Evliya Çelebi'nin Seyahatname Anılarından İlginç Anımsamalar (2) - Cevat Kulaksız

Evliya Çelebi'nin Seyahatname Anılarından İlginç Anımsamalar (2) - Cevat Kulaksız Evliya Çelebi (1611-1682), Anadolu ve çevresinde nice köy, kasaba ve şehirleri gezmiş

Evliya Çelebi'nin Seyahatname Anılarından İlginç Anımsamalar (2) - Cevat Kulaksız
DEVLETİNDEN KAÇAN, SAKLANAN GİZLENEN TÜRKMENLER
Evliya Çelebi (1611-1682), Anadolu ve çevresinde nice köy, kasaba ve şehirleri gezmiş, gezdikleri yerlerde tanık olduğu, gördüğü bütün olayları yazmış en seçkin gezgin yazarımızdır. Kendisinin ifadesi ile “41 yıl 18 padişahlık” yerleri gezmiş. Yazdıkları da adeta bir belgesel, gelecek nesillere tarihi kaynaktır.
Evliya Çelebi günümüzden 450 yıl kadar önce, Hicaz’a gitmek üzere güney sahillerimizde köy köy, şehir şehir bütün beldeleri ziyaret ederek yoluna, seyahatine devam ediyor. Akdeniz sahillerinde Manavgat yakınlarındaki yolculuğunda, anılarından Seyahatnamesinden kendi anlatımına bir göz atalım:
“Manavgat şu mahaldir” diyebilecek bir adam bulamayıp hayran hayran 9 saat gezdikten sonra, adıyla bilinen bir yalçın kaya dibinde vaki, yetmiş seksen evli bir Etrak-i bî-idrak köyünde misafir olup yüz bin türlü güçlükle atlarımıza yem ve bizlere biraz yemek getirdiler de burada konakladık. …Konakladığımız Yonmataş köylüleri de “Manavgat’lı değiliz” diye inkâr ettiler. Amma gerçekte Manavgat hudududur, Alaiye (Alanya) sancağı hükmü altındadır”. Evliya Çelebi, kime sorsa Manavgat’lı olduklarını, Manavgat’ın yerini yörünü hiç kimse söylemiyorlar.

MANAVGAT’LI OLDUKLARINI NEDEN SAKLIYORLAR? ÇÜNKÜ TOROS TÜRKMEN KÖYLÜLERİ OSMANLIYA DARGIN VE KIZGIN İDİ.
Görüldüğü gibi, Yonmataş köylüleri olan Türkler, Manavgat nahiyesi ile yan yana oldukları halde Manavgat’ın nerede olduğunu ve de yolunu dahi söylemekten çekiniyorlar. Çünkü Toros Türkmenleri Osmanlı’ya daima şüpheli bakmış, vergi ve askerliğe tepki olarak Osmanlı’yı hep yabancı görmüştü. Osmanlı yöre Türkmenlerini nasıl dışlamış, yabansı görüyorsa, yöre Türkmenleri de Osmanlıyı o dedenli yabansı görüyor.
Yavuz Sultan Süleyman’dan beri Alevilere yapılan katliamları yaşadıklarından, sonra da Kanuni öz oğlu yiğit Şehzade Mustafa’yı gözünün önünde katlettirince, Türk halkı öylesine sarsılmış, öylesine yasa bürünmüş ki devletine küsmüş, artık daima Osmanlı’ya şüpheyle bakmış, Osmanlının asker ve vergi almasından kurtulmak için ıssız dağlara, vadilere saklanırcasına kaçmıştır.
Hıristiyanlığın yeni yayılmaya başladığında bu din yasak olduğundan Hıristiyan dindarlar, Kapadokıa (Nevşehir-Ürgüp dolaylarında) nasıl yer altına kazılmış yerleşim yerlerine, mağaralara saklanıyorlarsa, Toros, Tahtacı Türkmenleri de Torosların zirvelerine, yalçın vadilere saklanıyorlar, Osmanlı’dan kaçıyorlardı. Bu saklanma ve kaçış üç yüzyıldan fazla sürmüş. İşte onun için Osmanlıyı yabansı gördüklerinden bildikleri adresleri söylemiyorlardı. Ne ki Evliya Çelebi’nin anlatımına göre Osmanlı’dan gelen misafirleri, Evliya Çelebi gibi gittiği yerde el üstünde tutulan bir seçkin insanı bile misafir olarak kabul etmiyorlardı. Bu nedenle Evliya Çelebi bu bölgedeki anılarını yazarken, Manavgat yöresindeki Türkmen-Avşar Türkleri için etrak-ı bi-idrak (idraksız Türkler), “asi” ve “acayip haramzade kavimdir” diye yazmaktadır. Osmanlı, Alevi Türkmenleri inançlarıı için (Alevi oldukları) Yavuz Sultan Selim’den beri katliamlara uğradıklarından, asker ve vergi almaktan başka bir işlevi olmadığı için, Yöre Türkleri de Osmanlıyı şöylece kızgın tekerlemeli dizelerle eleştiriyordu:

“Şalvarı şaltak Osmanlı

Eyeri kaltak Osmanlı

Ekende yok biçende yok

Yiyende ortak Osmanlı”.


OSMANLI, TÜRK HALKINI DA, TÜRK DİLİNİ DE HOR GÖRÜYORDU.
Osmanlı özbeöz Türk olan, özbeöz Türkçe konuşan Toros Türkmenlerini (Alevileri) öylesine dışlıyordu ki, hemen hemen bütün Türk halkını Etrak-ı bi idrak (idraksız Türkler), özbeöz Türkçe dilini de (kobat dil) diyerek aşağılıyordu. Devlet ve Osmanlı aydınları devlet yazışmalarında ne Arapça, ne Farsça olmayan Türkçe, Farsça, Arapça karışımı Osmanlı denilen, ne Türkün, ne Arabın, ne de Farslıların anlamadığı karmaşık acayip bir dil kullanıyordu, bu acayıp dili de güya, saraya yakın Osmanlı aydınları bilim dili olarak sanıyorlardı. Devlet ricaline yaranmak isteyen Osmanlı ozan ve yazarları da, Osmanlıca yanında şiirlerinde, Türk dil yapısına uymayan aruz vezni denilen bir kalıp kullanıyordı.
Öte yandan Yunus Emre’den, Pir Sultan Abdal’a, Karacaoğlan’a nice Alevi ve Abdal ozanları’ na kadar öz halk dili Türkçe ile öz kaynağında şiirlerini, destanlarını, türkülerini söylüyorlardı.
Osmanlı, Toros Türkmenlerini, öylesine yadsımış, öylesine dışlamıştı ki, ta Fırka-i İslâhiye’ye kadar üç yüz yıldan fazla bir zaman, Tahtacılar, Avşarlar ve öteki Türkmen boyları devletten, devlet kolluk güçlerinden uzak durarak, Torosların kâh o ıssız ve yalçın tepelerine, kâh ıssız vadilere göç ederek özgürce yaşamışlardı.
Yüzyıllardır Osmanlı yönetiminden adeta bağımsız veya ayrı gibi özgür yaşayan Avşarlar, Tahtacılar ve öteki Türkmen boyları devlet denetiminde olmaları için, bulundukları yerlerden adeta sökülüp alınarak Uzun Yayla, Bozok, Kayseri, Kırşehir, Halep gibi başka bölgelere göçe iskâna zorlandılar. Binlerce insan on binlerce hayvanları ile bulundukları yerlerinnden yurtlarından sökülüp adeta tehcire gönderildiler. Böylece Osmanlı sadece Ermeni Tehciri uygulamamış, kendi öz halkını da tehcire uğrtamıştı.
Bu zorunlu gönderiliş, yerlerinden yurtlerından koparılıp Türkmen Tehciri uygulaması öylesine kavgalı, acıklı olumuştur ki, Dadaloğlu, Kozanoğlu gibi nice Avşar ozanlarının dizeleri ile şimdiki Neşet Ertaşların, Muharrem Ertaşların, Hacı Taşanların yürek yakan “kalktı göç eyledi Avşar elleri” gibi Avşar bozlakları ve ağıtları o zamanların acılarından yaratıldı ve söylendi. Dinleyin bu bozlakları adeta insanın içini yakan bir feryat gibidir. Okuyun Dadaloğlu’nun şiirlerini adeta bir başkaldırı gibidir, destansı bir ağıt gibidir.
Kalktı göç eyledi Avşar elleri

Ağır ağır giden eller bizimdir

Arap atlar yakın eyler ırağı

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir


Belimizde kıcımız kirmani

Taşı deler mızrağımız temreni

Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlum yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur

Nice koç yiğitler yere serilir

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir


Katliam ve sürgünlere tepki olarak, Osmanlı devletinin nerede ise her eyaletinde isyanlar patlak vermişti. Osmanlı’nın zaptiyesinden, tahsildarına kadar her memuruna, Evliya Çelebi gibi nice aydınlarına bile şüphe ile bakmışlardı. O nedenle bir türlü Manavgat’ın yerini ve yönünü bildikleri halde, Evliya Çelebi ve yanındakilere asla doğruyu söylemiyorlardı.
Aynı kitabın 283. Sayfasında Silifke’nin köyleri için, “nahiyesi 26 asi köylerdir” diyerek yöre Türkmen Türklerine peşinen “asi” demekte. Yine aynı sayfada Türk Köylüleri için Evliya Çelebi, “Etrak kavmi Mamuriyye” deyip “Anamur iskelesi” derler”, diye yazmakta. [i]
1950de küçüklüğümden anımsıyorum. Bizim, Kaman’a bağlı Yelek köyüme komşu Savcılı Büyükoba vardır, (şimdi her ikisi de kasabadır). Savcılı Büyükoba ve çevresinde ona bağlı küçük küçük köyler 1800 lerden Fırka-ı İslâhiye’nin iskânıyla Güney’den gelen Avşar Türkmenlerindendir. Bizim köylüler Savcılı Büyükoba halkına hep “Türkmen” derlerdi. Şimdi her ikisi de kasaba olan Yelek ve Savcılı Büyükoba halkı arasında sınır itilafları yüzünden kavgalar olurdu. Bir taraf öbür köyün sığır ve öteki hayvanlarının kendi arazilerinde otlatmasını istemezdi. Yine bir sınır itilafı mahkemeye düşmüş, Kaman’dan hâkimle keşif getirilmişti. Hâkim arazide her iki köylülerin önünde soruşturuken, Türkmen köyü olan Savcılı Büyükoba halkından biri, Yelek’lileri kastederek, “hâkim bey bu Türkler bize çok zulüm ediyorlar” diye yakınınca, hâkim şaşırır, “bu nasıl söz, siz Türk değil misiniz” diyerek tepki gösterir. Bu sözün altında yukarıda açıkladığımız Osmanlı-Türkmen ayrışmasının, dışlamasının günümüze gelen dışavurma halidir.
İslâm, ilkin Araplara geldiğinden, Araplar tarafından dünyaya yayıldığından, Araplar, kendilerini Kavm-i Necip (üstün ırk) olarak görüyorlar; Osmanlı da bunu benimserken, Araplar ise Türk halkına, ne yazık ki, etrak-ı bi idrak (idraksız Türkler) diyorlardı. Bilmiyorum dünyada böylesine bir millet var mıdır ki, kendilerini aşağılayan ulusu “üstün ırk” diye öven, yücelten.
Müslüman Türkler İstanbul’u Bizans’tan aldıkları zaman, çağ açıp çağ kapayan bu tarihi olayı Araplar küçümsüyorlar, “bu sayılmaz, Müslümanlar almamıştır, Türkler almıştır” diyorlardı.
“İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirldiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır. Türk halkını aşağı varlık gören padişahlar bile, Türk kızlarını tercih etmeyip Hıristiyan kızlarını eş olarak alıyorlardı. Hürrem Sultan’dan bilmem ne sultana kadar padişah eşleri yabancı kökenli idi.
Osmanlı’nın Türkleri aşağılayan bakış açısı şiirlere, tekerlemelere de yansımıştır:

“Türk değil mi merzifon’un eşeği

Eşek değil köpekten de aşağı”

“ Geçmiş yüzyılda Jön Türkler’in kendilerine bilinçli olarak Türk demelerinden önce, Türk kelimesinin “geri kalmış köylü” anlamında kullanılıyordu.
1912 yılında Sebilürreşat dergisinde çıkan bir yazıda ”Türk” kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. ”Türk hükümeti”, ”Türk Ordusu”, ”Türk ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu.
1913 tarihli ”Mecmuai Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında, “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler, yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız” denilmektedir.
“Üniversitede profösörlük yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı ”İslâmda Davai Kavmiye” adlı kitabında, Türk’e karşı savaş açmış ve ”Türkün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzüm ve ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir” demiştir.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde şu bilgileri veriyor:
“Bu milletin yakın zaman kadar kendisine mahsus bir adı yoktu. Tanzimatçılar ona: ‘Sen yalnız Osmanlısın, sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile ‘Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiç bir içtimai zümreye mensup değilim’ demeye mecbur edilmişti” [ii]
Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde şunları yazıyor:
”Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslâm ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti.
… Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.”
Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor. Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor; aldığı cevaplar, konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, ”hangi milletten” olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle, ”Ben Türküm Efendim” diyor. Bunun üzerine Paşa ”Niçin sıkılıyor, saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türküm” diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, ”Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk’ten Paşa da olurmuş ha” diye sevinçle karışık hayret ifade edince, Vefik Paşa ”Paşa da kim oluyormuş, Padişah da Türk, Padişah da” diye haykırıyor. Sonra, imparatorluğun iki dertli ihtiyarı, sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak sarılıp, Türkün hazin kaderi için ağlaşıyorlar”. [iii] [iv]
Atatürk Bir Hatırasını Şöyle Anlatıyor:
“Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” [v]

TÜRK MÜ OSMANLI MI?
Kurtuluş Savaşı Yılları, savaş yılları. Kazım Karabekir’in komutasındaki Doğu Cephesinde bir Türk Tümeni Pasinler (Hasankale) ovasındadır.
Bir Türk Subayı, birliğine yakın bir köyde oturan on beş yaşlarında bir köylü çoban çocuğuna takılır, şakalaşmak ister:
“-Bana bak oğlum senin adın ne”?
“-Adım Ahmet”
“-Sen hangi millettensin? (Ermeni olmasından şüphe ediyormuş)
“-Osmanlıyem”
“-Osmanlı ne demek, sen Türk değimlisin”?
“-Hayır, ben Türk değilem, Osmanlıyem.
“-Peki, sen hangi dilden konuşuyorsun, Ermenice mi, yoksa Türkçe mi?
“-Türkçe konuşurum.
“-Mademki Türkçe konuşuyorsun o halde sen Türk’sün.
“-Hayır, efendim ben Türk değilem.
“-Ulan sen de Türksün, ben de Türküm.
“-Efendi, sen Türksen Türk ol, Bana ne? Ben Türk değilem.
“-Ulan padişah dahi Türk tür.
“-Efendi, günaha girme, padişah Türk olmaz.
Osmanlı devrinde Türklüğü öteleyip “İslâm Ümmetçiliğini” ön plana çıkardıkları için, masum halk da bu telkinlerin etkisi altında yoğurula yoğurula adeta Türklüğünü unutmaya, yukarıdaki olayda olduğu gibi Türklüğünü inkâr eder hale getirilmişti. Osmanlı özentileri bunu mu istiyor aceba?
Meğerse bu havalide Türk demek, Kızılbaş demek imiş. Bütün Azeri Türkleri Kars, Ardahan ve Tiflis Şii mezhebinden olduklarından Sünni olanlara “Osmanlı” derlermiş.[vi]

OSMANLI AVAM TAKIMI TÜRK HALKINA “EŞEK” DERDİ
Osmanlı İmparatorluğunun saray erkânı, birçok ileri gelen ulema takımı, Öztürkçe konuşan Türk halkını, Türk köylüsünü ve dilini küçümserler, kimileri aşağılarlardı. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu vb daha nice halk ozanları, Öztürkçe, halkın dili ile şiirler söylerken, padişah dâhil, öteki Osmanlı aydınları şair ve yazarları (Divan Edebiyatında olduğu gibi), yazdıkları kitaplarda, devlet yazışmalarında Arapça, Farsça, Türkçe karışımı, Ne Türkün, ne Arabın, ne de İranlıların Osmanlıca denilen ve halkın anlayamadığı bir dil kullanıyorlardı. Bu nedenle halkla devlet arasında bir kopukluk bile oluyordu. Halkın anlayamadığı Osmanlıca ile yazışma ve konuşmayı “aydın olmak” olarak görüyorlardı. Osmanlı aydınları, halkın öz dili olan Türkçeyi konuşan halkı küçümsüyorlar, Türkçeyi “kobat dil”, Türk Halkını da “Kaba Türk” diye aşağılıyorlardı.
Bu konuda Ziya Gökalp şöyle demektedir: “Osmanlı sınıfı, kendi milleti hâkime (egmen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türklere milleti mahkûre (aşağı ulus, hor görülen ulus) nazarıyla bakardı. Osmanlı daima, Türk’e-“EŞEK- derdi”. [vii]
Osmanlı sarayının devşirme yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi’nin 1499 yılında yazdığı şiirin bir kıtası şöyledir:

………………………
“Sakın türk’ü insan sanma

Bir an bile olsa Türkle olma

Türk eline şeker olsa, o şeker zehir olur

Türk’ün başını keserken sakın gam yeme

Baban bile olsa Türk’ü öldür”.[viii]

İnsan gerçekten dehşete düşüyor. Bir Türk aydını kendi halkını aşağılıyor, ne ki Türk’ün başını kesmekten, Türk’ü öldürmekten bahsediyor, yazdığı şiirinde. Müslümanlık babalanmasından, Arap böbürlenmesinin, Arap emperyalizminin Türk halkını nerelere götürdüğünün acı sonucu, dehşet veren görüntüsüdür. Osmanlı böylece bilim ve teknolojiye ilgisiz, kendi öz halkına karşı dışlayıcı, aşağılayıcı görüldüğü gibi insanlar üzerindeki dinsel şartlandırma ve dinsel telkin, halkın, Türk’ün özbenliğini yitirmekte olduğunun kanıtıdır. 1923 ten sonra Atatürk’ün laik devlet düzeni, aydınlanma çabası Türk’ün silkinip özbenliğine döndüğünü çağdaş dünyaya göstermişti.
Ne yazık ki günümüzde Atatürk ve laiklik düşmanlarının tekrar eski bağnaz ataklarını Türk halkına telkine başladığını görüyoruz. Unutmayalım ki bir ülkeden laiklik gittikçe, dinsel telkin ve dinsel baskı arttıkça çağdaşlıktan, yaratıcılıktan uzaklaşılır; bir ülkede dincilik yarşı başlamışsa o ülke artık iflah olmaz, Afganistan gibi çağın gerisine itilir.


SONNOTLAR


[i] Evliya Çelebi Seyahatnamesi Hac Kitabı Yeditepe Yayınevi İstanbul 2011 sf 275-276
[ii] (“Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını 1994, s.34).
[iii] (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını 1994, s.238).
[iv] 1865–1866 yıllarında İbrahim Derviş Paşa (Lofçalı, 1817–1896) ve Ahmet Cevdet Paşa (1823–1895) yönetiminde Fırka-i İslâhiye ordusu oluşturuldu
[v] (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü yayını 1994, s.19).
[vi] Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları-Rahmi Apak Sf: 99–100
[vii] Başlangıçtan Atatürk’e Türk Halk Eylemleri Prof. Dr. Çetin Yetkin sf:169
[viii] http://bilinmeyengercekturktarihi.blogspot.com/2011/06/osmanl-turk-mu.html

Evliya Çelebi’nin Gezilerinden İlginç Notlar - Cevat Kulaksız

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget