN; ebedi istirahatgahında rahat uyu, seni çok seviyoruz, iki günden bu yana  ulus olarak senin için ağlıyoruz, eninde sonunda hepimizin gideceği yer orası ama, sen çok erken ve zamansız gittin, giderken de hepimize çok iyi bir ders verdin. O gözü dönen caninin, senin namusuna yönelen saldırısına göz yummadın ve canının pahasına da olsa, tek başına ve cesurca karşı koyup direndin, dişe diş mücadele ederek, saldırganın kötü emellerine ulaşmasına engel olmak için direnme hakkını kullandın, saldırganın asıl hedefi olan namusunu, direnerek korumasını bildin, bu uğurda ölmeyi göze alabildin, o alçak da emeline kavuşamamanın çılgınlığı içinde seni acımasızca öldürdü.Hayatını verdin ama, kutsal direnme hakkını kullanarak namusunu teslim etmedin, bize göre mücadeleyi sen kazandın, haksızlık karşısında direnmenin ve direnme hakkının, yaşamdan da önemli ve kutsal olduğunu, toplum olarak hepimize gösterdin. Bu toplum ve ailen, seninle ne kadar övünse azdır.

Cesur kız ÖZGECAN; sana ve senden önce, erkek demeye asla dilimizin varmadığı o mahluklar tarafından öldürülen tüm talihsiz kadınlarımıza selam, kendi siyasi emel ve çıkarları için kadınlarımızı kullananlara,onaları erkeklerin uydusu kılanlara da lanet olsun.

17/02/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Ermeni Cinayetleri Nasıl Başladı
1945 yılında savaşın müttefikler lehine döndüğü anlaşılınca Ermeni iddiaları da yeniden harekete geçirildi. 1945 Haziran ayında yeni Ermeni Katagikosu’nun seçimi nedeni ile Dünya’daki Ermeni Kuruluşlarının Erivan’da yaptıkları toplantıda Kars –Ardahan konusu ortaya atıldı. Bu sefer Ermeniler yine tarihsel koruyucularına kavuşmuş oldular. Eski Çarlık Rusya’sının yerini yayılmacılık konusunda doymak bilmeyen bir iştahı olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği almıştı.
Ancak Ermeniler; Avrupa –Amerika kıtaları ve Orta doğu’da Komünizm’e karşı kamplarda olan Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada gibi ülkelerde yaşıyorlardı. Onlara karşı bir görüntü vermeden “Sosyalist ve Komünist dünyayı Ermeni milliyetçi amaçları için kullanmak oldukça büyük beceri istiyordu. Bunun için mecburen bölündüler. Batılı demokratik ülkelerde propaganda ve teşkilatlanmaya ağırlık verilirken, Türk Solcuları dâhil, bütün sosyalist Dünyada “Ermeni Milliyetçiliği” için faaliyete geçtiler. 1964 yılından itibaren dağınık halde yapılan çalışmalar birleşmeye, 24 Nisan tarihlerinde gittikçe adedi artan ülkelerde törenler düzenlenmeye, anıtlar dikilmeye başlandı. (1)
1960’lı yıllardan itibaren her sahada Ermeni faaliyetlerinin artması’nın nedenlerinden belki de birincisi Ermenilerin bulundukları ülkelere adapte kabiliyeti, siyasi ve basın-yayın organlarında güçlü pozisyonlar elde etmeleridir. Ermeniler Türkler aleyhinde her sahada, her fırsatta büyük iddialarla ortaya çıkarken Türkler bu gelişmelerin farkında bile olmamışlar, Ermeni sorununun 1923’te bittiği inancı ile ve de Ermenilerin bu kadar pervasız, mesnetsiz, belgesiz inanılmaz iddiaları nasıl yeniden ortaya atıp insanları etkilediğine inanmakta zorlanmışlardır. Gürbüz Evren’e göre 1960’lı yıllardan beri “Ermeniler kendi tezlerini anlatmak için 26.200 yayın ortaya koyarken, bunun karşılığında Türkiye’nin tezlerini anlatan kaynak sayısı 15-20 kadardır.” (2)
Ermenilerin bu faaliyetlerinden Türkiye’nin sanki haberi yok gibidir, olsa bile önemsememektedir. Olayın her geçen yıl bir çığ gibi büyüdüğü anlaşılamamıştır. Türkiye kendi masumiyetine inançlı, sakin ve sessizdir. Batılılar arasında ironik bir deyim vardır: “Burası İngiltere (veya Amerika, Fransa) kimin sesi fazla çıkarsa o haklıdır” derler. Espri amacıyla söylenmiş bu söz, gerçekte de öyledir. Hele Türk –Ermeni meselesinde en çok bağıran, çağıran, şikâyet eden Ermeniler haklı ve sessiz kalan Türkiye’nin “suçluluğun sessizliği” içinde ve haksız olduğu kabul edilmiştir. (3) (Ermeni iddiaları ile ilk defa 1959 yılında Tokya’da Amerikan Subay Klübünde karşılaştığımızda önce şaşırmış ve Ermeni iddialarına inanamamıştık, bir yıl sonra ABD’de Washington civarındaki Amerikan İstihkam Okulunda “Ermeni ve Yunan Propagandasının” Amerikan insanını nasıl yanıltabildiğine şahit olduk. 1960 larda Lübnan’dan gelen haberler, bu ülkede Ermenilerin çok düşmanca davranışlar içinde olduğunu gösteriyordu.)
Hortlayan Hınçak, Taşnak ve Ramgavar tedhiş örgütleri Lübnan’da faaliyete geçmişti. Moskova’nın emri ile yönetilen “Hınçak ve Ramgavar” partisi ve Amerika’daki Ermenilerin emrinde olan “Taşnak” partisine değişik isimlerde 8 ermeni terör örgütü bağlıydı. Bu örgütlerin Amerika’da merkezleri Los Angeles, Newyork, Detroit, Chicago, Boston ve Buenos Aires’te bulunuyor. Buradaki örgütler 126 gizli örgütle işbirliği yapıyordu. Bunlar paralı tedhişçilerdi. (4)
Beyrut’ta bulunan ve Türk diplomatlarına ölüm planlarını hazırlayan bu üç yasadışı partinin Avrupa’daki merkezi  Prag, Berlin, Paris, Milano, Lion’dadır. Örgütün bu merkezlerine bağlı “ön karargahları” vardır. Bu ön karargahlar Marsilya, Zürih, Cenevre, Roma, Viyana, Selanik, Atina’dadır. (5)
1960-1970 yılları sosyalist akımların en saldırgan ve en etkili olduğu dönemdir. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de silahlı sol örgütlerin ve onlara karşı teşekkül eden silahlı sağ örgütlerin yıllarca devam eden çatışmaları toplumda  derin yaralar açmışlardır. İşte bu dönemde Ermeni cinayet örgütleri de teşkilatlanmış ve münferit terörist eylemlere başlamışlardır.
1965 yılında Lübnan’da yaşayan Ermeniler 1915 zorunlu göç olayını anma amacı ile Beyrut’ta bir gösteri düzenlediler. (6) Lübnan Ermenileri “24 Nisan” gününü “Anma günü” olarak kabul ettiler. Ermenilere göre o gün birkaçyüz siyasi ve entellektüel Ermeni temsilcileri toplanmış, hapsedilmiş ve daha sonra da katledilmişlerdir.  1965’in aynı günü Sovyet Ermenistanı’nın başşehri Erivan’da Ermeniler, binlerce insanın katıldığı bir izinsiz gösteri düzenlediler. Gösteri sırasında taşlar atıldı ve sükunet güçlükle sağlandı. O tarihten itibaren 24 Nisan Erivan’da kutlama günü olarak kabul edilmiş ve sakin gösterilere izin verilmeye başlanmıştır. (7)
1972 yılında Jean-Marie Cazoni adında bir Fransız-Ermeni ressamın oğlu, Marsilya’da yaptığı bir konuşma sırasında Türkiye’ye karşı koordineli bir hareketin başlatılması zamanının geldiğini söyledi. Bir yıl kadar sonra 27 Ocak 1973 günü koordineli değilsede bireysel bir intikam amaçlı cinayet işlendi. Yetmiş sekiz yaşındaki Kalifornialı bir Ermeni Gourgen Yanıkyan, Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’i  (Osmanlılara ait) değerli iki tabloyu kendilerine vermek bahanesiyle, yakınlık göstererek davet ettiği bir otel odasında öldürdü. [İki Türk görevlisinin bu davete neden gittiği bazı kimselerce anlaşılmayabilir. Naçiz tecrübelerimize dayanarak söylemek isteriz ki, yurt dışında aynı kültürün insanları olarak Türkler –Yunanlılar – Ermeniler çok iyi anlaşabiliyorlar. Akıl, mantık gitmemenizi, insani sıcak duygular gitmenizi emreder.  Belki de rahmetli Baydar Demir böyle bir tereddüt geçirmiş, insani yolu seçmiştir.] Bu çifte cinayetin Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu / Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia (ASALA) ve Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları / Justice Commandos of The Armenian Genocide (JCAG) örgütlerinin yaptığı bir terör olayı olduğu genel bir kanı idi. (8)
Bu örgütlerin kendi itiraflarına göre ilk koordineli terörist hareketi Ağustos 1975 tarihinde, Ermenilerin Amerika’ya göç ettirilmesiyle ilgili olarak çalışan “Dünya Kiliseler Konseyi Temsilcisi”nin Beyrut’taki ofisinde öldürülmesiyle başlatıldı. Öldürülme nedeni olarak bu kişinin “mümkün olduğu kadar çok Ermeni’yi Amerika’ya göç ettirmesi” gösterildi. (12) Kayıtlara göre Lübnan’daki iç savaş döneminde Lübnan’dan 300.000 ila 350.000 Ermeni ülkeyi terk etmiştir. (9)
Bu tarihten sonra 1982 yılına kadar Ermeni örgütleri tarafından 17 ayrı ülke ve 28 şehirde 138 saldırı gerçekleştirilmiş ve bu korkunç saldırılar sırasında 33 Türk diplomat ve görevlisi ile 4 başka ülke mensubu öldürülmüş, 81 kişi de yaralanmıştır. (10)

DİPNOTLAR:  

(1) Ermeni Sorunu, S.59 ( Genkur.Hizmete Özel –1981)
(2) Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu, S.293, Gürbüz Evren, Fransız Ulusal Meclisinde Ermeni Soykırımı İddiaları ve Çözüm Önerileri (Ed. Hasan Celâl Güzel, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara –2001)
(3) Aynı Eser, S.293
(4) A. Alper Gazigiray, Osmanlılardan Günümüze Kadar Vesikalarla Ermeni Tetörünün Kaynakları, S. 604 (Gözen Kitabevi, İstanbul – 1982)
(5) Aynı Eser, S.604-605
(6) İnternational Terrorısm And The Drug Connection S.110, Michael M. Gunter: Contemparary Aspects of Armenian Terrorism, (Symposium on İnternational Terrorism, Ankara – 1984)
(7) Aynı Eser, S.110
(8) Aynı Eser, S.111
(9) Aynı Eser, S.111
(10) Aynı Eser, S.31, Turan İtil: Terrorism İn Turkey With Special Consideration of Armenian Terrorism. Tarık Somer, Chairman of the Symposium The Opening Statement: S.99. Dikran Kevorkyan: Armenian Terorrorism Within The Fromework of İnternational Terrorism

Dr. M. Galip Baysan

Ben Obama Buradayım Sayın Erdoğan !...
Beni aramışsınız Sayın ERDOĞAN, ben ülkemde görevimin başındayım.

Sayın ERDOĞAN, Türkiyeden Meksika ve Kübaya kadar gelmişsiniz, Meksikadan bana, neredesin başkan diyerek, benden hesap sormuş, insan hakları ve demokrasi dersi vermeye kalkışmışsınız.

Sayın Cumhurbaşkanı, asıl hesap sorması ve sitem etmesi gerken benim.Biz, dost ve ülkelerimiz de stratejik ortak değil mi? Meksikaya kadar gelmişsiniz, burnumuzun dibindesiniz, insan bir kahve içmeye Beyaz saray'a uğramaz mı canım?

Meksikadan bağırarak, bana ülkemde öldürülen 3 Müslüman gencin hesabını soracağına, altında benimkinden daha yeni ve lüks gıcır gıcır uçağın var, atlayıp gelerek bunları aramızda konuşsaydık ve karşılıklı bir kahve içseydik fena mı Olurdu?

Sayın Cumhurbaşkanı, ölenler Müslüman olduğu için gösterdiğiniz hassasiyeti çok iyi anlıyorum, ama anlamadığım bir şey var, biliyorsunuz burası Amerika, insan hak ve özgürlüklerine, hukuka saygılı, demokratik bir ülke, Amerikayı başka ülkelerle karıştırmayınız, burada insanın dinine, ırkına,mezhebine göre farklı bir muamele yapılmaz, öldürülen kişiler Müslüman da olsalar hukuken gereği ne ise o yerine getirilir.Aynı şartlarda ülkenizde bir alevi, ermeni veya bir kürt öldürülseydi, siz ne yapardınız onu bilemem.

Sayın Cumhurbaşkanı neyse geçelim bunları.

Meksikaya kadar gelmişken, bir kahve içmeye Beyazsaray'a uğramadığınız için, size gerçekten kırıldım.Hatta aklıma kötü şeyler geldi, bana uğrarsanız, benim de sizin 1150 odalı o muhteşem ve kaçak sarayınıza misafirliğe gelmemden mi korktunuz diye düşündüm.

Sayın Cumhurbaşkanı, Mart ayında uçağınıza atlayarak ve yandaş gazetecileri yanınıza alarak yine buralara gelip, Brezilya, Şili şöyle bir turistik gezi yaparak hava aldıktan sonra ülkenize döneceğinize dair bir duyum aldım, bu duyumum doğruysa ve ülkemin güneyine kadar gelip de yine bana bir kahve içmeye uğramazsan bir daha yüzüne bakmam ve 1150 odalı kaçak sarayının semtine dahi uğramam, bu sözü mü sakın unutma.

Sayın Erdoğan, Cumhurbaşkanlığının sizi tatmin etmediğini, parlamenter sistemi terkederek, ülkem Amerikada olduğu gibi, başkanlık sistemine geçmek  istiyormuşsun. Ancak bu isteğiniz benim kafama hiç yatmadı, başkanlık sistemi, istemekle olmaz, sizin ülkenizin koşulları ve yönetim tarzıyla benim ülkem çok farklı, başkanlık sisteminin demokratik bir şekilde işleyebilmesinin alt yapısının hazır olması gerekir, medyadan izlediğim kadarıyla sizin getirmek istediğiniz başkanlık sisteminin, isim benzerliği dışında, bizim ülkemizdeki başkanlık sistemiyle uzaktan yakından hiçbir benzerliğini göremedim.Gördüğüm kadarıyla sizin arzu ettiğiniz şekildeki bir başkanlık sisteminden, ancak bir diktatörlüğün çıkacağından endişe duyuyorum.

Sayın Cumhurbaşkanı, aklımı kurcalayan bir husus var, onu da belirtmezsem rahat olamayacağım.Sizin, Meksikadan Neredesin Başkan diyerek, ülkem de öldürülen 3 Müslüman için ne yaptığımızı soruyorsun ama, ben de sizin ülkenizde olan olayları televizyondan ve internetten takip ediyorum, bir sene önce, gezi olayları dediğiniz, bizim demokrasi anlayışımıza göre, gençlerin demokrat ve barışçıl protesto gösterilerine tahammül edemediniz, gençleri polis tomaları, copları, tazyikli ve ilaçlı sular ve biber gazıyla engellemeye çalıştınız ve polis şiddetinden onlarca genç yaralandı, sakat kaldı ve hatta ölenler oldu.Siz  ise, orantısız güç kullanan polisi engelleyecek ve cezalandıracak yerde, onları destan yazdınız diyerek övdünüz, ikramiye dağıttınız ve ödüllendirdiniz.

Sayın ERDOĞAN; ülkenizde nerede  barışçıl ve demokratik bir protesto ve gösteri olsa, anında polisler beliriyor ve toma, cop ve biber gazı kulanarak göstericileri dağıtıyor ve gözaltına alıyor. Sizin anayasanızda yazılı olan toplantı ve gösteri  yürüyüşü hakkını vatandaşlarınızın polis engeli olmadan ne zaman kulanabileceklerini çok merak ediyorum. Bu halk, biriken gazını boşaltamazsa, buna imkan verilmezse, bir dost olarak, ülkenizde daha kötü şeylerin olabileceğini, haddim olmadan size söylemek istiyorum.

Bana Meksikadan bağırdığınız sıralarda, ülkenizin Gaziantep ve İzmir illerinde barışçıl demokratik gösteri ve protesto haklarını kullanan gruba polisin uyguladığı şiddete tanık olduk, polis şeflerinden birisi, halkına biber gazı sıkmak istemeyen emrindeki bir polisin boğazını sıkmış “sık lan,sık” diye talimat veriyordu. Yine izlediğimiz kadarıyla, ülkenizde hergün bir kadın kocası veya sevgilisi tarafından boğazlanarak öldürülmekte.

Sayın ERDOĞAN; çok haklısınız, bana Meksikadan duyurduğunuz gibi, ülkemizde işlenen cinayetlerden biz sorumluyuz, tavrımızı ortaya koymak zorundayız, çünkü halk bize oylarını verirken, “Benim can güvenliğimi, mal güvenliğimi sağlayacaksın” diyor, eğer biz,bu tür bir olay karşısında sessiz kalırsak, dünya da bize her zaman sessiz kalacaktır.

Sayın ERDOĞAN;konuşmaya gelince çok güzel konuşuyorsunuz ve bana demokrasi dersi veriyorsunuz. Ancak, siz hiç aynaya bakmıyor musunuz, siz de ülkenizde seçimle iş başına gelmediniz mi, Türk halkı size oylarını verirken, benim can ve mal güvenliğimi siz sağlayacaksın demedi mi, peki siz, ülkenizdeki polis şiddetinden, koca şiddetinden yaralanan ve ölen vatandaşlarınız için ne yaptınız, onlardan veya yakınlarından özür dilediniz mi, faillerin en ağır şekilde cezalandırılmaları için özel bir gayret sarfettiniz mi?

Polisin bu rahatça ve kolayca uyguladığı ölçüsüz şiddete rağmen,polisin yetkilerini daha da artırmak amacıyla, iç güvenlik yasası diye bir yasa çıkarma gayreti içinde olduğunuzu duyuyoruz, Sayın ERDOĞAN bu kadar orantısız güç kullanan ve destan yaratan polisinizi daha da güçlendirirseniz, polisinize nasıl hakim olacaksınız, merak ediyorum doğrusu.

Sayın Cumhurbaşkanı; size, çuvaldızı başkasına batırmadan önce, iğneyi kendinize batırmanız gerektiğini hatırlatarak,şahsım ve ülkem adına, sizin şahsınızda Türk Halkına sonsuz selam ve muhabbetlerimi sunuyorum!

15/02/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget