Haziran 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

TBMM’de şu anda 3. Yargı Paketi görüşülüyor. Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılacakmış gibi yapılarak kamuoyu uyutuluyor. İşte tam bu saatlerde Avrupa Konseyi’nin hukuk danışma organı olan “Demokrasi ve Özgürlük İçin Avrupalı Yargıçlar Birliği” MEDEL bir Türkiye raporu yayınlıyor.

Özetle veriyorum:
"Türkiye'de yargı politik gücün elinde tehlikeli bir boyut kazandı. Yürütme erki yargıyı manipüle ediyor. Yargıç bağımsızlığı tehdit altında. İktidar yandaşları yargıdan muaf tutuluyor."

Bu çarpıcı iddialar, Avrupa Konseyi’nin hukuk danışma organı görevini yürüten Demokrasi ve Özgürlük İçin Avrupalı Yargıçlar Birliği, diğer adıyla MEDEL'in raporundan.

Raporda Türk yargısına sert eleştiriler yöneltiliyor.

Deniz Feneri, şike, MİT, KCK soruşturmalarının örnek gösterildiği raporda, “Yargının politik gücün elinde tehlikeli bir boyut kazandığı" vurgulanarak, durumun yargıç-savcı bağımsızlığını tehdit ettiği belirtiliyor.

YARSAV ve Yargı-Sen’e yönelik müdahalelerin eleştirildiği raporda, yargıç ve savcılar hakkında soruşturma başlatmak, dosyadan el çektirmek ya da kanun değişiklikleriyle iktidar yandaşlarının yargıdan muaf tutulduğu belirtiliyor; "yargı, yürütme erki tarafından manipüle ediliyor" deniliyor.

Türkiye’de yargının siyasi gücün emrine verildiği ve asli işlevlerini yapamaz hale getirildiği de rapordaki tespitler arasında.

Gürbüz Evren / Siyaset Bilimci

Sultan Abdülhamid'in Maarif nazırı olan Haşim Paşa'nın "Okullar olmasaydı şu maarifi ne güzel idare ederdim" sözü dillere destan olmuştur.
Sultan, maazallah Paşa’yı milli eğitim değil de ulaştırma bakanı yapmış olsaydı, herhalde kendisini tarihe geçirecek sözü şöyle olacaktı: “Şu vapur yolcuları olmasa ulaşım işini ne güzel idare ederdim”
Haşim Paşa göçtü gitti, tarihe mal oldu ama bir düşünelim bakalım acaba aynı zihniyet devam etmiyor mu ?
İstanbul halkının en büyük sıkıntılarından biri ve kendi belediyesinden beklediği en önemli hizmet “ulaşım” konusudur.
Karmakarışık bir trafik düzeninde işinden evine, işten işe ve işten eve günün yaklaşık üç saatlik diliminde hep koşturmak zorunda olan İstanbulluların yollarda neler çektiğini yeniden anlatmaya gerek var mı?
Yok tabii.
Bu durum geçtiğimiz yerel yönetim seçimlerinde de gündemden hiç inmedi. Adayların tartışmalarında hep bu konu ön plandaydı. Belki de çeşitli partilerden aday gösterilip İstanbul’u yönetmeye talip olanların üzerinde mutabık oldukları tek konu İstanbul’un “ulaşım sorunlu bir şehir olduğu” idi. Yine bunun çözümü için de ileri sürülen iki tez vardı: Biri metro ağını uzatmak, ikincisi deniz ulaşımının payını daha da arttırmak.
Seçim yoluyla fikri sorulan halktan istenen de, bu soruna en iyi çözümü getireceğine inanılan adayı seçmekti.
Acaba o seçim döneminde bir aday çıkıp da “Belediyenin İDO eliyle sahibi olduğu deniz ulaşım vasıtalarını özel bir şirkete, hatta bir yabancı şirkete satacağım, onlar bu işi bizden daha iyi becerirler ve amaçları bu işten para kazanmak olduğuna göre hem bu işten para kazanırlar, hem de size daha ucuz, daha rahat ulaşım sağlarlar” deseydi hali nice olurdu?
O günlerde İstanbullulara söylenmesi adeta siyasi intihar olabilecek bir “sözde çözüm modeli” nin şimdi gündeme getirilmesi, seçimlerde vatandaştan alınan vekâletin ne kadar yanlış kullanıldığının apaçık göstergesidir.
Ama olay bu noktadadır.
Bilindiği gibi İstanbul’un deniz ulaşımının çok önemli bir kısmını sağlayan 103 gemiye sahip İDO, şimdi satılmak istenmektedir.
Acaba bu sadece bir malvarlığı satışı mıdır yoksa belediyenin ulaştırma konusundaki görev devri mi?
Acaba bu “biz bu işi kıvıramıyoruz”un beyanı mıdır? Yoksa “elde avuçta ne varsa satmak noktasındayız” ın itirafı mı?
Acaba bu gemileri bir belediyecilik hizmeti olarak işletmekten değil ama “gemi almaktan” ve “satmaktan” memnuniyetin göstergesi mi?
Acaba 1994 yılında ve gerekçesi artık tarihe mal olan özelleştirme kanununa rağmen niye son dört yılda 15 gemi daha alınmıştır?
Acaba niye 2008 yılında 300 milyon avro daha borçlanarak krize rağmen yatırımlara devam edilmiştir?
Acaba özelleştirme der demez neden hemen “kabotaj” meselesine takılınmış tır? Yapmak istenilen şey özelleştirmeden de öte “yabancılaştırma” mıdır?
Kabotaj Kanunu, Türkiye’nin Kabotaj hakkını düzenleyen temel bir kanun olduğuna göre niye orada durulmak yerine arkasından dolanılacak “bir çözüm” aranmaktadır?
Tarihle başladık, yine tarihle bitirelim:
Acaba Sultan Abdülmecit ile başlayıp 94 yıllık saltanatından sonra 1945 yılında 4517 Sayılı Kanunla imtiyazı sona erdirilen ve millileştirilen “Şirketi Hayriye” modeline yeniden mi dönüyoruz?

Münafıkça bir soru: 3657 metredeki Titanic bulunuyor da 1300 metredeki uçağımız neden bulunmuyor?
Suriye, keşif filomuza ait jetimizi 22 Haziran’da düşürdü.
Pilotları arama çalışmaları sürüyor.
Yayınlanan uçuş hattı krokilerinde, uçağımız Suriye kıyılarına paralel uçmuyor gösteriliyor.
Deniliyor ki, uçağımız uluslararası karasularda düşürüldü.
Deniliyor ki uçağımız 8 mil açıkta vuruldu.
Deniliyor ki uçağımız 1400 feet yüksekte uçuyormuş.
Deniliyor ki, uçağımızın enkazı 1300 metredeymiş.
Ekranları işgal eden yurduma özgü uzmanların kafanızı şişirdiğini biliyorum.
Bu kez uzun yazmayacağım.
Sadece boş teneke çalanlara aşağıdaki soruları yönelteceğim.
Doğu Akdeniz’deki derinlikleri biliyor musunuz?
Samandağ’dan başlayarak Suriye’nin Lazkiye limanına kadar olan kıyı şeridinde derinlikler ne kadar biliyor musunuz?
Uluslar arası karasular olarak tanımlanan olay bölgesindeki derinlikler ne kadar biliyor musunuz?
Uçağın vurulduğunu söylediğiniz 8 mil açıktaki derinlikten haberiniz var mı?
Şimdi gelelim en can alıcı sorulara
Samandağ’dan Lazkiye’ye kadar olan kıyı şeridinin 1-2 mil açıklarındaki derinlik nedir?
Jet hızıyla gelen ve yüksekten uçan uçağımız, vurulduğu yerde durur ve küt diye altındaki mevkiye mi düşer?
İşin püf noktası işte bu sorulardadır.
Atlas Okyanusu’nun 3657 metre dibindeki Titanic bile bulunurken, neden bin 300 metreye takıldık kaldık?
‘Bölgesel Güç’, ‘Lider Ülke’ gibi ifadelerin uygun görüldüğü Türkiye neden 1300 metre derinliğe takıldı kaldı diye soran münafıklara ne yanıt vereceğiz?
Enkaz bulunacak bulunmasına da, şimdi değil. Hani derler ya her şeyin bir zamanı var. Bu da işte böyle bir şey.
Bakalım bu yazıyı okuyanlar ne yanıtlar verecek.
İlk yorumu duyar gibiyim, “Uçak, Suriye kıyılarının dibinde, derin olmayan bir yerdeyse, neden Şam yönetimi bulup vermiyor ve temize çıkmak için bu fırsatı kullanmıyor?”
Neyse biraz kafa yorun bakalım.
Tüpsüz dalış yapmam nedeniyle derinliklere, ama özellikle Akdeniz’deki derinliklerine merakım var da…

Gürbüz Evren / Siyaset Bilimci

Not: Geçtiğimiz gün Başbakan Erdoğan’ın sözlerini tercüme ediyorum başlığı altında paylaştığım yazıda, "Suriye'den sınırlarımıza yaklaşan her askeri unsur, bir tehdit olarak değerlendirilecek ve askeri hedef olarak muamele görecektir" ifadesini ne anlama geldiğini şöyle açıklamıştım.
“ ABD ve AB, başından beri İnsani Koridorlar diye tutturmuştu. Bizimkiler de bunu destekliyordu. “İnsani Koridor” demek “Güvelikli Bölge” demektir. “Güvenlikli Bölge” de yabancı güçlerin denetimindeki alan ve daha açık bir deyimle bölünmüş Suriye’ye giden sürecin başlangıcı demektir.”

Bugünkü gazetelerde “Türkiye NATO’dan Suriye’de tampon bölge istedi. ABD’li yetkililer de bunu doğruladı” başlıklı haberler var.
Dikkatinizi çekmek istemiştim.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın, imam hatip ortaokullarının ders programlarını diğer eğitim kademelerinde de uygulama kararından sonra, il ve ilçelerdeki Atatürk adını taşıyan ilköğretim okulları da imam hatip ortaokuluna dönüştürülüyor. Tepkileri azaltmak için başka bir isim kaldırılıp yerine Atatürk adı veriliyor. Bu arada, İnönü ilköğretim okullarının adı da tamamen okullardan kaldırılmaya başlandı.

Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri, Atatürk ve İnönü adının kaldırılması konusunda bakanlık olarak resmi bir emirlerinin olmadığını, her il’de hangi okulun imam hatip ortaokuluna dönüştürüleceğine o il valiliğinin karar verdiğini söylediler. Atatürk adını taşıyan okulların isimlerinin değiştirildiği ve bunların öğrenci sayısı az olan okullara verildiği konusunda da Bizim yapacağımız bir şey yok” dedi.

Tarihi şahsiyetleri silme operasyonu
Bakanlık yetkilileri “Bizim ilgimiz yok” demelerine rağmen, il Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilileri ise imam hatip ortaokuluna dönüştürülecek okullarla ilgili düzenlemenin Milli Eğitim Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğünün 9 Mayıs 2012 tarihli genelgesine göre yapıldığını belirttiler.

Yönetmelik hükümlerine dayanılarak okullara isim veriliyor. Hemen her il ve ilçede tarihi özellikleri olan okul Atatürk adını taşıyor. Bir çok il ve ilçede 2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü döneminde yaptırılan ve onun adını taşıyan “İsmet İnönü” ya da “İnönü” ilköğretim okulu bulunuyor.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın “ince politikası”yla Atatürk adını taşıyan okulların bazıları imam hatip ortaokuluna dönüştürüldü. Atatürk adının tamamen okullardan silinmesine cesaret edemeyen yetkililer, aynı il’de bulunan İnönü adını taşıyan ilköğretim okulundan İnönü adını çıkarıp Atatürk’ün adını veriyor. Bunun en çarpıcı örneği de son olarak Niğde’de yaşandı.

İnönü’nün adı kaldırıldı
Niğde Atatürk İlköğretim Okulu, yeni düzenlemeyle “Niğde İmam Hatip Ortaokulu”na dönüştürüldü. Aynı ilde bulunan ve ilk mezunlarını 1947 yılında veren İnönü İlköğretim Okulundan da, İnönü adı çıkarıldı ve adı Atatürk İlköğretim Okulu olarak değiştirildi.

Niğdeli araştırmacı-yazar Ömer Fethi Gürer, İnönü’nün ulusal kahramanlığının yanı sıra Niğde’de de önemli eserlerinin bulunduğunu, bunlar arasında Gebere Barajının, demiryolunun ve çok sayıda kamu binasının İnönü döneminde Niğde’ye geldiğini hatırlattı, “Niğde iline hizmetleri olan ve döneminin GAP kadar önemli Gebere Barajını başlatan bir devlet adamına salt karşı olmak adına, adını silmek Niğde iline yakışmaz”dedi ve .

“DP döneminde bile değiştirilmedi”
Niğde Valisi Alim Yılmaz’a da çağrıda bulunan araştırmacı-yazar Ömer Fethi Gürer şunları söyledi:
“Sayın valim, Niğde’den gittiğinizde İnönü adını sildiren vali olarak anılmanızı istemiyoruz. O nedenle bir vali sorumluluğu ile İnönü adını okulda yaşatmanızı Niğde Üniversitesi adının da ‘Mustafa Kemal Atatürk Üniversitesi’ olarak düzenlenmesini sağlamak adına girişimde bulunmanızı öneriyorum. Demokrat Parti iktidarında bile İnönü adının silinmesi düşünülmemişti. Bu konuda yapılması gereken İnönü adı ile Atatürk adını değiştirmek değil Atatürk adını ve yanında İnönü adını yaşatabilmektir. Bu durumu düzelteceğinizi umuyorum.”

Milli Eğitim ne diyor?
Niğde Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilileri de, SÖZCÜ’ye, “Atatürk ilköğretim okulunu imam hatip ortaokuluna dönüştürdük. Endüstri Meslek lisesine fazla başvuru olunca, bu okulun yakınında bulunan okulu liseye devrettik. İnönü adı kaldırıldı. İsim değişikliğini siyasi görüşlerine göre farklı yönlere çekenler var. Bunu da normal karşılıyoruz. Meslek lisesi öğrencilerine yer bulmak zorundaydık. Böyle düzenlemeler yaptık” dediler.

Başbakan Erdoğan, Kürt  meselesinde iki kişiye çok güvenir ve onlara danışarak iş yapar. Mesud Barzani ve Kemal Burkay ile sıkça fikir alışverişinde bulunur.
Bu kişilere şimdi de Leyla Zana katıldı.
Bu üç kişi, Erdoğan’a “Kürtçe Eğitim-Öğretim” konusunda baskı yapmakta, Kürtçü-Bölücü terör hareketinin ancak “Kürtçe Eğitim-Öğretim” anayasal hak olarak tanınırsa duracağı yalanını söylemektedirler.
AKP Hükümeti yaptığı uygulamalarla bu yalana inanmış görünmektedir.
Bu konudaki düşüncemizi paylaşmadan evvel, Türk Milletine, Türkçeden başka dillerde de eğitim-öğretim öneren ve ısrar eden bazı ülkelerde durum nedir, ona beraberce bakalım;
KUZEY IRAK;
Barzani, resmi dil olarak “Sorani” dilini resmi dil, yani eğitim-öğretim dili olarak dayatıyor.  Hatta, Kürtçeyi yasaklama çalışıyor. Sorani, Arap harflerinden oluşuyor ve Kürtlerin çoğu bu dili anlamıyor. Türkiye’ye “Kürtçe Eğitim” dayatanların bu uygulamaya karşı sesleri çıkamaz.
Çünkü Kuzey Irak’ta Barzani’ye karşı gelmek, ölümle eşdeğerdir. Hele Türkiye’de askere-polise yaptıkları gibi bir Peşmergeyi öldürmeye kalkışmanın cezasını sadece yapan değil, yedi sülalesi yok edilerek çeker…
İRAN-SURİYE-IRAK;
Bu üç ülkede yaşayan Kürtler, özellikle “Kürt Diasporasını” oluşturan Kürtler, bir Avrupa ülkesinde bir araya geldiklerinde “Kürtçe” anlaşamazlar, çünkü hepsi farklı lehçeler kullanırlar.  Arapça-Farsça veya Türkçe konuşarak anlaşırlar.  Birbirleriyle “Türkçe” konuşarak anlaşabilen bölücülerin Türkiye’ye
“Kürtçe Eğitim-Öğretim” dayatmaları ve bizdeki bazı safların da buna inanması, ne garip bir çelişkidir!.. Diğer bir çelişki ise, PKK Başkanı “Apo” kod adlı,
Agop Sarkisyan’ın da tek kelime Kürtçe bilmediğidir…
BREZİLYA;
Tek resmi dil olan Portekizce, etnik köken fark etmeksizin tüm Brezilya’lılar tarafında kullanılan ortak dildir.
ÇİN;
Ülkede üç ana Çin’ce türü vardır. Mandarin-Kanton-Hongkong Çincesi. Resmi dil, yani Eğitim-Öğretim dili tüm Çin’de tektir ve Mandarin Çincesidir.
ABD;
350 Milyon nüfuslu bu ülkenin üçte birinin ana dili İspanyolcadır. Çinceden, İtalyancaya kadar çok sayıda dil kullanılır. 2007 yılında ABD’de “İngilizce Dil Birliği Kanunu” çıkarıldı. Kanunun gerekçeleri şunlardı;
*Eğitim ve resmi yazışma masraflarından tasarruf sağlamak,
*Ülkedeki az gelişmiş bölgelerin dil farkı sebebiyle geri kalmalarını önlemek,
(Birleşmiş Milletlerin, Resmi dil ısrarındaki gerekçesi budur)
*İngilizce, ABD’deki farklı etnik köken, kültür ve dilleri birleştiren temel olgudur.
*ABD’de tüm Kamu ve Özel işyerlerinde İngilizce kullanılır.
*Vatandaşlık başvurusunun ilk şartı; İngilizce bilmektir.
ALMANYA;
Son 5 yılda okullarda, ders aralarında ve okul bahçelerinde dahi Almancadan başka hiçbir anadilde konuşulamaz, yasaktır.
FRANSA;
Fransa’da Alsascien, Brötonca, Korsika’ca dillerinde okuma-yazma ve yayın yapmak yasaktır. Fakat kimse Fransa’ya, “Korsikaca-Brötonca-Oksitanca-Provensçe dillerinde eğitim-öğretim yap, TV kur diyemez.  Fransa, Avrupa’daki ilk “Kürt Enstitüsünü” açan devlettir. Çok sayıda Kürt kökenli Türkiye vatandaşı, Fransa Vatandaşı olmuştur. Bunlardan bir tanesi bile, Fransa’dan, ana dilde yani Kürtçe eğitim-öğretim isteyemez. İstedikleri zaman başlarına ne geleceğini çok iyi bilirler. Fransa AB Üyesi değil mi?  Fransa’da demokrasi yok mu? Niçin isteyemezler?..
SLOVAKYA;
5 Milyonu aşan nüfusun 500 bini Macar asıllıdır. Slovakya’da, Slovakçadan başka diller sadece evde konuşulabilir. Konuşma yasağını ihlal edenler 5 Bin Avro cezaya çarptırılırlar.
Örnek olarak verdiğimiz bu ülkelerde ve diğerlerinde “Dil Birliğine” titizlikle uyulurken, niçin bize yani Türkiye’ye Kürtçe Eğitim-Öğretim dayatılmaktadır?…
Çünkü bir devleti bölmenin en kolay yolu, onun dilini bozmaktır. Sonrası onlar için kolaydır.
Dil birliği olmayan ülkeyi parçalamak, insanları birbirine düşürmek çok basittir. Yugoslavya örneği o kadar taze ki. Çeşitli etnik kökenlerden oluşan Yugoslavya’yı, Tito’nun ölümünden sonra paramparça ettiler.
Bir ülke Ulusal Birliğini korumak istiyorsa, “Dil Birliğini” mutlaka korumak zorundadır. Kendisine özgü kurallarıyla bir anlaşma aracı olan dil, aynı zamanda konuşulduğu ülkenin ruhunu yansıtır.
Eminim ki Türkiyeli Başbakan Erdoğan, bu yazılanları gayet iyi biliyordur. Bir de, devamlı danıştığı “Akil Adamları”nın bu konuda ne düşündüklerini Türk Milleti ile paylaşsa…
Sağlık ve başarı dileklerimle
30 Haziran 2012

Önceden birkaç fotoğraf karesi çeksinler, yayınlasınlar diye birkaç gazeteciyi de görüşme odasına belki alacaklar.
Karşılıklı oturacaklar.
Flaşlar patlayacak.
Tv’ler canlı yayında.
Hoş geldiniz.
Nasılsınız?
Sizi iyi gördüm.
Karşılıklı hal hatır.
Bugün 2 umit buluşuyor.
2 ümit!
1 Çözüm!
Neden olmasın. Neler gördük, neler yaşadık, Genel Kurmay Başkanı’nı bile “şehit cenazesi kaldırılırken” ağlattık. Leyla Zana, Kürt ve Kürtçülük davasının “İkon kadınlarının” önde gelenlerinden biri oldu. Kürt vatandaşlar arasında itibarı olan bir kişiliği var. Herhalde bölge insanının nabzını tutan birisi olduğu için “yıllarca hapis yattıktan sonra”  yeniden seçilip Meclis’e girmeyi başarabiliyor.
Zana’nın umudu Başbakan.
Başbakan’ın ümidi Zana.

Leyla Zana, “Kürt Meselesi” diye adı konulan ve çözümü aranan sorun için “Bu sorunu çözse çözse Başbakan Tayyip Erdoğan çözer… Türkiye’nin en güçlü adamı Tayyip Erdoğan’dır…” diyerek “Umudumuz  Başbakan  Erdoğan” ilanlı çağrısını yapmıştı.
Habere göre, çağırı cevap buldu.
Başbakan da Zana’yı ümit gördü.

Xxx

Gazeteciler fotoğraflarını çekip, TV’ler canlı alıntılarını yapıp odadan çıkarıldıktan sonra “2 ümit, 1 çözüm” için konuşmaya başlayacaklardır.
Başbakan merak ediyordur.
Soracaktır.
Leyla Zana Hanım, “Siz Kürt meselesini çözerse Tayyip Erdoğan çözer…” diye açıklama yaptınız. Acaba ne demek istediniz? Bu cümlenizi biraz daha açabilir misiniz?”
Leyla Zana hazırlıklıdır.
Cevabı yapıştıracaktır.
Sayın Başbakan Tayyip Bey, “Siz bizim gözümüzde çözümün umudu olarak görünüyorsunuz…”
Başbakan, övgüye alışık.
Her çeşit alkışı almış.
Bilmek istediği kendi gücünün bir kez daha yüzüne söylenmesi değil. Bilmek istediği Leyla Zana’nın gözünde “neyin simgesi olarak” göründüğü olmalı…
Başbakan üsteleyecektir.
Daha açık soracaktır.
Leyla Zana Hanım, ben sizin gözünüzde hangi adımı atacağıma işaret oldum ki, siz beni umut olarak ilan ettiniz? Benden çözüm için hangi adımı atmamı bekliyorsunuz ki, bu adımı atınca Kürt vatandaşların büyük çoğunluğu “evet işte çözüm bu….” desinler?

Xxx

 Zana’nın temsil gücü yok.
Onun anlatım gücü var.
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Leyla Hanım’ın açıklamaları bizim partimizin görüşleri değildir”  demişti.
Leyla Zana, anlatacaktır.
Başbakanım cesur adımı atınız.
Şu adım gücünüze yakışır.
Kürt vatandaşın umudu olunuz.
Başbakan da “Leyla Zana’nın Kürt vatandaşlar için atılmasını istediği adımın, Türk vatandaşların içine ne kadar sineceği hesabını” yapacaktır.
2 ümit bugün buluşuyor.
Toplantı sonunu bekleyelim.
Leyla Zana, çıkışta “ben bu davanın neferiyim” diyebilir. Çözümün lideri Başbakan ne söyleyecek onu görelim.

(uyan borusu)

Maden işçisi Cumhurbaşkanı’na sesleniyor!

Türkiye Maden-İş Sendikası Yatağan ve Havalisi Şube Başkanı Süleyman Girgin, uyarıyor: Enerji özelleştirilmelerinde gece yarısı operasyonu yapıldı. Linyit kömür yataklarımız yangından mal kaçırırcasına “torba yasa çıkartılarak” yabancı sermayenin talanına açıldı. Bu yasa ile 18 adet enerji santrali ile birlikte TKİ’nin işlettiği bütün linyit sahaları, yerli ve yabancı enerji tekellerine satmanın izni çıkartıldı. Cumhurbaşkanı’nın bu yasayı veto etmesini bekliyoruz.

Masanın çevresinde 4 kişiyiz.
Bedrettin Dalan, Adnan Kahveci, Erol Aksoy ve ben...
Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Haliç'i nasıl temizleyeceğini;
“Altın Boynuz''u kirleten tersaneleri, fabrikaları ve kaçak yapıları yıkarken karşılaştığı güçlükleri anlatıyor.
Hayatımda tanıdığım en dürüst ve değerli politikacılardan biri olan Adnan Kahveci de her olumlu projede olduğu gibi, Haliç operasyonunda Dalan'a destek veriyor. Beni o günkü toplantıya davet eden de Kahveci... İktisat Bankası'nın sahibi Erol Aksoy ise, iktidardaki ANAP'ın kurucularından.

Dalan'ın anlattıkları çok etkileyici...
Haliç'in iki yakasında yeşil alanlar oluşturacağını, spor tesisleri yapacağını söylüyor.
Sonra sözü asıl büyük projeye getiriyor.
Önündeki kağıda Haliç'i kuşatan bir boru hattı çiziyor.
“Bunlar kolektörler!'' diyor.
“Güneydeki kollektörlerle, Haliç'i pisleten atıkları toplayıp, Yenikapı'daki arıtma tesisine getireceğiz. Burada yüzde 35-40'lık bir kaba arıtma yapacağız. Daha sonra da Ege'den gelen hızlı dip akıntısına pompalayıp, Karadeniz'e çıkmasını sağlayacağız. Böylece hem Haliç'e pislik akıtmamış, hem de bu sirkulasyonla akıntı yaratmış olacağız. Üniversite akıntının hızını, taşıma kapasitesini ölçtü ve garanti verdi. Bu akıntıyla Haliç, eski temiz günlerine kavuşacak!''
Dalan projesinin ayrıntılarını anlatırken, gözümün önüne çocukluk günlerimin Haliç'i geliyor. Fener İskelesi'ne yanaşan Şehir Hatları vapurlarının güvertesinden atlayışlarımız... Ayvansaray'ın gökmavisi sularında yarıştırdığımız kulaçlar... Lapa lapa yağan kar altında, misinanın ellerimizi yarması pahasına, fener ışığı altında tuttuğumuz lüfer balıkları...

Heyecanla soruyorum.

“Peki Haliç eski günlerine ne kadar sürede dönebilecek Sayın Başkan?''
Dalan sağ elinin işaret parmağıyla gözlerini gösteriyor.
“Mucize 2 yıl içinde gerçekleşecek!.. Haliç gözlerimin rengi gibi masmavi olacak!..''
İnanılır gibi değil ama Dalan çok iddialı:
“Söz veriyorum, bu 4 kişi, en geç 2 yıl sonra Fener'de yüzme yarışı yapacağız!..'' 

***

Gerek Hürriyet gazetesine yaptığım haberlerimle, gerekse TRT'ye hazırladığım “Olay'' Programı'yla Dalan'ın “Haliç Operasyonu''na kamuoyu desteği sağlıyorum.
Güney Haliç Kollektörleri bitiyor, pislikler arıtılıp dip borularıyla akıntıya pompalanıyor. Ama Haliç umulan hızla temizlenmiyor.
Aradan 2 yıl geçiyor, görüntü değişmiyor. Haliç hala suları pas renkli eski Haliç...
Dalan'ı arayıp soruyorum:
“Sayın Başkan ne oldu? Mayoyu giydik, güneş yağını sürdük bekliyoruz! Gözlerinizin mavisi Haliç'e ne zaman yansıyacak!''

Dalan gülüyor!
“Merak etmeyin, yakında yüzeceğiz! Dipteki çamur tabakası çok yoğun. Sağladığımız akıntı bunu temizleyemiyor. Çamuru alacağız ki, akıntı güçlensin!''
O anda zihnimde şimşekler çakmaya başlıyor.
“Bedrettin Bey, bu iş taşıma suyla değirmen döndürmeye benziyor. Böyle yapacağınıza Haliç'i doğrudan Karadeniz'e bağlasanız... Maliyeti yüksek olsa da gerçekçi bir çözüm sağlamaz mı? Hem Boğaz da kirlenmemiş olur!''
“Merak etmeyin Uğur Bey, bu proje çalışacak! Kuzey'deki kolektörleri tamamlayıp, Boğaz suyunu Haliç'e akıttığımızda bu iş tamamdır!''

***

Kiralanan özel bir gemiyle Haliç'in dibinden binlerce ton çamur çıkarılıyor. Tabii bu işler bedava olmuyor. Halkın milyonlarca lirası çamurda kaybolup gidiyor!..
Ama yine nafile.
Haliç projeye direniyor.
Bunun da nedeni, dip akıntısının hesaplanmasında yapılan hata...
Üniversitedeki uzmanlar, Yenikapı'dan borularla kanaldaki akıntıya pompalanan pisliklerin, hiçbir engele takılmadan Karadeniz'e ulaşacağını hesaplamış.
Araştırma sırasında Rumeli Kavağı açıklarındaki doğal basamak unutulmuş!
Yani üniversitedeki hesap, Boğaz'a uymamış!
Bu nedenle tam verimli çalışmıyor!..
Yenikapı yönünden akıntıyla birlikte gelen atıklar, bu basamağa çarpıyor ve bir bölümü su üstüne çıkıyor. Basamağa rağmen geçenler, Karadeniz'e ulaşıyor.
Böylece Haliç istenilen hızla temizlenmediği gibi, Boğaz da kirleniyor.
İstanbullular'ın yediği midyeler de Boğaz'ın bu en kirli bölgesinden çıkıyor.
Çünkü midye pislikle besleniyor!
Bu nedenle siz siz olun, İstanbul'da asla midye yemeyin! Hatta midye tezgahlarının önünden bile geçmeyin! Zira bu koca koca midyelerin, birer ağır metal bombasından hiçbir farkları yok!..

***

Bedrettin Dalan çok uğraştı, kısmen temizledi ama, Haliç'i gözlerinin mavisine dönüştüremedi.
İstanbul'un yağmurları ve taşkınları, Haliç'in zeminini çamurla doldurmaya devam etti. Taşıma çamurla da akıntının sağlanamayacağı ortaya çıktı!..
İstanbul'un Marmara Denizi'ndeki adaları rant yağmacılarının elinde küçülürken, Haliç'teki çamur adacıkları büyüdükçe büyüdü!
Tayyip Erdoğan'ın tamamladığı Kuzey Haliç Kollektörleri de umulan yararı sağlamadı.

***

Dalan'ın hayalini gerçekleştirecek son ve en büyük hamleyi ise, Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş yaptı!
Büyükdere'den başlayan ve yerin 30 metre altına kazılan 5 kilometrelik tünelle, Boğaz'ı Haliç'e bağladı.
Buna göre Boğaz'ın bol oksijenli suları Haliç'e akacak, böylece Haliç, Dalan'ın göz rengi gibi açık mavi olmasa bile, Boğaz mavisine dönüşecek... Akış günde 260 bin metreküpü bulacak...
Ayrıca Yenikapı'daki arıtma, biyolojik arıtmaya dönüştürülecek. Böylece Boğaz'ın kirlenmesinin önüne de geçilmiş olacak... Haliç'teki akıntıyı engelleyen eski Galata Köprüsü'nün başka bir yere çekilmesi de gündemde...
Son projeye imza atan bilim adamlarının hesabı böyle...
Bekleyelim görelim!
Proje çalışırsa ne ala!
Çalışmazsa çözüm olarak tek seçenek kalacak:
Haliç'i doğrudan Karadeniz'e bağlamak!

***

Haliç'i İstanbul sermayesi kirletti.
Sermaye kazanırken, İstanbul kaybetti!
Temizliğe harcanan milyarlarca lira, halkın cebinden gitti!
Şimdi sıra Boğaziçi'nin “Haliçleştirilmesine'' geldi.
Ne hayal tepeler kaldı, ne de hülya ağaçlar?
Muhteşem siluetin yerini “gökdelen'' denilen çürük azı dişleri aldı!
Belli ki Kadir Topbaş'ın gücü, bunu önlemeye yetmiyor!
Ankara'nın yüksek rakımlı tepelerinde oturanların damatları bile, İstanbul'da arsa işi kovalıyor!
Hele bir 3'üncü köprü olsun;
İstanbul'un nüfusu 30 milyonu bulsun!
Siz o zaman görün vahşi yağmayı!..
Oysa birilerinin bu gidişe “dur'' demeleri, kentlerine sahip çıkmaları gerekiyor!
Tarihi görev, “İstanbul'dan zengin olanlara'' düşüyor!..
“Bakakalırım giden gemilerin ardından!'' demiş Orhan Veli..
İstanbul zenginleri de, yitip giden güzelliklerin ardından bakakalıyor!

Bakmakla kalsa neyse!..

Yalılarda “Bu yağmadan ben ne kaparım?'' hesapları yapılıyor!
Türkiye'de zengin olmak, rantla köşeyi dönmek kolay!
Ama burjuva olmak zor!
Çünkü burjuva olmak, ahlak ve cesaret gerektiriyor!..
Kimde kaldı bu ahlak, kimde kaldı bu cesaret?

ABD, son bir ayda yayın yoluyla Ankara’yı üçüncü kez açığa düşürdü. Önce Wall Street Journal gazetesinden “Uludere’de istihabratı biz verdik” dediler, ardından New York Times gazetesinden,   Esad karşıtlarının Türk toprakları üzerinden silahlandırıldığını deşifre ettiler, şimdi de yine New York Times gazetesinden Suriye’de düşürülen Türk uçağının “casusluk görevi” yaptığından kuşku duyduklarını açıkladılar.
AÇIĞA DÜŞÜRME EYLEMİ
Aslında Beyaz Saray sözcüsü Jay Carney‘in “Erdoğan’ın açıklamalarını ölçülü bulduk, Türkiye’nin tutumunu taktir ettik” şeklindeki ilk resmi açıklaması da, Washington’un AKP hükümetini ortada bırakacağına işaret ediyordu.
Keza, uluslararası havacılık sitesinde bir NATO pilotuna atfen söyletilen “Türkiye Suriye hava savunma sistemlerinin savaşa hazırlık kapasitesini test etmek için hava sahasını kasten işgal etmiş olabilir” sözleri de önemli bir işaretti.
Ancak New York Times gazetesinin “ABD ve NATO yetkilileri Suriye tarafından düşürülen F4 tipi Türk uçağının ‘casusluk görevi’ olabileceği konusunda kuşkulu” şeklinde haber yapması, tipik bir “açığa düşürme” eylemidir!
AKP’NİN SUÇU NE?
ABD bu haber üzerinden Ankara’ya, daha doğrusu AKP hükümetine iki mesaj veriyor:
Birinci olarak; Washington, AKP hükümeti Türkiye’yi sahaya süremezse, onu açığa düşüreceğini, ortada bırakacağın, deliğe süpüreceğini göstermiş oluyor.
İkinci olarak; Washington, Ankara’yı Moskova’ya yem yapmakla, Rusya’nın önüne atmakla tehdit ediyor.

Peki ABD neden böyle bir yol seçti? Washington neden Ankara’yı böyle zor durumda hem de üç kez bıraktı?
Kuşkusuz tek nedeni var: AKP hükümeti Esad’ı deviremedi, Türkiye’yi Suriye’ye sokamadı! Yani Türkiye, ABD’nin “Büyük Kürdistan” projesinin acil ihtiyaçlarını tam olarak sağlayamadı!
AKP AYAKTA KALAMAZ
Tam bir yıldır dile getirdiğimiz “AKP Suriye’ye savaş açsa da, açmasa da yıkılacaktır” formülü, artık daha somuttur!
ABD adına Türkiye’yi Suriye’ye sokacak bir AKP hükümeti ertesi gün yıkılacaktır ama bu görevi yerine getiremeyecek bir AKP hükümeti de ayakta kalamayacaktır! İşaretleri başlamıştır.
Ancak ABD’nin Türkiye’yi açığa düşürmesinden ders çıkarması gereken ilk kuvvet Türk Silahlı Kuvvetleri’dir!
ABD’nin; Türk Muavenet zırhlısını vurması, Jandarma genel Komutanı Org. Eşref Bitlis‘in uçağını düşürmesi, seçme askerleri taşıyan CASA uçağını patlatması, Binyılın Meydan Okuması tatbikatında Türkiye’yi hedef alması, Kuzey Irak’ta TSK ve MİT personelini CIA-MOSSAD operasyonu ile öldürmesi, Süleymaniye’de 11 Türk subayının başına çuval geçirmesi, CIA’nın Türkiye uzmanı Henri Barkey‘in ifadesiyle Ergenekon operasyonları üzerinden Türk Ordusu’nu kafeslemesi, Uludere’de yanlış istihbarat vererek Türk subayına kendi yurttaşını bombalatması gözünüzü açmadıysa, bari Türk uçağı NATO yemi yapıldıktan sonra ABD’nin utanmadan “uçak casusluk yapıyordu” demesi gözlerinizi açsın!
NATO’culuk hücrelerinize bu denli nüfuz edememiştir diye düşünmek istiyoruz!
NATOTÜRKÇÜLÜK
2 pilotumuzu şehit verdik, tesellimiz bu olayın turnusol kağıdı işlevi gördüğü gerçeği… Dikkatinizi çekmiştir, “ulusalcı” kılığıyla caka satanlar, poz verenler bu olay sonrasında  “Türkiye Suriye’ye savaş açmalı” korosunun en çok bağıranları olmuştur. İşte NATOTürkçülük dediğimiz tam da budur  ve en tehlikeli Türkiye karşıtlığıdır!

“Türkiye büyüktür, Suriye çete devlettir” diyorsa da bu laf ola beri gele… İnandırıcılığı yok.
Büyük ülke!
Şamar oğlanı olamaz.
Gelen vuramaz.
Giden vuramaz.
Büyük ülke:
Vurmaya geleni sezer.
Anlını karışlar.
Büyük ülke:
Vurup gideni kaçırmaz.
Belini kırar.

Büyük ülke:
Toprağına; kendi kontrol edemediği “yabancı süper gücün radar sistemini” boynunu bıçağa uzatan kurbanlık koyun uysallığıyla koydurmaz.
Büyük ülke:
Durduk yerde komşuları Rusya ve İran ile ilişkilerini gerilime sokmaz.
Büyük ülke:
Başkası istedi diye komşusunun iç isyan yangınına benzin püskürtücü olmaz.
Büyük ülke:
Komşusunun isyanını önler.
Komşu halkını bölmeye kalkmaz.
Büyük ülke:
700 yıl geriden gelmez.
Büyük ülke:
Çürük ipliğe hayal tespihinin tanelerini dizmez.
Büyük ülke:
700 yıl öncesinde baş vurulan ve sonuç alınan “mezhep ayrımcılığı”  silahını kullanarak “dünya devleti ya da bölge lideri” olabilme rüyaları görmez.
Büyük ülke:
Çağdaş değerleri savunur.
Dini siyasete alet etmez.
Mezhep ayrımcılığını kınar.
Kardeşi kardeşle barıştırır.

Xxx

Büyük ülke:
Kendi uçağını; “düşman ilan ettiği” komşusunun hava sahası içinde silahsız, korumasız, bir başına dolanıp fotoğraf çekmeye, askeri bilgi toplamaya çıkartmaz.
Büyük ülke:
Bölücülerin tuzağına düşmez.
Büyük ülke:
Kendi bölünme tehlikesini savuşturma mücadelesi verirken “komşusu Suriye’yi 3’e böleceklerini şimdiden ilan ederek”  istedikleri yöne çekmeyi planlayanların dolduruşuna gelmez.
Büyük ülke:
1 ayda 23 şehit vermez.
Büyük ülke:
Sınırlarına sağlam karakol yapar.
Büyük ülke:
Kendi toprakları içinde karakol baskını ile askerlerinin öldürülmesine izin vermez.
Büyük ülke:
Karakollarını basan, askerlerini şehit eden bölücü güçlerin yuvalandığı dağları yerle bir etmek için başkasından izin beklemez.
Büyük ülke:
Fikri hür insanlar yetiştirir.
Büyük ülke:
Fikri hür insanlar yetişmesi için gazeteleri amigolaştırmaz, gazetecileri kukla yapmaz. Büyük ülkenin ünlü gazetecileri, bir gün önce “Suriye uçağımızı sahilinden 13 mil uzakta uluslar arası sularda kendi füzesiyle vurdu” diye yazıp, bir gün sonra “Suriye uçağımızı 100 metre gibi çok alçaktan ve karasularına girmiş olarak Rus füze ateşiyle düşürdü” diye yazmaz ve gazetesinin manşetine başbakan propagandasına hizmet olsun diye “Vururum… Vur Emri..” savaş kışkırtıcısı başlıklar atmaz. Büyük ülkenin gazetecisi, “savaşın cinayet olduğunu” bilerek yazı yazar. Gazetesine başlık atar.

Xxx

Büyük ülke:
Tutarlı olur.
Komşularla “sıfır problem” diye yola çıkıp gerilimli-çatışmalı-sorunlu olmayan tek bir komşusu kalmayan ülke haline getirmez.
Kabul edelim:
Suriye çetedir.
Esad, oligarşinin başıdır.
Babadan diktatördür.
Fakat büyük ülke:
Şamar oğlanı olamaz.
Gelen vuramaz.
Giden vuramaz.
Vurmaya gelenin anlını karışlar.
Vurup kaçanın belini kırar.
Büyük ülke:
Karizmatiktir.
Büyük ülke:
Karizmasını çizdirmez.

(uyan borusu)

Bu bilgi doğruysa…

Suriye’nin arkasında Rusya var. Bunu biliyoruz. Elektronik posta ile bir yeni bilgi geldi. Diğer gazetecilere de gitmiştir. Bu bilgi doğru mu değil mi? İşte o bilgi ve gönderenin adı: “ Uçağımızın düşürüldüğü bölgenin çok ama çok yakında ne var? Suriye’nin Lazkiye Limanı. Bu limanda; Rus donanmasının en önemli 3 savaş gemisi; Amiral Çabanenko, Smetlivıy  ve Yaraslav Mudri firkatyeni nisan ayından buyana buradalar. Amiral Çabanenko savaş gemisinin özelliği, dünyanın en gelişmiş hava savunma ve radar sistemini taşımasıdır. Uçan sineği bile algılar, bilgiyi anında iletir. Şimdi soruyorum: uçağımızın vurulduğu geceden buyana ekranları kaplayan sivil, asker, akademisyen, diplomat, gazeteci uzmanların aklına bu anlattıklarım geldi mi? Gündüz Evren-Siyaset Bilimci”

Ağlayan komutan ifadesi ile kastedilen kim midir?
PKK’nın şehit ettiği Mehmetçiklerimiz için gözyaşı döken Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’dir!
Bu satırların yazarı dahil pek çok çevrenin, yanlış yorumlanır ve PKK ile mücadeleyi olumsuz etkiler kaygısı ile ağlamasını eleştirdiği bu komutana hiç umulmadık bir yerden açık bir destek geldi!
Nereden mi?
Pensilvanya’dan!
Evet Fethullah Gülen isim vererek Necdet Paşa’nın avukatlığına soyunarak , ağlaması insanidir ve takdir edilmelidir buyurdu iyi mi!
Dehşet içindeyim ve yorumda güçlüğüm var zira Türk Silahlı Kuvvetlerini yıllar yılı hedefe oturtup söven,aşağılayan, jurnalleyen ve itibarsızlaştırmak için çırpınan Fethullah Gülen’e sempati duyan Zaman Gazetesi ile Samanyolu TV değil miydi?
Sadece o da değil!
Balyoz davasında yapaylığı tescillenmiş delillerle yargılanan subay ve generalleri yargı süreci bitmeden peşinen suçlu ilan eden bunlar değil miydi?
Peki ne oldu da Pensilvanya Mükimi Necdet Paşa’yı sahipleniyor?
Yoksa Necdet Özel Hilmi Özkök’ün şişmanı mıdır?
Şişmanlıktan kastım ne midir?
Yıl:2000.
Fazilet Partili bir gurup ABD’ye gider ve gitmişken Fethullah Gülen’i de ziyaret eder.
Gurupta olan Nazlı Ilıcak Fethullah Gülen’e sorar:
-“Hocam askerin bu zulmünden ne zaman kurtulacağız?”
Fetullah Gülen:”Hilmi(Özkök) Genelkurmay Başkanı olduğunda!”
Nazlı Ilıcak:”Hilmi Özkök sağlam mı?”
Fetullah Gülen:”Ne diyorsunuz.Biz onun Albaylıktan Generalliğe terfi ettirildiğine bile çok şaşırmıştık.”
Bu anektodu bize aktaran o konuşmaya şahit olan Nazlı Ilıcak’ın o yıllarda üçüncü eşi olan AKP eski mebusu Emin Şirin’dir!
Fethullah Gülen’in şimdi Necdet Özel’i sahiplenmesi ne hikmetse bana o diyalogu hatırlattı ve Necdet Özel Gülen’in gözünde Hilmi Özkök’ün şişmanı mıdır şeklinde bir kuşkusuna itti!
Haksız mıyım?

BAŞBAKAN’DAN PİRİ REİS’E SURİYE’Yİ VUR EMRİ !
Duydunuz mu ,Başbakan Suriye için emir vermiş!
Kime mi?
Piri Reis Gemisinin Komutanına!
Ne mi demiş?
Git Doğu Akdeniz’den Suriye’yi vur,yerle bir et demiş!
İyi ama Piri Reis savaş gemisi değil,Sismik Araştırma Gemisi mi dediniz!
Olsun ne fark eder!
Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal arama olayında İsrail ile Kıbrıslı Rumlar tarafından aşağılanıp refüze edilen Başbakanımız 40 küsür senelik çürük Sismik Araştırma Gemisi ile aylarca bu millete Akdeniz’de petrol arıyor ve İsrail ile Rumları dize getiriyoruz diyerek uyutmadı mı?
Sismik Gemisi petrol sondajı yapabiliyor ise pekala Suriye’yi de bombalayabilir!
Hem Başbakanımız Piri Reis Suriye’yi bombaladı ve intikamımızı aldık dese ,öyle şey olmaz demek kimin haddine!

MEDYA’DA KİM TAYYİPÇİ, KİM FETULLAHÇI,KİM GÜLCÜ?

-Fehmi Koru: Exeter’den beri yoldaş oldukları için banko Abdullah Gülcü ama Tayyip Bey ile Fethullah Gülen’i de karşısına almıyor!
-Mehmet Barlas:Tayyip Erdoğan ağır bassa da Gül ve Gülen’e de sıcak!
-TahaAkyol: Üçünü idare ediyor lakin son dönem Abdullah Gül ağır basıyor.
-Cengiz Çandar: Banko Abdullah Gül’cü!
Ahmet Altan: Gül ile Fetullah Gülen’e yakın!
-Mehmet Altan: Banko Abdullah Gül’cü ancak Gülen’e de sıcak!
-Mustafa Karaalioğlu: Banko Tayyip Erdoğan’cı!
-İsmet Berkan: Abdullah Gül’cü!
-Fatih Çekirge: Her dönemin şakşakcısı Çekirge Abdullah Gül’e demir attı,şimdi Tayyip Erdoğan’ın kapısını zorluyor!
-Nazlı Ilıcak: Oğlu tutuklanır endişesi ile Cemaatçı lakin Gül’e de sıcak!
-Mümtazer Türköne: Faili Meçhullerin fikir babası ithamlarından ötürü tutuklanmamak için Cemaate teslim oldu ve Abdullah Gül’e de yakın !
-Ahmet Kekeç: Banko Tayyipçi:
-Salih Tuna: Banko Tayyipçi!
-Yusuf Ziya Cömert: Banko Tayyipçi!
-Nagihan Alcı: Banko Tayyipçi!
-Rasim Ozan Kütahyalı: Banko Tayyipçi!
F Tipi Cemaat yazarları haliyle Fetullahçı
Türkiye Gazetesi yazarları Tayyipçi pardon iktidar kim ise onun şakşakcısı!

SEZEN AKSU KONTEJANINDAN GAZETECİ OLAN ALİ!
Dinci Akit Gazetesinin haber portalı Ali Bayramoğlu’nun Ermeni kökenli olduğunu ve bunun için Ermenicilik yaptığını yazdı!
Bir insanın Ermeni olarak doğması kuşkusuz suç değil lakin bu topraklarda Ermenicilik yapmak kabul edilebilecek bir şey değildir!
Ali Bayramoğlu’nu 30 küsür yıldır yani Üniversite yıllarımdan tanırım!
Doğrusu Ermeni mi değil mi bilmem ve merak bile etmem ancak gazetedeki sütununda zaman zaman Kürtçülük ve Ermenicilik yapmasına hiddetleniyorum!
Benim Üniversite yıllarımdan tanıdığım Ali, Bağdat Caddesinde süs köpeği gezdiren burjuva artığıydı oysa Ali Bayramoğlu şimdi çok büyük laflar ediyor!
Bu arada söyliyeyim Ali Bayramoğlu’nu medya’ya sokan Sezen Aksu’dur!
Nasıl mı?
Sezen’in efsane olduğu 90’lı yılların ortalarında Ali ile Sezen’in flört haberleri medya’ya manşet olunca ve Sezen’de Bayramoğlu’nu önerince Zafer Mutlu ilgi çeker düşüncesi ile Ali’ye Sabah Gurubunun küçük gazetelerinden birinde köşe verdi.Sonrasında ise Ali magazinci hüviyetinden vazgeçip Ermenici, Kürtçü bir çizgiye yerleşti!
Ali Bayramoğlu’nu Muhafazakar medya’ya pazarlayan isim ise karşı camiadan partner arayan Fehmi Koru’dur!

Eğitim sistemimizde her şey o kadar hızlı değişiyor ki, çoğu zaman hangi değişikliğin yapıldığını bile takip edemiyoruz.
Atatürk’ün kurduğu çağdaş ve modern eğitim sistemi laiklik ilkesinden uzaklaştırılarak adım adım bir tek tip insan üretme sistemine dönüştürülüyor. Şimdi de öğrenciler fişlenecek.
Hani diyorlardı ya: “Dindar ve kindar nesil” diye, onu yetiştirmeye çalışıyorlar.
Ortaöğretim Genel Müdürlüğü uzun süredir sürdürdüğü ve 2-3 yıl içinde geçmeyi planladığı sitemin çalışmalarını tamamlayıp Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e sundu. (Vatan-23 Haz. 2012)
Artık her öğrencinin bir dosyası olacak. Bu dosyalarda okul dışındaki tüm etkinliklerinin fotoğrafları, özel ilgi alanları ve buna benzer bir çok bilgi yer alacak. Bunlar belli bir puanlama sistemine tabi tutulacak.
Üniversiteye girerken bakılacak, uygunsa ona göre… Üniversitede de bu dosyalar doldurulmaya devam edilecek. İşe girerken de bakılacak.
Ve bize ileri demokrasi diye anlatılacak bu düzen.
Mesela bakılacak çocuğun dosyasına. Yazın Umre’ye gitmiş. Kitap olarak Risale’ler ya da Prizmadan bilmem ne kitabını okumuş. Sinemaya gitmiş: New York’ta 5 Minare. Sosyal etkinlik desen, okulunda açılan Kuran kursuna gitmiş… Spor desen Matrak oynuyor.
Her üniversitenin kapısı açık. Puan yüksek, fizik, kimya olmasa da olur.
Ötekine de bakılacak. Yaz kamplarına, yüzme kursuna falan gidiyor. Bak sen şu yaramaza. Kitaplar desen, Turgenyev, Gogol, Balzac, Yakup Kadri, Namık Kemal, Ayfer Tunç, Emile Zola filan okumuş. Ya da daha beteri, Nutuk, Medeni Bilgiler Kitabı, Tek Adam, İkinci Adam, Atilla İlhan gibi “zararlı” yayınlar okumuş. Anıtkabir’i gezmiş, Kocatepe’ye gitmiş. Bak sen şunun yaptıklarına.
Bir de göğsünde Atatürk rozeti taşıyorsa demek ki, ideolojik bu…
Ne üniversiteye girebilir, ne de işe…
Öteki oldu çünkü. Hele bir de seçmeli Kuran dersini almıyorsa… Zaten böylesi okuyup da ne yapacak?
Gidiş o gidiştir…
Anlamadınız siz. Böyle gelir faşizm.
Özgürlükler” dediler ki, aslında prangalar, tasmalarda onlar. Post modern diye her cümlenin başına koydukları Ortaçağ’dı aslında, görmediniz. Çok seslilik diyorlardı, İskilipli Atıf Hoca’yı alkışlarken Atatürk’e “diktatör” deyip Kuvayı Milliye’ye sövdüklerinde… İyi duymadınız.
Şimdi bakacaklar çocuğun dosyasına. Arkadaşlarıyla konuşurken Atatürk’ten söz ettiği duyulmuş. Filanca tarihte çantasında ya da evinde bir Nutuk bulunmuş.
Fizikte sorun yok da, kimyası bize uymadı diyecekler, mesela üniversite girişinde…
Niye? O nesil böyle yetiştirilecek çünkü.
Ve bir gün Namık Kemal, Yakup Kadri, hatta Nutuk “zararlı yayınlar” listesine girdiğinde anlayacağınız bir şey kalmamış olacak.
Hoş gidişler ola…
Mehmet Yiğittürk
Odatv.com

Ne ulusal sorun, ne ulusun kenetlenmesi hiç değilse bir günlüğüne RTE’yi değiştirmiyor.
Huy canın altındadır atasözü sanki RTE için söylenmiş.
Gazeteler, TV haberleri Suriye’ye devletin olası mukabele haberleriyle dolup taştı.
Medya RTE’nin ana muhalefet ve yazarlara saldırılarına yer ayıramadı.
Gruptaki konuşmasıyla eleştiriye, uyarıya tahammülü olmadığını bir kez daha kanıtladı.
Bir diktatör kopyası gibiydi. Ulusal birliği dinamitledi.
Sorunu egosunu tatmin edecek bir kıvamda ele aldı.
Eleştirileri devlete, hükümete, ulusal birliğe karşı işlenen suç gibi yorumladı.
***
RTE’nin ulusal birlik anlatışındaki geri kalmışlığını sergilemek için AKP grubundaki okura yansımayan sözlerinden kimi bölümler aktarmak gerekiyor.
Ulusal birlik sözcükleri bu Başbakan’ın ağzına bakınız neden yakışmıyor:
“Bu menfur saldırı sonrasında gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında dış politikamızı, özellikle de Suriye politikamızı sorgulayan bu acımasız değerlendirmeler, özellikle değerlendirmeye tabidir.
Yurtdışında aleyhimize yürütülen kampanyalar bir tarafa, yurtiçinde böyle milli bir meselede, devletin hükümetin TSK’nin haksız, mesnetsiz, insafsız bir şekilde hedefe konulması, en hafif tabiriyle aymazlık, sorumsuzluk olur…
…Suriye konusunda kimsenin karnından konuşma, lafı geveleme, muhalefet olsun diye kendi ülkesinin menfaatlerine zarar verecek söylemlerde bulunma lüksü yoktur” diyor.
Ulusal bir sorunun gündemde olduğu sırada böyle konuşan bir başbakan tasavvur edebilir misiniz?
***
Muhalefet ve medya, A’dan Z’ye ulusal soruna kilitlendi.
Hükümetin uluslararası hukuk çerçevesinde açıklayacağı bütün önlemleri destekleyeceklerini açıkladılar.
Sorunun bir başka yüzünü, Suriye ile bu noktaya nasıl geldiğimizi ana muhalefet halka açıklama görevini yerini getirdi.
RTE’nin aylardır Suriye yönetimine sürdürdüğü düşmanca politikaların uçağımızı düşürme kastıyla ateş açması noktasına vardığını örneklerle anlattı, anlatıyor.
Başbakan; eleştiriye kapalı kafa yapısıyla bu gerçekçi açıklamaları “karnından konuşma, muhalefet olsun diye kendi ülkesinin menfaatlerine zarar verecek söylemler” diye tanımlayabiliyor.
Hayırlara vesile olmayacak bir sonuç; ulusal birlikteliği ne ana muhalefetin ne de Suriye politikasını eleştiren köşe yazarlarının değil; bizzat Başbakan’ın baltaladığını ortaya koyuyor.
Üstelik sözünü ettiği satılmış köşe yazarları arıyorsa RTE; maddi yararlar uğruna kendisine dalkavukluk eden gazetelerdeki köşeleri tutan yalaka yazarlar anımsayıversin.
***
Birlik ve beraberliği böleni aramasına gerek yok.
Aynaya baksın yeter!
***
Hükümeti ve alacağı kararları destekleyeceğini açıklayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye “gösterdiği bu birlik, beraberlik, dayanışma ifadeleri için özellikle teşekkür ettiğini” ifade ederek ana muhalefet liderinden rahatsızlığını ortaya koydu.
Yararlı da oldu.
Bu vesile ile tencere yuvarlandı kapağını da buldu.
Artık RTE’nin Kürt ve terör sorununun çözümünü CHP ile AKP’den oluşacak bir komisyonda çözüm aramayı içeren önerisini yaşama geçirmenin gereği de anlamı da kalmadı.
İşte RTE’nin aradığı ortak: AKP, MHP ile Kürt ve terör sorununa çözüm arayışlarında bir araya gelebilir.
Kurduğu tuzağı görerek AKP ile ikili bir komisyona iştihayla bakmayan CHP yerine Bahçeli ile RTE; el ele, baş başa vererek öncelikle ülkeyi terör belasından kurtarabilirler!
Üstelik bu birliktelik ve beraberlik dinci RTE ile Türk-İslam sentezi peşinde koşan Bahçeli’ye de yakışmaz mı yani?

Halis Toprak, Diyarbakır Lice doğumlu bir işadamımız idi. 2001 krizi ile büyük darbe yedi. TMSF; onun şirketlerine el koydu. Halis Ağa; bunun haksızlık olduğunu söyledi; çırpındı durdu ama kimse ona el uzatmadı.  Geçen gün öğrendik ki mahkeme Sayın Toprak'ın bütün şirketlerini 5 yıl sonra kendisine iade etmiş.
Peki bunca mücadele, bunca zaman, bunca emek ve para kaybı niyeydi?
O şirketlere biraz daha yardım edilse de büyütülse idi; bundan Türkiye kazançlı çıkmayacak mıydı?
Halis Ağa'nın özel hayatını konuşacağımıza; onun yarattığı iş olanaklarını nasıl geliştireceğimizi konuşsak daha iyi olmaz mıydı?

ERDOĞAN'I DESTEKLEDİLER YA
Bilmem hatırlar mısınız? 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden önce iki büyük işadamı açıkça Sayın Tayyip Erdoğan'ı desteklediklerini ortaya koymuşlardı. Bunlardan birincisi Çukurova Holding'in patronu Sayın Mehmet Emin Karamehmet, diğeri de Halis Toprak idi.
O sıralarda,  eski hükümetle bağlantılı bazı sermaye grupları, Sayın Karamehmet'i batırmak için çok uğraştılar. Sadece adı milyar dolar eden Pamukbank gibi büyük bir KOBİ bankasını ondan kopartıp kapattılar. Türkiye'nin en etkili özel bankası durumundaki Yapı Kredi'yi de elinden sadece bir banka şubesi fiyatına aldılar. Asıl hedeflerinde Turkcell vardı.  Çukurova'yı o kadar sıkıştırdılar ki bugün Turkcell'de  yabancıların işine gelen bir ortaklık yapısı meydana geldi.
AKP iktidarı; ne yazık ki bu sırtlanların Çukurova'ya saldırısını seyretmekle yetindi.  Bugün bile Maliye Bakanlığı ikide bir Çukurova'ya şuradan veya buradan yüzlerce milyon liralık vergi cezası adı altında ceza bindirir. Mahkemeye verse kazanacağı kesin iken hükümetle kavgalı gözükmemek adına  Sayın Mehmet Emin Karamehmet, hazineye fazladan milyarlarca dolar ödemiştir. Devletten alacakları yok farz edilen Çukurova'nın ayrıca 6 milyar dolar da borç ödemesi yaptığını hatırlarsanız; AKP Lideri Erdoğan'ı desteklemesinin hiçbir avantaj yaratmadığı görülür.
Aynı biçimde Halis Toprak'ın da Başbakan Erdoğan'ın yanında görünmesi; Toprak Holding'e bir avantaj getirmedi.
Neyse ki mahkeme Sayın Halis Toprak'ın şirketlerini sahibine vermiş.
Umarım ki iktidar; Güneydoğu'da ekonomik kalkınmanın sağlanmasında onun deneyimlerinden ve girişimciliğinden faydalanır.

2023 TÜRK DÜNYASI
İktidar; Türkiye'yi, Suriye kavgasıyla uyuturken yaptığı çok önemli bir işi de gölgeledi. Bu büyük adım; Azerbaycan doğalgazının yeni bir  boru hattıyla Türkiye'ye getirilmesi ve buradan da Avrupa'ya aktarılması. Salı günü Başbakan Erdoğan ile Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev'in katılımıyla düzenlenen törende imzalar atıldı.
Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) projesi 7 milyar dolarlık bir maliyete sahip. Bu projeyi Türkiye ile Azerbaycan ortaklaşa yürütecek. Yani arada Avrupa'dan, ABD'den sömürgeci şirketler yok. İşin en güzel tarafı da maliyetin büyük bölümünün parasını Azerbaycan karşılayacak.
Başbakan Erdoğan'ın imza töreninde ne kadar mutlu olduğunu görünce ben de ülkem adına sevindim.
Şimdi  soruyorum:  Azerileri kırarak 4 milyonluk Ermenistan'ın ayağına giden Cumhurbaşkanı Gül; Türkiye'ye büyük kıyak yapan Azerbaycan Cumhurbaşkanı ve Azeri halkı karşısında kendisini nasıl hissediyor?
'Biz, bir millet, iki devletiz.' diyen baba Haydar Aliyev'in o özdeyişini her zaman, her koşulda kılavuz alırsak; Türkiye de Türk dünyası da büyür; ileride dünyanın en büyük ilk 5 gücü arasına da böyle gireriz.
Sayın Başbakan'a hatırlatıyorum: 2023 projesi ancak Türk devletlerini iktisadi ve kültürel birlik içinde toplamakla hayata gerilebilir. Lütfen bu büyük potansiyeli; Arap dünyasına Vehhabi Sünniliği egemen kılmak adına kenara atma.

Âşık’ın küçük kahvesinde buluşurduk. Şehzadebaşı’nda fırının yanında bir yer. Gazeteler var okunacak, kahve, çay, gazoz, söyleşiler. Yalnız yaşlılar değil, biz gençlerin de sevdiği bir yer. En başta Âşık’tı bizi oraya çeken. Anadolu’nun doğusunda bir yerden İstanbul’a gelmiş, ama kendini hâlâ oralarda sanan bir genç adam.
“Vahdi daha gelmedi mi” diye sordum.
“Nerdeyse gelir” dedi.
“Son getirdikleri bende, istersen vereyim. Ama burda okuma, eve götür, orda...”
İnce pelür kâğıdına yazılmış şiirler. Bir okul defterinin yapraklarında saklanmış...
Bir gizlilik, bir korku... Ya birileri görürse!..
Bir dosya tutmuştu Nâzım Hikmet’in şiirleri... Çoğu ezberimdeydi. “Çıkıyor kayık, iniyor kayık, devrilen bir atın sırtından inip şahlanan bir ata biniyor kayık.”
Kim yasaklamış bu şairi? Anlamak zordu. Bir lise öğrencisi bu güzel şiirlerin neden korku verdiğini anlamıyordu. Okulda, sınıfta bir iki arkadaş vardı bu konuda konuşabildiğim. Oysa ebzerlemiştik; “Akıyordu su / Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını / Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını” diye bir şarkı gibi.
Vahdi’yi bekliyorduk. Nâzım’ın yeni şiirlerini getirmesini... Okulda öğretmenimize soramıyorduk bu yasaklamanın nedenini. Oysa apaçıktı, iktidardakiler şiiri bir karşı silah sayıyorlar, korkuyorlardı.
Bir gün Nâzım aydınlığa çıkıverdi! Doğan Avcıoğlu’ydu dergisinde Nâzım’ın adını anan, şiirlerini sunan. Bir kara perde yıkılmıştı. Korkular uçup gitmişti. Halkımız şairine kavuşmuştu.
Doğan Avcıoğlu da bir anda kişiliğiyle sevgimizi kazanmıştı.
Vahdi’yi gördüm o günlerde. Evindeki bütün Nâzım Hikmet kitaplarını kahveye getirdi. Hepsini okumuş, ezberlemiş, saklamış dolaplarda...
Vahdi daha sonra partiye girdi. Bu yüzden işinden oldu. Hapislerde yattı. Kahveye uğramıyordu artık. Başka bir dünyanın insanıydı. Öyle ya, Nâzım’ı okumayı, sevmeyi, vatan hainliği sayanlar vardı. Yıllar böyle geçti korkuyla.
Vahdi’ler toplumun öncüleridir. Bugün de yarın da... Şiiri bir yaşama nedeni sayanlar korku nedir bilmez!

Manşetlerde patlamış…
Şöyle vururuz.
Böyle vururuz.
Hele bi yaklaş filan…
*
İftar topudur bu.
*
Bi patlar…
Sanırsın atom bombasıdır.
Accayip gürültü çıkarır.
Yüreğin ağzına gelir.
Aslına bakarsan…
Top bile değildir.
Eskiden, kurusıkı murusıkı…
Hiç olmazsa toptu.
Bu, havai fişek bile değil.
Sesi var, kendi yok.
Ses var, görüntü yok bi nevi.
Fitili ateşlemen yeterli.
Ciyuuuuv diye gidiyor.
Radara yakalanmıyor.
Radar tespit edene kadar…
Çoktan patlıyor.
*
Beş kilometreden duyuluyor.
Manşetlerde patlatırsan…
Bütün ülke duyuyor.
*
Parça tesirsiz.
Elinde bile patlasa…
Atana zarar vermiyor.
*
Çünkü, güya barutu var ama…
Bildiğin kartondan.
Etrafa korku salan gümbürtü, barutun patlamasından değil, kartonun yırtılmasından çıkıyor.
*
Batarya istemiyor.
Her yerden atılabiliyor.
Uzmanlık da gerektirmiyor.
İster imam, ister zabıta…
Herkes atabiliyor.
*
Top’tan ucuz.
Füze’den etkili.
At atabildiğin kadar yani.

Musa Kart’ın karikatürüydü:
Birinci karede bir Arap kralı, İstanbul’un Sevda Tepesi’ne oturmuş, altında “Sana sevdanın yolları” yazılı...
İkinci karede; bir uçak yanarak düşüyor, altında şarkının kalanı:
“Bana kurşunlar...”
*
Karikatüre bakarken insanın gülümsemesi gerekirken, burnunu mu çeker?..
Kör bıçak gibi...
*
Şu silahlar, bombalar, mayınlar, uçaklar...
Silahın ucunda, arkasında, içinde genç insanlar ölürken... Dünyanın bir yerinde kel kafalı, göbekli silah üreten adamlar purolarını tüttürerek para kazanıyorsa... Ya da onların piyonlarına yeryüzünün cennetleri düşüyorsa...
Ve tüm insanlık buna tepkisiz...
Umursamazsa...
Hatta hayvani çığlıklarla alkışlıyorsa...
Batsın sizin insanlığınız...
*
Şu son uçak diyelim...
Lazkiye’de üç Rus gemisinin (Amiral Çabanerko, Smetliviy, Yaroslav Mudri) olduğunu dünya biliyor...
Özellikle birinci gemi dünyanın en gelişmiş radar sistemlerinden birisine sahip...
Suriye’ye içerleyen başta ABD olmak üzere, Batılı ortakları, hem Anadolu’ya kurdukları radar sistemini, hem karşı algılamayı test etmek istiyorlar bugünlerde...
Bir Türk uçağı ise, silahsız, tek başına, sadece görüntü donanımlı, oralarda dolanıyor eşzamanlı, işe bakın...
Önemli uzmanlar, Türk uçağının alçaktan ve hızla oralarda dolanarak bir tür “deney” malzemesi olduğunu öne sürüyorlar...
*
Ya da başka bir nedenle olsun hadi...
Ne fark eder?..
*
Sonuçta iki genci bir uçağa koyup, canlı balık yemi yaptılar...
*
Sakın “demokrasi, özgürlük” falan demesinler...
İşte; insan haklarından en yoksun, en gelişmemiş, demokrasi yüzü görmemiş, dünyanın en ilkel yönetiminin kralıdır ortakları...
Ona sevda tepesi...
*
Televizyonlar ise pilotlarımızın henüz bedenlerinin bulunamadığı haberlerini veriyorlar her saat başı...
Eğer olabilirse bir mezarları...
Bir demet çiçek bırakacak sadece anne, baba, bir sevgili, bir dul kadın, çocuklar...
Tıpkı öbür binlercesi gibi...
Bu düştü paylarına...

Kemal Gürüz, Türkiye Futbol Hakemliğinin duayenlerinden, FİFA Kokartlı Hakemlerimizden rahmetli Hakkı Gürüz’ün oğludur. İzmir de ayrıcalıklı yere sahip olan Karantina semtinde yetişmiş bir İzmirlidir. Yiğit bir adamdır. Çok iyi eğitim almış bir yurtsever ve Atatürkçüdür.
28 Şubat soruşturması kapsamında ifade için çağrıldığında, eşi ile seyahatteydi.  Türkiye’ye geldi. Savcının huzuruna kendisi gitti. Savcı tutuklama talep etti, Mahkeme de bu talebe uyarak, bir bilim adamını daha tutukladı…
Kemal Gürüz’ün kaçma olasılığı var mıydı?
Delilleri karartma olasılığı var mıydı?
Kemal Bey  yurtdışında bulunduğu sırada Savcılığın talimatından haberi olur olmaz, geldiğine göre kaçma olasılığı yok demektir. Adam kaçacak olsaydı, yurt dışından gelmezdi.
Peki, 28 Şubat’ın üzerinden 15 yıl geçmiş, Kemal Bey görevden ayrılalı 10 yıl olmuş, neyi hangi delili bulup ta karartacak? Hangi vicdan buna inanabilir ki?
Yapılmak istenen;  Atatürkçü, Lâik Cumhuriyete ve Hukuk Devletine inanmış çağdaş bir aydını, 65 yaşında bir bilim adamını hukuk yoluyla ezmektir.
Bu ne bitmez tükenmez bir kin Allahım!…
Bu ülkede kimse yargılamaya karşı değil. Kimse yargılamadan kaçmıyor. Ama bir taraftan Avrupa Birliği diyeceksiniz, Avrupa normlarında “Yargılama” diyeceksiniz, sonra da “Tutuksuz Yargılama” şartını  görmezden geleceksiniz.
Adamlar, Avrupa’da binlerce vatandaşımızı, milyonlarca Euro dolandırdılar. Almanya  olayı  “Yüzyılın en büyük yardım soygunu” olarak adlandırdı.
Alman Yargısı adamları mahkum etti. Esas paranın Türkiye’dekiler tarafından iç edildiği açıklandı.
Davaya bakan Savcılar görevden alındı, yetmedi Savcılara dava açıldı.
Deniz Feneri Davasının sanıkları tutuksuz yargılanıyor, 65-70 yaşlarında Bilim Adamları- Türk Ordusunun Generalleri-Aydınlar-Gazeteciler yıllardır tutuklu olarak işkence görüyorlar…
Ey AKP, Adaletin bu mu senin ?…

SULTANLAR-PERİLER

Yaşadığımız olaylar, iktidardan kaynaklanan saçmalıklar, terör olayları yüzünden içimiz tencerenin dibi gibi kapkara oldu.
Bu sıkıntılı durumda  bizlere,  gelecek ile ilgili umudu yine Türk Kadını verdi.
Filenin Sultanları ve Potanın Perileri; Duruşlarıyla, zarafetleriyle, dünyaya kafa tutan sportif başarılarıyla Türkiye’yi ve çağdaş Türk Kadınını dünyada gururla temsil ediyorlar.
Filenin Sultanları ve Potanın Perileri, sizler bu güzel ülkenin yüz aklarısınız. Sizlerle iftihar ediyoruz.  Bir de siyasete ağırlığınızı koyup, Siyasetin Sultanları-Perileri olsanız, inanın çok şeyi düzelteceksiniz.
Erkeklerin eseri olan Türkiye önünüzde duruyor.  Çare sizlersiniz, çare
Türk Kadınıdır…
Sağlık ve başarı dileklerimle  28 Haziran 2012

Türkiye’de olaylar ve süreçler baş döndürücü bir hızla gelişiyor…
Değişmeler sadece bugünü değil, geleceğimizi, gelecek kuşakları da etkileyen, ipotek altına alan bir kapsam kazandı.
Gündem son derece yoğun ve değişken olduğu için, insanlar nereye bakacaklarını, hangi soruna dikkat edeceklerini şaşırdı…
Zaten insanlarımız artık gittikçe birbirinden uzaklaşan ve hatta birbirine düşmanlaşan iki ayrı dünyada yaşamaya başladı…
Belki de hayatımızı asıl karartan, geleceğimizi tehdit eden en önemli süreç bu:
İzlenen medya, içinde yaşanan mahalle, ilişkiler, yaşam biçimleri gibi konularda iki farklı dünya oluştu.
İki ayrı ve hatta birbirine düşmanca bakan dünyaların insanları, toplumdaki oluşumları, haberleri, yorumları sadece kendi açılarından izliyor ve algılıyor.
Böylece kopukluk ve düşmanlık gittikçe artıyor!
***
Aşağıda, son bir haftada üst üste gelen beş olay ve süreci eşzamanlı oldukları için aynı yazıda topladım.
Böylece belki Türkiye’de ne olup bittiğine ilişkin daha genel bir izlenim ortaya çıkabilir.
Suriye:
Durup dururken, ABD’nin Ortadoğu politikası bağlamında, “Kardeşim Esad”dan, “Esad gitmeli” angajmanına dönüşen bir kriz çıktı ve Türkiye’yi sıcak savaşın eşiğine getirdi.
Sevda Tepesi:
Boğaz’ın Anadolu yakasında, Türk aşk filmlerinin adeta doğal seti haline gelmiş olan muhteşem manzaralı bir yeşil alan; Suudi Arabistan Kralı’na peşkeş çekildi ve imara açıldı.
Sevda Tepesi bu çerçevede, HES’lere ek olarak, “kentsel dönüşüm” adı altında yeni toprak yağma ve rantlarının bütün ülkede gündeme gelmesini de simgeliyor.
Soruşturmalar:
Özel yetkili mahkeme işlemleri, “28 Şubat soruşturması” kapsamında eski YÖK Başkanı Prof. Kemal Gürüz’ün hapse atılması ve “KCK soruşturması” kapsamında seçilmiş olanlar da dahil pek çok Kürt kökenli politikacının tutuklanmasıyla devam ediyor.
Şu andaki durum ve uygulamalara göre, tutuklananların, normal yargılama süreci başlamadan bile en az bir yıl boyunca hapiste kalacakları tahmin ediliyor.
Sendikalar, tutuklamalar, kaldırılan grev hakkı ve işten çıkarmalar.
THY grevi sonunda, hava ulaşımında grev hakkı kaldırıldı. (Oysa 2010 12 Eylül referandumunda bu hakkın genişletildiği ileri sürülmüştü!) Greve katılan üç yüz dolayında deneyimli eleman işten çıkarıldı.
Ayrıca KCK operasyonu bazı KESK yöneticilerine kadar uzandı.
Sliver:
Sliver bir film.
1993 yılında çekilen, Sharon Stone, William Baldwin ve Tom Berenger’in oynadığı bir aşk ve gerilim filmi.
Esas olarak, çok katlı büyük bir binadaki bütün dairelere kameralar koyarak insanların özel yaşamlarını izleyen bir adam, bir editör kadın ve bir cinayet üzerine.
Sliver’i, kendini gizleyen, ama bütün vatandaşlarını röntgenleyen bir yönetimin simgesi olarak kullanıyorum.
Son günlerde, Anayasa Mahkemesi, Başbakan’a “milli güvenlik” gerekçesiyle istediği haberi sansürleme yetkisinin verilmesini onayladı.
Ayrıca bir de “devlet sırrı” yasası çıktı. Buna göre yine yönetimin oluşturduğu bir kurul, hangi olayların kamuoyundan gizleneceğine karar verecek.
Ama aynı devlet, zaten herkesi her yerde, her zaman izliyor, kayda alıyor, banka hesaplarını takip ediyor, kimin nasıl doğum yapacağını belirlemeye çalışıyordu. Şimdi hamileleri bile tespit edip herkese haber vermeye başladı.
***
“Beş S” adı altında topladığım, bir hafta içinde meydana gelen ya da hızlanan olay ve süreçler bunlar.
Bu olayların, hem de bir hafta içinde yoğunlaşarak meydana geldiği bir rejime demokrasi denilebilir mi?
Böyle bir rejim, “demokrasi ve insan hakları” gerekçesiyle bir savaşı göze almakta haklı ve inandırıcı olabilir mi?
Yorum sizin!

Ey okur; bir başbakan, neredeyse bir yıldır ve durmadan nedeni ne olursa olsun, komşu ülke rejimi için yıkılmalı diye demeç verir mi?.. Ülkeye uluslararası askeri müdahale çağrısı yapar, Birleşmiş Milletler’den karar çıkmayınca iki kez bozulur ve kızar mı?.. Kendi sınırlarını karıştırıcılık, kışkırtıcılık, askeri operasyon ve saldırı faaliyetlerine açar mı?
Bu nedenle yazdım ki, Başbakan Suriye’ye çoktan savaş ilan etmiştir... Uçak düşürülmesi bu savaşın bir sonucu-ürünüdür... Kimse, “Yahu kardeşim sen Suriye’yi bir yıldır düşman ilan et, uçağın düşürülünce de bu nasıl iş, bu ne düşmanlık diye söylen” demiyor! Gerçeği görün gerçeği!
Uçağımızın düşürülmesi, Türkiye’yi esir alan ve geleceğine ipotek koyan bir olaya dönüşmüş durumda. Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin bu politikasının esiri olduk.
Başbakan, politikalarını eleştiren medya ve yazarlara yine gözdağı verdi... “Milli konuda bizi destekleyeceksiniz, ben ne yaparsam yapayım arkamda olacaksınız” diyor.
Fareli Köyün Kavalcısı öyküsünü anımsar mısınız?
Millet, “konu ulusaldır” diyerek RTE’nin savaş politikasına destek vermeli mi?.. Milletin-kamuoyunun böyle bir görevi olursa, yandı gülüm keten helva! Tam tersine, toplumda uyarıcı karşıt sesler yükselmeli ki, iktidarları dizginleyici ve yanlışları önleyici bir rol oynasın... Bu amaçla, tartışma konuşma ortamının yok edilmesi değil, daha da genişletilmesi gerekir...
***
Şu soru hiç tartışılmadı: Komşu ülkelerin rejimlerini değiştirmek, yıkmak, yerine yenilerini inşa etmek Türkiye’nin işi midir? Bunu ABD zaten yapıyor. Şüphesiz uluslararası hukuk, vicdan ve kamuoyu, iktidarların halkına katliam uygulamasına izin vermez, vermemelidir de... Halkların garantisidir bu hukuk...
Ama bu hukuk, örneğin Libya’da, Kaddafi’nin yıkılıp yerine yenisinin getirilmesi biçiminde gerçekleşti. Uluslararası müdahale, güçlülerin çıkarları doğrultusunda gerçekleşiyor! Aslında Suriye için de yapılmak istenen budur. Büyük Ortadoğu planının parçasıdır Suriye’deki rejim değişikliği.
Bunu ABD’liler, Suudiler doğrudan yapamaz. Onlara birisi gerek.
Bizim iktidar, salı günkü yazımda belirttiğim çerçevede, ABD ve Batı çıkarları doğrultusunda kraldan fazla kralcı davrandı. Ana sorun budur. Kraldan fazla kralcılık, iktidarın en yumuşak karnıdır, Başbakan ise şiddetle bunu reddediyor. “Biz başkalarının emriyle iş yapmayız” diyor!
Ne derse desin, önce Libya, sonra Suriye konusunda iktidarın “savaş öncesinden bugüne” kronolojisini izlerseniz, bunu net olarak görürsünüz.
Bu ülkede aptallar bol olabilir ama herkes de aptal değil.
***
Bir yıldır Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye’ye hasmane politikasına karşı kamuoyunda yeterli ses çıkmadı. CHP gerçi alternatif bir politika oluşturmaya çalıştı ancak bunu topluma kabul ettirmekte etkili olmadı. Suriye’de iç savaşta insanlar öldükçe, bizim medya sadece “katil Esad” manşetleriyle RTE’nin politikasına kamuoyu desteği sağladı.
RTE-Davutoğlu ikilisinin Ortadoğu politikaları baştan sorunludur. Suriye ve bütün bölgeyi Türkiye’nin tarihsel arka bahçesi görüyorlar. Davutoğlu bunu net ifade ediyor. Kadri Gürsel, geçen gün TV konuşmasında çok doğru bir noktaya dikkat çekti. İktidarın Ortadoğu’ya giderken çantasında çağdaşlıkla ilgili değerlerin olmadığını ve 700 yıl öncesinin değerleriyle kapıları çaldığını söyledi.
RTE-Davutoğlu, Osmanlılık mirası aletleriyle, mezhep ayrımcılığıyla, bölgenin ne demokratikleşmesine katkı bulunabilir ne de bölgenin çağdaş uygarlık değerleriyle tanışmasına. Türkiye Sünni politikasıyla, mezhep çatlakları arasında kendine yer edinmeye çalışıyor.
Bu ise sadece daha güçlü ve bölge üzerinde sınır, nüfuz, petrol, yandaş iktidarlar planları yapan ABD ve Batı’nın işine yarar. İngilizler ve Amerikalılar kadar, mezhep ve etnik ayrımcılıkları kışkırtarak yarar sağlayan başka güç yoktur..
***
Ülke dış politikasını yöneten ikili, Suriye konusunu iyice analiz etmekte aciz kaldı. Kendilerini cephede asker buldular! Arkadan da ittiren ittirene.
Türkiye’ye 10 milyar hibe verdiğini bizzat bakanın ağzından öğrendiğimiz Suudi kralının gazeteleri, “hadi oğlum saldır daha ne duruyorsun” diye yazıyor! Rusya, Çin ve İran ise karşıda bekliyor!
Yoksa Türkiye, Rusya ile savaşa mı girecek! Böylece Türkiye’nin bölünmesi de hızla gerçekleşir, sen sağ ben selamet! Batılı emperyalistlerin amaçları da gerçekleşir, bir taşla birkaç kuş.
Baksanıza, Suriye’nin kaça bölüneceği tartışılıyor!
Kürtlere bir şey demeyeceğim; çünkü Suriye ve bütün ülkelerde savaş ve bölünmeden tek kârlı çıkacak olanlardır. Kemal Burkay’a bakın, Suriye’yi üçe böldü bile. Burkay yalnız değil, bizim kafasızlar da yanında!
Soruyorum: Suriye’de rejimin çökmesi ve gerçekleşecek bölünme ile Türkiye’nin her durum ve şartta kaybedeceğini hesap eden birisi var mı?
Yoksa herkes “kârlı çıkacağız” hayali içinde mi? BAAS diye tutturan ahmaklıkların bedelinin faturası kime çıkacak dersiniz?

Tören Deyince - Kürşat Başar
Okul yıllarında, büyüdüğüm zaman hiçbir törene katılmayacağıma söz vermiştim kendime.
Tabii öyle olmuyor. Ne kadar kaçsanız yine bir yerden yakalanıyorsunuz .
Milli törenler, bayramlar, kutlamalar, açılışlar, kurdele kesme törenleri, festival, yarışma vb. gibi meslek icabı katılmanız gerekenler bir yana bir de düğünler, sünnetler, mezuniyetler gibi törenler var.
Resmi törenlerin çoğunda katılanlar hatta konuşmacılar bile sıkılır. Genellikle konuşma yapılırken devlet büyükleri uyuklar.
Yine de tören konuşmaları nedense bir türlü kısa kesilmez. Mikrofonu eline alan anlatır da anlatır.
Tören denilince bir de hele “çok önemli şahsiyet”ler katılıyorsa biraz görkemli olsun diye de uzattıkça uzatılan bir seromoni sürüp gider. Aman ona ayıp olmasın, aman bu alınmasın diye konuşmacı listesi de uzar.
***
Bir keresinde bir festival açılışına katılmıştım. Aslında halk konser dinlemeye gelmiş. Üstelik sabahtan gelip yer kapmış. Vatandaş güneşin altında bütün gün çekirdek çıtlayıp çoluk çocuk sevdiği şarkıcıları beklemiş.
Beklemiş ama akşam 9’da bir gittik ki önce konuşmalar yapılacakmış.
Sırasıyla beldenin önemli şahsiyetleri sahne aldı. Konser gecenin 11’inde ancak başlayabildi.
Özellikle politikacılar, hazır toplanmış millet bulunca konuşmadan duramıyor. Onları gören bürokratlar da onlara bir şeyler anlatmak istiyor.
Düğünlerde bile mikrofonu ele geçirip sahneden inmeyen çok. Aile büyüklerinden veya düğünü şereflendiren politikacılardan filansa yandınız. Susmaz.
***
Hadi bunlar yine kendi kendilerine sıkılsınlar diyeceğim.
Ama örneğin mezuniyet törenleri…
Mezuniyet ne demek, çocuklar okulu bitirmiş, hazır bu öğretmenlerden, müdürlerden, törenlerden, sıkıcı beklemelerden kurtulmuş demek.
Son gün bari çocukları rahat bırakın.
Geçenlerde bir mezuniyet törenine gittim. Mübarek sanırsın ülkenin en büyük barajı açılıyor. Artık ne kadar müdür, şu bu varsa konuştuğu gibi bir de gelen önemli misafirlere mikrofon verilmiş.
Konuşmalar bitmiyor.
Veliler çocuklarını görmeye gelmiş ama eğitim nutukları dinlemekten kurtulamıyorlar. Çocuklar bir an önce buradan çıkıp akşam kutlamaya gitmek istiyor ama ne çare, iki saat konuşmaları dinlemek zorundalar.
***
Devlet erkânı da bu tören olayına bayılıyor. Aziz Nesin’in çok güzel bir “Kazan Töreni” hikâyesi vardır, o gelir hep aklıma. Okumadıysanız okuyun.
Bir açılış olsun, kurdele kesilsin, bir nutuk atılsın da ne açılmış ne kapanmış önemli değil.
Çok seviyoruz tören yapmayı. Ama tören dediğin (tabii cenaze töreni değilse) kutlamaysa bizim törenler pek kutlamayı andırmıyor. Kutlamadan çok herkesin buradan nasıl kurtulsam, bitse de gitsem diye bekleştiği zoraki bir etkinlik oluyor.

Aksoy’un ‘İlhan Selçuk ve Cumhuriyet Aydınlanmasını Yaratanlar’ heykelini görmelisiniz
Tarih 8 Haziran 2012 Cuma… Eskişehir’in bilim ve kültür merkezine dönüşen Tepebaşı ilçesinde, Belediye Başkanı Ahmet Ataç’ın davetiyle sürdürdüğümüz “Kent ve Kültür Söyleşileri”nin yaz tatili öncesi son konuşmacısı Heykeltıraş Mehmet Aksoy’la birlikteyiz .
Geçen Mart’ta “50. Sanat Yılı”nı kutladığımız sanatçımız, o gün hem heyecanlı hem de düşünceliydi… “Heyecanlı”ydı, çünkü Aksoy için kentten ve heykelden söz etmek, o hiç ödün vermediği toplumsal sorumlulukları da anımsamak demekti. Zaten sözüne de “kamusal alanda heykel”le başlamış, bunun “herkese ait alanda, herkes için sanat” anlamına geldiğini anlatmıştı…
Düşünceli olmasının nedeni ise 21 Haziran’a yetiştirmesi gereken ve çok önemsediği bir çalışmasına ara vererek Eskişehirlilerle buluşmasının yarattığı vicdan muhasebesiydi… Ya heykel yetişmezse?..
Neyse ki uykusuz gecelerle tamamladığı “İlhan Selçuk ve Cumhuriyet Aydınlanmasını Yaratanlar” heykeli, İstanbul’un Beşiktaş ilçesindeki Ulus’ta ve tam 21 Haziran günü coşkulu bir katılımla açıldı. Aksoy, Tepebaşı söyleşisinde demişti ki: “Bir kentin kamusal alanları, o kenti ‘yönetenlerin kültür düzeyi’ni de yansıtır.”
Nitekim heykelin ev sahibi ve ilçesindeki kamusal alanlara 8 yılda 150’den fazla heykel kazandıran Beşiktaş Belediye Başkanı Mimar İsmail Ünal, törende şunu söylüyordu: “Mehmet Aksoy 5 m. yüksekliğinde 10 m. genişliğindeki heykelin 30 ton ağırlığındaki taşını tam 1.5 yıldır yontuyordu. Bu anıtı İlhan Abi’nin ölümünün 2’nci yıldönümünde Beşiktaşlılara, İstanbullulara, tüm ulusumuza armağan etmenin gururu içindeyiz.”
Cumhuriyet Vakfı ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç de İlhan Selçuk’un sadece ‘Aydınlanmanın Bilgesi’ değil, “Aydınlanmanın Simgesi” olduğunu da vurgulayarak şunu anımsattı: “Biz Cumhuriyet çalışanları olarak, İlhan Ağabey’in bize bıraktığı görevi, onun ilkeleri ve çizdiği yol çerçevesinde sürdürmeye devam ediyoruz.”
Aydınlanma’nın Neferleri
Mehmet Aksoy’un konuşması ise “İlhan Selçuk aydınlanma hareketinde yalnız mıydı, nasıl başladı? Bu sorulara cevap aradım kendi kendime..” sözleriyle başladı ve bakın nasıl devam etti: “Onun baktığı pencereden bakmaya çalıştım ve şunları gördüm; Fransız Devrimi’yle başlayan ve sonunda Immanuel Kant’ın devam ettirdiği aydınlanma hareketinin Tevfik Fikret’ten Atatürk’e kadar gelen bir çizgisi olduğunu gördüm… Bunları bir arada göstermeye çalıştım. Belki bu, Türkiye’de ilk tespittir; bu bakımdan da mutlu oluyorum.”
Bu tarihsel birlikteliğin heykeldeki kahramanlarını da yine Aksoy’dan dinleyelim: “Tevfik Fikret’in yanında Atatürk var; Atatürk’ün yanında Immanuel Kant var... yanında Nâzım Hikmet var. Turhan Selçuk, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat ve de Aziz Nesin, Muhsin Ertuğrul, Vasıf Öngören, Genco Erkal, Rutkay Aziz, Tarık Akan… bunun dışında Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Tonguç, Hasan Âli Yücel, Can Yücel var.”
Her biri Türkiye’nin çağdaşlaşmasına kendi alanlarında eşsiz katkıda bulunmuş bu kişiler arasında 68 kuşağının tarihsel isimlerinden Deniz Gezmiş ve arkadaşları da yontuda yerlerini alırken yaşadığımız coğrafyanın geçmişini belgeleyen “Son Sümer Kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ” ise tümünün ortasında adeta bir “tarih güneşi”gibi..
Aksoy’un, bu isimleri anımsattıktan sonra konuşmasını “Buradan Kars’a, Karslılara selam gönderiyorum” diye tamamlaması ne kadar anlamlıysa, dakikalarca alkışlanması da “ucube” denilerek yıkılan “İnsanlık Anıtı”nın gönüllerde yaşadığının kanıtı gibiydi...
‘Ödün Vermeyen Sanatçı’lar
Mehmet Aksoy’un 50’nci Sanat Yılı’nda hepimize ve dünyaya armağanı olan anıtın açılışına CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da katıldı. Konuşmasında, politikadaki gündelik polemikler yerine sadece sanata ve sanatçı duyarlılığına değinmesi, yıllardır ülkemizdeki siyasette olgunluk ve düzey bekleyenleri çok mutlu etmiş olmalıydı.
İlhan Selçuk’un gerçek bir aydın olduğunu vurgularken “Aydınların bir toplumda sorumluluğu vardır. Aydın, okur, dinler, kültür ateşinde pişer ve olgunlaşır… Aydının bir diğer önemli sorumluluğu sorunlara eleştirel yaklaşmasıdır. Aydın olmak elinde meşale tutmak demektir. İlhan Selçuk bunu yaptı. Bedel ödedi, ama ödün vermedi. Bu heykeli yapan sanatçı arkadaşımıza da bedel ödettiler. O da ödün vermiyor” sözleri de açılışın unutulmayacak vurgulamaları arasında yer aldı.
‘Işık, Zaman, Mekân’
Peki, İlhan Selçuk penceresinden bakarken, aynı pencerenin zaman tünelinden günümüze yürüyen “Aydınlanma neferleri”nin bu anıtsal beraberliklerini hangi sanat düşünceleri yarattı?
Yanıtı için yine Mehmet Aksoy’un Tepebaşı söyleşisinden bir bölümü paylaşayım. Heykeltıraşımız, “Işık heykelin canıdır; kütleyle ışık 24 saat farklı etki verir ve bulunulan yere, yani mekâna sürekli anlam katar” demişti.
Siz de Ulus’taki heykele günün her saatinde, hatta geceleri bile uğrayın; İlhan Selçuk ve Aydınlanmamızın neferleriyle farklı ışıklardaki tarihsel kucaklaşmayı yakından izleyin.

Heybetlidir,
Karizmatiktir!
Yürüyüşü,
Duruşu meydan okuyucudur,
Kabadayıdır!
***
Çevresi yağcı doludur.
Yağcılar,
Yağlar da yağlar!
Öyle ki,
Her taraftan yağ akar!..
***
Sağa bakar,
Alkış...
Sola bakar,
Alkış...
Ağzını açar,
Alkış!..
Hiç konuşmasa bile,
Çok güzel konuşmuş gibi,
Kopar alkış!..
***
Haykırdı mı yer gök inler!
Karşısına çıkmak yürek ister!
Kızdığının peşini bırakmaz,
“Ben ettim, sen etme!'' diyene aldırmaz!
Diz çöktürür,
Tuş eder, ezer!
İş biter,
Öyle gider!..
***
Havasına bakarsanız,
Alemde rakipsizdir,
Sanırsınız,
O tek güçtür!
Gerisi hiçtir!..
***
İn midir, cin midir?..
Yoksa sen ben gibi,
Bir fani midir?..
***
Bilenler için,
Atmalar, tutmalar,
Esip gürlemeler,
Kükremeler,
Meydan okumalar,
Oyunun kuralıdır!
Şovdur!
Senaryoyu yazanın verdiği
Roldür!
***
Artık soralım:
Bu kişi kimdir?
***
Yanıldınız!
Kırkpınar'da bunlardan çok vardır!
Anlattığım ''Yalancı Pehlivan''dır!..

Not: Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, yalancı pehlivan; “Yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse''dir!
Kırkpınar'daki yağlı güreşlerde ise yalancı pehlivanlar, iki büyük güreş arasındaki boşlukta çayıra çıkarılır!
Görevleri, güreş tutacaklarmış gibi yaparak, seyirciyi oyalamaktır!..

Mısır’da 16-17 Haziran arasında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tur kesin sonuçları, 1 hafta süre geçtikten sonra açıklandı.
Başkanlık seçimi arifesinde, Mısır’ın görüntüsü şöyleydi:
Bir yanda alternatif olarak sunulan kırk katır ile kırk satır ve ortada biçare Mısır.
Gerçekten de, seçimlerin iki favorisi bu görüntüyü doğruluyordu. Bir yanda, askerlerin adamı, Mübarek’in eski başbakanı Ahmet Şefik, öte yanda da Müslüman Kardeşler’in (M. K.) adayı Muhammed Mursi.
Biri askeri dikta, öbürü de şeriat özlemli rejimin iki temsilcisi.
Hangisi kazanırsa kazansın, bundan demokrasi çıkmayacağını anlamak güç değildi.
Nitekim, seçimlere katılım oranı da yüzde 51’de kaldı.
Oturmuş Batı demokrasilerine baktığınızda, katılım oranı yadırgatıcı görünmeyebilir.
Ama unutmamak gerekir ki, bu seçimler ülkede “devrim rüzgârlarının!” estiği bir eylemler zincirinin ardından gelmekteydi ve katılımın çok daha yüksek olması gerekirdi.
Katılan yüzde 51’in, yüzde 51.73’ünün oyları Muhammed Mursi’ye giderken, yüzde 48.27 oranında oy da Hüsnü Mübarek’in son başbakanı Ahmet Şefik’e yöneldi.
Böyle bir eylemin ardından, Ahmet Şefik’in yüzde 48 oy alması, ordu ile Mübarek’in ülkede hâlâ geniş bir tabana ya da daha doğru bir deyişle büyük bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor.
***
Zaten Mısır’da ordu, yatırımları ve nüfuzu ile büyük bir ekonomik etkinliğe de sahip.
Ayrıca Yüksek Askeri Konsey, cumhurbaşkanlığından önce yapılan, yasama seçimleriyle oluşan ve çoğunluğu Müslüman Kardeşler ağırlıklı parlamentoyu da feshetmişti.
Her şey ordunun ne olursa olsun, iktidarın dizginlerini kolay bırakmayacağını gösteriyor.
Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerin başlangıcından bu yana ordu ile Müslüman Kardeşler arasında yaşamsal bir çatışma da meydana gelmiş değil. Tabii bu durumu, “henüz” yaşamsal bir çatışma olmadı şeklinde ifade etmek daha doğru olur.
Yüksek Askeri Konsey’in geniş anayasal yetkileri sayesinde ordunun ağırlığını korumaya çalışacağı söylenebilir. Bu durumda, gelecekte iki taraf da karşısındakine oranla kendi ağırlığını artırmak için sürtüşebilir.
Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi daha geçen yıla kadar şeriatı savunan bir İhvan üyesiyken, şimdi ne kadar değişim gösterir kestirmek güç. Ama bölgedeki örnekler, bu konuda önemli ölçüde yol alması, hiç değilse birkaç yıl, demokratik açılım yapıyormuş gibi görünüm vermesi gerektiğini kendisine göstermiş olmalı.
Ancak böyle davrandığı takdirde, “askeri vesayeti tasfiye ediyorum” görüntüsüyle hedefine doğru yürüme yöntemlerini uygulayabilecektir.
***
Ergin Yıldızoğlu’nun pazartesi günkü köşesinde, şu satırlar yer almaktaydı:
“...Şimdi uluslararası sermayenin sesi The Economist’ten, sol içindeki (‘evet ama yetmez’ tipi) grupçuklara kadar uzanan bir yelpaze, Mısır devrimini ‘Ya darbe, ya Müslüman Kardeşler’ ikilemine hapsetmeye, devrimci olasılığı dışlamaya çalışıyor.”
Burada “devrimci olasılık” yerine “demokratik alternatif” de diyebilirsiniz.
Olay gerçekten, Ergin Yıldızoğlu’nun öngördüğü olasılığa dönüşürse, kimin kazanacağını ise, Mursi ve Müslüman Kardeşler’in, Türkiye’deki “ılımlı İslam”
çizgisine uygun bir rotaya başarıyla oturma ölçüsü belirleyecektir.
Ilımlı İslamdan kastın kapitalizmle uyumlu İslam olduğunu bir kez daha hatırlatmaya gerek var mı, bilmiyorum.
Tahrir Meydanı’ndaki devrimci kıvılcımı MK ve Mısır Ordusu aracılığıyla denetim altına almış olan iç ve özellikle dış egemenler için, olasılıkların her ikisi de kullanıma elverişlidir. Tercihi her ikisinin de uyum dereceleri etkileyecektir.
Ama unutmayalım, Muhammed Mursi açısından başarı, uzun bir takıyye dönemini zorunlu kılıyor. Orada da ne kadar hünerli olursa, bu Ortadoğu yalanı da o kadar kolaylıkla yutturulabilir.

Samimi konuşalım, adam gibi konuşalım. Kalemin hak ve haysiyetini koruyarak konuşalım.
Türkiye’deki din istismarı, büyük ölçüde, ‘dini yok sayanlara tepki’nin yarattığı bir sonuçtur. Temel sorumlusu da ‘Atatürk sonrasının CHP'sidir.
İdeolojik veya egoist saplantılarından asla kurtulamayan sözde aydınlar bu gerçeği hâlâ göremiyorlar. Veya görmek istemiyorlar. Bu noktadaki anlayışsızlık veya inatlarını örtmek için uydurdukları bahaneler ise yaptıklarından çok daha esef vericidir.
Neymiş efendim, halka hitap ederken dinsel terimler veya kavramlar kullanırsak, bunun sonucu, din istismarına gerekçe hazırlamak olurmuş. Bu talihsiz nakaratın dibini de iyi görelim. Bu nakarat bakın nereden başlıyor:
Milli Mücadele günlerinde Halâskâr Gazi’yi eleştirenler, başta Kazım Karabekir, şöyle çatıyordu Gazi’ye: “Dine, dinsel söylemlere yer verme, camilere gitme, camilerde konuşma yapma. Böyle yaparsan dincileri başımıza bela edersin.”
Mantığa bakın!
Siz dinsel kavramların gerçeğini kullanmaktan kaçtığınızda dinci istismar o kavramların yozlaştırılmışlarını kullanmaktan vaz mı geçecek? Yoksa tam tersine, hiçbir mukavemetle karşılaşmadan, din adına yalan söylemeye, dine yalan söyletmeye devam ederek halkı biraz daha mı aldatacak?
Sol ve laik aydınlar bu hesabı asla yapmıyorlar.
Türkiye’nin anasını ağlatan belaların başında kamu kaynaklarının talanı, vurgun ve soygun var. İslam ise bu cinayetin işlenmesini en büyük suç sayan din. Ama bu cinayete ortak olan dinci siyaset, İslam’ın bu yanını asla gündem yapmaz. Varsa yoksa, namaz ve Pavlus türbanı. Peki, dinle aldatılan koca kitleye bu işi kim anlatacak? Dinci siyasetle işbirliği yapanlar mı? Onlar anlatmaz! O halde kim?
Dinci siyasete karşı siyaset yapanlar anlatacak. Peki, onlar ne yapıyor? Dinsel kavramları kullanırsak, bu, laikliğe ve çağdaşlığa aykırı olur diyerek meydanı dinci sömürüye bırakıyorlar. Millet Meclisi genel kurulunda, din istismarı siyasetinin popüler isimleri kürsüden buram buram din sömürüsü yaparlarken, ‘Atatürkçü-çağdaş CHP’nin (!) okkalı bazı elemanları, pis pis sırıtarak şöyle deyip salonu terk ediyorlardı: “Bu konuştuğu konular bizim alanımıza girmiyor, biz çıkıp gidelim!
İşte, yaptıkları buydu ve hep bu olmuştur. Geldikleri yerse belli: Ebedî muhalefet ve birbiriyle boğuşma…
Düşünülsün ki, Türk siyasetinde, ‘haram’ kelimesinin kullanılmasını, ‘siyasete dinsel kıstaslar sokmak’ olarak değerlendiren çağdaş, aydınlıkçı ve de öncü (!) isimler var. Bu anlayışlarını, bugünkü Türkiye’de ekranlardan halkın gözünün içine baka baka ifade edebiliyorlar. Başımızda, dinci bir iktidarın olduğunu söyleyerek bağırıp çağıranlar da bunlar...

TBMM’DE İRMİK HELVASI MESELESİ
TBMM koridorlarında senelerce bu adamlardan bana tarizde bulunan şu sözleri dinledim: “Yahu, bu kravatlı mollayı bizim partiye kim soktu? Gördükçe nevrim dönüyor valla! Bunun Recep Tayyip’le farkı ne? Sonuçta ikisi de Kur’an demiyor mu? Eee! Biz bu adama neden katlanıyoruz?”
Ben işte bu CHP’den ayrıldığımda, şu bahsettiğim adamların bazıları, arabalarının arkasına tepsilerle irmik helvası doldurup Meclis’e gelmiş ve bagajı kontrol eden görevlilere “Bu helvaları, Yaşar Nuri’nin partimizden ayrılışından duyduğumuz sevinci paylaşmak için dağıtacağız” deme düşüklüğünü göstermişlerdir. Ve Meclis İdare Âmirliği bu rezilliğe izin vermemiş ve helvaları içeri sokturmamıştır. 22 Dönem milletvekillerinin birçoğu bunu bilir. Siz, gerek o Meclis’in tarihinde, gerekse genel siyaset tarihinde böylesine rezil bir davranış gördünüz, duydunuz mu?
Gerçek şu ki, bu ülkede birileri, bir yandan din istismarından yakınıyor, bir yandan da bu istismarın ekmeğine yağ sürecek ne varsa yapıyor.
Türk solunun ve laik aydınların temel çarpıklığı bu... Atatürk’ten sonraki CHP’nin temel çarpıklığı da bu. Dinci siyasetleri başarılı kılan da bu.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget