Kasım 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

İçeride PKK’ya yalvarıyor, dışarıda alay konusu oluyor!..
Durum vahimdi, giderek daha da vahim bir boyut alıyor.
Örneğin içeriye bakalım:
Elindeki silahla müzakere masasına oturmayı başaran terör örgütünün önde gelenlerinden KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu “AKP’nin tutuklamalarına karşı, halka yönelik suç işleyen askerleri, polisleri ve kaymakamları tutuklayacaklarını” söylüyor.
Bunun ilk uygulaması olarak PKK’lılar, Diyarbakır’da terörle mücadele polislerini gözaltına alıyorlar!
* * * *
Karasu, AKP’nin “Aman seçimler çatışmasızlık ortamında yapılsın, hele bir seçimleri kazanalım, sonra istediklerinizi veririz” diyerek başlattığı açılımda (!) gelinen son durumu şöyle değerlendiriyor:
“(…) Siyasi soykırım operasyonlarını tamamen demokrasi karşıtı, özgürlük karşıtı, Kürt sorununun çözüm zeminini ortadan kaldırmak, Kürt sorununun çözümünü isteyen güçleri sindirmek için yapılan operasyonlar olarak görüyoruz. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi olarak bu operasyonlara karşılık vereceğiz.
(…) Kürt Özgürlük Hareketi, AKP’nin tutuklamalarına karşı kendisi de halka karşı suç işleyen askerleri, polisleri, kaymakamı, devlet memurlarını, AKP’ye işbirlikçilik yapan güçleri tutuklayacak ve kendi hukuku çerçevesinde yargılayacaktır.
(…) Kürdistan’da meşru olmayan güç, Türk Devleti’nin askeridir, polisidir, yargı gücüdür, mahkemeleridir. Bunları tanımıyoruz.
(…) Türk Devleti’nin tutuklamaları meşru olacak, öldürmeleri, yargılamaları meşru olacak, ama Kürt halkının özgürlük iradesi olan Kürt Özgürlük Hareketi’nin adalet kurumlarının yargılaması meşru olmayacak, buna karşı çıkılacak! Bu kabul edilemez. Bu tür yaklaşım içinde olanlar kültürel soykırımcı Türk Devleti ve AKP gibi düşünenlerdir.”
* * * *
Karasu lafı eveleyip gevelemeden çok açık, çok net konuşuyor.
“Türk Devleti’ni tanımıyoruz. Türk Devleti operasyonlara, tutuklamalara devam ederse biz de yaparız, biz de tutuklarız. Türk Devleti’ne karşı bizim de askerimiz, polisimiz, kurumlarımız, yasalarımız ve mahkemelerimiz var. Artık biz de devlet yapılanması içindeyiz” demeye getiriyor.
Peki bu meydan okumaya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hedef alan bu açık tehdide karşı AKP önde gelenleri ne yapıyor?
Hiçbir şey yapamıyor?
Sadece “2015 seçimlerini de çatışmasızlık ortamında geçirelim, Meclis’te anayasayı değiştirecek bir çoğunluk kazanalım, ondan sonra ne isterseniz yaparız!.. Ama ne olur çatışmasızlık devam etsin” diye yalvar yakar oluyorlar!
Oy uğruna devletin itibarını beş paralık ettikleri yetmiyormuş gibi, Kürt sorununu çözümsüzlüğe sürükleyecek yanlışlarda ısrar ediyorlar.
* * * *
Gelelim dışarıya…
Bu güzelim ülkenin bir vatandaşı olarak üzülerek yazıyorum, dünya medyası Tayyip Erdoğan’la durmaksızın alay ediyor.
Bir örnek vereyim:
Almanya’nın en saygın gazetelerinden Die Zeit “Erdoğan’ın Kehanetleri” başlığıyla bir kampanya sürdürüyor.
Gazete kampanyanın tanıtım yazısında şu çağrıda bulunuyor:
“Türkiye Cumhurbaşkanı dünyayı başkalarından daha farklı açıklıyor. Örneğin ‘Kadınla erkeğin eşitliği doğaya aykırı, Amerika’yı Kolomb’dan önce Müslümanlar keşfetti’ diyor. Sizce Erdoğan daha neler biliyor? Bu kehanetleri bize yazın…”
* * * *
Türkiye’nin haline bakar mısınız?
İçeride PKK tehdit savuruyor, dışarıda ise alay konusu oluyor.
Saltanatını sürdürebilme uğruna ülkeye yaşattıkları, artık bilinçli her yurttaşı kahrediyor…

 Uğur Dündar

     Rennan Hoca darbe mi yaptı? - Tünay Süer
Astronomi ve Uzay Bilimleri Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, bugün son dersini vermek için kürsüye çıktığında  “Rennan Hoca yalnız değildir” sloganları nedeniyle duygusal anlar yaşayarak gözyaşlarına hakim olamadı…
Bu satırları basında okuduğum zaman inanın bir insan olarak, çok ama çok üzüldüm.
Rennan Hoca ile uzaktan yakından ilgim yoktur ve kendisini sadece basında çıkan haberlerden tanırım.
Ama ne var ki bir kişiyi tanımak için ille de onu görmek gerekmez.
İster istemez, Atatürk’ün sözlerini anımsadım.
“ Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.”
Rennan hocayı neden hapise attılar?
Suçu neydi?
Başbakan geldiğinde ayağa mı kalkmamıştı?
Cinayet mi işledi?
Darbe mi yapacaktı?
Hükümeti düşürmek için planları mı vardı?
Yoksa casus muydu?
Acaba halkın parasını mı çalmıştı veya halkın parası ile kaçak ev, saray mı yaptırmıştı?
Elbette hocamız bu suçların uzağından yakınından bile geçmemiş.
Peki, o zaman ne suç işlemiş?
Merak ettim araştırdım.
Paralel yapı ve hükümete, Türkiye’ye getirilmek istenen düzene, düzenin simgelerinden olan o acayip örtünmeye, birçok çıkarcı profesör gibi boyun eğmeyerek, dik durmuş.
 Bundan ötürü "başörtülü öğrencinin eğitim hakkını engellediği" gerekçesiyle mahkûmiyet kararı verilmiş.
“Nereden bilsin ki Ana muhalefet Partisi CHP’nin, başörtüsü denen kafa bohçalamayı hem okullara, hem de devlete girmesi için öncü olacağını?
 Hoca ne yapmış, öğrencinin elini kolunu mu bağlamış?
Başörtüsü ile ilgisi olmayan o hotozu başından çekmiş, çıkartmış mı?
Okula mı almamış?
Bunların hiç birisi değil tabi.
Bakın hocanın avukatı Murat Fatih Ülkü ne diyor;
Mahkemenin gerekçesinin hukuken kabul edilebilir bir tarafı yoktur. "Hocanın mücadelesi Anayasa Mahkemesi kararları gereğince saptanan laiklik ilkesinin korunması üzerine bir mücadeledir, bugün Rennan hoca cezaevine gönderilerek laiklik ilkesi aşındırılmaktadır" .
Doğru söze ne denir?
Anayasamızın 2. maddesinde  “Cumhuriyetin Nitelikleri”; Türkiye Demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu maddenin değiştirilmesi veya değiştirilmesinin teklif edilmesi dahi mümkün değildir” der.
Yurtsever, laik, çağdaş bilim insanı olan Pekünlü’nün, meğer yasaları uygulaması suç olmuş.
Nasıl olur diye düşünmeye gerek var mı?
AKP döneminde ülkemiz Türkiye Cumhuriyetinden Tayyibbistan diktatörlüğüne dönüştü.
Meclis o, başbakan o, cumhurun başı o, velhasıl gökte Allah Türkiye’de Tayyib.
O buyurursa, o olur.
Yasayı kim takar?
Böyle bir durumda da demokrasiden, bağımsız hukuktan söz edilebilir mi?
Peki, Tayyib gökten zembille mi indi başımıza?
Olanlarda bizim suçumuz yok mu?
İğneyi önce kendimize çuvaldızı sonra başkasına batıralım.
Takdir etmek gerek, Tayyip kendi ideolojisin için cesaretle her şeyi yaptı.
Bu zamanlara gelene kadar muhterem muhalefet partileri ne yaptılar?
Söyleyeyim, sadece onun işini kolaylaştırdılar.
İşte bir örnek: Atatürk’ün partisinin genel başkanı türbanı ben getirdim diye öğünmedi mi?
Atatürkçü çağdaş bir bilim adamının cezaevine gönderilmesinde onun payı yok mudur?
Şimdi vicdanı hiç mi sızlamıyor?
Sanırım sızlamaz zira ben Dersimli Kemalim diyerek zaten ortaçağa olan özlemini belli etmedi mi?
Türk milletinin özür dilemesini beklemiyor mu?
Daha dün CHP Tunceli milletvekili, aynı zamanda akrabası olan Hüseyin Aygün, cumhuriyete kafa tutan, isyan çıkartan onlarca insanın da ölümüne sebep olan kişilerin torunları ile TBMM’sinde basın açıklaması yaparak özürün bile yeterli olmadığını söylemedi mi?
Bu nasıl kindir?
Ellerinden gelse Atatürk’ü yattığı yerden çıkartıp idam edecekler.
Yazıklar olsun size be…
Sanki özür ile gidenler geri gelecekler…
O zaman neden ille de 70 küsur yıl önce olan bir ayaklanmayı gündeme taşıyorlar ve kaşıyorlar dersiniz?
AKP’ye bu kadar arka çıkmanın nedeni nedir?
Ve bu nasıl bir CHP dir?
Erdoğan tam gaz gidiyor bebek katili ile anlaşıyor, Güneydoğu’da olanları görmezden gelerek onlara paye veriyor, neden acaba?
Hepimiz biliyoruz ki Kürtçülerin oylarını alabilmek ve anayasayı istediği gibi değiştirip sultanlığını ilan edebilmek için.
Saray da yapıldı iş bir tek 330 zu yakalamasına kaldı çünkü.
Ancakkkk! Ne var ki o zaman ne parti kalacak ne de vekillik. Nasılsa onu da kitabına uydurur.
Bu gün Rennan Hocaya olan herkesin başına gelebilir.
Bunu düşünen var mı?
Kimse unutmasın TSK’ya yapılan kumpası derim.
                                                                            ***
Bugün Rennan hocanın bileklerine geçen kelepçeler aslında cumhuriyetin, laikliğin bileklerine geçmiştir.
Bundan hepimiz utanç duymalıyız.
Rennan hocaya gelince hiç üzülmesin onu asla yalnız bırakmayacağız. Tıpkı Silivri ve diğer zindanlarda, bir zamanlar tutsak edilen kahramanlarımız gibi.
Hakkını savunacak ve mücadele edeceğiz.
Ne var ki bu haksızlıkları yapanlar da inanıyorum bir gün mutlaka çok pişman olacaklar, bu acıları tadacaklardır…
Bu kadar hırsız, yalancı, dolancı, haramcı, devleti yıkmak isteyen, Fetocu, kundakçı, katil elini kolunu sallayarak aramızda dolaşırken,40 bin şehit verdiren bir bebek katilini krallar gibi yaşatıp bir dediğini iki etmeyenler varken ve onu neredeyse kahraman yapanlar dururken bir bilim adamını içeri atanlara, hepinize lanet olsun diyorum.
Sizin var ya, sizin yatacak yeriniz olmaması gerek bu kadar günahtan sonra…

TünaySüer

Sadece İstanbul değil, bütün kentler hasta. Bacakları pantolonlarından uzun, ceketlerinin kolları kısa. Pabuçları ise (yani otomobiller) birer salapurya. İşte bildiğiniz bir imgeye indirgenmiş bir Şarlovari İstanbul karikatürü.

Çağdaş bir dev kentte bu kadar plansızlık ve vurdumduymazlık deliliktir
Sevgili Okuyucular,
Kent insan gibi organik bir varlık olmadığı için hasta olup ölmez. Kentler terk edilerek, ya da eski dokularını değiştirerek yok olurlar. Ahşap konağın yerine betonarme apartman gelir. Toplum bunu hastalık olarak değil, yenilik olarak algılar.
Fakat bu doğal değişim süreçlerinin yanında, insanlığın uygar gelişmesine paralel olarak, varlığı tarihi süreç içinde tanımlanmış ve bütün dünyanın bildiği bir kent daha var. Bu insanlık belleğinin unutmadığı ve biçimler, anılar, simgeler, kültürel kimlik ifadeleri olarak temsil edilen ikinci kent, var olan maddi kentle örtüşen, fakat ondan daha uzun ömürlü olan evrensel bir imgedir.
Bizantium, Constantinopolis ve Osmanlı İstanbul’u bugün yok. Bazı maddi kalıntılar ve Müslümanlar için Konstaniyye –İstanbul, Avrupalılar ve dünya için bir Constantinopolis var. Tarihçiler ve Arkeologlar için de bir Bizantion var.
Bu ikinci ve gerçek İstanbul, Bizantion’u bir Yunan kolonisine, Constantinopolis’i surlara ve Ayasofya’ya, birtakım cahillerin camilere indirgediği bir İstanbul değil, İnsanlık tarihinin iç içe giren, yer yer birbirini izleyen, maddi ve simgesel verilerini birlikte içeren bir insanlık öyküsü. Uygarlığı tanımlayan anılardan bir kümedir.
Her şey yıkılır, yerine yenileri yapılır. Ahşap konak, yalı yıkılıp başka üslupta, başka malzemelerle yenileri yapılır. 16-17. yüzyılın kötü kopyası 100 000 cami yapılabilir. Bunların İstanbul- Constantinopolis denen ünlü tarihi kentle ilgisi yoktur. Bunlar uygarlık mirası değildir. Eski mirasın kopyaları bazı kültürel davranışlardır. Rönesans gibi devrimci ve uzun nefesli yorum içermediği zaman yozlaşmış bir kültür göstergesidir.
Onun için gökdelen, AVM ve 17. yüzyıl camisi yan yana otomobil tutkalı ile yapıştırıldığı zaman İstanbul yerine kent ucubeleri ortaya çıkar. Bunlar tarihi miras konusu değildir. İstanbul’u değil, bir politik iradeyi temsil der.
YARATICI GÜCÜ YOK ETME EYLEMLERİ
Bu kentte 5.yüzyıl surunun yanına gökdelen diker, Sinan Camisi adlı bir beton maketi, bir gökdelenin önüne, bir caminin avlusundaki şadırvan gibi koyarsanız, bunun tarihi İstanbul’la ilgisi yoktur. Sadece toplumun yaratıcı gücünün yok olduğunu gösterir.
Tarihte kentlerin en kalabalık yerlerinde, çarşılardaki esnaf ve zanaatkârın kolayca ulaşacağı sultan camileri yapıldı. Bursa’da Ulucami, Edirne’de Eski Cami, Üç Şerefeli, Selimiye hepsi çarşını yanındadır. İstanbul’da Fatih, Beyazıt, Şehzade Süleymaniye, Yenicami, Sultanahmet, Nur’u Osmaniye de çarşının yanındadır. İlk Fatih külliyesi ile birlikte çarşılar da yapılmıştı. Çağdaş otomobil yollarından örülmüş motor gürültüleriyle süslenen çıplak tepeler üzeride yapılan camiler, gökdelen ve AVM’ler ne kadar İstanbullu ise o kadar İstanbulludur. Ama tarihi kentle ilgileri yoktur. Bunlara tarihi imgenin kanserleri denir.
Megalopolis fakir, az okumuş, kökten cahil toplumlara işaret eder. Almanya’nın nüfusu Türkiye'den fazla ama İstanbul Berlin’den en az beş kez büyük. İstanbul bir kargaşa örneğidir. Kentteki 15-18 milyon arasındaki nüfus insan, şikayet etseler de kentten ayrılmazlar. Gecekondularda yaşadılar, kötü apartmanlarda yaşıyor, işlemez yollarda işlerine gidiyor, kirli hava soluyorlar.
Türkiye’nin beşte biri İstanbul’da yaşıyor, ama kimse köyüne, kasabasına geri dönmüyor. Çünkü geldikleri yer daha kötü idi. Kentler kötü ama, köyler geri gidecek kadar iyi değil. Karın doyuracak iş de kalmamış. Tarlalar sürekli nadasta.
SON YARIM YÜZYILI ÖZETLERSEK:
Eski İstanbul yok oldu. istatistiklere göre adam başına gelir arttı. Dev bir kent’te, ithal araçlar, televizyonlar, telefonlar, maskeli polisler, oteller, saraylar arasında, ışıklı yollarda yaşıyor eski köylüler. Kente göçenler böyle bir dev değişmeyi değerlendiremezler. Bu kaleidoskopik yaşamla büyülenmiş durumdalar. Dilenerek ya da zekatla yaşasalar bile İstanbul köyden iyi. Otolar, dükkanlar, dolu vitrinler, cam cepheler, göklere çıkan yapılar, gürültü, kalabalık. Bu kent cahil ve fakir için bir bayram yerine benziyor.
Hele televizyonun halkın önüne serdiği dünya şaşırtıcı. Ona ulaşamıyor ama orada tabuların bile seyri özgürce. Yeter ki televizyon satın alsın. Bankaya gidiyor, para veriyorlar. Eskiden kapısından geçmemiş. Hastane bedava, doktor reçete bile veriyor. Daha önemli bilgilere ne ulaşıyor, ne de merak ediyor. Hatta kent’e bile sahip çıkmaya başladı. Kent’i köye benzeten şeyler var: Kuralsızlık, sokaklarda dolaşan köpekler, kendisi gibi olanların iktidarı. Cahilliğin bir tür mutluluk olduğuna inanmak gerek!
İstanbullu kentlileşemedi. Çünkü çağdaş kent görmedi. Halka çağdaş kentsel konforun ne olduğunu anlatmak olanaksız. Sobadan zehirlenmek, araba kazası, işsizlik onların alınlarına yazılı kaderler. Namık Kemal “Ne efsunkâr imişsin ey didari hürriyet. Esiri aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten” demişti. Çankırı’nın köyünden gelen İstanbul’da hangi özgürlükten hangi esarete düştüğünü nasıl anlayacak? İstanbul her zaman Çankırı’nın köyünden iyi. Yol, su, elektrik, otobüs, okul, kredi kartı var. Ben de olsam İstanbul’a bir cennet olarak bakardım. Saf ve cahil oldukları için davranışları tanrı katında affedilecektir. Onları suçlamak aklımızdan geçmesin. Eğer içlerinden biri yüksek mevkilere geldiyse onu suçlamak da yanlış olur. Çünkü her şey alınlarında yazılı.
HİÇ UNUTMAYALIM: İSTANBUL KIRILGAN
Sevgili Okuyucular,
Bu düşüncelere dalıp İstanbul’un ne kadar kırılgan olduğunu unutmayın. Halkın hiçbir şeyden haberi yok. Belediye ve hükümet ise görmezden geliyor. Geçen gün dehşet verici bir haber vardı. Halkın ani tepkisi ile geri alındığı söylendi. Eğer öyleyse Belediyede her aklına geleni yapamayacağını yavaş yavaş öğreniyor demektir. Alıştırıp ya da uyutup yine yaparlar ama, içlerine bir endişe düşer. Olay şu:
İstanbul’un Anadolu yakasında 90 saat süresince sürekli su kesintisi halka duyuruldu. Milyonlarca kişini suyunu dört gün keseceğini düşünebilen bir belediye olabilir mi? Ömerli barajının trafosunun elektrik sorunu varmış. Demek ki bir alternatifi yok. Peki kentin her köşesi böyle alternatifsiz ise, bir depremde ne yapacağız? Ulusun yarı ekonomisini içeren ve nüfusunun 1/5’inin yaşadığı İstanbul’da işler on beş günlük bir kesintiye uğrarsa Türkiye ne olur? Lükse, toprağa spekülatif yapıya, köprüye, saraya yatırılan paralar, insan odaklı projelere yönlendirilseydi. Hem halkı hem de politik geleceği daha sağlıklı düşünmek olanağı bulunmaz mıydı?
Çağdaş bir dev kentte bu kadar plansızlık ve vurdumduymazlık deliliktir. Eğer herkesin yaşamından kötü trafik planlaması nedeniyle günde yarım saat çalınıyorsa bu bir günde Türkiye’ye kaça mal oluyor? Bir yerde hesabını gördünüz mü? Ve araba sahibi olma deliliğinin size ve ülkeye kaça mal olduğunu düşündünüz mü?
Eğer Türkiye’de Almanya’ya göre, yol uzunluğu ve araç sayısı ile orantılı olarak, 50-100 kat fazla kaza olduğunu bilirseniz, bu sizi düşündürmez mi? Bunu idrak edemeyen toplumun cahil ve geri olarak betimlenmesi için başka bir şey yapması gerekmez. İmam Hatip sayısını çağdaş bilgi kaynağını genişletmek için arttırıyor olmalılar!

Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

İhaneti Vataniye - Güner Yiğitbaşı
Tayyip Bey, 26/Kasım/2014 tarihinde ATO Kongre Merkezinde yapılan 4.Esnaf ve Sanatkarlar Şurasında yaptığı ve “adalet arıyorum adalet” diyerek yeri göğü inlettiği konuşmasında, dikkatinizi çekti mi bilmiyoruz, Glasport ihalesiyle ilgili olarak yürütmeyi durdurma kararı veren yargıçları eleştirip suçlarken, bize göre hiç gereği yokken, Cumhurbaşkanının ihaneti vataniye diye bir suçu var, peki yargıç'ın ne suçu var, o neyle yargılanacak diyerek ortaya garip bir soru atmıştır.

Hepinizin bildiği gibi, bizim Anayasamıza göre, görevleri sembolik olduğu için, Cumhurbaşkanları görevlerinden ve icraatlarından dolayı sorumsuzdur.

Anayasamızın Cumhurbaşkanının sorumluluk ve sorumsuzluk halini düzenleyen 105. maddesi; Cumhurbaşkanının ancak, vatana ihanetten dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılabileceğini hüküm altına almıştır.

Tayyip Bey, yargıçları eleştirirken ağzından kaçırdığı cumhurbaşkanının ihaneti vataniye diye bir suçu var derken, cumhurbaşkanı olarak kendisinin tamamen sorumsuz olması gerektiğini ima ederek, vatana ihanet ile suçlanabileceğine ilişkin Anayasa hükmüne içerlediğini dolaylı olarak ifade etmiştir.

Tayyip Bey, ülkemizde Anayasa babayasa hiçbir yasa tanımadan, keyfinin istediği her şeyi yapmaya alıştığı için, vatana ihanet dahi etse suçlanmaması gerektiğine iyice inanmış bir ruh hali içindedir.

Tayyip Bey, bize göre bu beyanıyla, vatana ihanet ile sadece cumhurbaşkanlarının suçlanabileceğini, vatana ihanet suçunun sadece cumhurbaşkanları için icat edilmiş bir suç olduğunu zanneden  bir duruş sergilemiştir.

Tayyip Bey hiç merak etmesin, vatana ihanet suçunu cumhurbaşkanlarının yanında, milletvekilleri de, bakanlar da, valiler de, genel müdürler de, velhasıl her Türk vatandaşı işleyebilir.

 Anayasanın demek istediği, cumhurbaşkanlarının bir imtiyazları vardır, görevleri sırasında, görevleriyle ilgili olarak sadece vatana ihanet ile suçlanabilirler.Bu hüküm, vatana ihanet suçunu, sadece cumhurbaşkanlarının işleyebileceği sonucunu doğurmamaktadır.

Glasport ihalesini ilişkin olarak yürütmeyi durdurma kararını veren yargıçlar da, bu kararları nedenle olmasa da, işleyecekleri başka bir fiil nedeniyle, ihaneti vataniye suçunu işledikleri iddiasıyla suçlanabilirler.

Ama Tayyip Bey hiç merak etmemelidir, vatana ihanet ile suçlanabilme olasılığı dahi onu üzüyor ve sıkıntıya sokuyorsa, şu anda fiilen başında bulunduğu AKP, 2015 seçimlerinde Anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde ettiği taktirde, başkan veya cumhurbaşkanlarının vatana ihanet etmeleri halinde dahi sorumsuz sayılmaları gerektiğini Anayasa hükmü haline getirebilir.

Ha gayret, bu millet ne istediniz de vermedi?

28/Kasım/2014
Güner YİĞİTBAŞI
 İzmir Barosu Üyesi Avukat


1971 tarihinde siyasal bir parti olarak siyaset sahnesine çıkan Nizam Partisinden bu yana, Anayasa mahkemesince “Laikliğe aykırı eylemlerin odakları oldukları” gerekçesiyle kapatılan tüm partiler, (Milli Nizam; Refah, Fazilet ve 1980 darbesi sonrasında diğer siyasi partilerle birlikte darbe Konseyi tarafında kapatılan Milli Selamet) AKP’nin kökeni partilerdir…
AKP dâhil, her konuda tümünün önceliği dindir…
Sosyal yaşamın her aşamasına din gözlüğü ile bakmaktadırlar…
Oysa Anayasamız, Türkiye Cumhuriyetinin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğunu söyler…
Anayasa kuralları emredicidir. Herkesin uyma zorunluluğu vardır…
Laik rejimlerle yönetilen ülkelerin hiç birinde din bu kadar başat hale getirilmemiştir…
Çünkü din, tanrı ile birey arasında bir vicdan ve inanç olayıdır…
Bu konudaki her dayatma, birey hak ve özgürlüklerine aykırıdır…
Yine Anayasamıza göre;
-Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
-Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz…
-Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.
Amir hükümlerini içermektedir…
Müslüman bir ülke olduğumuza göre Anayasanın bu emredici kurallarına göre her yurttaş, kendisi ile tanrısı arasında olması gereken dini görevlerini özgürce yerine getirmekte serbesttir…
Hiç kimse, dini görevlerini nasıl yerine getireceğine dair bir dayatma ile karşı karşıya bırakılamaz…
Bunları neden yazıyorum…
Bu gün (27.11.2014) yazılı medyada okuduğum bir haber kanımı dondurdu…
Haberde;
“Bursa’nın Yıldırım ilçesinde İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile Yıldırım Müftülüğü arasında imzalanan protokolle ilçedeki 4 anaokulunda 4-6 yaş grubu çocuklara anlaşmalı imamlar tarafından Kuranı Kerim, Güzel Ahlak Bilgisi ve Peygamber Efendimizin Hayatı dersleri verilecek.” Deniyordu…
12 Eylül 1980 darbesinin buyurganları dahi Anayasayla Din Kültürü ve Ahlak Öğretimini zorunlu hale getirilirken, başlangıcını belli bir yaşı göz önünde tutarak Ortaöğretim diye belirlemişlerdi…
4-6 yaş gurubu çocuklar, henüz kendi başına sokağa çıkıp oyun oynama çağına dahi gelmemişken, bilinç düzeyleri tam gelişmemişken bu dayatma ile karşı karşıya bırakılıp bunaltılmalarını hangi vicdan, hangi akıl kabul eder...
Lütfen biri çıkıp bunun mantıki  açıklasın…
Okul öncesi yaşta olan bu çocukların, okula hazırlanmaları en doğrusu değil mi?
Her konuda dine öncelik verdiğinizi biliyoruz…
Barı bu yaştaki çocukları rahat bırakın…
Yazıktı, günahtır beyler…

28.11.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı


Beyefendi  Adalet Arıyormuş! - Güner YiğitbaşıMalum beyefendi 26/Kasım/2014 günü ATO Kongre Merkeezinde yapılan 4.Esnaf Ve Sanatkarlar Şurasında bir konuşma yaparak, idari yargı tarafından Glasport ihalesi için verilen yürütmeyi durdurma kararını sert bir dille eleştirerek, olaylara hakikat gözüyle bakmaya mecbursunuz, sizin yürütmeyi durdurma kararınız nedeniyle, adalet arıyorum adalet diyerek avazı çıktığı kadar bağırmış ve bu kararı kastederek, bu nasıl vatanseverliktir, nasıl bir milliyet perverliktir, Cumhurbaşkanının ihaneti vataniye diye bir suçu var, peki yargıcın ne suçu var o neyle yargılanacak, biz ülkeyi nasıl uçaracağız bunu konuşuyoruz, beyler yürütmeyi durdurma kararı veriyor diyerek, her zaman olduğu gibi, söz geçiremediği gerçekten bağımsız olarak görevlerini icra eden ve yürütmeyi durdurma kararı veren onurlu yargıçları hedef göstererek onlara dil uzatmıştır.

Beyefendi hukuka ve adalete çok saygılı ya(!) bu nedenle adalet arıyormuş, adalet.

Sen ne diyorsun beyefendi?

Sen, adalete inanan, adalete saygılı bir kişimisin ki, adalet istiyor ve adalet arıyorsun?

Adalet AVM'lerde parayla satılan bir nesne değil ki, iki kilo adalet satın alıp sana gönderelim.

Sen, bu ülkenin Cumhurbaşkanısın, Başbakanlığın çok gerilerde kaldı artık, bu ülkenin sözüm ona yeni bir Başbakanı var, Glasport ihalesinin yürütülmesinin durdurulmasında bir adaletsizlik olsa dahi, sana ne? Varsa adil olmayan bir yargı kararı, bunu eleştirmesi gereken şahıs, yürütmeden sorumlu olan Başbakandır. Sen artık unut Başbakanlığı, bu ülkenin tarafsız bir Cumhurbanı olduğunu hatırla ve ulu orta, her gün bir oraya bir buraya giderek gereksiz konuşmalar yapma.

Ülkenin birliğini temsil eden tarafsız Cumhurbaşkanı, aklının her estiği zamanda ve mekanda konuşmamalıdır. Cumhurbaşkanı, ülkenin zor koşullarında, ülkeyi düze çıkaracak durumlarda konuşmalıdır ki, söylediklerinin bir değeri ve ağırlığı olsun. Cumhurbaşkanı, yerli yersiz hergün konuşur ve siyasi polemiklerin içine girerse, inandırıcılığını ve saygınlığını kaybeder, herkesin çok iyi bildiği güzel bir atasözümüz vardır, çok konuşan çok yanılır, bu nedenle de çok konuşmak, bir cumhurbaşkanı için çok risklidir.

Beyefendi adalet arıyorum, adalet diye bağırıyor. Peki adalet'in anlamı nedir?

Adalet; yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme olarak tarif edilebilir.

Adaletin bu tarifinden de anlaşılacağı üzere; adalet kavramı sadece yargıçları ve yargıyı ilgilendirmiyor, adalet, yürütmenin de adil ve adaletli bir şekilde çalışmasını ve icraat yapmasını zorunlu kılar, adaleti, sadece verdikleri kararlarla yargıçlar sağlamazlar. Yargının adil ve  adaletli olmasının gerekliliği kadar, siyasetin icrasında da  adaletli olmak gerekir.Yargıç'ın, önüne gelen bir davada hukuka ve adalete uygun, hakkı ve haklıyı gözeterek karar verme zorunluluğu kadar, siyasetçinin, Başbakan'ın, Bakan'ın ve Cumhurbaşkanı'nın da, görevlerini yerine getirirlerken adil ve adaletli, hak ve hukuka uygun, yönettikleri kişilerin, yetimin ve yoksulun haklarını gözeterek karar verip uygulama yapmaları zorunludur.

Tayyip Bey, bu ülkede 12 yıl boyunca Başbakanlık yapmış ve şu anda da Cumhurbaşkanı olarak görev yapmaktadır.

Kendisi görevlerini yaparken, devlet adına bir karar alırken, icraatta bulunurken,  vatandaşın ödediği vergilerden oluşan devlet hazinesinden ve emrine sunulan örtülü ödenekten harcama yaparken, adil ve adaletli olabilmiş midir ki, avazının çıktığı kadar bağırarak adalet arıyorum, adalet, deme hakkını kendisinde buluyor?

Tayyip Bey'in beyanlarına, icraatlarına ve uygulamalarına, kendisinin ve aile fertlerinin yoktan var olan bugünkü ekonomik konumlarına baktığımızda, bu ülkede, adalet arıyorum, adalet diyerek bağırmaya hakkı olan en son kişi, Tayyip Bey olmalıdır.

Bu ülkede, Tayyip Bey'den önce; adalet arama, adalet nerede,adalet arıyorum deme hakkına sahip olan ve adaleti arayan birçok insanımız sıraya girmiş ve adaleti ararlarken, bu ülkenin Cumhurbaşkanı olan bir zata adalet arıyorum demek yakışmamaktadır.

Ülkenin Cumhurbaşkanı dahi adalet arıyorsa, bu ülkenin sade vatandaşının vay haline.

Cumhurbaşkanlığı makamı, adalet isteme ve adalet arama makamı değil, öncelikle temsilcisi olduğu milletinin haklarını savunma ve onların adletli bir şekilde yönetilmelerini sağlama makamıdır.

Adalet arıyorum adalet diye haykıran Tayyip Bey'i dinleyip de onun Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olduğunu bilmeyen bir yabancı, Tayyip Bey'i, Soma maden ocağında pisi pisine ölen 301 işçiden birinin, ya da Ermenek maden ocağında suyun altında kalarak ölen 18 işçiden birinin acılı babası olduğunu ve devletin ihmalinden evladını kaybeden bu acılı babanın haklı bir feryadı zannedecek.

Nerede beyim, Tayyip Bey'imizi, Soma maden ocağında hayatını kaybeden 301 işçi, Ermenek maden ocağında hayatını kaybeden ve aradan geçen uzun zamana rağmen bazılarının cenazelerini dahi çıkarıp ailelerine teslim edemedikleri işçilerimizin ve yakınlarının acıları zerre kadar ilgilendirmiyor.Tayyip Bey, ölen işçilerimiz için adalet aramıyor.Onun aklı ve fikri, yandaşlarına para kazandıracak olan usulsüz  ihalelerle ilgili olarak yargının haklı olarak verdiği yürütmeyi durdurma kararlarında.

Bu ülkede;

Tayyip Bey'in düne kadar başında olduğu ve bugün de fiilen ilgisini kesmediği ve başında bulunduğu AKP iktidarının ihmalleri ve denetim eksiklikleri yüzünden, maden ocaklarında ve diğer iş kazalarında yüzlerce işçi yakınlarını kaybeden vatandaşlarımız,

Vatanımız ve milletimiz için hiçbir kamu yararı ve önceliği bulunmayan, sadece Tayyip Bey'in şahsi keyfi, lüks ve şatafat düşkünlüğünü tatmin için Ankarada kaçak saray ve İstanbulda Vahdettin Köşkünün yapımında kesilen binlerce ağaç, bu saray ve köşkler yüzünden buralara komşu olan kendi yaşam alanlarında kısıtlamalara tabi tutularak huzurları bozulan insanlarımız,

İstanbul'un trafiğini rahatlatmayacağı gibi, İstanbul'un gereksiz büyümesine ve trafiğinin daha da allak bullak olmasına yol açacak olan 3. Boğaz Köprüsünün yapımı için acımasızca kesilen ve yok edilen ağaç ve ormanlarımız,

Soma Yırcalıda termik santral yapımı için, yargı kararına rağmen kesilen 6000 zeytin ağacı ve bu ağaçların yetişmesinde emekleri olan Yırcalı köylülerimiz,

İş bulamadıkları için evlerine bir lokma ekmek götüremeyen insanlarımız,

Çoğu vasıtalı adaletsiz ve ağır vergi yükü altında ezilen dar gelirli insanlarımız,

Asgari ücretle çalıştıkları halde vergi ödeyen ve ayın sonunu getiremeyen insanlarımız,

Gelir dağılımındaki adaletsizlikten muzdarip insanlarımız,

Hırsızlık ve yolsuzluk yaptıklarına dair haklarında yeterli suç şüphesi bulunmasına rağmen haklarında takipsizlik kararları verilen kişiler karşısında çaresiz kalan dürüst vatandaşlarımız,

Bu vatanı için şehit olan güvenlik görevlilerinin kemiklerini sızlatırcasına, PKK bölücü terör örgütü ile çözüm süreci adı altında girişilen vatanı bölme pazarlıklarına karşı çıkan, en başta gazilerimiz ve şehit aileleri olmak üzere, vatanının ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden yana olan yurtsever vatandaşlarımız da, iş başındaki AKP iktidarından adalet ve adaletli bir yönetim istemektedirler.

Bu insanlarımız aradıkları adalete kavuşmadıkça, adalet arama hakkınızın  bulunmadığını size hatırlatmak istiyoruz Tayyip Bey.

27/Kasım/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Yenisinden eskisine kıyak! - Tünay Süer
 Açlık sınırında 20 milyona yakın insan varken eski başbakan Erdoğan ve eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün debdebeli yaşantıları Türkiye’de saltanat devrinin başladığını gösteriyor.
7 sene cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra 28 Ağustos 2014 de görevi biten Gül şimdiye kadar gelmiş geçmiş hiçbir cumhurbaşkanının yapmadığı bir ilki yaparak Huber Köşküne yerleşiverdi.
Gerekçesi kendi evinin yapımı bitmemiş miş.
Böyle sudan bir gerekçeyle insanlarla alay etmekte, enayi yerine koymaktır.
İnsana sormazlar mı, beyim görevinin biteceği tarihi unuttun mu?
                                                                     ***
Aydınlık Gazetesi yazarı Mustafa Mutlu aylardır köşesinde 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünissa Gül ile çocuklarının devlete ait olan Huber köşkünde neden kaldığını ve ne zaman boşaltacağını sorup duruyor.
Mustafa Mutlu haksız mı?...
O bunu şahsı adına değil,  halk için, yoksul düşmüş halkımız için soruyor ama karşı taraf pişkinliğe vuruyor. Tık yok…
Aylık gideri yüz milyon olan bu para Abdullah Beyin cebinden değil bizlerin vergi olarak verdiğimiz paralardan çıkıyor.
İki ayı geçkin orada ikamet eden Abdullah Gül’ün bu masrafı karşılaması için çok ama çok parası olması gerek.
Cumhurbaşkanlığı döneminde mi biriktirdi dersiniz!
Düşünebiliyormusunuz,18 araç 97 hizmetlinin yanı sıra bir o kadar da koruma olunca bu gider azdır bile.
Ayıptır ya! Analarının karnından sanki saraylarda doğdular beyler, hanımlar.
Bu ne fütursuzluk, bol keseden harcamalar?
İnsan Allahtan korkar, kuldan biraz utanır ya…
                                                                  ***
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ sıkılmadan lüks içinde olmadıklarını söyleyerek CHP mantığına kalsa Mercedes'e binemeyeceklerini, onun yerine 1970 model Murat arabalarına bineceklerini söylemişti birkaç gün önce.
Her seferinde CHP’ye ve inceden önderimiz Atatürk’e bir şekilde saldırmanız terbiyesizliktir.
Utanın be!
Atatürk Mercedes bırakmadı ama topraklarımızı geri aldı ve içinde özgür bir halkın yaşayacağı Türkiye Cumhuriyetini bize bıraktı.
Daha ne istiyorsunuz diyeceğim ama siz halen yıkılmış, yok olmuş kula kulluk rejimini yani Osmanlıyı geri getirmek istiyorsunuz.
Bu saltanatınız, görgüsüzlüğünüz, doymazlığınız ve gidişatınız açıkça bunu gösteriyor.
Türkiye’deki gelir adaletsizliğine baktığımızda AKP zenginleri ile arada uçurumların olduğunu görmekteyiz. Orta direk diye bir şey kalmamış, işsizlik, yoksulluk tavan yapmıştır.
Görmezden gelip halen halkın parası ile saraylar, köşkler yaptırmak, içinde sefa sürmek başka şey 1900 lü yıllarla bu günü mukayese etmek başka şeydir.
Minik başbakan demagoji yapıyor…
                                                       ***
Unutmanıza imkân yok ama inkâr ediyor o çağdaşlığa açılan devri hazmedemiyorsunuz.
Birinci Dünya Savaşı Sonunda Osmanlı Devletinin imzalamış olduğu Mondros ve Sevr antlaşmaları sonucunda Anadolu Toprakları artık Osmanlının elinden çıkmış, söz sahibi olma şansı bitmişti Yurdumuzun her yeri egemen güçler tarafından işgal edilmişti.
Kim nereleri işgal etmişti saymaya gerek var mı?
Yine de birkaç tanesini hatırlatayım.
19 Nisanda Ermeniler Kars’ı,20 Nisanda Gürcüler Ardıhan’a 21 Nisanda İtalyanlar Antalya’ya girmişlerdi.15 Mayısta Yunanlılar İzmir’e çıkmışlardı.
Bu ülke için savaşanların altlarında Murat araba bile yoktu Atatürk Samsun’a çıktıktan sonra 25 Mayıs 1919 da ordunun metrukatı otomobil parkında mevcut hurda bir otomobille Havza’ya doğru yola çıkmıştı.
Sivas’tan Ankara’ya ilerlerken küçük kafilede bir ekmek 20 yumurta vardı sadece. Kağnı arabaları, at üstünde günlerce yol alarak,7 düvelle göğüs göğüsse çarpıştılar.
Yüce Atatürk, gereğinde karların üzerinde 5 dakika uyku ile bu ülkeyi kazandırdı Türk Milletine.
                                                  ***
Siz ne yaptınız? Hangi savaşı kazandınız?
Bu böbürlenmeniz nedir?
Yaptırdığınız o ucube saray halka kalacak masallarını bırakın, önce halkın karnının doymasını,  nefes almasını, rahat yaşamasını sağlayın.
Koalisyonlar hariç 60 yıldır CHP iktidar olmamış hep sağcı partilerin yönettiği Türkiye bugün bu hale gelmişse bundan sizler sorumlusunuz.
Geçen yazımda da belirtmiştim Atatürk döneminde yapılanları sata sata bitiremediniz.
Lafı fazla uzatmak istemiyorum gelelim konumuza.
Eski cumhurbaşkanı halkın olan Huber Köşkünü derhal boşaltmalıdır.
Ayrıca şunu da sormadan geçemeyeceğim.
Merak ediyorum Erdoğan yetkili olduğu halde neden sessiz kalıyor bu duruma?
Gül ile aralarında ne var?

TünaySüer

Eşitlik Hala Anlaşılamamış - Gündüz Akgül
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde yaptığı konuşmada, “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata (doğaya) terstir (aykırı).” Demiş.
Neden kızıyorsunuz Yalan mı?
Biri dişi, biri erkek…
Birinin fiziki gücü diğerinden fazla…
Biri doğurur, biri doğurmaz…
Birinin sakalı var, birinin yok…
Birine baba, birine anne deniliyor…
Bu kadar fark yeter mi?
Yoksa devam edeyim mi?
Şimdi Cumhurbaşkanına hak verdiniz mi?
Hayır, dediğinizi duyar gibi oluyorum…
O zaman konuyu daha da açayım…
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, kadın ve erkek eşittir derken, yaradılışlarında ki bu farklılıkları kast etmiyordu…
İnsan olarak kadın ve erkeğin yasalar önünde eşit yurttaş olduğunu, yasaların tanıdığı hakları eşit bir şekilde kullanacaklarını belirtiyordu…
Bu nedenle kadına seçme ve seçilme hakkını;
-Belediye seçimlerinde seçme hakkını 1930 tarihinde,
-Muhtar seçme ve köy kuruluna seçilme hakkını 1933 tarihinde,
-Milletvekili seçme ve seçilme hakkını 1934 tarihinde,
Verirken…
Uygar Avrupa ülkelerinden,  Fransa ve İtalya 1946 da, İsviçre 1971’de ancak kadına seçme ve seçilme hakkını verebilmiştir.
Cumhuriyet aydınlanmasıyla, seçme ve seçilme haklarının yanında Ayrıca…
-Erkek egemen şeriat toplumunda kocanın boş ol emri ile kapı önüne bırakılan kadını,
-Miras bölüşümünde erkek kardeşlerine göre yarım pay alan kadını,
-Tanıklıkta iki kadının tanıklığının bir erkek tanıklığına eşit olduğu kadını,
-Çarşıya, pazara bir erkek yakını olmadan tek başına çıkamayan kadını,
-Çarşafla örtünmeden dışarı çıkamayan kadını,
-Kocasının arzusuna göre üç kumaya razı olmak zorunda bırakılan kadını,
-Sosyal ve iş hayatında yok olan kadını,
Görmüyoruz…
Ya neyi görüyoruz?
Tüm bu haklarını erkelerle eşit koşullarda kullanan kadını görüyoruz…
İşte büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, kadın ve erkek eşitliğiyle bunu anlatmak ve uygulamak istiyordu…
Döneminde anlattı ve uyguladı…
Bizde anladık…
Ama hala anlamayanlar varsa…
Kabahat anlayanlarda değil…
Onların yaradılışında anlamamak veya anlamayı istememek vardır…
Şimdi anladınız mı?
İtiraz sesi duymadığıma göre…
Anladınız…

26.11.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Laik Olmazsan Kadın Erkek Eşitliğini Hazmedemezsin
Tayyip Bey, dün (24/Kasım/2014) Kadın ve Demokrasi Derneğinin İstanbulda   düzenlediği KADEM 1.Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesinde yaptığı konuşmasında, “kadın ve erkeğin eşit olması fıtrata ters” diyerek, kadın ve erkek eşitliğini ret eden bir görüş açıklamıştır.

Laik olmayan Tayyip Bey'in, İmam Hatip okumuş bir din adamı olarak, dini inanışına ve şeriatın, erkeği kadına göre üstün tutan hükümlerine göre,  kadın erkek eşitliğini kabul etmeyen görüşünü doğal karşılayabilirsek de, Tayyip Bey'in din adamlığı kimliği dışında, laik Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı kimliğine göre bir değerlendirme yaptığımızda, bu beyanının, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan bir kişiye yakışmadığı gibi, kadın erkek eşitliğini reddeden bu beyan, Anayasanın 10. maddesinde yer alan; dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin herkesin kanun önünde eşit olduğunu belirten Anayasanın  yasa önünde eşitlik ilkesine açıkça aykırı olup, Tayyip Bey bu dünkü beyanıyla, hem Müslüman, hem  de laik olunamaz diyerek çok önce açıklamış olduğu laiklik karşıtı beyanına, hem Müslümanlık, hem de kadın ve erkek eşitliği bir arada kabul edilemez sözünü ilave etmiş bulunmaktadır.

Bugün, demokratik, laik ve çağdaş toplumlarda, kadın ile erkeğin her alanda eşit oldukları kabul görmekte ve demokratik ve laik bir cumhuriyet olan ülkemizde de, yukarıda belirttiğimiz gibi, Anayasamızın yasa önünde eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesinde yer alan hükümle, yaradılış özelliklerine, cinsiyet farkına bakılmaksızın kadın ve erkek eşitliği tescil edilmiştir.

Cinsiyet farkı bulunan kadın ile erkek arasında, yaradılıştan kaynaklanan fiziksel, ruhsal, yapısal,tabiat ve mizaç farklılıkları var olup, kadın, erkeğe göre fiziksel olarak daha güçsüz ve narin bir yapıya sahip olabilir, ama bu fiziksel ve ruhsal farklılıklar, toplumsal yaşam içinde, haklar, özgürlükler, ödevler ve sorumluluklar yönünden, kadınların erkekler  ile eşit olmalarına engel olamaz.

Eşitlik kavramını, yaradılıştan ve cinsiyet farkından kaynaklı ruhsal ve fiziksel farklılıkları da inkar edecek şekilde ve her yönüyle mutlak eşitlik anlamında kabul etmek, bizi yanlış sonuçlara götürür, örneğin kadının doğurmasına ve ana olmasına karşılık, erkeğin doğurgan olmamasının, kadın erkek eşitliği ile uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır.

Kadının; fizik olarak, erkeğe göre daha narin yapıda ve güçsüz olmasından kaynaklı olarak, bazı haklar alanında erkeğe nazaran üstün tutulması, yine bazı yükümlülükler açısından muaf tutularak kadın lehine birtakım pozitif ayrımcılık yapılıyor olması da, kadın ile erkek arasında eşitlik olmadığı şeklinde yorumlanamaz.

Kaldı ki, Tayyip Bey ile onun kafa ve düşünce yapısındaki kişilerde hakim olan kadın ile erkek arasında var olduğu kabul edilen eşitsizlik kavramı;  yukarıda belirttiğimiz, erkek karşısında kadına tanınan birtakım pozitif ayrımcılığın karşılığı olmayıp, erkeği, kendisine tanınan haklar yönünden, kadına göre daha üstün tutan, İslam dinine ve antilaik düşünceye dayalı, modern ve laik toplumların kabul edemeyeceği ilkel bir kavramdır.

Tayyip Bey; şayet bilmeden, kadının cinsiyetine dayalı ve yaradılışından kaynaklanan fiziksel ve ruhsal özellikleri dikkate alınarak, erkeklere tanınmadığı halde, yasalarla kadınlara tanınan ve pozitif ayrımcılık olarak nitelendirebileceğimiz bazı haklar ile eşitlik kavramlarını  karıştırmış ve “kadın ile erkeğin eşit olması fıtrata terstir” lafını etmiş ise, diyecek bir şeyimiz olamaz, ancak, Tayyip Bey'in gerçek niyeti, kadının cinsiyetinin doğal bir sonucu olan fiziksel ve ruhsal farklılıklarını öne sürüp kadını kollar gözükmek suretiyle, kadını zayıf ve eksik göstererek, kendi yandaşlarına erkeğin kadınlardan üstün olduğunu ve bu anlamda kadın ve erkeğin eşit olamayacağı mesajını vermek ise,bunun Cumhurbaşkanlığı ve devlet adamlığı ile bağdaşır ve kabul edilebilir bir yanının bulunmadığını belirtmek zorundayız.

25/Kasım/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Dersimle Yüzleşmek - Gündüz Akgül
AKP, iktidara geldiği günden beri gündem değiştirmekte büyük başarı sergilemektedir…
Son zamanların yolsuzluk savlarının yargı eliyle kapatılmaya çalışılmasının eleştirisi, Kaç-Ak sarayın kamuoyunda yarattığı rahatsızlık, barış sürecinin kapalı kapılar arkasından yürütülerek muhalefet ve yurttaşlara bilgi verilmediği eleştirisi, iktidarı rahatsız etmiş olacak ki acilen gündem değişikliğine gereksinim duydu…
Gündemi değiştirecek olaylar hemen bulundu…
-Dersim’le yüzleşmek…
-7 çalıştaydan sonra yıllardır bir türlü sonuç alınamayan Alevi açılımını yeniden başlatmak…
1937-38 yıllarında meydana gelen Dersim olaylarıyla, tüm arşivlerin açılması, tarafsız tarihçilerin bilgisine başvurulması koşuluyla elbette ki devlet yüzleşmelidir…
Ama amaç, asla Dersimle yüzleşmek değildir…
Amaç…
1-Rahatsız oldukları olayların gündemini değiştirmek…
2-Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü, Dersim olayı suçlusu olarak göstermek…
Görsel medya tartışma programlarına çıkan kadrolu yandaşların, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk’le sorunları olanların, yakın zamanda meydana gelen Kahramanmaraş, Çorum, Sivas ve Uludere (Roboski) olaylarını göz ardı ederek sadece 76 yıl önceki Dersim’e kitlenmeleri düşündürücüdür…
Hatta bazıları kendinden o kadar geçmektedirler ki Dersimde bir isyanın söz konusu olmadığını, tek parti döneminin iktidar partisi olan CHP’nin, durup dururken Dersime saldırarak büyük bir katliam yaptığını belirtmektedirler...
Bu söylemin, laik Cumhuriyet sayesinde kendilerini ifade edebilen ve büyük çoğunluğu laik Cumhuriyetten yana olan aleviler adına ve Alevi toplumunu temsil etme yetkisi olmayan,  Alevi konuşmacılar tarafından dile getirilmesi büyük bir çelişki ve üzüntü kaynağıdır…
12 yıldır tek başına iktidar olan AKP’nin, bu güne kadar Dersimi hatırlamaması ve gündemi değiştirme malzemesi olarak kullanması da kabul edilemez…
El insaf, demekten başka söz bulamıyorum…
Dersim olaylarını kısaca özetlemeye çalışırsak…
Dersimde egemen olan bazı aşiret reisleri, ağalar ve seyitler, devlet egemenliğini kabul etmediklerinden, Cumhuriyet hükümetinden istekleri olmuştur…
1-İçimize karakollar yapmayacaksınız.
2-Kaza ve Nahiye merkezleri kurmayacaksınız.
3-Köprü ve yol yapmayacak, silahlarımıza dokunmayacaksınız.
4-Vergilerimizi önceden olduğu gibi pazarlık usulüyle vereceğiz.
5- Askere kimseyi göndermeyiz.
1923 yılında kurulan Cumhuriyet döneminde, 13 yıl boyunca Dersim egemenleri silahlı askeri güçle değil, barış elçileri ile ikna edilmeye çalışılmıştır...
Ne yazık ki bundan olumlu bir sonuç alınamamıştır…
Birçok hizmet götürülmüş, ancak bu çalışmalar da fayda etmemiş, yapılan yollar bozulmuş, karakollar ve köprüler yıkılmış, telefon hatları kesilmiş ve karakollardaki askerler şehit edilmiştir…
Dersimde 70’i aşkın aşiret olmasına karşın, egemenlerin yakın akrabalarından oluşan 6 aşiret (Rızan, Haydaran, Yusufan, Kureyşan, Abbasuşağı, Bahtiyaruşağı) isyanı başlatmıştır…
İsyanı başlatanlar ve devam ettirenler, dersim halkı değil, feodal yapı egemenleridir…
1937 de başlayan bu isyan, Atatürk’ün bilgisi dâhilinde askeri güç kullanılarak bastırılmış ve elebaşları yargıya teslim edilmiş ve gereken cezalar verilmiştir…
Atatürk, hiçbir zaman sivil halka zarar vermeyi düşünmemiş, amaç devlet egemenliğini tanımayan feodal yapının çıkardığı isyanı bastırmaktır…
Bu harekâtta çarpışmalar aşamasında her iki taraftan kayıplar olmuşsa da, özel olarak sivillerin öldürüldükleri konusunda bir sav bulunmamaktadır…
Buna karşın, isyan hareketleri durmamış ve Atatürk hasta yatağında iken 1938 tarihinde yeniden askeri güç kullanılarak isyanın bastırılması emrini onaylayan Başbakan Celal Bayar’dır. Söz konusu edilen sivil yurttaşların kıyımı bu harekâtta olduğu savlanmaktadır…
Görülüyor ki 1938 harekâtında söz sahibi olanlar, bu gün AKP iktidarının ve sağ kesimin toz kondurmadığı Başbakan Celal Bayar ve Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmaktır
Suçsuz halkın katledildiği savının doğruluğu, yandaşların televizyonlara çıkıp yalan, yanlış bilgi vermeleri ve Mustafa Kemal Atatürk’ü suçlu göstermeye çalışmaları ile kanıtlanamaz…
Dersim olaylarının gerçek nedenleri ve sonuçları hakkında, ancak tarihçilerin yazdıkları, bu güne kadar açılan arşiv belgeleri ve açılmayan arşiv belgelerinin tümüyle açılması sonrasında birlikte ve objektif bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulduktan sonra gerçekçi bir sonuç alınabilir…
Bunlar yapılmadan devlet adına bastırılan bu isyanın, eksik ve maksatlı bilgilerle dönemin tek patisi CHP’ye yüklenmesi ve özürün CHP’den beklenmesi pek gerçekçi değildir…
Bu şekilde yapılacak bir araştırma sonunda, gerekirse yapılan tüm hatalardan, orantısız güç kullanılıp sivillerin öldürüldüğü kesin olarak saptandıktan sonra, devletin özür dilemesini istemek en doğru yoldur…
76 yıl önce meydana gelen ve kabuk bağlayan bir yarayı kaşımak yerine, yakın zamanlarda meydana gelen Kahramanmaraş, Çorum, Sivas ve Uludere (Roboski) katliamlarıyla, faili belli olmayan (meçhul) olayların hesabını vermek öncelikli sorunumuz olmalıdır…
Nerede o samimiyet…

25.11.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

KAYNAKÇA:
1- Prof. Dr. Ali Demirsoy’un ve Yar. Doç. Dr. Orhan Çekiç’in olayı geniş anlatan makaleleri.
2-İnternet ortamında paylaşılan diğer bilgiler.

 Kore harbi öncesi genel durum: (Kasım–1950)

Kore Harbi Nasıl Başladı - Galip Baysan
Kasım ayı son günleri Birleşmiş Milletler emrindeki Türk askerinin bilfiil savaşsa katıldığı ve ünlü Kunuri Boğaz muharebelerinin yıldönümüdür. Türk Kamuoyunun şu veya bu nedenlerle pek bilinmeyen ancak Türk askerinin Dünya çapında bir üne kavuştuğu ve Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin kuşatılıp imhasını önleyen bu muharebeleri dikkatinize sunmak istiyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçen yıllar içinde bir türlü birleştirilememiş olan iki Kore Cumhuriyeti arasındaki anlaşmazlık, rejimlerindeki ayrılık nedeni ile Sovyet ve Amerikan birliklerinin çekilmelerinden sonra “ölümcül bir düşmanlık” halini almıştı. Komünist Çin ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenen ve teşvik gören Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, bütün Kore’yi Komünist bir rejim altında birleştirme idealini silah zoruyla gerçekleştirme amacı ile büyük bir saldırı ordusu hazırladı. Buna karşılık yeni teşkil olunan Güney Kore Cumhuriyeti Ordusu, henüz kendi başına ülkesini böyle bir saldırıya karşı savunabilecek bir seviyede olmaktan çok uzaktı.
ABD ile Güney Kore Cumhuriyeti arasında ilki Aralık 1948, ikincisi de Ocak 1950’de olmak üzere iki yardım ve güvenlik anlaşması imzalanmış, diğer taraftan Sovyetler Birliği ile Demokratik Halk Cumhuriyeti arasında Mart 1949’da 10 yıllık bir yardım anlaşması yapılmıştı.
1950 yılına girerken Dünya, Komünist Âlemde söz sahibi olacak büyük bir gücün yükselişine şahit oluyordu. Çinde II Dünya Savaşından sonra etkinliklerini arttıran Komünistler, Milliyetçi Çan-Kay-şek kuvvetlerini, 8.Aralık 1949’da kazandıkları zaferle bütün Çin kıtasından dışarı atmayı başarmış, Asya tarihinde yeni bir devrin başlamasına sebep olmuşlardır. Sovyetler Birliği, Komünist Çin ile olan anlaşmazlığa son vermek için, Mançurya üzerindeki haklarından Çin lehine vazgeçmiş ve iki devlet arasında 14 Şubat 1950’de 30 yıllık bir “dostluk ve karşılıklı savunma antlaşması” imzalanmıştı. Komünistler, kıta çininden başka adalara göz dikmişler; Nisan 1950’de Hainan ve Mayıs 1950’de de Chushan Adalarını ele geçirmişlerdir. Zafer sarhoşluğu içinde, Çan-Kay-Şek’in elinde kalan Formosa ve diğer adalara göz dikmişler, “yayılmacı bir politikayı” benimsemişlerdi. Bu duruma göre Kuzey ve Güney Kore arasındaki çıkacak bir çatışmada Kuzeyin Sovyetler Birliği ve Komünist Çin, güneyin de ABD tarafından desteklenmesi tabii idi.

SAVAŞIN BAŞLAMASI:

Savaş: 25 Haziran 1950 günü sabahı saat 04.00’de, Kuzeylilerin, Seul’un batısındaki Kumpo yarımadasına topçu ateşi ve çok iyi hazırlandıkları belli olan Kuzey Kore birliklerinin saat 08.00’den itibaren değişik mevkilerde sınırı geçişi ile başladı. Aynı gün saat 11.00’de de, Güney Kore’ye savaş ilan ettiler. Kuzeylilerin amacı yalnız ve hazırlıksız yakaladığı Güney Kore’nin zayıf Kuvvetlerini süratle imha ederek, Amerikalıların müdahalesinden önce yarımadayı süratle ele geçirmek ve durumu bir “oldubitti” şeklinde neticeye ulaştırmaktı.
Ayni gün saat 14.00 de toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi: “Kuzey Kore’nin taarruzu uluslar arası barışı bozmaktadır. Çarpışma derhal durdurulacak ve Kuzey Kore Kuvvetleri 38nci Paralelin kuzeyine çekileceklerdir.” Şeklinde bir karar aldı. Birleşmiş Milletlerin çağrısını hiçe sayan Kuzey Koreliler seri bir şekilde hareketlerine devam ettiler. O andan itibaren Kuzey Kore ile Birleşmiş Milletler Topluluğunun zamana karşı amansız yarışı başladı.
Harekâtın ilk safhasını, Kuzeylilerin süratle ilerleyişi, Güney Korelilerin devamlı çekilmesi, Birleşmiş Milletlerin (B.M.) Pusan bölgesinde bir “Köprübaşı” tesis edip savunmaya çalışması ve muhtelif ülkelerden gelecek kuvvetlerin Kore’ye gelebilmesi için gerekli zamanın kazanılması şeklinde özetleyebiliriz.
Temmuz ayı sonlarında elde kalan Güney Kore kuvvetleri ve o güne kadar parça parça yardıma gelen 3 ABD Tümeninin direnç göstermesi ile “Pusan Köprübaşı Mevzii” tesis edilmiş oldu. Kuzey Kore’nin bu mevzilere Eylül ortasına kadar 1,5 ay süresince yaptığı saldırılar başarılı olamadı. Bu saldırılar sırasında Kuzey Kore’nin “Taarruz Gücü” tükenirken, Birleşmiş Milletlerin davetini kabul eden ülkelerin birlikleri arka arkaya gelmeğe başladılar. Kara, Deniz ve Hava üstünlüğünü eline geçiren B.M. Komutanlığı; 24 Temmuzdan beri Komutan bulunan Orgeneral Douglas Mc Arthur’un emri ile 15 Eylülde, yine Seul batısındaki İnchon’a baskın şeklinde yapılan bir “Çıkarma Harekâtı” ile birlikte, savaşın ikinci safhası diyebileceğimiz genel taarruzu başlattılar.
Taarruz süratle gelişti, ilk anlarda Kuzey Kore Kuvvetlerinin büyük bir kısmı (6 Ad. Tümeni) kuşatılarak imha edildi. Seul dâhil 38nci paralele kadar ilerlendi. B.M.de yapılan görüşmelerden sonra Gen. Mc. Arthur’a gerektiğinde 38nci Paraleli geçme yetkisi verilince B.M. Kuvvetleri 9 Ekimde 38. Paraleli geçtiler.24 Ekimde Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang’ı işgal ederek Ekim sonunda genel olarak Sinanju-Hongnam Hattına vardılar.
Kasım ayı içinde B.M. Kuvvetleri Kuzey Kore’ye son darbeyi indirme hazırlığı ile meşgulken, Komünist Çinde büyük faaliyetler görünüyordu. Ekim başlarında Başbakan Chou-En-Lai; Pekin radyosundan: “ Komşusu istilaya uğrarken Çin Ulusu kayıtsız kalamaz. Çin Ulusu her vakit Korelilerle beraber olmuştur. Çin Ulusu, Kore’yi kurtarmak için Kore Ulusunu destekleyecektir” şeklinde beyanat vermeğe başlamıştı. Yapılan propagandalarda “ eskiden Japonya’nın yaptığı gibi, bu kez de Amerikanın Kore yolu ile Çin’i ve Asya’yı istila etmeğe niyetli olduğu” teması işleniyordu. İlk olarak Mançurya’daki kuvvetler arttırılmıştı. Kasım başlarında bu kuvvetlerin 850.000’e çıkarıldığı tahmin edilmektedir. B.M. Kuvvetlerinin 38nci Paraleli geçişini takiben, 14–15 Ekim 1950’de 38, 39 ve 40’ıncı Komünist Çin Ordularına mensup kuvvetler, Yalu Nehrini geçerek Kuzey Kore Topraklarına girmişlerdi.
Komünist Çin’in bütün bu faaliyetlerine rağmen B.M. Başkomutanlığının genel kanaati: “Kuzeyde abartıldığı kadar fazla Çin Kuvvetinin mevcut olmadığı, Çinin kendi topraklarına ve Mançurya’ya bir tecavüz olmadığı takdirde savaşa katılmayacağı, savaşa katılsa bile B.M. Kuvvetlerinin çok üstün Hava Gücü karşısında hiçbir şey yapamayacağı” şeklindeydi. Bu yanlış yorumlamanın savaşın en büyük hatalarından biri olduğu kabul edilir. Beklenen taarruz; Başkomutan Gen Mc Arthur’un direktifi ile ve bu defa Türk Tugayının da ilk defa savaşa katılmasıyla 24 Kasım günü başlamıştır.

Dr. M. Galip Baysan

Yeni Türkiye'nin Valisine Yakışanı Yapmış!
Edirne Valisi Dursun Ali ŞAHİN, iki gün önce talihsiz bir açıklama yapmış ve "Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgarları estiren, bizzat savaş tatbikatı yapan o eşkıya kılıklı insanlar orada Müslümanları katlederken, biz de onların burada sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu" diyerek, sinagogu ibadete kapatacağını ve müze yapacağını kamuoyuna duyurmuştur.

Edirne Valisinin; Mescid-i Aksaya yapılan saldırıdan etkilenerek, bu saldırıdan  sorumlu olmayan, sırf İsrail kökenli ve  Türkiyedeki Musevi cemaatine mensup olmaktan başka hiçbir suç ve günahları bulunmayan, sizin ve bizim gibi Türk Vatandaşı olan bir kitleye yönelik, ayırımcı, kin ve nefret dolu, Edirne ilinde, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil eden en üst düzey mülki amir sıfatıyla yapmış olduğu bu açıklaması, ülkemizin laik ve demokrat kesiminde, büyük bir şaşkınlık ve üzüntü yaratmıştır.

Edirne Valisinin, ayırımcı, bölücü ve nefret içeren bu beyanları, Türk Ceza Kanununa göre açıkça suç olup, laik cumhuriyetimizin laiklik ilkesine de açık bir şekilde aykırıdır.

Bu nedenle, yandaş olmayan görsel ve yazılı medyada, valinin beyanları şiddetle kınanmış ve eleştirilmiş, bir çok makaleye konu olmuştur.

Biz bu makalemizi, açıklamaları nedeniyle Edirne Valisini eleştirmek ve kınamak amacıyla yazmıyoruz.

Bizim amacımız, Edirne Valisinin şahsında, yeni Türkiye denilen AKP yönetimindeki laik Türkiye Cumhuriyetinin bugün getirilmiş bulunduğu acı ve hazin duruma dikkat çekmektir.

Biz, vatandaşlarımızın dinlerine ve mezheplerine, etnik kökenlerine göre ayrıştırıldığı ve kamplara bölündüğü, mezhep farkı yüzünden dış politikalarda değişikliklere gidilerek, eski dost devletlerin düşman ilan edildiği, çözüm süreci adı altında ülkemizin Güneydoğu bölgesinin fiilen bölünmesine göz yumulduğu, bu ülkenin kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün, haksız ve utanmaz bir şekilde, diktatör ve soykırımcı olmakla suçlandığı yeni Türkiyede, yaptığı açıklama ile Devletin değil AKP iktidarının Valisi olduğunu gösteren Edirne Valisinin, bu yeni Türkiye'ye yakışanı yapmış olduğunu değerlendiriyor ve valinin açıklamalarını hiç yadırgamadığımızı belirtmek istiyoruz.

Basında yer alan bazı haber ve makalelerde, Edirne Valisinin derhal görevden alınması istenmekte ve bugüne kadar görevden alınmaması eleştirilmekte ise de; biz,yeni Türkiye'ye çok yakışan ve yeni Türkiye'nin gereklerine göre görevini ödünsüz yerine getiren bu valimizin, ilk çıkarılacak olan valiler kararnamesiyle Ankara veya İstanbul illerimizden birine vali atanmasını Bakanlar Kurulumuzun yüce taktirlerine arz ediyoruz!

Yakışır doğrusu!

Bu vesileyle, AKP iktidarının yarattığı yeni değil, Atatürk'ün kurup Türk gençliğine emanet ettiği demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetine yakışan kuşaklar, valiler ve sair yöneticiler yetiştirmeleri dileğiyle, emeklisi ve çalışanıyla hak ettikleri gerçek maddi ve manevi değerlerden yoksun bırakılan fedakar ve cefakar tüm öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutluyor, tüm öğretmenlerimize selam, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.

24/Kasım/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Vali’ye Bak Vali’ye! - Gündüz Akgül
Edirne Valisi "Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgârları estiren, bizzat savaş tatbikatı yapan o eşkıya kılıklı insanlar orada Müslümanları katlederken, biz de onların burada sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu. Yaşanan olaylar nedeniyle müze yapılmasına karar verilmiştir " deyince tartışmalar başladı…
Neyse ki Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, bir kamu görevlisinin kabul edilemez bu hatasını, “Tarihi Edirne Büyük Sinagoğu, sinagog kalacak” diyerek düzeltti ve devlet olarak bizi büyük bir ayıptan kurtardı…
Sayın Vali…
Hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin Valisi olduğunu unutmuş…
Hukuk devleti kinle değil, yasalarla hukuk kuralları içinde yönetilir…
Bu konu, Valinin yetkisini aşar, söz söyleme yetkisi Dışişleri Bakanlığına aittir…
Vali, ceza yasalarına göre resmen nefret suçu işlemiştir…
Vali, hukuk devletinde kısasın yasak olduğunu unutmuştur…
Kafa eski kafa, kısasa kısas noktasında kalmıştır…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Valinin kabul edilemez bu gafı yüzünden uluslararası arenada zor durumda kalmıştır…
Yaptığını beğendin mi? Sayın Vali…
Ey iktidar;
Devletin her kademesinde görev yapan yetkililer, iktidar ve yandaşları gibi düşünen, uygulama yapan kişilerden değil, tüm yurttaşları temsil eden liyakat esas alınarak atanmaları ve devleti zor durumda bırakmamalarını sağlamak senin görevindir…
Görevini bu koşullarla yapmakta yurttaşlara olan borcundur…
Yurttaş olarak yöneticilerimizin uygulamalarından utanç duyacağımız bir duruma bizleri düşürmeye kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır…
Valinin söyleminden ben utandım…
Ya siz?

23.11.2014 
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Atatürk'e Atılmak İstenen Diktatör Çamuru - Güner Yiğitbaşı
Günümüzde, insan hak ve özgürlüklerine dayalı laik demokrasiyi nihai ve kalıcı bir amaç ve yaşam tarzı olarak benimsemeyen, laik demokrasiyi ve ilkelerini bir türlü içlerine sindiremeyen, demokrasiyi ve onun özgürlüklerini, laik ve özgürlükçü demokrasi karşıtı asıl ve nihai amaçlarını gerçekleştirebilmek için bir süreliğine araç olarak kullanmaya çalışan ve bir süreliğine araç olarak kullanmaya çalıştıkları bu demokrasiyi dahi beceremeyip yüzlerine ve gözlerine bulaştıran gerçek ve kalıcı diktatörler ve onların yandaşları tarafından diktatör olmakla suçlanan ve bu yolla itibarsızlaştırılmaya çalışılan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün; bir diktatör olmadığını, zamanın koşullarına göre diktatör gibi algılanan ve değerlendirilen bazı tutum ve davranışlarının; insan hak ve özgürlüklerine dayalı, çok partili ve laik demokrasiyi hedefleyen ve bu nihai ve kalıcı hedefe ulaşmak için de, o zamanın koşullarına göre yapılması gereken zorunlu davranışlar olduğunu izaha çalıştığımız, yaklaşık üç sene önce kaleme alınan 10/Kasım/2011 tarihli “BÖYLE DİKTATÖRE CAN KURBAN” başlıklı makalemizi, yeniden hep birlikte okumaya ne dersiniz? He diyorsanız, işte yazımız.

21/Kasım/2014 
Güner YİĞİTBAŞI


BÖYLE DİKTATÖRE CAN KURBAN


Okumuşu, cahili, siyasetçisi, devlet adamı, gazetecisi, sözde bilim adamı her cenahtan bazı nankörler, Atatürk'ün diktatör olduğunu beyan ederek, sözüm ona Atatürk'ü halkımızın gözünde küçük düşürmeye çalışıyorlar.

Bu nankörler, Atatürk'ü diktatörlükle suçlayarak, bir tabuyu yıktıklarını zannediyorlar ve tabu olan Atatürk'ü dahi eleştirmek ve onu diktatör ilan etmek suretiyle, kendilerinde büyük bir güç ve cesaret olduğunu ve de ülkenin en demokrat kişileri olduklarını vehmediyorlar.

Türkiye Cumhuriyetini kuran ve Türkiye Cumhuriyetini bugünkü laik ve demokratik yapısına kavuşturan, tüm devrimleri gerçekleştiren üstün bir şahsiyet olan Atatürk, nasıl diktatörlükle suçlanabilir?

Amaç, bugünkü iktidara yağ çekip yaranmak ve birilerini, ikinci ve demokrat Atatürk olarak lanse etmeye çalışmak.

O birileri değil mi, hazıra konduklarını, Atatürk dönemine nazaran, ülkenin bugün ulaştığı yetişmiş insan ve ekonomik gücünü unutarak, dokuz yıllık iktidarları döneminde, tüm Cumhuriyet tarihimizde yapılandan daha çok iş başardıklarını haykırarak kendilerine pay çıkaranlar.

Evet, Atatürk, nihai hedefi ve amacı cumhuriyet ve çok partili laik demokrasi olan, bu nihai hedefe ve amaca ulaşmak için gayret sarf ederken önüne çıkarılan engelleri kaldırmak için, geçici olarak diktatörlüğü araç olarak kullanmak zorunda bırakılan  bir diktatördü, Mustafa Kemal ATATÜRK, ülkemizi işgal eden emperyalist devletleri yenerek kurtuluş savaşından muzaffer çıkmış, milletin egemenliği ilkesini kabul ederek Türkiye Büyük Millet Meclisini açmış, Cumhuriyeti ilan ederek, Osmanlının küllerinden yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuş, hilafeti ve saltanatı kaldırmış, eğitim ve öğretimi laikleştirmiş ve daha bir sürü devrimi gerçekleştirmiş, ancak, karşı devrimcilerin, cumhuriyete, demokrasiye ve laikliğe baş kaldıran her hareketine karşı, devrimci kişiliğine uygun bir şekilde, gözünü kırpmadan, en radikal önlem ve tedbirleri uygulamaya koyabilmiştir. Çok partili demokrasiye geçiş denemeleri de karşı devrimcilerin girişimleri sonucunda başarısız kalmış ve bu hedefini de, en yakın silah ve çalışma arkadaşı İsmet İNÖNÜ gerçekleştirmiştir.

Tüm yaptıklarına, söylevlerine ve uygulamaya koyduğu tüm devrimlerine baktığımızda ve bunları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Atatürk'ü, nihai amacı ve hedefi demokrasi olmayan, gerçek anlamda ve kalıcı bir diktatör olarak değerlendirebilir misiniz?

Tabii ki hayır.

Bugün bakıyoruz, Atatürk dönemindeki demokrasinin yaşayıp gelişmesine engel teşkil eden olumsuz hiçbir koşul kalmamış, cumhuriyetin ve laik demokrasinin ilke ve gelenekleri oturmuş, buna rağmen, ülke bir korku imparatorluğu olmuş, demokrasi bir amaç olmaktan ziyade bir araç olarak görülmeye başlamış.

Bu geriye gidiş eleştirilecek yerde, bu geriye gidişi perdelemek ve haklı göstermek için, Mustafa Kemal ATATÜRK, marjinal bir kesim tarafından, devrimci ve demokrat kişiliğine saldırılarak, diktatörlükle suçlanır hale getirilmiştir.

Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, bu kendini bilmez nankörler, kadirşinas milletimizin gönlündeki ATATÜRK sevgisini asla yok edemeyeceklerdir.

Sevgili Atamızı, her yıl olduğu gibi, ölümünün 73. yıl dönümünde de minnetle ve şükranla anıyoruz.

10.Kasım.2011
Güner YİĞİTBAŞI

Hangi Söz Ne Zaman Söylenmiştir - Gündüz Akgül
Sevgili Dostlar,
Gündemin sıkıcı konularını her gün yazmak ve yazarken daha da sıkılmak, Amerika’yı yeniden keşfederek tarihi gerçekleri alt üst etmek, sonu bir türlü gelemeyen açılımlar ve süreçler yerine, hepimizin çok iyi bildiği ve büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün her konuda söylenmiş sözlerinin, ne zaman ve hangi olay nedeniyle söylediğini çoğumuz bilmiyoruz…
Bu konuda bulabildiklerimi sizlerle paylaşarak, önderimizi hep birlikte tekrar anmak ve sıkıcı gündemden kısa bir süre ayrılma istedim…

*YA İSTİKLAL YA ÖLÜM
Sivas Kongresi’ne, (4 Eylül 1919 - 11 Eylül 1919)  tıp öğrencilerini temsil etmek için katılan Tıbbiyeli Hikmet söz alarak, “Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar da her kim olursa olsun, şiddetle reddederiz… Manda düşüncesini siz kabul ederseniz sizi de reddeder; Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve kınarız.” Söylemesi üzerine, Mustafa Kemal, bu gencin söylediklerinden etkilenir ve ona şunları söyler: “Evlat müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez:
“Ya istiklal ya ölüm!”.

*ÖĞRETMENLER, YENİ NESLİ, CUMHURİYETİN ESİRGEMEZ ÖĞRETMEN VE EĞİTMENLERİ SİZLER YETİŞTİRECEKSİNİZ. YENİ KUŞAK SİZİN ESERİNİZ OLACAKTIR.
22 Ağustos 1924 günü Ankara’da toplanan öğretmenler kongresi sonunda, Atatürk 25 Ağustos 1924 tarihinde Ankara’da öğretmenlerin verdiği çay partisine katılır ve orada söylemiştir.

*ÖĞRETMENLER, CUMHURİYET SİZDEN, FİKRİ HÜR, İRFANI HÜR, VİCDANI HÜR NESİLLER İSTER.
25 Ağustos 1925 te Ankara’da toplanan Muallimler Birliği Kongresi’nde yaptığı konuşma söylemiştir.
*CUMHURİYETİ BİZ KURDUK ONU SİZ DEVAM ETTİRECEKSİNİZ
30 Ağustos 1924 tarihinde Afyon’a gelen Atatürk, Başkomutanlık Meydan Muharebesini idare ettiği Zafer Tepe’ye anıt dikmek için gider, burada yaptığı konuşmada söylemiştir.
*EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR
21 Eylül 1924 tarihinde Samsun- Çarşamba demir yolu temelinin atan Atatürk’e, 22 Eylül 1924 tarihinde öğretmenler Samsunda bir çay partisi veriyorlar.  Orada yaptığı konuşmada söylemiştir.
*TÜRKİYE CUMHURİYETİ ŞEYHLER, DERVİŞLER, MÜRİTLER, MECZUPLAR MEMLEKETİ OLAMAZ.
Şapka devrimi için Kastamonu’ya giden Atatürk, 30. Ağustos Zafer Bayramı yıldönümü nedeniyle 30. Ağustos 1925 günü Kastamonu Türk Ocağı’nda yaptığı önemli konuşmasında söylemiştir.
*BENİM NAÇİZ VÜCUDUM ELBET BİR GÜN TOPRAK OLACAKTIR, ANCAK TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR.
16 Haziran 1926 günü İzmir’de Atatürk’e suikast yapmayı planlayanlar yakalanınca, halk Atatürk’e büyük sevgi gösterisi yapmaktadır. Bunu üzerine Atatürk yayımladığı bir genelgede söylemiştir.
*EFENDİLER SİZ HAYATINIZDA MEBUS OLABİLİRSİNİZ, BAKAN OLABİLİRSİNİZ, HATTA CUMHURBAŞKANI OLABİLİRSİNİZ. FAKAT HİÇBİR ZAMAN SANATKÂR OLAMAZSINIZ. BÖYLE OLUNCA DA SANATÇI EL ÖPMEZ, SANATÇININ ELİ ÖPÜLÜR”
Muhsin Ertuğrul başkanlığında ki Şehir tiyatrolar topluluğu Ankara’ya gelir Atatürk 12.Nisan 1930 akşamı sanatkârlara Marmara köşkünde bir akşam yemeği verir. Dr. Reşit Galip sanatkârların Yarın Eskişehir’e gideceklerini ve izin istediklerini Atatürk’e söyler. Ayrıca İzin verirseniz elinizi öpmek isterler der. Bunun üzerine Atatürk bu konuşmayı yapar.
Orada bulunan Dr. Reşit Galip hiç duraksamaksızın itiraz ederek “Evet paşam, hepimiz milletvekili, Bakan oluruz, hatta Cumhurbaşkanı olabiliriz. Fakat hiç birimiz, bu dünya da hiç kimse Mustafa Kemal Olamaz. Onun için izin verinde elinizi öpsünler.” Bundan sonra, Muhsin Ertuğrul ve diğer sanatçılar Marmara köşkünden Atatürk’ün elini öperek ayrılırlar. 
“EY KAHRAMAN TÜRK KADINI, SEN YERDE SÜRÜNMEYE DEĞİL, OMUZLAR ÜZERİNDE GÖKLERE YÜKSELMEYE LAYIKSIN”
Kurtuluş savaşında erkeklerin yanında kahramanca savaşan Kara Adile Hanım (Tarsuslu Kara Fatma), Atatürk Tarsus’a geldiğinde önünde diz çökmüş, Atatürk Adile hanımı yerden kaldırdıktan sonra gözleri yaşla dolarak bu sözü söylemiştir.
*YURTTA SULH CİHANDA SULH”
24 Nisan 1931 de yapılacak seçimler yayımladığı seçim bildirgesinde Türkiye’nin izleyeceği genel siyaseti bu tümce ile dile getirmiştir.
*ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ İLERİ
Tarih, 31 Ağustos 1922 Büyük zafer kazanılmış. O sabah Atatürk, yanında Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa ve Garp Orduları Komutanı İsmet Paşa olduğu halde bir gün evvel düşmanın mağlup olarak eridiği harp sahasını dolaştıktan sonra Dumlupınar köyüne gelir. O, belli belirsiz bir heyecan içinde İsmet Paşa’ya döner, “Paşam tebrik ederim, zaferi kazandınız.”
Ve bundan sonra, ordulara hitaben o meşhur günlük emrini yazdırır.

Sevgili Dostlar,
Büyük Atamızın alçakgönüllülükle, kahramanlıkla, sevgiyle söylediği bu sözleri ne zaman ve hangi duygular içinde söylediğini okuyunca göğsünüzün bir kez dada kabaracağını, Atamıza saygı ve şükranlarınızı bir kez daha sunacağınızdan eminim.

20.11.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

İdeolojik ayrışma - Tünay Süer

CHP den bir yıldız daha kaydı. Emine Ülker Tarhan’dan sonra Em. Tuğamiral Türker Ertürk’ün istifası partiden umudunu kesenler için bir başlangıç mıdır acaba?
CHP’nin köklerinden, temel değerlerinden koparılma gayretlerini üzülerek izlemekteyiz.
Delegenin istememesine rağmen bir çeşit hile ile partinin genel başkan yardımcılığına getirilen Mehmet Bekaroğlu’nun “ulusalcılar giderse parti güçlenir” “söylemi talihsiz bir açıklama mıdır yoksa bilinçli olarak söylenen sözler midir?
Hiç düşünmeye gerek yok elbette bilinçli.  Partiye geleli henüz iki ay olan bu adam cesareti nereden alıyor dersek YCHP’ in Cumhuriyetimizin kurucu ideolojisine adeta düşmanlık eden bir yapıya bürünmesini örnek gösterebiliriz.
                                                        ***
YCHP, Türkiye olağanüstü bir dönemden geçerken Atatürk’ün ideolojisinden tamamen sapmış bölücülere ve Cemaate yakın bir duruma getirilmiştir.
Bunu halen görmeyen, görmek istemeyen arkadaşlarımı esefle kınıyorum.
CHP’nin bağımsızlık ruhu gitmiş adeta birilerine bağlı, birilerini kayıran, birilerine boyun eğen duruma gelmiştir.
Kürt açılımını destekleyen, Atatürk ve İnönü’yü katliamcı gösterme çabası içinde adeta birbirleriyle yarışan, geçmişinde Atatürk’e, onun kurmuş olduğu Cumhuriyete kin ve nefret duyanlar, son kale olan CHP ‘ni yıkmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
"Statükocu ve ırkçılığa dayalı Atatürk Milliyetçiliğine son vermek ve kardeş halkların özgürce yaşadığı bir Türkiye için CHP" sözlerini söyleyen Sezgin Tanrıkulu’nun sözlerinde açıkça belli olmuyor mu?
Atatürk Milliyetçiliğini ırkçılık olarak göstermek, PKK ya ve AKP ye yandaşlık değil de nedir?
CNN Türk’te bir programda Dersim (Tunceli) olayları için binlerce özür dilemesi Atatürk ve İnönü’yü katliam yapmakla suçlamak değil de nedir? 
Velhasıl CHP Atatürk’ün kurduğu çağdaş, üretken ve devrimci CHP ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir parti konumuna getirilmiştir.
Türk Ordusu'na tertip yapıldığı ve ordumuzun şerefli komutanlarının, Atatürkçü aydınlarımızın esir alındıkları,  Atatürk heykellerinin kırılıp yakıldığı, tabelalardan TC kaldırıldığı zamanlar da sessiz bir CHP izledik.
Sn Kılıçdaroğlu’nun politikaları bu konulara değinmeden hep hırsızlık ve Erdoğan’a laf yetiştirme olmaktan öteye gitmemiştir. Oysa Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün temel anlayışı Anadolu halkı, inancı, haksızlığa direnme gücü, bağımsızlık ve özgürlüktü.
                                                  ***
YCHP Tam Bağımsızlıkçı, NATO ve AB üyeliğini reddeden, Altı Ok'u savunan Atatürkçü bir parti halinden çıkmış, bunun yerine Altı Ok’un modasının geçtiğini,1930 ların partisi olmadığını söyleyen,  "Atatürk düşmanlarının, bölücülerin, etnik milliyetçilerin, kurucu ideolojimize düşmanlık edenlerin partisi konumuna gelmiştir.”
CHP ‘in amblemi olan 6 Ok’u küçültmüş meydanları kırmızı beyaz ‘Altı Ok’lu bayraklar yerine, ulu Çınarlı bayraklarla donatılması da değişimi anlatmaktadır.
Bunları yazıp söylemek benim gibi partinin iktidar olması için yıllarını veren bir emekçi olarak hiç kolay değil.
Üzgünüm ama gerçekleri görmezden gelmek Atatürk’e ihanettir.

Gazilerimiz-Şehitlerimiz  ve Ak Saray - Galip Baysan
Bu hassas konuyu üzülerek yeniden ele almak gereğini duyduk. Türkiye yöneticileri ne oldu ki birdenbire 1–1,5 Milyar dolar sarf edip 1000 odalı bir saray yaptırabiliyorlar. Demek ki artık çocukluğumuzdan beri yatılı okullarda kafamıza çakılan “ Bu fakir milletin milyonları veya yediğiniz her lokmada öksüzlerin ve yetimlerin payı olduğu” anlayışı değişmiş olmalı ki böylesine büyük meblağlar artık toprağa yatırılabiliyorlar. Ülkemiz ticaret ağırlıklı yöneticilerimiz sayesinde artık zenginleşmiş ve artık geçmişte ve günümüzde büyük fedakârlıklarla ülke ekonomisini bu günlere taşıyan fedakâr evlatlarına veya ölmüş olanların ailelerine haklarını ödeyecek maddi güce ulaşmış sayılabilir.
Yıllar önce Fransa’nın ünlü Versay sarayını iki Pakistanlıyla birlikte geziyorduk. Birden bana şu soruyu sordular.”Osmanlılar 500 yıla yakın bir süre 3 kıtada birden hüküm sürdüler ama ne İstanbul’da ne de başka şehirde doğru dürüst bir saray göremedik. Bunun bir nedeni var mı?”
Ben saray olmaz mı Topkapı Sarayı var ya dedim. “O Bizanslılardan kalmaymış” dediler. Ya Dolmabahçe Sarayı? O da yeni yapılmış dediler. Yıldız Sarayını gördünüz mü?  Dedim “görmedik” dediler. Ben de Sultan Abdülhamit’in sarayı diyerek durumu atlattığıma sevindim. Çünkü Yıldız Sarayı dahi Versay veya Tuileri Sarayının küçük bir bölümü olabilirdi. Son sözlerim Osmanlı Sultanlarının aynı zamanda halife olmaları nedeniyle dini inançları gereği israftan kaçındıklarını söyleyerek konuyu noktaladım.
Tıpkı Osmanlı sultanları gibi Türkiye Cumhuriyetinin devlet adamları da böylesine büyük paraları toprağa gömmeğe hakları olmamalı ve olamaz da. Neden olamayacağını yaşamımızdan örnekler vererek açıklamak isterim.
Ne hikmetse Osmanlı döneminden beri ülkemizde en ucuz şey genç askerlerimizin, yani çocuklarımızın kanıdır. Şimdilerde yurt dışına gönderilen ve oralarda masum halkların korunması ile ilgili, insanlık idealini gerçekleştirmeye çalışan askerimize makul bir maaş ödendiğini duyunca mutlu oluyoruz. Düşünün daha 50–60 yıl kadar önce Kore’ye gönderilen askerlerimiz inanılmaz derecede komik maaş alıyorlardı. Örnek vermek gerekirse erlerin maaşı ayda 1 dolardı. Evet, yanlış görmediniz, yanlış anlamayı önlemek için yazı ile tekrarlıyorum. Erlerin maaşı bir, onbaşıların1,5,çavuşların 2, Astsubayların 15, subayların 20 ve (Binbaşı ve üstü) üst subayların 25 dolardı.
O günlerde herkes ülkenin döviz sıkıntısı çektiğini biliyor ve duruma itiraz etmiyordu. Ama Menderesin mevcut döviz rezervini belirli bir kesimin avantajları için kullandığının farkındaydı. Orada iken bizzat şahit olduğum olaylara dayanarak şunu söylemek isterim ki, savaşa katılan Birleşmiş Milletlere mensup Ordu mensupları arasında bizden başka parasız, pulsuz (Koreliler hariç) hiçbir asker yoktu. Zamanın iktidarı resmen askerinin kanını dövize dönüştürme eğilimine sahip gibiydi.
Türk Ordusunun subay ve astsubayları gerçek anlamda şövalye ruhlu insanlar gibi davrandıkları için, bir iki hatıra dışında bu konuya bu güne kadar kimse temas etmemiştir. Menderesin sevabına ( aslında Demokrat Partinin oy potansiyeline) sahip çıkan politikacılar, ne hikmetse günahlarına asla sahip çıkmıyorlar.
O günlerde Yokohama deniz PX’i dünyanın en büyük PX’i kabul ediliyordu. Türkiye’ye dönerken İzinli birkaç arkadaş mağazayı dolaşıyorduk. Bir ara gözümüze şahane bir konsol müzik setti takıldı ve onu uzun uzun zevkle izledik. Ben yüzme paleti istiyordum, buldum ama aynı anda bir 45’lik dikkatimi çekti. Cebimde sadece 85 cent vardı. Birini alırsam öbürünü alamıyordum. Ben hangisini alsam diye düşünürken bölüme Taylandlı bir subay girdi ve bizim hayranlıkla seyrettiğimiz müzik setini 400 dolara yakın bir ücret ödeyerek satın aldı ve gemiye yüklenmesi talimatını verdi. O zaman elimi kaldırıp ulu Tanrıya şikâyet ettiğimi unutmuyorum. “Ey ulu Tanrım; ben ki koca Osmanlı İmparatorluğunun varisi Türkiye Cumhuriyetinin subayı, şu delikanlı da küçücük Taylant Ordusunun subayı halimizi görüyormusun?”
1960’lı yıllarda bir sınav kazanıp Amerika’da bir kursa gönderildim. Bize günde sadece 6 dolar veriyorlardı.3-4 dolar zaruri masraflara ayrıldığından sigara, içki ve eğlence gideri olarak elimizde sadece 2 dolar kalıyordu. Bu nedenle her Türk yeme içmeden vaz geçerek tasarruf etmek mecburiyetinde kalıyordu. Öyle ki 10 sente kıyıp koka kola içen arkadaş çılgınca alkışlanıyordu.
1970’lerde İngiltere Kara Harp Akademisine gönderildim. Bana ayrılan ödenek günde sadece 4 Paunttu. Sene sonunda ülkesine dönen her ülke mensubu birer Mersedes alarak döndüler. Ben onları seyrettim çünkü devlet baba 11 ay için bana sadece 639 Pauntluk permi hakkı vermişti.
Son bir anım İzmirdeki NATO Komutanlığı ile ilgili olacak. Yemekhane oldukça büyüktü ve yemekler de çok güzel ama biraz pahallı idi. O dönemde maaşlarımız ve ödeme gücümüz çok zayıftı ve devasa boyuttaki enflasyon kelimenin tam anlamı ile memurları ezip geçiyordu.
Bir gün Amerikalı ve İngiliz birkaç arkadaş birlikte yemeğe oturduk. Herkes tabaklarını doldurdu, bendeniz her zamanki gibi çorba ve salatamı alarak oturdum. Yemekten sonra kalkarken çok sevdiğim bir genç fısıltı halinde şunu söyledi: “Sir; iki senedir burada yanınızdayım ve sizin çorba dışında bir şey yediğinizi görmedim.” Göremezsin çünkü midem bozuk” dedim. Peki birkaç ay içinde ayrılıyorum bu süre içinde midenizin düzeldiğini görmek isterdim dedi. Uyandım, dostumuz galiba benim pintilik yaptığımı düşünüyor olmalıydı. “ Sana bir sır vereyim mi? Dedim. Evet deyince “ Devlet bana bu maaşı verdiği sürece midemin düzeldiğini göremezsin” diyerek işi espriye döktük.
Bütün bunları anlatmamızın tek bir amacı var. Belirli bir dönem ülkeyi yönetmek için seçilen vekiller Türkiye’nin bu günlere nasıl geldiğini, Memurlarının, işçilerinin ne büyük fedakârlıklarda bulunarak bu günlere gelindiğini bilmeleri lazım. Bilmediklerini görüyoruz, çünkü içlerinde devlet adamı kimliğine sahip insan sayısı yeterli değil. Çoğu Din adamı menşeli ve sanki “devlet malı deniz…” tekerlemesini doğru zannediyorlar. Ama kaçamayacakları gerçekler de var. Bunların başında şehit ve yetimlerin ve geride kalan aile fertlerinin hak ve menfaatlerinin korunması geliyor.
Ulusunun hak ve menfaatlerinin korumaya çalışırken ölen, yaralanıp sakat kalan asker, polis ve görevlilerin geride bıraktığı ana, baba, eş ve çocukların yokluk ve acı içinde kıvranmalarını görmek canımızı yakıyor. Bu kadar büyük paraları adeta kendi zevkleri için toprağa gömmeyi göze alan yöneticilerimiz; bu millete borçlarını, öncelikle şehit ve gazilerin ailelerine göz kulak olmakla ve onların yaşamını normalleştirmek için maddi ve manevi imkânlar yaratmakla ödeyebilirler.
Bu konuda bir kaç yıl önce tek başına kalmış açlık ve sefalet içinde ölen bir Kore Gazisinden bahsetmiştim. Yukarıda detayını verdiğim gibi ne yazık ki Gazimiz, günümüz parasıyla devletinden en az 30–40.000 dolar alacaklı olarak açlıktan öldü. Bir tarafta açlıktan ölen gazilerimiz öbür tarafta milyarlar sarf edilerek yapılan 1000 odalı saraylar. Galiba günah veya zulüm dediğimiz olay bu olmalı.

Dr. M. Galip Baysan

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget