Büyük Halk Ozanı Neşet Ertaş -2:Neden “Ertaş” Soyadını Almış

NEDEN “ERTAŞ” SOYADINI ALMIŞ


Büyük Halk Ozanı Neşet Ertaş -2:Neden “Ertaş” Soyadını Almış
1940dan önceleri, her köyde un değirmeni-su değirmeni yoktu. Ulaşım da az olduğu için, uzak köylerdeki değirmenlere un etmek için buğday götürmek çok zordu. O nedenle her çiftçinin olmasa da, birçok köylünün evlerinde el değirmeni bulunur, o değirmenle, buğday, bulgur öğütülürdü. Neşet Ertaş’ın eski akrabalarından birileri, komşunun el değirmenine biraz buğday getirmiş, öğütmek un elde için. Herkes buğdayını eleyip un haline getirirken, o kimseye bir türlü sıra vermemişler. “Evde çoluk çocuk aç, şu buğdayımı öğütün” diye defalarca söylemesine rağmen, ona sıra verilmeyince, canı mı sıkılmış ne olduysa sinirlenmiş, el değirmeni taşına yumruk vurunca, el değirmeninin taşı kırılmış. Ondan sonra bizimkilere “Taşkıranlar” demişler. Sonra soyadı kanunu geldiğinde buna bir “er” eklemişler, olmuş “Ertaş”. Bazı soyadlarının böyle ilginç anıları vardır. Bu satırların yazarı Cevat Kulaksız’ın dedelerinden biri tarlasında çift sürerken, eşkiyalar tarla kıyısından veya içinden geçmesiyle, kavga ederler. Eşkiyalar adamın kulaklarını tarlasında kesiverirler. O olaya izafeten soyadı kanununda, “yiğit lakabıyla anılır” hesabıyla soyadları “Kulaksız” oluvermiş.
Muharrem Ertaş, ikinci evliliğini yaptığı Yozgat’ın Abdal aşireti köyünden, askerlik dönüşü çocuklarını alır, ev eşyasını tek eşeklerine yükleyip Yerköy’e taşınırlar. Eşekle bu eşya taşıması saatler sürer. Yol boyu çeşme başlarında dinlenirler; dinlenirken de Muharrem Ertaş, omzunda bir tüfek gibi taşıdı sazını eline alır, çocuklarının garip ve üzgün bakışları altında, kâh karşı dağlara, kâh gökte uçan turnalara bakarak en garip bozlaklarını söyler. Sesi karşı derelerde yankılanır, uzayan yollara baktıkça da daha bir hüzünlenir, havalanır gider. “Gurbet, garip” türkülerini daha bir duygulu söylerken, yüzüne aşağı doğru giden gözyaşları yol bulur, bir yandan da gözyaşlarını çocuklarından saklamaya çalışır. İşte Muharrem Ertaş’ın söylediği en hazin bozlaklar böylesine acı, yoksul, gurbet yollarında mayalanır, yoğrulur.
Çocukları da artık büyümeye başlayan Muharrem Ertaş, çocuklarının her birinin eline keman, saz, darbuka verir, böylece tam çalgı olarak düğünlere giderler. Ara sıra Neşet Ertaş düğünlerde köçek de oynar. Bunu yaşam öyküsünü anlattığı şiirinde şu dizelerle açıklar:
“Zalim kader devranını dönderdi
Tuttu bizi Çiçekdağı’nın İbikli köyüne gönderdi
Parmağıma ziller taktı dönderdi
Oynadım meydanda köçek dediler”.
Muharrem Ertaş ustaları yavaş yavaş tanınmaya, düğünlerde tercihen aranmaya başlayınca, söyledikleri türküler, bozlaklar da tanınır, başkaları tarafından okunur. Kimileri parçalarına, “benim” diye, radyolar söyledikleri türküleri “anonim” diye veya “Kırşehir dolaylarından alınan bir türkü” diye anons edilir. Hele TRT bunların tüm türkülerini yıllarca kullanır, ama bazen ne isimleri söylenir, ne de telif hakkı düşünülür.
Bu arada Dayısı Keskin’li Hacı Taşan da Muharrem Ertaş gibi tanınmaya başlar; düğünlere giderlerken (gerek ayrı, gerek birlikte) birbirlerini kıskanırlar. Hacı Taşan’ın ayrı bir avazı ve ağzı varsa da, söylenen bozlaklarda Muharrem Ertaş’ın ayrı bir üstünlüğü bulunurken, Hacı Taşan çoğunlukla, Muharrem Ertaş’ın havalandırdığı türküleri söyler.
Neşet Ertaş’ın Abdallar köyü Alevî meyilli Bektaşi’dirler. Zaman zaman köyüne, (senede bir) Alevî dedesi gelir, en güzel biçimde yoksulların içinde ağırlanır, dedenin yiyip içmesine yoksullar seyirci olurlar. Dede ve yanındakiler, “lokma karın doyurmaz ama şefaat artırır” takiyesinde bulunurlar. Dede karnını doyururken, Tanrı’nın verdiği, vereceği “şefaati” deden beklerler. Hatta bu söz halk arasında bir özdeyiş haline gelmiştir. Oysa açlıktan halkın karnı guruldarken lokmanın büyüğünü, dede ve bazıları yemektedir. Neşet bunları, o zamanları hayretle izlermiş.
Neşet Ertaş-Muharrem Ertaş, düğünlere, çağrılan yerlere gittikçe tanınmaya, türküleri sevilmeye başlar. Ama ataları ve öteki Abdallar gibi durmadan, köy köy gezerler. Yerköy’den Çiçekdağı, Kırşehir’e geri, öte taşınırlar. Her ilçede üçer, beşer ay, yıl kalırlar, Kırşehir’e Bağbaşı Mahallesine gelirler. Yaşı 13–14 lere doğru gelince Neşet epey çalıp söylemeyi ilerletir. 1950 lerin bir gününde cebinde 2,5 lira ile Kırşehir’den Ankara’ya gider. Elinde sazı cebi parasız Ankara Otogarına gelir. “Çığırtgan-değnekçi” denilen komisyoncuya, İstanbul’a gideceğini, parasının olmadığını söyler. Elinde sazı görünce, “otur çal” der. Neşet Otogarda akşama kadar çığırtkanlara saz çalıp söyler. En son otobüsün en arkasında bir yer verirler, 1957 yılında ayakta İstanbul’a gelir. İstanbul’da günlerce aç acına iş arar. Karnı tokluğuna çalışmak ister, yine iş bulamaz. Elinde sazı olan gurbetin “garip” adamı Neşet, sonunda camında bir ilan görünce “Şençalar Plak”a korka korka gelir. Orada, babasının tanınmış bozlağı olan “Neden garip garip ötersin bülbül” adlı türküyü sazı ve sesi çalıp söyler. Beyoğlu sazda denemek için yevmiye 7,5 liradan iş verirler, Neşet Ertaş’a. Aynı pavyonda iki sene çalıp söyler. İstanbul’da ilk çıkardığı “Garip Bülbül” adlı plağı ile profesyonel olmaya gayret eder.
İstanbul’da iki yıl çalıştıktan sonra, şapkasız gezmeye alıştığı için, Kırşehir’e şapkasız döner. Kırşehir’de şapkasız diye çocuklara taşlatırlar, yaşlı insanlar. Oradan Ankara’ya gelir, Muzaffer Sarısözen ve Emin Aldemir’in yardımları ile ilk defa radyoda Yurttan sesler programına çıkar. İki üç ayda bir bu programa çağırılarak sesi türküleri banda alınır.
Ankara’da, oraya taşınmış olan Sünnetçi Veysel Usta’nın (hem davulcu, hem sünnetçi) evinde bir müddet misafir kalır. Sonunda ondan 100 lira para alıp, “Hergele Meydanı’ndan bir oda bir giriş ev tutar. Ankara’da kâh pavyonlarda, kâh radyoda çalarak 27–28 yıl Ankara’da kalır. Ankara’da düğünlere, pavyonlara, turnelere, konserlere gider. ‘Kırşehir’li mahalli sanatçı Neşet Ertaş” diye artık ünlenmeye başlar. Bu arada plakları da çıkmaya başlar. Radyoda da ayda on beş dakikalığına sözleşmeli program yaptırırlar.
Peş peşe konserlere, düğünlere gider, plak okur, yeni yeni türküler üretmeye başlar. Artık halkın dilinde, “radyo sanatçısıdır” Neşet.
Neşet akşamları programlara çıkarken, gündüzlerin birinde Ankara Ulus’ta Hüseyin isminde yaşlı bir adamın saz evine gelip gitmeye başlar. Birbirine alışıp ısındıkları için, Neşet de gündüzleri çırak gibi orada çalışmaya devam eder. Neşet Ertaş, akşamları saz çalıp söylerken, gündüzleri de saz yapmak için, dut, ceviz kütüklerinden keserle saz gövdesi oymaya başlar. Hüseyin amca, yaşlandığını ve saz evinin yarısını satacağını, Neşet’in almasını teklif eder. Neşet’in parası yoktur. O sıraları tanıştığı bir bakkalın iki karısı vardır. Bu dükkân alma olayını, Neşet’in parasızlığını bir vesile öğrenirler. Bakkalın eşlerinden birinin altınları vardır; Neşet’i gizlice çağırır, “aman kimse duymasın, sonra yeniler verirsin” diyerek, altınların hepsini Neşet’e verir. Böylece altınların parası ile Neşet Ertaş, saz evinin yarısını satın alır. Yaşlı Hüseyin Amca da, Neşet’e evladı gibi güvendiği için, dükkânı Neşet’e bırakır, evine çekilir.
Ulus’ta cadde kenarındaki saz evinin adını, tabelasını “Neşet Ertaş Saz Evi” olarak değiştirir. Böylece gündüz dükkânda, gece gazinolarda, türkülerde, bozlaklarda Neşet Ertaş’ın ismi duyulmaya, ünlenmeye ve de kaderi kendi gayreti ile değişmeye başlar. O sırada Neşet’in plakları çıkar. Neşet dükkânın önünde saz kütüğü oyarken, dükkâna iki genç kız gelir. O sırada Neşet’in ilk defa “Gitme Leylam Gitme Yolumuz Uzak” diye bir plağı çıkar. Genç kızlar, “burası o plağı olan Neşet Ertaş’ın mı”, buralara gelir mi” diye sorarlar. Hüseyin Amca da, dışarıda elinde keserle kütük oyan Neşet’i göstererek, “aha şu dışarıdaki çocuk” deyince, kızlar buna bir türlü inanamaz. Öyle ya onlara göre, gazinolarda, plaklarda sesi sazı dinlenen, ünlenen Neşet Ertaş böyle elinde keser kütük oyar mı? Neşet kızlarla tanışır, kızlar bir mühendisin evinde çalışmaktalar. Neşet’in ettiği telefon yüzünden, kızlar çalıştıkları işinden kovulurlar. Neşet Buna üzüldüğü için, kovuldukları evden aldıkları 20 lira yevmiye vererek, tek odalı evinin temizliğine bakmalarını, bir kap yemek pişirmelerini teklif eder. Kızlar burada çalışmaya başlarlar.
Kaderin kesiştiği burada, bu kızlardan biri Leyla Ertaş’tır. Orada Leyla Ertaş ile evlenir, evlenirken Leyla’ya içinden bir aşk yoktur, sadece evlenmek için evlenir. Ama bu evlilikten babasının haberi yoktur.
Daha önceleri, 14–15 yaşında evlenme çağına gelince, “bana iç güveysi olmamı teklif etmişlerdi. Biz fukarayız, garibiz ya” diyor neşet Ertaş. Yıllar içinde kızı Döne, oğlu Hüseyin ve Canan diye üç çocuğu olur. Sonradan bu evliliği öğrenen Muharrem Ertaş, bu evliliğe hoş bakmayınca, bir Kırşehirli tarafından, diye devam eden şiiri, Muharrem Ertaş’ın ağzından yazılmış gibi piyasaya çıktı. Muharrem Ertaş’ın eşsiz türkü ve bozlakları plaklarda, bantlarda, radyolarda havalanırken, artık yaşlanmıştı Neşet Ertaş’ın babası. Başkasının yazdığı bu şiire, Neşet Ertaş şu dizelerle yanıt veriyordu:
Küsmedim Neşet’im” başlıklı:
Temiz ruhlusun saf kalplisin şöhretsin
Hakkın vardır evlenmeye evladım
Mevlam sana yapanları kahretsin
Aslı bozuk alma dedim evladım

EVLADIM

Dokunsalar nazik tene kir gelir
Bizden önce ceddimize ar gelir
Köse olmak şanımıza zor gelir
Sen aklını yitirmişsin evladım.
Küsmedim Neşet’im kahrettim sana
Baban değimliydim, sormadın bana
Olan olmuş yavrum, ne deyim sana
Aslı bozuk alma dedim evladım.
Babasına danışmadan Leyla ile evlenen Neşet Ertaş, her baba gibi kırılan Muharrem Ertaş’a, şu dizelerle seslenir:

DEĞİL

Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden
Aslı bozuk deme gel şu insana
Soracak olursan eğer ki benden
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Yazımızı felek yazdı Mevladan değil,
Her hata suç bende Leyla’dan değil.
Ulu arıyorsan analar ulu
Sevmişiz biz onu olmuşuz kulu
Analar insandır biz insanoğlu
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Yazımızı felek yazdı Mevladan değil,
Her hata suç bende Leyla’dan değil.
Sonunda Neşet Ertaş’ın evliliği sona erer. Ama yine de babası Muharrem Ertaş’ın “Aslı bozuk” eleştirisinden hoşlanmaz. Ayrıldığı eşini kötülemez. Hatta Neşet Ertaş, onun için şu türküsünü besteleyip söylemeğe başlar.

BİLEMEDİM KIYMETİNİ KADRİNİ

“Bilemedim kıymetini, kadrini
Hata benim, günah benim suç benim
Eliminen içtim derdim zehrini
Hata benim, günah benim, suç benim.
Bir günden bir güne sormadım seni
Körümüş gözlerim görmedim seni
Boşa mecnun eylemişim ben beni
Hata benim günah benim suç benim
Bilirim suçluyum gendi özümde
Gel desem gelirdin benim izimden
Her ne çekti isen benim yüzümden
Hata benim günah benim suç benim

Sana karşı benim bir sözüm yoktur
Haklısın sevdiğim kararım haktır
Garibim derdimin dermanı yoktur
Hata benim günah benim suç benim
Dizelerin Muharrem Ertaş’a, oğlu Neşet Ertaş’a ait olduğu bilinmiyor. Neşet Ertaş, babasına cevaben yazılan dizeleri kendi yazıp söylemediğini söylediğine göre, bu olaydan etkilenen gönlü engin dostlarından, bozlak ve türkülere gönül vermiş birileri yazmış olmalı. Kitabımızın konusuna giren bozlakların asıl kaynaklarından olan Dadaloğlu ve öteki ozanların şiirlerinin birçoğuna bakarsak, olayın kahramanları öldükten sonra, ölen kişinin ağzından dizelerle söylettirilir. Halkımız o denli sevgi saygı dolu ve duygu yüklü ki, ölen kahramanları, kimliği bilinmeyen gönlü bol kimseler yaşatmak ister. Hatta bazıları da, alçak gönüllülüğünden isimlerini gizlemek ister. Dede Korkut’tan günümüze kadar nice destanlar, ağıtlar, olayın kahramanı öldükten sonra şiirlerle konuşturulur. Destan geleneğimizin, hatta bozlak geleneğimizin kuralı da böyledir.
İşte yukarıdaki Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş’ın destansı söyleyişleri, Türk halkının, isimsiz kahramanlarını gönülden gelen muabbetle sevdiklerini gösterir.
Babası Muharrem Ertaş’ın, “bize garipler derler oğul ” söylemi ile bundan sonra adeta mahlas gibi, bütün türkülerinde “garip” sözcüğünü kullanmaya başlar Neşet Ertaş. Çocuklarını babasının yanına Kırşehir’e bırakarak askere gider. Askerde de orduevlerinde verdiği konserlerle çalıp çığırmaya devam eder. Askerden sonra da Leyla’dan ayrılır. Kardeşleri büyümüş, onlarla babası ile aile Abdallar topluluğu gibi, tam çalgı düğünlere giderler. Fırsat buldukça plak, radyo konseri, turneler de devam eder. Askerden sonra sigara ve içki ye de alışan Neşet Ertaş’ın sağlığı bozulur. Daha önce Almanya’ya işçi olarak giden abisine sağlığının bozulduğuna ilişkin mektup yazarak oraya aldırmasını ister. Aldığı alkol ve sigaraya dayanan bir nedenle parmağı tezeneyi tutmaz olur. Hacettepe Ü. hastanesinde tedavi olmaya çalışır. Bakar ki, kendi tabiri ile “can pekmezden tatlı” . Abisinin isteği ile 1967 yılında Almanya’ya gider, orada tedavi görür.
Zorlukla profesyonel müzik sanatçısı olduğunu zorlukla kanıtlayarak Almanya’ya çok uzun bir süreç için yerleşir; 1984 de babası Muharrem Ertaş’ın ölümü ile gelir Kırşehir’e, sonra uzun süre gelmez.
Muharrem Ertaş, Kırşehir’de Bağbaşı mahallesindeki yoksul evinde bu dünyadan göçünce, bir ağıt, bir feryat gibi bozlakları, türküleri Türk Halk Müziğinin şahlanan katına oturur. Babası bu fani dünyadan göçünce, babasına şöyle dizilerle bir ağıt gibi seslenir:
Bütün ustalığını ondan öğrendiği, babası Muharrem Ertaş’ın bu dünyadan göçüşünü Neşet Ertaş bu dizelerde özlem ve duygularını dile getirir. Çünkü en yoksul, en dar zamanlarında, küçüklüğünde, ondan yavan ekmekle, sazla destek almış, onun emeği, sevgisi ve ustalığı ile gurbetlerde yoğrulmuş, onun güç ve teşviki ile sanatının zirvesine çıkmıştı.
Ama hemşerilerinde buruk bir acı, hazin bir gurur vardır içlerinde. Onun için, çok eskilerde eşeği ile köy köy düğünlere gittiği yılların anısına, Küçük Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş ve eşeğinin oluşturduğu kompozisyonu içeren bir heykel dikerler, Kırşehir’in en sakin bir parkına. Muharrem Ertaş, yoksul gecekondusunda, bu dünyadan göçerken, onunla köy köy düğünlerde ekmek parası kazandığı eşeği ahırda bağlı dururmuş. Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş ve tek eşekleri… Bu yoksul dünyanın üç fanisi, Kırşehir’in en sakin parklarının birinde, bronzdan yapılan heykelleri ile ölümsüzleşmişlerdir. Eğer Yolunuz düşerse Kırşehir’e, Kılıçözü Vadisinde Terme Kaplıca Parkında heykelini görürsünüz. Onlar orada bir dua okumaya başlarsanız, karşı Ağbayır yamaçlarından acılı bir feryat gibi, Muharrem Ertaş’ın havalandırdığı bozlakların yankılandığını duyarsınız. Böylece Dadaloğlu, Muharrem Ertaş gibi nice Abdalların ruhlarını yâd etmiş, şad etmiş olursunuz… Belki de “Ağbayır” sırtlarından ağır ağır aşan Bozok’a giden “Avşar arabatlılarının” nal seslerini duyar gibi olursunuz.

TÜRKÜLERİN YARATICISI

“40 yıldır ismi türkülerle birlikte anılan Neşet Ertaş, yolu türkü diyarından geçen, azıcık türküye gönül veren, tebessüm eden herkesin yüreğinde ince bir sızı olmuş usta bir isim. Gönüllerden ve dillerden eksik olmayan türküleri gibi kendisi de gizemli Ertaş’ın. Halk müziğinin pirleri, araştırmacıları, sevenleri hâsılı Neşet Ertaş’ı tanıyan hemen herkes onu, mevcut kalıp ve kurallar ölçüsünde anlamak ve anlatmanın zorluğundan bahsederler hep. Hepsi bu kadarla da bitmez. Neşet Ertaş, türküleri, söyleyiş tarzı, üslubu ve sazın teline dokunuşu ile bile anlaşılması zor bir sanatçı Yaşayan bir efsane Neşet Ertaş. Yaklaşık 40 yıl sazı ile sözü ile gönülleri dağlayan bir efsane.
Ayaklarını bastığı bu topraklardan aldığı güçle sesini ötelerin ötesine duyuran bir sanatçı. Kalabalıklardan köşe bucak kaçan; ancak hep bu milletin içinde, dilinde olan bir “garip” insan. Efsanelerin gizemli bir yaşayışı var. Neşet Ertaş’ın da öyle. İkinci Dünya Savaşı’nın en çetin yıllarında dünyaya geldi Neşet Ertaş. Doğduğu gün, sazı göbeğine koymuşlar ve babası Muharrem Ertaş’a haber salmışlar, “Bir oğlun oldu gel ona saz çal.” diye. Türkiye bu savaşa katılmasa da Anadolu insanı bu savaşın neticelerini iliklerine kadar hissetti. Ertaş’ın çocukluğu bir yandan baba mesleği çalgıcılığı öğrenmekle, diğer yandan köy köy dolaşarak bir öğün yemek için un, buğday ve ekmek toplamakla geçmiş. O günlerde, bir kuru ekmek için kapılarına kadar gelen, saz çalıp türkü söyleyen bir “görüngü” olacağı bilinmiyordu elbet. Babası bozlak ustası Muharrem Ertaş’ın ocağında pişen; sazı, sözü ve hayatı bu okulda öğrenen Neşet Ertaş, “baba okulunun kendisi için hem ilk, hem orta, hem lise, hem de konservatuar ve üniversite” niteliğinde olduğunu söylüyor. Başka eğitim almayan sanatçının sır arkadaşları ise Hacı Taşan, Çekiç Ali ve babası Muharrem Ertaş’dır. Onların sazı, bozlakları, türküleri ile yoğurulmuş Neşet Ertaş ve de adeta yoksullukla da olgunlaşmıştır.
Neşet Ertaş, kabuğunu kırana kadar Kırşehir ve çevresinde düğünlerde saz çalıp, türkü söyleyerek geçinir. Zar zor bulduğu üç-beş kuruşu cebine koyarak 1957′de İstanbul’a gelir. Camda gördüğü bir ilan üzerine soluğu ‘Şençalar Plak’ta alır. Elinde sazı ile dükkândan içeri giren ‘garip’ adam ilk sınavını da babasının ünlü bozlağı ‘Neden garip garip ötersin bülbül’ ile verir. Ertaş’ın profesyonel müzik hayatında seslendirdiği ilk parça olan ‘garip bülbül’ün sözleri de onun yaşamıyla bütünleşmektedir. ‘Garip adam’ın hayatında ‘garip’liğin ayrı bir yeri var. Ertaş daha çocukken yaktığı hiçbir türkünün sonunda adını kullanmaz imiş. Bu durum baba Muharrem Ertaş’ın dikkatini çekmiş ve bir gün “Oğlum sen yeni bir şeyler yapıyorsun ama türkünün sonunda adını kullanmıyorsun’”demiş. Bunun üzerine Neşet Ertaş babasına sonuna bir şey ekleyeyim mi? diye sormuş. Muharrem Ertaş’ın yanıtı bu kez ‘garip’ olmuş. “Bizler garibiz oğlum. Soyadımız yokken bizlere ‘garip’ derlerdi. Gönül de gariptir oğlum.” İşte hayatı boyunca ‘garip’likten kurtulamayacak adamın ilk plağının adı böylece ‘Garip Bülbül’ olmuş.
1960′lı yıllara gelindiğinde sesi ve sazı gümbür gümbür ses veren Neşet Ertaş artık bozlak havaları ile dikkat çekmeye başlar. Tınılarına, ritmine bir takılan bir daha kendisini alamaz. Türkü ile bağlamayı, bağlama ile türküyü birbirine kenetleyen Ertaş’ın yerel ağızla söylediği bozlak türkülerinde kendisini, yıllarca çektiği acıları, sineye çektikleri, dışa vurabildikleridir dillendirilmekte olan. Ama herkes bu türkülerde kendini buluyor. Neşet Ertaş türkülerindeki “gönül” herkesin gönlü, “sevgi” hepimizin sevgilisi, “gurbet” tümümüzün ortak acısı, “Leyla” ise yüreğimize düşen aşktı. Aşk ateşi sinesine düşen Ertaş en güzel türkülerini bu dönemde seslendirdi. Bu türkülerle yola çıkan birçok isim şöhret oldu. Barış Manço’nun, Cem Karaca’nın, Selda Bağcan’ın, Ajda Pekkan’ın ve Zeki Müren’in dillerinde Ertaş’ın türküleri vardı. “Türkülerin yeniden şaha kalktığı” son zamanlarda ise Neşet Ertaş türkülerini yorumlayanların, türküsüne ortak olanların haddi hesabı yoktu. Ancak ne yazık ki sanatçı bu türkülerin hiçbirinden telif hakkı alamadı, alamıyor.
Kalabalıkların içinde yapayalnızdı. Ona yoldaş olan sazı, yanık bozlakları, türküleri idi.
Neşet Ertaş ikinci plağı “Gitme Leylam” ile türkülerin peşinde koşmaya devam eder. Sanatçının türkülerinin geniş kitlelerce kabul görmesi onu da köyden şehre çeker. Şöhret Ertaş’ın avucunun içindedir. Ama Neşet Ertaş alışık değildir, böyle ışıltılı mekânlara. Elindeki sazı, Kırşehir ve çevresinden getirdiği ezgileri özgün ve saf Türkçesi ile söyler türkülerini, tüm mütevazılığı ve sadeliği ile. Koca ve kalabalık bir şehirde, “otel odasında” yaşar yapayalnız. Ertaş kalabalıklardan kaçmaya başlar ve “Yine mi Gurbete Düştü Yolumuz” diyerek “gurbet’e türküler yakar. Ama çark kurulmuştur bir kere. Neşet Ertaş söyler, 45′likler şimdiye kadar eşine ve benzerine rastlanmamış bir şekilde satar ve patronlar zengin olur. Sadece patronlar mı? Ertaş’ın yüze yakın korsan kasetini basan binlerce insan da yükünü tutar bu arada. Ertaş ise her zamanki mütevazılığı ile plaklarından ve korsan kasetlerinden yüz binler satan “yüzsüzlere karşı ‘size hiç bir şey yapmıyorum, sadece sizin adınıza üzülüyorum” demekle yetinir ve onları “Allah’a havale” eder. Onun derdi para pul, servet değil, onun derdi, acılarını, dertlerini, aşklarını, gurbetliğini bir feryat gibi bozlaklarında dile getirmek, havalandırmaktı. Ataları eski derviş Abdallar gibi, “bir lokma bir hırka” yı düşünür, elinde sazı ile sadece türkülerini havalandırırdı.
Ertaş’ın çevresindeki herkes değişir bu dönemde. Ama Neşet Ertaş ve talihi değişmez. “Bir lokma ekmek, bir paket sigara diyen” Neşet Ertaş başladığı yere gelir ve düğün salonlarında ekmek parası için çalmaya devam eder. Neşet Ertaş’ın hayatında ‘geçinmek’ için, bugün de, çalıp-söylediği düğün salonlarının ayrı bir yeri var. O bunu ‘İnsanların mutlu gününde çalmanın verdiği keyif’ olarak açıklıyor ama sözlerinden, davranışlarından da yaşama kırgınlığını sezmemek mümkün değil. Türkülerin duayeni (kıdemli) bir ismin halen düğün salonlarında çalmasından kim rahatsız olur bilmem ama bundan Ertaş kesinlikle yüksünmüyor. Bilakis o düğün salonlarında çalmayı baba mesleği ve onurlu bir yaşam mücadelesi olarak kabul ediyor. Hem de “benim için bin kişi de insandır, yüz bin kişi de insandır değişmez. Ben içimden geldiği gibi yaşıyorum”, diyerek.
Medyaya gelince, bizler türkünün son büyük temsilcisi Neşet Ertaş’ı TRT’nin mantığı ile “Kırşehirli mahalli sanatçı” olarak gördük hep. Siyah-beyaz televizyonların evlere yeni yeni girdiği dönemde tek lüksümüz olan radyolarda ise şu anons vardır hep, “Şimdi Kırşehirli mahalli sanatçı Neşet Ertaş’tan türküler dinleyeceksiniz’ ve birkaç türkü dinledikten sonra da ‘Kırşehirli mahalli sanatçı Neşet Ertaş’tan türküler dinlediniz.” TRT bile baba oğulu karıştırıyordu. Neşet Ertaş, sıkıntı içinde yaşarken, TRT onun türkülerini bedava programlarında çalarak yıllarca kullandı.
Bu dönemde yalnızlık ve yoksulluk ikileminde bocalayan, bir düğün salonundan çıkıp, diğerine koşan Neşet Ertaş’ın tek dostu ‘içki ve sigarasıydı. Ancak bu dostları da ona kazık attı ve içki yüzünden Ertaş’ın parmaklarında uyuşma meydana geldi. Hastalığın ilerlemesi yüzünden sanatçı artık düğün salonlarında da çalamaz oldu. Bu da onun için açlık ve yokluk demekti. Bulduğu birkaç lirayı da hastanelere veren Ertaş’ın tedavisi sonuç vermeyince, Almanya’da yaşayan kardeşinin çağrısı üzerine oraya gitmeye karar verdi.
Almanya’daki tedavi uzun süreceğinden dolayı buraya yerleşme kararı alan Neşet Ertaş, 25 yıldır bu ülkede yaşıyor. Yine bir düğün salonunda türkü söyleyen Neşet Ertaş’ı Türkiye’den önce keşfeden ve ona üniversitelerinde hocalık görevi veren Almanlar, sanatçının yaşama bağlanmasında önemli bir görev ifa ettiler. Almanya Ertaş’ın ikinci vatanı ve olgunluk döneminde türküler seslendirdiği, fikri ve felsefi düşüncesinde değişiklikler meydana getirdiği ülke. Ertaş’ın Almanya’ya yerleşmesinde ‘Ben mektep medrese görmedim, bari üç çocuğum görsün onlar da benim gibi çile çekmesin’ düşüncesi hayli etkili oldu. Almanya’daki yaşamından gayet memnun olan sanatçının hoşlanmadığı şeylerin başında, 1998′e kadar, her iki yılda bir basında çıkan ‘Neşet Ertaş öldü’ söylentileri gelmekte. Bunları yalanlamak ve ‘ölmediğini göstermek için’ yine bir gün Türkiye’ye gelen ve İbrahim Tatlıses’in programına çıkarak tüm Türkiye’ye türkü ziyafeti çeken sanatçının bu gelişi diğerlerinden farklı oldu. Ertaş hem ‘yaşadığını’ kanıtladı hem de türkülerin var olduğunun altını çizdi. Bugüne kadar kasetlerinden doğru dürüst ekmek yiyemeyen Neşet Ertaş satılan eserlerinden yasal olarak para kazanıyor artık. Neşet Ertaş’ı keşfin ikinci ayağı da Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü gerçekleşti. Neşet Ertaş Kitabı’nın tanıtımı için Türkiye’ye gelen sanatçı, Bayram Bilge Tokel’in ‘Gönül Dağı’ programında gönül dostları ile hasret giderdi. Bu programla Türkiye’nin gündemine yeniden oturan Neşet Ertaş’ı medya bir kez daha keşfetme zahmetinde bulundu. Program sonrası Neşet Ertaş’ın kaldığı otel basın mensuplarının akınına uğradı. Bu tür karşılamalara alışkın olmayan sanatçının şaşkınlığı gözlerden kaçmadı. Şaşıran sadece sanatçı değildi. Karşılarında alışılmışın dışında, mütevazı ve farklı bir sanatçı bulan bizler de şaşırdık. Sorularımıza tüm samimiyeti ve doğallığı ile cevap vermeye çalışan usta, bizlerin kimi yeni kelimelerle(!) oluşturduğu soru cümlelerine ‘Ben bu tür sözlerden anlamam. Uzun süredir Almanya’da yaşadığım için yeni kelimelerden habersizim. Benim belleğimdeki kelimeler ise 25–30 yıl önceye ait. Dolayısı ile öyle süslü kelimelerle size cevap veremiyorum. Ben türkü çığırmaktan, saz çalmaktan anlarım. Benden bunu isteyin size kurban olayım’ diyerek karşılık veriyordu”.[1]
“Resimdeki heykel Kırşehir’de bulunmaktadır. Şapkalı kişi Muharrem Ertaş, önündeki çocuk oğlu Neşet Ertaş’ı simgelerken, yanlarındaki eşek de, yıllarca köyden köye binerek dolaştıkları eşekleri.
Muharrem Ertaş’ın ölümüne kadar ahırda bağlı olan eşekleri, gurbet yollarında sazlarından sonra en büyük yardımcıları yoldaşları idi. Yoksulluk içinde büyüyen, yaşayan, “Abdal” diye aşağılanan, ama sonunda Kırşehir’in gururu olan, bu büyük bozlak destancılarına bir vefa borcunu ödemek için, Kırşehir halkı, şehrin en mütena yerine heykellerini dikmişlerdir. Heykele verıp anılarını saygı ile anarsanız, karşı Ağbayır sırtlarından Bozok yaylasına iskâna giden Avşar’ların arabatlarının nal seslerini, hazin Avşar bozlaklarını duyar gibi olursunuz. Baki kalan bu kubbede sazları ve sözlari ile hoş bir seda bırakanlara, kültürümüze eşsiz miras bırakanlara selam olsun.
Neşet Ertaş, Almanya’da da sanatını, baba mesleğini düğün ve konserlerle sürdürür; çağırılan Avrupa’nın her ülkesine konsere ve düğünlere gider.
Almanya’da uzun yıllar geçerken, babasının da ölümünden sonra, Neşet Ertaş’ın öldüğüne dair, kendisine Türkiye’den haberler gelir. Türküleri radyolarda anons edilirken, “rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan bir türkü” diye söylenmeye başlar. Yirmi yıldır yurt dışında olan Neşet Ertaş, İstanbul’a konsere gelince, dinleyenler arasında yurdun her tarafından onu dinlemeye gelenler vardır. Türkülerin arasında “Mühür Gözlüm” ayrı bir yer tutar, o yıllarda çok tanınır. Zeki Müren, bu türkü ile Neşet Ertaş’ı İzmir de kendi programlarına rica ile dâhil eder. Böylece, konserler, turneler, radyo, TV derken, birbirinden güzel türküler, bozlaklar üreterek, halkın gönlünde taht kurmuştu Neşet Ertaş. Küçüklüğü yokluk, yoksulluk içinde, hem de dilenerek yaşamını sürdürüp, adeta kaderi, talihi tırmalayarak zirveye bin bir zorlukla tırmanan Neşet Ertaş 60 yaşından sonra şöhreti yakalar. Kendisine devlet sanatçılığı teklif edilir, bu mütevazı, adeta türküleri ile yalnız yaşayan, yoksul Anadolu Abdalı Neşet, bunu almaya çekinir. Zamanında elinden tutmayanlara adeta bir gönül kırgınlığı olmalı ki, 60–66 yaşında bu şöhret ve teklifler için kendisi, “zamanında vaktinde gerekti tımar, öldü eşek, kaldı semer”, diye amiyane bir deyim kullanır. “Şöhreti ben istemedim, elli yıldır gramofon devrinden beri halkıma türküler veririm”, diyen Neşet Ertaş şöhret olmaktan adeta korkar. O yıllarca hiç para-pulu düşünmeden çalıp söyler.
Neşet Ertaş, Almanya’dan Kırşehir’e gelince bakar ki meydanlarda babasının kendinin heykelleri ile süslenmiş, buna çok duygulanır şunları söyler:
………………………..
Halkın içinden gelen, bu yoksul Abdal halk çocuğu, konserlerinde, insanlar onun eline dokunmak, elini öpmek isterler, boynuna sarılmak isterler. Çünkü onun türkülerinde halkın acıları, özlemleri, aşkları, dertleri vardır, onlarla, türkülerle halkına ortak olur.
Neşet Ertaş’ bir röportajında şunları söyler: “Müzik ruhun gıdasıdır derler, doğrudur, Ben de müzik tapınaktır, diyorum. Müzik de ille de telin sesi değil. Belki ilk dünyaya geldiğimizde belki rüzgârın sesini duydu kulaklarımız, ama anamızın ninnisi gecikmedi bizi uyutmak için. Onun sesinden daha tatlı müzik olabilir miydi, ruhumuza nakşolunan? Onun için söyledim –iki büyük nimetim var, biri anam biri yârim-

Ananın çocuğa söylediği ninniden müzik çıkaran, müziğe tapınak diyen o ince duygulu barışçıl insan Neşet Ertaş şöyle diyor: “Ben ömrümde hiç kimse ile kavga etmedim, eserlerimi kopya edip korsan yapanlarla bile kavga etmedim. Allah’a şükür ki, tüm konserlerimde ve programlarımda da hiç kavga çıkmadı. Ben halkın içindeyim, halkın insanıyım, insanları, hayvanları severim, severim yaratanın yarattıklarını, aslonan sevgidir.”
Halkın bu sevgisini Neşet Ertaş şöyle açıklamakta: “Halkın sevgisini kazanan bu türküler, bozlakları üreten, geliştiren Abdallardır, Anadolu Abdallarıdır. Bunlar aynı zamanda Alevî eğimli Bektaşilerdir, yani bizleriz. Taa Kerem’lerden, Mecnun’lardan, Karacaoğlan’lardan, Pir Sultan Abdal’lardan, Muharrem Ertaş’lardan, Hacı Taşan’lar, Çekiç Ali’ler, daha nice isimsizler, bizler aynı kanalın getirileridir. Anadolu’da birinin yakını, bir yiğit öldüğü zaman yüreği yanar, bir destan yazılır. Âşıklar, ozanlar, ebelerimiz destanı söyler, yazar; biz de onu bestesinde havalandırırız, sazımızla telimizle türkü ve bozlak üretiriz. Türkülerin de, bozlakların da, destanların da ana kaynağı halkımızdır. Bizim havalandırdığımız türkülerde halkımız kendini bulur, kendi acısını, sevincini bulur. Onun için bizi, türkülerimizi, bozlaklarımızı sever ve dinler. Türkülerin içinde aşk vardır, özlem, acı, gurbet, hasret bunlarla yoğrulur. Bunun ustası da biz Abdallardır. Abdallar Bektaşilerdir, yanık yürekli insanlardır, türküler ürettir, türküler yakarız. Birimiz değil, hepimiz böyleyiz. Âşık insan türküler söyler, türküler üretir. Abdal dedikleri, Bektaşi dedikleri insanlar, doğuştan âşık insanlardır. Asırlar boyu böyle geldi. Ta Kerem’den, Mecnun’dan, Kamber’den, Karacoğlan’dan, Pir Sultan Abdal’a daha nice âşıklara kadar, Abdallar, Bektaşiler olarak bizler, türküleri üreten insanlarız.
Biz üretenleriz. Kaynak kişileriz bizler. Aşığız, üretenleriz. Türküleri üretiyoruz biz. Başkaları bize ozan, âşık derler, kimileri şair derler. Biz halk aşığıyız, halkın aşığıyız. Biz türkü üretiriz, türkü yakarız.”.

PROF.DR. MEHMET ALİ ALTIN VE NEŞET ERTAŞ:

Baştabibi Prof. Dr. Mehmet Ali Altın, hastalığı nedeni ile Neşet Ertaş’a çok yakınlık göstermiş, arabası ile şehir içinde muhtelif yerlere götürmüş, böylece Neşet Ertaş’ın çok büyük sevgisini kazanmış olan Prof. Dr. Mehmet Ali Altın kendisi de amansız bir pankreas kanseri hastalığının pençesine yakalandığını sonradan öğrenir. Kendisi Anavatan Partisinden Kırşehir Milletvekili olarak seçilmişti.
Prof.Dr. Mehmet Ali Altın, ilkin hastalığına inanamamış, raporlarını, “bir ahbabın raporları, şuna bir bakıver” diye bir uzman arkadaşına gösterdiğinde, uzman arkadaşı, kimin olduğunu bilmeden, “abi bu hasta bitmiş, yapacak bir şey yok. Allah yakınlarına sabır versin” deyince, ölümcül bir hastalıktan çok az ömrünün kaldığını üzüntü ile öğrenir. Vefatından bir ay kadar önce, dostları ile gece boyunca rakı sofrasında, “yolun sonu görünüyor” türküsünü defalarca dinleten, dinleyen hem ağlatan, hem ağlayan, Kırşehir’in can, vefalı, çalışkan evladı Prof. Dr. Mehmet Ali Altın bir ay kadar sonra hayata veda eder.
Sevgili Hemşerisi Prof.Dr. Mahmet Ali Altın’ın bu ani vefatını öğrenen Neşet Ertaş’ın yüreği yanar, ama kaderin önüne geçilmez ve gözyaşları ile şu dillerde tellerde ağıtı havalandırır:

PROF.DR. MEHMET ALİ ALTIN’A AĞIT

Çarığınan köyünden gelen
Tıp okuyup doktur olan
Hastanın halından bilen
Doktor Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın
İnsanlık kaynıyor kanı
Hızmat vermektir her anı
Kardaş bilen tüm insanı
Doktor Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın.

İnsanlıktır onun yolu
Yüreği insanlık dolu
Kırşehir’in altın oğlu
Doktor mehmet ali altın
Doktor Mehmet Ali Altın.
O hep insanları sevmiş
Bencilliği çoktan kovmuş
Sanki hızmat içün doğmuş
Doktor Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın
Oturup yerinde durmayan
Hiçbir insanı kırmayan
Kimseden çıkar görmeyen
Doktor Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın

Köyü Yağmurluobası
Nur olsun doğuran anası
Yoksul fakirler babası
Doktor Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın

Nice acıları dadan
Acı demiyerek yudan
Lütuftur bize Tanrıdan
Doktor Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın
Garibim eyiliği çoktur
Bartıl yemez yüzü aktır
Bakana yakışan doktur
Sayın Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın
Doktor Mehmet Ali Altın[2]

[1]http://www.nailgulbahar.8m.com/nesetertas.htm

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget