Ocak 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Yıl 1932… Türkiye Cumhuriyeti 9, Mustafa Kemal’in adını verdiği “Cumhuriyet gazetesi” ise 8 yaşındaydı…

1932’de Cumhuriyet gazetesi “Türkiye Güzellik Kraliçesi” seçimini 4. kez düzenlemişti. O yılki yarışmayı Çerkez kökenli Tevfik Halis Bey ve Ferhunde Hanım’ın altı çocuğundan biri olan 19 yaşındaki Keriman Halis kazandı. Babası, elinden tutarak getirdiği kızının adını Cumhuriyet’teki düzenleme komitesine yazdırmıştı.

***

Piyano çalan genç Keriman, ailecek müzisyen bir aileden geliyordu. Amcası ünlü operet bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi, halası da ünlü kadın besteci Neveser Kökdeşidi.

İki yıllık eşi topçu subayı Mehmet Ali Üsküdarlı’nın Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmesi ile 18 yaşında dul kalan Neveser Hanım’ın 500’ü aşkın bestesi vardı. Ağabeyinin operetlerinde piyano, gitar, tambur çalan Neveser Hanım sıkıntılı günler yaşamış, vasiyeti gereği notalarını yaktırdığı için günümüze yaklaşık 100 kadar bestesi kalmıştı.

Abdülhamit tahta çıkınca Abdülaziz’in başmabeyincisi olan baba Hurşit Bey’i Adana’ya sürmüştü. Muhlis Sabahattin 1890’da Adana’da doğdu. Muhlis Bey, Batı müziğine ilgi duymakla birlikte “Jön Türkler”in kurduğu “Osmanlı Demokrat Fıkrası’nın Genel Yazmanlığını” da yapan bir gazeteci idi.

“Monokl (tek camlı gözlüklü)” gazeteci, Osmanlı hükümetine karşı yazıları nedeniyle Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldı. Mesleğini bırakıp Avrupa ve Amerika’da müzikle uğraştı. Mütarekeden sonra İstanbul’a döndü, ancak kente uzak bir köye sürgün edildi.

Cumhuriyet döneminde yeğeni Keriman Halis’in “kraliçe” seçilmesinden iki yıl önce kurduğu Süreyya Opereti’nde Surruri’ler, Dilligil’ler, Karaca’lar yetişti. “Ayşe”, “Karım Beni Aldatırsa”, “Milyon Avcıları”, “Söz Bir Allah Bir” gibi operet ve müzikli filmlerin bestelerinden sonra “Operet Kralı” ilan edildi.

Ne var ki besteleri kardeşi Neveser Hanım’ın notaları arasında yakıldı. Yıllardır büyük coşku ile söylenen şu şarkının Muhlis Sabahattin Ezgi’ye ait olduğunu çok kişi bilmez:

“Hatırla sevgili o mesut geceyi

Çamların altında verdiğin buseyi

Bana sen öğrettin, bu aşkı sevdayı

Ne çabuk unuttun beni sen hercai”

1939’da kızı Melek’in ölümü ile bunalıma girdi, verem hastalığına tutuldu. 1947’de yaşama gözlerini yumdu. Cenazesinde, Şehir Bandosu bestecinin çok sevdiği, “Ayşe”operetinden “Ayşe’nin Duası” şarkısını çalarak eşlik etti.

***

Keriman Halis 1932 İstanbulu’nun o ortamında “Türkiye Güzellik Kraliçesi” seçildi. Aynı yıl Cumhuriyet gazetesi, genç kızı Belçika’ya “Uluslararası Güzellik ve Zarafet Yarışmasına” gönderdi.

31 Temmuz’da 28 ülke adayının katıldığı yarışmada “Dünya Güzeli” seçildi, başı taçlandı. O an Türk bayrağı bulunamadığı için, sağlanan kırmızı bir atlas üzerine salonda ay yıldız işlenmiş, izleyicilerin alkışlarına balkondan dalgalandırılarak yanıt verilebilmişti.

“Kraliçeler gibi” karşılandığı “Sirkeci Garı’ndan” İstanbul’a dönen Dünya Güzeli kızımız, yarışma anını şöyle anlatmıştı: “En sonunda ben ve Almanya güzeli kaldık. Kırmızı bir tuvalet giymiş, yakasına da beyaz kurdele takmıştım. Jüri başkanı elindeki zarfı açtı. Heyecandan bayılabilirdim. Ve bütün tiyatro salonu, ‘Yaşasın Miss Turkey!’sesleriyle inledi.”

Yarışmayı izleyen Halit Turan Bey, anılarında o olayı ve sonrasını şöyle yazdı: “Genç Cumhuriyet yönetimi ile saygınlığı artan Müslüman Türk kadınına, yarışmanın tamamı Hıristiyan olan jüri üyeleri, büyük bir hayranlık duygusunu dile getirdiler.”

Türkiye’nin ilk “Dünya Güzeli” Keriman Halis’in resimleri yabancı basında sürekli yayımlanmakla kalmadı, kartpostal olarak da basıldı. Batı dünyasında İslamiyet ile özdeşleşen Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel bir bağnazlık içerisinde olduğu yönündeki önyargılar yıkıldı. Öyküsü, Japonya’da okullarda ders kitaplarında “Keriman Halis Olayı” diye okutuldu.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nde Atatürk’ün önderliğinde Türk kadınının erkek egemenliği ve baskısından kurtulmasının da simgesi oldu. Mustafa Kemal, Cumhuriyet gazetesini ve dünya güzelinin başarısını bir yazı ile kutladı.

1933’te kadınlara “muhtar” olabilme, 1934’te anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Yarışmadaki başarısından sonra Atatürk, 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ile dünya güzeline “kraliçe” anlamına gelen “Ece”soyadını resmi olarak verdi.

***

Bir yüzyıllık ömründe Keriman Hanım, Osmanlı’nın son günlerini, Atatürk Cumhuriyeti’nin devrimlerini ve bugünlerde kadının “türbana” ve “çarşafa sokulması” ve 2009’da 953 kadının öldürülmesi olaylarını da yaşadı!

Resimde önünde durduğu Haydarpaşa Garı’nın da Sirkeci gibi 20. yüzyıl tarihindeki işlevine son verdirileceği anlaşılıyor! Keriman Halis doğduğunda, 1908’de hizmete giren bu gar henüz beş yaşındaydı.

Sirkeci Garı, Türkiye’yi Batı’ya açıyordu. Adını 3. Selim’in subayı Haydar Paşa’dan alan bu gar ise Anadolu’yu Batı’ya bağlıyordu. Zamanla çeşitli kazalara uğrayan ve 28 Kasım 2010 tarihinde çıkan yangında garın çatısı çöktü.

***

Sirkeci Garı’ndan “kraliçe” unvanı ile Türkiye’ye çağdaş kadının simgesi olarak dönen Keriman Halis, Haydarpaşa Garı’nın görkemi önünde Ece soyadı ile bu resmi çektirmişti.

Cumartesi günü 99 yaşında ölen Keriman Halis Ece için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bir “başsağlığı” dileğinde bulundu .

Özgen Acar/Cumhuriyet

Yakınlarından biri birdenbire ortadan kaybolan kişi ne yaşar?Önce telaş,kaygı,bekleyiş.Ardından inanmazlık,bilinmezlik,umut,zorlu bir arayış süreci ve yorgunluklar.Dinmeyen gözyaşları.Kahredici bir umutsuzluk ve acı.Kaybolan birinin öldüğüne inanabilmek çok uzun sürer.Başına gelen felaketi bilmemek deli eder insanı.Geride kalan bir ses.işaret.ipucu ve uzanacak yardım elini özler yıllarca.Oğlu.kızı.eşi ya da kardeşi bir biçimde.devlet iradesiyle gözaltına alındıktan sonra kaybolmuş olanların acısı ise bütün hukuk kapılarının duvar oluşuyla isyana dönüşür.O korkunç arayıp sorma sürecinde geri dönülmez.belalı bir kaybolma öyküsü içinde yer almaya hiç kimse gönüllü olmaz.Olan olmuş.diller susturulmuş.tutanaklar silinip yok edilmiştir.Sert bir ret.inkâr.korkulu ve tehditkâr bakışlar vardır başvurulan her yerde.Kokular.sesler.sezgiler egemen olur iz sürenin ruhuna.İdrar-beton-nem kokan hücreler.İzbe,kan-tuz-elektrik kokan işkence odaları.Morg,mezarlık,bataklık imgeleri.Bir insanı gizlice,kim bilir nasıl-yokluğa taşımış her şey,herkes,her yer.
Kasıtla,zorla kaybedilmiş birini aramanın sonu yoktur.Kapılar bir bir kapanıp umutlar boşa çıktıkça,resimler,gölgeler kalır belleklerde.Kırda bir yemek,son sözler,son gülüş.Kucaklaşmaların sıcaklığı kalır tende,buruk özlemi.Bir insanı vedasız,buharlaşmışçasına kaybetmek,hayatının onunla geçen bölümünü de kaybetmektir.Öfke dik tutsa da yıkım kaçınılmazdır.Neden sonra çaresizlik,hayal kırıklığı ve acı sınırlarını aşarak acıklı bir razı oluşa dönüşür. “Ziyaret edilecek bir mezarı olsaydı hiç değilse,adı yazılı bir taş...” Ama nasıl.Kanlı av dönemlerinde,bir ülke halkının geleceği,özlemleri acımadan katledilmiş ve karanlık emellerle canlarına kıyılanlar aceleyle kazılmış çukurlara rastgele,üst üste atılarak gözlerden saklanmıştır.
***
Faili meçhullerle,yargısız infazlarla yok edilen insanlarımızın kemikleri,cinayetlerin üzerindeki toprak kalktıkça ortaya çıkıyor.Biz suspus olmuş uyurken birileri Türkiye'yi kayıplar mezarlığına dönüştürmüş meğer.İnsan Hakları Derneği'nin olası toplu mezarlar haritası tüyler ürpertici.Diyarbakır'da bulunan kafatası sayısı her gün artıyor.Tepki yok,sessizce dizi film izliyoruz sanki.Uygar bir ülkede toplumu ayağa kaldıracak vahşet rahatsız etmiyor çoğunluğu.Duyarsızlık ve kanıksama beyinleri teslim almış.
Yargısız infazın hukukta yeri yok.
-Bu ülkede ne zaman hukuk oldu ayrı soru-ama devletin vatandaşını kontrgerilla eliyle öldürüp toplu mezarlara doldurması savaş suçudur ve etiğe,kültüre,dine aykırıdır.Hiçbir din ve kültür ölülerine saygısızlık ve işkenceyi kabul etmez.İnsanlığa yapılmış saldırı sayar.Buna sessiz kalmak,gizleyip unutturmaya çalışmak mezarların yeniden örtülmesine izin vermektir.Geçmişin kanlı sayfaları açılmaz.suçlu ve sorumlular bulunmazsa bu yarı resmi keyfi yok etmeler önlenemez.Zamanaşımına fırsat tanınmadan toplu mezarların tümü açılmalı,kurbanların kimlikleri saptanmalı ve defnedilmeli ki acılı ailelerin çilesi son,kamu vicdanı bir parça huzur bulsun.Sonuçta,bu topraklarda doğmuş,adı konmuş ve yaşamış herkesin en azından kendine ait bir mezara sahip olma hakkı vardır .

İnci Aral/Cumhuriyet


Uludere katliamının üstünden tam bir ay geçti.Bu işle ilgili yetkililer “Kimin bu felakette katkısı varsa” o mutlaka ortaya çıkarılacaktır,dediler.Ancak bir ay geçmesine rağmen sorular havada uçuşuyor ve biz bu ülkenin yurttaşları,oralarda neler olup bittiğinden. “kimin vur emri” verdiğinden habersiz bekliyoruz.Gazetelerde,herkeste bir suskunluk,sanki orası bir yurt parçası değil,sanki orada ölen ve yaşayan insanlar bu ülkenin yurttaşları değil.
Yüreğim isyan halinde.Selahattin Demirtaş lafı uzatmadan Başbakan'a soruyor. “Efendim,orada elli kişi var,ne yapalım” dediklerinde siz “vurun” demediniz mi?
Başbakan yerine Hüseyin Çelik yanıt veriyor. “ Sayın Başbakanımızla bizatihi görüştüm.Sayın Başbakan 'Bu ifade hem yalan hem iftiradır.Ben böyle bir şey demedim' diyor.Sayın Başbakan'ın.böyle bir vicdansızlık içinde olması asla söz konusu olamaz.”
Vicdansızlık,burada duralım.Kaçağa çıktıkları bölgedeki bütün askeri unsurlar tarafından bilinen köylülerin üstüne F16'larla bomba atılmasının “vicdansızlık” olduğu devlet tarafından da,devleti yöneten AKP tarafından da kabul ediliyor.
Şimdi soru,böyleyse bu vicdansızlığı kimler yapmış,kimlerin emriyle 12-13 yaşında çocuklar bombalarla öldürülmüş?Bu soruya cevap vermesi gereken,elbette hükümet.
Bir ay içinde neler oldu.MİT “Bu istihbaratı ben vermedim” diyerek işin içinden sıyrıldı.Amerika,elçisi vasıtasıyla “Biz sadece istihbarat veririz,hedef belirlemeyiz” diyerek kendini temize çekti.Geriye ne kaldı?
Şu anda olayın hemen hemen tümünü gösteren,dört saatlik bir görüntü Diyarbakır savcılığına nihayet gönderildi.Bunca zaman sonra o görüntülerde neler olup bittiğini Ankara'da pek çok yetkili görmüş durumda.
Peki biz neden bilmiyoruz.
Bu kayıtlar bilindiğine göre,savcılar neden bunu inceleyip adli bir dava açmıyorlar,bu “vicdansızlık” karşısında alınacak hiç mi idari bir tedbir yok?
Dört bir elden bir sessizlik var.F16'ların ve bölgedeki tüm askeri konuşlanmanın komutanı,daha büyüğü yok.Genelkurmay Başkanı kendi kurumunun da sorumlular arasında olduğunu unuttuğundan mı,nedir,ağzını bıçak açmıyor.Bırakın bir özür dilemeyi,neredeyse ortalıktan kaybolacak.
Haklıdır,orduları yöneten,bir kışlada bir kuş uçsa haberi olan,suskun Genelkurmay Başkanı'na,olayın hemen ertesinde bizzat Başbakan teşekkür etti.
Daha başka ne söylenebilir?
Ah keşke,katliamda herkes ölseydi,tek bir kişi dahi kurtulamasaydı,o zaman dört saatlik görüntüleri silinebilir,sanki hiçbir şey olmamış gibi davranılırdı,zaten balık hafızasına fazlasıyla güvenilen halkımız da bunları unutabilirdi.Ne yazık ki,kurtulanlar var ve ne yazık ki,annelerin babaların hafızaları balık hafızası değil.Onlar çocuklarının sıcak nefesini biliyorlar,kokularını asla ve asla unutmayacaklar ve hiç kimse,emin olun,bu katliamı unutmayacak.
Benden söylemesi,bu olayı gizleyerek,bütün Türkiye yurttaşlarını duyarsız,bellekleri olmayan amip yaratıklar olarak görüyorsunuz,ama öyle değil.Biz sadece şunu diyoruz.evet,bir katliam yapıldı,belki de birileri istemeden bu olmuştur.öyleyse biraz açıklık,biraz cesaret.bize bunun nasıl olduğunu anlatın.
Sadece bu olayı değil,her gün kafatası ve kemiklerin dağ gibi yığıldığı Diyarbakır surlarında,bir zamanlar neler olmuş,bu kemikler kimlere aittir,bunu nasıl çözeceğinizi bize anlatın.Bu toplumda,sadece ama sadece oğlundan geriye kalan bir kemik parçasını göğsünde taşımak isteyen analar varsa,yurttaşlık bilgisinde hep birlikte sınıfta kaldık demektir.
Ve açıklayın,bu hızlı tren muhabbetiyle,güzelim trenlere kapatılan Haydarpaşa Garı'nı ne yapmak istiyorsunuz.Bu muhteşem bölgeyi ulaşıma kapatıp,kimlerin yararına sunacaksınız.Bu ranta göz dikenler hiç mi bir Türk filmi seyredip gözyaşı dökmediler.Hiç mi göç eden bir ailenin Haydarpaşa'dan başlayan hikâyesini dinlemediler.Haydarpaşa'nın bir gün otel,motel,alışveriş merkezi olabileceğini rüyamda görsem inanmazdım ama anlaşılan.ki.bu ahir ömrümde onu da göreceğim.Bir yurttaş bu ülkede nasıl mutlu olur?İşte asıl soru da bu .

Işıl Özgentürk/Cumhuriyet

Geçen haftaki “Rakel Dink ve Ailesine” açık mektubum, büyük ilgi ve destek gördü. Toplumda zaten bu yönde bir hassasiyet oluşmaması mümkün değildi. Tabii doğal olarak bazı kesimler de pirelendi, rahatsız oldu.
Adamlar site kurmuş, adı büyük: “marksist.org”. Oradan zehir akıtıyorlar: “Ulusalcı sosyalistlerle Bedri Baykam arasında fark var mı?”. Yazdıklarına bakıyorum, en başta Marx adına utanıyorum. Kardeşim, ideolojik olarak Marksist olursun, sosyalist olursun, liberal olursun, ne istersen olursun… Ama önce adam ol! Bu yazı “imzasız” çıkıyor. Bu yazıyı kaleme alan ahlaksız ve gazetecilikten nasibini almamış isimsiz zavallı, satırlarına sayısız yalanı sığdırarak aklı sıra bana çamur atıyor. Bir Marksist ya da sosyalist, her şeyden önce fikrini beğen beğenme, dürüst olur. Yalan ve sefil iddialar üzerine tez kurmaz. Utanmadan “Pamuk yargılanırken Bedri Baykam’ın başını çektiği ulusalcılar, linç kampanyası kapsamında protesto gösterisi düzenliyorlardı” diye başlıyor isimsiz alçak ve ardından iftiralarına yenilerini ekliyor. Bu utanmazlara son defa hatırlatayım: 20 Eylül 2005 tarihinde Cumhuriyet’te “Pamuk davası: Dikkat uçurum geliyor” ikazını aylar önceden yapıp bu saçma davanın kaldırılması için gerekirse Cumhurbaşkanı'nın devreye girmesini istemiş tek kişi benim. Diğer “büyük demokratlar” herhalde o günü iple çekip, Pamuk’u nasıl demokrasi mağduru haline dönüştüreceklerinin keyfiyle yabancıları o güne davet etmekle meşguldüler! İstedikleri oldu. Yargı ve ülke tuzağa düştü, o absurd dava açılabildi… O gün oraya yakın yurtsever arkadaşlarımla bu davanın açılmasını protestoya ve Pamuk’un bu dava sayesinde demokrasi kahramanı statüsüne haksız yere çıkarılmasına itiraz etmek için gittik. Evet tabii ki yabancı gözlemcilere de pankart tuttuk: “Neden Van’ a Yücel Aşkın davasına destek olmaya gitmediklerini” sorduk. “Pamuk’a yanıtını verecek olan yargı değil, bizleriz” dedik. O gün orada 1000 gazeteci ve kamera vardı. O asılsız yalanlarını, şiddet, (küfür, yumurta) ve bunu uygulayanlarla yan yana bulunmam dahil tekini ispatlasınlar, yazarlığı ve ressamlığı bırakırım. Ama bunu hiçbir şekilde yapamayacakları için, bu yalanları ağzına dolayanlar, ya özür dileyecek, ya da zavallı bir insan müsveddesi olarak ortalarda dolaşmaya devam edecek. Sanki kendi faşist beyinlerinde, herkes aynı görüşte olmaya mecbur zannedenlere ise şunu söylüyorum: Pamuk’a dava açılmasına karşı çıkmış olmam, beni onun ve onun düşüncelerini savunanların bir partneri yapmıyor. Yani onların fikirlerine hiç inanmıyorum. Ama dar beyinlerinde bu ikisi arasındaki farkı anlamalarını da artık beklemiyorum.
Adamı pek tanımazsınız. Adı Ron Margulies. Taraf gazetesinde çapını ele veriyor. “Yazı”sının adı “Bedri Baykam’ın zekası”. Ne yazık ki Bay Margulies önce seviyesini açığa çıkararak, yani ideolojik tartışma veya veri hatırlatması ile sütununa başlayacağına, aklı sıra ressamlığıma veya sosyal kimliğime sataşarak işe girişiyor. Bunun, mesela benim, onun kadar kadar sığ olsam, kendisinin etnik kimliğiyle alay ederek sözlerime başlamam kadar zavallı, hatta acıklı duracağını düşünemiyor bile! Bunun ötesinde Bay Margulies’in fikirleri, pek bir orijinallik taşımıyor. Ordu, Cumhuriyet, laiklik, Atatürk ve ulusalcılık düşmanlığı üzerine kurulu, artık bayatlamaktan kokuşmuş debelenmeler. Yazısının çeşitli bölümlerinde kendi çapında cerahat akıtma çabalarını sergiliyor. Mesela “Susurluk” isimleriyle “Ergenekon” adı altında kovaya doldurulan Atatürkçü yazarlarımızı iyice beraber çalkaladıktan sonra (!), bunların yanına acı jalapeno biber olarak bir de “Yeşil” eklemekten çekinmiyor. Bir de ayrıca yazıdaki örneklerimin arasına neden “tüm” tutuklu listesini eklemediğimi soruyor!! Bu arada bir düşünse kafası tam karışacak: “Ya, Ordu demokrasiye engel diyorduk, Ordu yok oldu gitti, ama biz de demokraside beş göbek geri gittik, bu nasıl oldu?” sorusunu Allahtan düşünemiyor! Yani zekadan söz ediyor ya, onun zeka yaşının hesabını size bırakıyorum. Benim zekamı sorgulayan süper beynimizin tek entellektüel performansı, Ergenekon davasından artık kanıksadığımız taktikle, ilgili ilgisiz, birbirinden binlerce ışık yılıyla ayrılmış kişileri aynı çorbaya malzeme yapmak. Hasbelkader bu tencereye ekleyemediği tek grup belki Ermeni ASALA katilleri. Yani biraz daha kendini geliştirirse, bu topluluğa onları veya 60’ların ünlü gangsteri İrfan Vural’ın çetesini bile iliştirebilir!
Dünyada kavram kargaşasının, riyakarlığın, siyasal iftiranın, demokrasi tuzakları ve nankörlüğünün, medya yüzsüzlüğünün bu kadar belirgin ve hükümran olduğu bir ikinci ülke yok….

Bedri Baykam/Cumhuriyet

Yandaş medyada yıllarca "başyazarlık" yapan Mehmet Altan da sonunda ışığı gördü. Şimdi artık iktidara "biat kurallarından bahsediyor. Cızz...
Aşılmaması gereken "kırmızı çizgilere" dikkat çekiyor. Birinci kırmızı çizginin "eleştiri yapmamak" olduğuna parmak basıyor. Oto-sansürden yakınıyor. Deniz Feneri misali "tabulardan" dem vuruyor. Ve bunların üstünü "Yapılan icraattan alkışlamak da yetmiyor" diye tamamlıyor, basın mensuplarından illa ki "Ne yapılıyorsa ilk defa yapılıyor. Bu yapılanlar yeni bir Türkiye yaratıyor. Bu sayede dünya bize hayran kalıyor" propagandasının beklendiğini belirtiyor. Ne diyelim!
"Yetmez ama evet'çi tayfa yavaş yavaş uyarıyor.
Sabah şerifler hayır olsun. Günaydın!
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü, geçen hafta dünya basın özgürlüğü endeksinde Türkiye'yi 179 ülke arasında sondan 31. sıradaki 148. basamağa indirdi. Paraguay (80) gibi yakın zamanlara dek Güney Amerika'nın en azılı diktatörlükleri listesinde başı çeken ülkeler, Gana (41), Burkina Faso (68) Kenya (84), Gabon (101), Çad (103) gibi ırak, egzotik Afrika coğrafyaları, Nepal (106), Brunei Sultanlığı (125), Bangladeş (129) gibi azgelişmiş Asya topraklan düzenli olarak yayımlanan endekste üstümüzde yer alıyor.
Basın özgürlükleri konusunda dünyanın en ürkütücü ülkeleri arasında başı çeken Putin Rusyası (142) bile altı çıta üstümüzde kalıyor.
Aynı listede Türkiye gecen yıl da parlak konumda değildi. Ama son bir yıl içinde tam on sıra birden yitirerek basın ifade Özgürlükleri kapsamında bu içler acısı yere oturdu.
Türkiye adına büyük bir dönüm noktası olduğu zamanla çok daha açık seçik biçimde görülen "12 Eylül 2010" referandumu arifesinde Mehmet Attan gibi "Yetmez ama evet" safında yer alan isimlere her fırsatta; "Yapmayın, etmeyin!
Verdiğiniz bu can alıcı destek zaten baskıcı ve otoriter olan rejimi büsbütün sertleştirecek. Baskıcı rejim size artık ihtiyacı kalmadığını görünce sizleri de birer birer eleyecek. O zaman Hanya 'yı Konya'yı anlayacaksınız. Ama iş İşten geçmiş olacak. Sonuçta hepimiz zararlı çıkacağız!" uyanlarını çok yaptık. Ama ne fayda. Kendilerinden menkul bir kibirle bu arkadaşlar, "Dediğimiz dedik. Çaldığımız düdük!" tavırlarından zerre ödün vermediler. Sonuç ortada. 12 Eylül referandumu, Türkiye için son kertede çok dramatik bir dönüm noktası; yol aynmı oldu. 2010 sonrası dönemde, demokrasinin can daman sayılan basın özgürlüklerinde ülke birer ikişer basamak değil., böyle cehennem sarmalına düşer gibi başaşağı on basamak gerileyiverdi. Mehmet Altan gibilerinin şimdi şikâyet etmeye hakkı var mı?
Bence yok. Ancak hâlâ hiçbir özeleştiri yapmak ihtiyacı duymadan, konuşmak ayrıcalığını kendilerinde görüyor ve muhalif kesimlerin yıllardır bıkıp usanmadan dile getirdiği tespitleri, tekerleği keşfetmenin şehvetiyle gündeme getiriyorlar...
Geçti Bor'un pazarı...
Attan gibi liberal aydınların eleştirilerine artık hiç ihtiyaç yok. Türkiye'deki basın özgürlüklük-lerine yönelik baskılar, bundan böyle dünya âlem herkesin dilinde. En son yazar Paul Auster,in açıklamalarını gördünüz.
Ne diyor Auster?
“Hapisteki gazeteciler yüzünden Türkiye,ye gelmeyi reddediyorum. Kaç kişi oldu? 100,ü geçti mi? Neler oluyor Türkiye,de? Demokrat yasaları olmayan ülkelere gitmiyorum davet alsam da. Aynı sebeple Çin,den gelen davetleri de geri çeviriyorum. Bu hükümetleri protesto ediyorum.”
Franco diktatörlüğü döneminde aydınlar “ faşist rejimi protesto” adına İspanya,ya ayak basmazlardı.
Görüldüğü üzere şimdi baskıya karşı bu simgesel tavrı Çin ve Türkiye gibi ülkelere ayak basmamak suretiyle göstermekteler. Eh, özgürlük skalasında "Rusya'nın altına" inerseniz., olacağı bu. Yadırganacak bir şey yok. Ama hal böyle olunca rejimin kara kutularının "Ah, vahi" diye ortalığa saçılmadı haber değerini yitiriyor. "Economist", "Financia! Times" gibi Anglosakson basınında köşe taşı sayılan yayın organlarından her gün başka biri; "Erdoğan otoriterleşiyor" ihtarlar yapıyor. En son İngiltere'den "Independent"gazetesi, "Türk Kaplanı Kavşakta" başlığıyla yayımladığı değerlendirmede; "Erdoğan giderek otokratlaşıyor" yorumu yaptı. Geçen hafta daha BBC'nin "Doha tartışmaları" programında gündeme gelen Türkiye Arap ülkelerine model olabilir mi?" oturumunda izleyicilerin katılımıyla yapılan oylamada açık farkla "Türkler kendi kırık dökük demokrasisinin sorunlarına baksın! Türkiye Arap dünyasına iyi değil, kötü bir modeldir sonucu çıktı. Küresel köyün dört bir yanında milyonların izlediği bir programdan söz ediyoruz. Türkiye örneğini "İslam demokrasisi" adı altında allayıp pullayan ve Ortadoğu ülkelerine model diye arz eden Anglosakson dünyasının yıldız yayın organları bile, AKP rejimi ardındaki sınırsız krediyi çektiler. Atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra, Mehmet Altan çıkmış rejim eleştirisi yapıyor. Geç kalmadı mı ?

Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet

İLHAN ERDOST'UN KIZI ALAZ: BİZE HEM ÖLÜMÜ HEM BABAMIZIN GİDİŞİNİ BİRLİKTE ANLATMAYA ÇALIŞTILAR
 Benim babam hep 36 yaşında

Hani insanlar büyüdükçe öğrenirler ya “ölüm” diye bir şeyin varlığını… Hani yaşları ilerleyince kaybederler ya sevdiklerini, onlardan sonradan ayrı düşerler ya… Biz kendimizi bildiğimizden bu yana bu “yokluk” ve “yitirme” duygusunu yaşıyoruz. Çocukların “ölüm” kavramını anlamlandırmaları ne kadar zor bir şeyken, biz bunu deneyimleyerek yaşadık. Bize hem ölümü, hem babamızın gidişini birlikte anlatmaya çalıştılar. Önce “uzaklara gitti” dediler. Uzaklara düşman olduk. Son kez babamızı uyurken gördüğümüz için uykulardan korkar olduk. Küçücük bilincimize kocaman acılar, özlemler sığdırdık. Yıllarca “küçük bahçelere gidiyoruz” diye babamızın mezarına gittik. “İlhan Erdost’un kızları” olmanın gururunu ve bir o kadar da sorumluluğunu hep taşımaya çalıştık.

Biz babamızı kitaplardan, anlatılanlardan ve saklanmış eşyalarından tanıdık. Babamızla anlatacak anılarımız olamadı. Babamızın sesini annemle ve sevdikleriyle türkü söylerken kaydettiği kasetlerden dinledik. 2011’de, Devrimci 78’liler Federasyonu’nun emekleri ile açılan “12 Eylül Utanç Müzesi” bizde yeni bir deprem etkisi yarattı. Algılayışımız biraz sarsıldı, bazı duygularımız daha fazla göçük altında kaldı, bazıları iyice yerine oturdu. Babamızın son kıyafetlerini ilk kez müzede gördük. Ablamın müzeyle ilgili sözlerini unutamıyorum:

“Ben hiç bilemedim insanların bu kadar vahşileşebileceğini. Öğretmediler bize. Biz koşulsuz sevginin sarıp sarmaladığı bir aileyle büyüdük. Yıllardır zihnimde bu olayı canlandırırken hep hafifletmişim meğer. Babamın kanlı paltosunu ve yırtılmış, kan içinde kalmış pantolonunu müzede gördüğümde dönüp yeniden aileme sarılmak istedim. Ve yalnızca onlarla, sevgi ve güvenle kalmak.”

Küçük bahçemiz 32 yıldır güller içinde

Bizim en büyük şansımız, bizleri hep kucaklayan ailemiz oldu. Babamın öldürülmesinden sonra yalnızca annemin, amcamın ve bizim değil, bütün ailemizin yaşamı etkilendi. Kuzenlerim bizim yanımızda babalarına “baba” diyemediler, teyzem ve dayım bizim eve taşındı, tüm ailemizin gülüşü hep biraz eksik kaldı. Gülüşlerimizi, yaşamımızda babamın boş kalan yerini, hep sevdiklerimiz tamamlamaya çalıştı. Toplumsal Bellek Platformu’nda ilk kez bizim gibi babaları öldürülmüş çocuklarla bir araya geldik. Babaları zalimce yaşamdan koparılmış çocuklar olarak birbirimizi daha iyi anladık. Ailemizin aslında daha da büyük olduğunu gördük. Biz, kocaman ailemizle, birbirimize güç verdik, zaten güç olan yaşamı biraz olsun kolaylaştırmaya çalıştık. Biz gücümüzü kimseyi incitmek için kullanmadık, sevdiklerimizle birlikte yaşamla güçlü bağlar kurduk, birbirimize tutunarak ayakta durduk. İntikam duygusundan uzak olduk. Ben bu yazıyı yine ablamın babamla ilgili bir cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Bizim babamız, diğer çocukların babalarından farklı olarak, hep kalın kara bıyıklı ve hep 36 yaşında.”

Bunun gururu ve üzüntüsü yaşamımız boyu bizimle ve babamın küçük bahçesi 32 yıldır güller içinde…

AYŞE TEKİNER ÇELEN: BABAM ATATÜRKÇÜ BİR AYDINDI


Halk adamını öldürdüler

Babam, Kurucu Meclis üyesi, eski Nevşehir CHP Milletvekili, avukat Mehmet Zeki Tekiner, 1980’de, silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Kendisi Nevşehir’deki sol siyasi davaların tek adresiydi. Sadece sol görüşlülerin değil, ihtiyacı olan her görüşten insanın, yoksul köylülerin davasını karşılık beklemeksizin üstlenen bir halk adamıydı. Cumhuriyet değerlerine inanmış, demokrat, Atatürkçü bir aydındı. Nevşehir’de ve Orta Anadolu’da sol düşüncenin var olmasının garantisiydi. Entelektüel birikimi son derece yüksek bir kanaat önderiydi. Neşeli yapısı ve mizahi kişiliğiyle çok sevilirdi. Kısaca o, yaşadığı topraklarda topluma örnek olan önemli bir siyasi kimlikti.

Babam öldürüldüğünde 9 yaşındaydım. Ölüm haberi benden gizlenmiş, evden uzak tutulmam için bir komşuya gönderilmiştim. Ölümünü televizyonda ana haber bülteninden öğrendim. Benden gizlendiğini sezdiğim bu haberi öğrenmenin karmaşık duygularını yaşıyordum. Bugünkü bilincimle yaşayacağım bir ölüm acısı değildi bu. Belki de o gün layıkıyla yaşayamadığım bu acı, yaşamımın izleyen günlerinde daha büyük bir acıya, bir boşluğa dönüştü.

Onu anlatılanlardan tanıyorum

Nevşehir’de yapılan cenaze töreni en ilkel toplumlarda bile görülmeyecek bir vahşete sahne oldu. Ölümünün yıkıcı etkisini daha da arttırmak isteyen bu faşist zihniyet, cenazeye katılanların üzerine ateş açabilecek kadar insanlıktan çıktı. O gün tekrar tekrar öldürülmek istenen babamın tabutundan 13 kurşun çıkarıldı. Onun yaşam hakkını elinden alanlar, bizlerin acımızı yaşama hakkımızı da yok saydılar. Yaşanan bu insanlık dışı olayın ardından Nevşehir’i terk ettik, ettirildik ve o gün ben sadece Nevşehir’i değil, çocukluğumu da geride bıraktım. Bir yandan ailece yeni yaşamımıza tutunmaya çalışırken, bir yandan da çok az tanıdığım babamla ilgili her şeyi öğrenmek istiyordum. Bir çocuk olarak belki de en büyük şansım, herkesten gurur duyarak dinlediğim bir babamın olmasıydı. Büyüdükçe, yüreğimdeki babam da büyüyordu benimle. Onu tanıyanlar, onun insanseverliğini, hoşgörüsünü, başarılarını, nükteli kişiliğini, fıkralarını kısacası pek çok yönünü anlatıyorlardı. Onu anlatılanlardan tanımaya çalışıyor, tanıdıkça hayranlığım artıyor, benim için gittikçe bir idol haline geliyordu. Tabii ki her çocuk gibi ben de babamı dinleyerek, okuyarak değil; görerek, hissederek tanımak isterdim. Bugün Zeki Tekiner sadece benim için değil, pek çok kişi için örnek alınan bir insan. Onun çocuğu olmak tarifi imkânsız bir mutluluk. Ona layık bir çocuk olarak yaşamak ise ağır, ancak bir o kadar da gurur verici bir sorumluluk.

Nilgün Soydan,babası Kemal Türker için “Geçirdiğimiz az ama kaliteli yaşam dirençli olmayı, sevmeyi, güzel insan olmayı öğretmeye yönelikmiş hep” diyor


Ne güzel insansın sen

Katillerin onu bizden aldığına tanıklık ettiğimde henüz 18’imdeydim. Şimdi 50’sinde bir kadın… Hiç bitmeyen özlem ve acı dolu yıllar… Ne var ki hayat akıp gidiyor. Ama o hep benimle. Geçirdiğimiz az ama kaliteli yaşam dirençli olmayı, sevmeyi, güzel insan olmayı öğretmeye yönelikmiş hep.

O, bana 6 aylıkken bile yurtdışından kart atan adamdı. Nasıl bir sevgi ve saygı örneğidir? Evimin mutfağında, çerçevesinden bana her sabah günaydın diyen babamın satırları var o kartta… “Ne güzel adamsın sen baba.” Hâlâ yaşamın her alanında bana bazen sadece adıyla bile yardım eden adam… Yüreğimin, bedenimin her hücresine işlemiş, asla kurtulmak istemediğim ama acıtan sevgi ve özlem yumağım benim.

Yenilmeyi hiç sevmezdi

Sendikada çalışanlar “Evde nasıl” diye sorduklarında, “Kucağına oturup saçını tarıyorum, birlikte şarkı söylüyoruz, çok esprili bir adam” dediğimde inanmayan gözlerle bana bakarlardı. Evet, o evde bize baba köftesi yapan, derslerimize yardım eden adamdı. Onunla deney yapmayı, problem çözmeyi çok severdim. Okul yaşamımda katıldığım bütün münazaralarda ekibim hep birinciydi. O beni yönlendiren adamdı, benim babamdı. Harçlık artışlarımızda ablam ve benle toplusözleşmeye oturan adam… Ne neşeli aile toplantılarıydı… Babam iyi bir satranççıydı. Dama, briç ve tavla oynamayı da çok severdi. Yenilmeyi hiç sevmezdi. Arkadaşlarıyla ilişkileri de bize hep örnek oldu. 15-16 Haziran 1970’te sekiz yaşında bir kızdım. Onu tel örgüler arkasında görene kadarki yürek çarpıntım hâlâ çok taze. Ama görene kadar. O dirençli, yeşil gözlü güzel adam her zamankinden neşeli, gene karşımızdaydı. Hüznümün onu görünce nasıl dağıldığı da gün gibi aklımda, eline dokunabilmek ise ne büyük bir lüks.

Hep kıskandım, hayıflandım…

Öldürülmeden 7 ay önce Enternasyonal’in Maden-İş Kongresi’nde söylenmesiyle Selimiye Kışlası’nda konaklaması son tutsaklığıymış. Ona; şimdi dedesinin davasına müdahil avukat olarak katılan, o zaman bir yaşında olan Burç’u götürdüğümüzde, onun adım attığını görünce yaşadığı sevinç hâlâ belleğimde. Burç’u ablam ve benden çok sevdiğini itiraf ettirmiştik. Torun sevgisinin olağanüstü bir sevgi olduğunu ilk babam ve Burç’ta yaşadık. Hep kıskandım, benim kızımı göremedi, sevemedi diye. Hep üzüldüm, hayıflandım eşimi tanımadı diye. Davasının 1 Aralık 2011’de zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasının ardından hissettiğim, doğduğum ülkeye nefret hissim ise ne yazık ki artarak devam ediyor. Düşüncelerimi, sanatçı sevgili dostum Soner Olgun’un babası için yazdığı dizeleriyle sonlamak istedim.

“O yıllar dolusu ter / Günler dolusu emek / Ve dolu dolu sevmek / Yılları veren adam / Didinen sevgi dolu / İnanan umut dolu / O gülen gözleriyle / O benim, benim babam / O hiç almadan veren / O karşılıksız seven / Ağlarken bile gülen / Hep umut veren adam.”

O, işçi sınıfının lideriydi ama benim babamdı…

Selda Güneysu/Cumhuriyet

Kızımdan Bana Bir Demet Çiçek - 1 - Selda Güneysu
Kızımdan Bana Bir Demet Çiçek - 2 - Selda Güneysu
Kızımdan Bana Bir Demet Çiçek - 3 - Selda Güneysu

"Nerde eski zaman karları" der François Villon... "Her şey göz içindir, kulağa bir şey yok" der Baudelaire...
Bîr sabah gözlerinizi açıyorsunuz, her yan beyaz! Damlar pencereler, sokaklar, taşıtlar. Eşsiz bir görüntü seyretmesi güzel, ama kent insanının yaşamını altüst eden bir değişim! Sular kesilir, elektrik bozulur, telefondan çevir sesi gelmez, TV kararır. Çaresiz çekersin koltuğu, pencere kenarına, dalarsın önündeki manzaraya...
***
Dış ülkelerde de böyle karlı günler yaşamıştım. Kar başlar başlamaz kent belediyeleri işbaşı yapar. Yollar temizlenir, karlar süpürülür, otobüsler, tramvaylar, metro\ar aksamaz. Herkes işine her zamanki gibi rahatça gider gelir. Anımsıyorum, Stutgart'ta böyle bir karlı günde alışveriş ederken iki ekmek istemiştim fırıncı kadından! "Niye iki" demişti! Havayı göstermiştim. Her gün bir ekmek aldığımı bilen kadın, "Ne var? Ne güzel hava" demiş, bir tek ekmek uzatmıştı. Uzun süren bir fırtınalı, karlı havada evlere gaz dağıtan kamyon yine her zamanki gibi zamanında gelmiş, bu kez beş değil, dört teneke bırakmıştı, özürler dileyerek...
***
Yağmur yağar. Yağacak elbet! Kar da yağacak, deprem de olacak, fırtına da, kasırga da. Yaşayan, hepsini görecek! Önceden bileceksin, anlayacaksın, çaresini arayacaksın. Ben yıllardır biraz yağmurda sellerin sokakları, meydanları, evleri doldurduğunu, insanların dalgalarla boğulduğunu gördüm.Gördük hepimiz,görüyoruz.Yağmur kar vb.kaçınılmaz doğa olayıdır!Uygar bir toplumda yaşayanlar bunu önceden bilir, düzenini ona göre kurar... Sorumlular da üstlerine düşen görevi zamanında yerine getirir. Şu İstanbul, kaç kez sellere boğuldu. Dereler taştı. İnsanlar öldü. Bir daha, bir daha... Yine evler çarşılar tehlikeli yerlerde kuruldu. Beş on katlı apartmanlar dere yataklarında yükseldi. Bütün bunlar gözler önünde yaşandı. Sonra ne oldu? Olanlar oldu? Yıkımlar, acılar, sefillikler!.. Zamanlar geçti birazcık uyandı yetkililer! Bu kez o yapılan yıkmak gerektiğini düşündüler, belediyenin yıkıcılarını o yörelere yolladılar, bu kez yerleşik halk ile çatışmalar başlamaz mı?
***
Kar yağmasın mı şu istanbul'a? Hem birkaç gün üst üste gelirse, o güzelim beyaz yapraklar birikirse kapı önlerinde, yollan kaplarsa, yandık, diyorum! Böyle günler çok yaşadık. Dünyanın en güzel olayıdır kar yağmur, ama bizim gibi akılca azıcık gerilerde kalmış bir toplumda, daha doğrusu böyle bir toplumun yöneticileriyle, daha nice seller, felaketler yaşanır!..
***
İşte yine kar yağıyor. Şairler ne güzel duyarlıklar yaşamışlar, yaşatmışlar böyle karlı günler için. Japon şairi Mikata No Sami'den bir "Hai-Kai" ile bitireyim:
"Kara ayağınla basma I şu sarayın çevresinde düşen kara I Her zaman böylesine çok yağmaz I Dağdakiler gibi olmaz I Ey yolcu, yalvarırım sana I Bu güzel kara ayağınla basma."
Ah şu şairler!...

Oktay Akbal/Cumhuriyet

Bir adam, bir sanatçı, bir film artisti:
Çok başarılı...
Tam bir yıldız...
Kendine âşık...
Üstelik narsisist yaklaşımı, elbette egosantrik ama ayrıca maço bir kimlikle de bütünleşmiş...
Kendinden başka kimseyi düşünmeyen, kibirli, zengin ve ünlü bir kişilik!
Ama çağının teknolojik gelişmelerini, film endüstrisindeki dönüşümü yakalayamıyor...
Sessiz film döneminden sesli filme geçişe ayak uyduramıyor...
Belki kibirli yapısı değişmeye elverişli değil...
Belki korkuyor...
Ve yok oluyor!
Bir iç hesaplaşma sırasında gölgesi bile onu terk edip gidiyor!
Bir yanda büyük bir artistin iç dünyası...
Öbür yanda çağın teknolojik değişme ve gelişmesi...
Ve bu ikisi arasındaki uyumsuzluk.
Sadece bu çelişkinin ele alınması, irdelenmesi, bireysel dünya ile örgütsel-toplumsal-ticari-teknolojik dünya arasındaki sürtüşmenin vurgulanması bile ilgi çekici...
Üstelik çok güzel anlatılıyor. Ama süreç her ne kadar bir trajedi gibi görünse de, orada bitmiyor.
Bir ilişki var:
Bir kadınla bir erkek...
Sönen bir yıldızla yükselen bir yıldız...
Olgun bir erkekle genç bir kadın arasındaki ilişki.
Tesadüflerle başlayan...
Zaman içinde oluşan...
Maço bir erkekle fedakâr bir kadının kişilik çatışması biçiminde gelişen...
Zaman içinde rollerin değiştiği, garip ama etkileyici bir ilişki!
Bu ilişki, bir trajediyi bir romansa çeviriyor...
İzleyiciyi sarıp sarmalayan, beyazperdeye kilitleyen, gerilimli bir romans!
Her haliyle: insan üzerine, sanat ve sanatçı üzerine, teknolojik-toplumsal değişme ve film endüstrisi ile artist ilişkileri üzerine, kadın ve erkek üzerine, aşk üzerine bir öykü.
Bir başyapıt!
***
Yukarda yazdıklarım, şu sıralarda oynayan Artist filmi üzerine düşündüklerim.
Aslında daha şimdiden topladığı önemli ödüllerle, on daldaki Oskar adaylığıyla, çok başarılı da görünse, Türkiye'deki seyirci bakımından talihsiz bir imaja sahip:
Sessiz, siyah-beyaz bir sanat filmi olarak görülüyor...
Ve bu nedenle de aksiyon filmlerine, romantik komedilere koşullanmış seyirci tarafından kuşkuyla karşılanıyor.
Oysa en heyecanlı aksiyon filmleri kadar hareketli...
En etkileyici romantik komedi filmleri kadar izleyiciyi saran bir film.
Evet sessiz...
Evet siyah-beyaz...
Evet bir sanat filmi, hem de en güzellerinden.
Ama bu özellikleri, sinemaya sırf günlük yaşamın sıkıntılarından kurtulup hoş ve boş vakit geçirmek, kafasını boşaltmak için gidenlerin aradığı özellikleri dışlamıyor...
Tam tersine, her yaştan, her türden sinema izleyicisine hitap eden bir film bu.
1920'lerin, 30'ların Hollyvvood'u...
O dönemin kültürü, giyimi-kuşamı, müziği, sineması...
Ama her dönemin insanı, sanatçısı, film endüstrisi...
Ve evrensel gerçek: Aşkın gücü...
Üstelik kadın zekâsıyla bezenmiş özel bir aşkın gücü!
***
Filmi, son aylarda hiç görmediğim kadar dolu bir salonda seyrettim.
Genç, orta yaşlı ve yaşlı çiftlerle...
Salondan çıkarken herkes mutlu görünüyordu!
Çoğunun Fritz Lang'dan, Rudolph Valentino'dan, Douglas Fairbanks'tan, Fred Astaire'den, Mary Pickford'dan, Ray Milland'dan, The Thief'den, Cole Porter'dan, Duke Ellington'dan haberi belki vardı, belki yoktu...
Ama bu filmi zevkle seyretmek için bütün bunları bilmeye gerek de yoktu.... Güzel bir film işte !

Emre Kongar/Cumhuriyet

Fransa, 1919-1921 yıllarında örgütlediği, kışkırttığı, savaşa soktuğu Ermenilere 92 yıl sonra borç ödüyor. Emperyalistler, kendi yaptıkları insanlık dışı hareketleri örtmek için masum milletleri suçlarlar.
Fransız Ulusal Meclisi’nde “Ermeni Soykırımını İnkâr Yasası” geçen ay kabul edilmişti. Sadece 46 milletvekilinin katılımıyla gerçekleşen bu toplantı aslında tam bir komediydi. Cumhurbaşkanı Sarkozy, beş yüz bin Ermeni kökenli seçmenin oylarını alabilmek için böylesi bir yolu benimsiyordu.
Aynı taktik 23 Ocak Pazartesi günü de uygulandı. Yaklaşık 60 senatörün katıldığı oturumda “inkâr yasası” 86’ya karşı 127 oyla kabul edildi. “Vekâlet” yoluyla oylar kullanıldı, sadece 21 senatör inkâr karşıtı oy kullanabilseydi bu tasarı reddedilecekti.
Fransa “ifade özgürlüğünü ve tartışmayı yasaklama” kararı alarak, aslında kendi tarihine, kuruluş felsefesine, inandığı değerlere karşı çıkıyordu...
Fransız Anayasası’na aykırı olduğunu ileri süren Anayasa Komisyonu raporuna rağmen tasarının yasalaşmasını sadece Sarkozy’nin seçim hesaplarına bağlamak kanımca yanıltıcıdır. Fransa tarihiyle yüzleşiyor. Ermenilere yaptıklarından utanıyor, onlardan özür dileyerek ağızlarına bir parmak bal çalıyor. Çünkü tarihinin derinliklerinde, Fransa kendisini Ermenilere karşı borçlu hissediyor.
Ermeni borcu
Nedir bu Ermeni borcu? Kısaca özetleyelim: Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda, aslında üç ana cephe vardı. Doğu Cephesi Karabekir’in komutasında başarıya ulaştı. Batı Cephesi İnönü’nün komutasında, emperyalist güçleri arkasına almış Yunan askeri güçlerine karşı yapılan ve 3.5 yıl süren savaşlarla 9 Eylül 1922’de başarıya ulaştı.
Milli Mücadele’nin güney cephesinde Fransızlara karşı savaşılmıştır. Bu cephede çarpışmalar Ocak 1920’de başladı, 15 ay sürdü ve Mart 1921’de son buldu. Bu savaşlar Adana, Maraş, Antap ve Urfa’da gerçekleşti.
I. Dünya Savaşı’nı sonlandıran Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918’de imzalanınca, savaşın galipleri, Osmanlı Devleti’nin topraklarını işgale başladılar.
İngilizler petrol bölgelerini, İtalyanlar Ege Bölgesi’nde Kuşadası’nın güneyini, Fransızlar da 1918 yılının aralık ayının başlarında Adana’dan başlayarak Adana, Maraş, Antep, Urfa yöresini işgal etmeye başladılar.
Hatta Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda işgallere karşı “ilk kurşun”, ilk “silahlı eylem” Hatay iline bağlı Dörtyol ilçesinin Karakese köyünde Fransızlara karşı yapılmıştır (19 Aralık 1918).
Fransa, Mersin’den başlayarak sırasıyla önüne gelen illeri Urfa’ya kadar işgale başladı. Bu işgalleri sürekli kılmak için de bu bölgede yaşayan Ermenileri kullandı. Bu bölgede yerel Ermenileri silahlandırarak onlardan askeri birlikler oluşturdu.
Özdeş politika, yine Fransa tarafından Suriye’de de uygulanıyor, orada da Araplara karşı gene yerel Ermeniler kullanılıyordu.
Bir emperyalist devlet olarak Fransa, bölgede etkin ve kışkırtıcı bir tutum üstlenmişti.
Ulusal Kurtuluş Savaşı başlarken Fransa, Anadolu’nun güneyine üç tümenlik işgal gücü çıkardı. Bu işgal gücü bir Fransız, iki Senegal, dokuz Cezayir alayından oluşuyordu. İşte bu çokuluslu Fransız emperyalist işgal gücünün yanında, yukarda sözünü ettiğimiz yerel Ermeni birlikleri de oluşturulmuştu.
Mustafa Kemal, bu emperyalist Fransız güçlerine karşı Sivas Kongresi sırasında, kendisine bağlı subayları bölgeye göndererek, yerel Kuvayı Milliye güçlerini örgütledi. Mustafa Kemal, 25 Ocak 1920 tarihinde o bölgede bulunan milli güçlere verdiği talimatla, Fransızlara karşı “Kuvayı Milliye-gerilla savaşı” sistemi içinde mücadele edilmesini öngördü.
Temelde bölge halkı Kuvayı Milliyeci subaylar tarafından örgütleniyordu. Fransızlara karşı amansız mücadele veriliyordu.
Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da Fransızlara ve onları destekleyen Ermeni güçlerine karşı çetin savaşlar yapıldı. Sonunda Fransızlar ilk önce Urfa’da bozguna uğradılar. En uzun ve çetin savaş Antep’te geçmiş, 14 ay sürmüştür (1 Nisan 1920 - 8 Şubat 1921).
Bu bir direnme savaşıydı. Bu nedenle 8 Şubat 1921 günü TBMM, Antep’e “gazi” unvanını verdi. Daha sonra Maraş’a “kahraman”, Urfa’ya “şanlı” unvanları verilmiştir.
Bu şanlar boşuna verilmemiştir. Oralarda Kuvayı Milliyeciler, ateşle barut arasında, insanlıkla ihaneti bir arada yaşadılar. Gerek Fransız, gerekse yerel Ermeni birliklerine karşı efsane direnme savaşları verdiler.
Adana bölgesinde özellikle Pozantı, Osmaniye, Zeytun, Şar, Urumlu, Haçin kasabalarında geçen savaşlar, aslında Fransızların kışkırttığı ve yerel birlikler oluşturduğu Ermenilere karşı yapılan savaşlardı.

Ermeni zulmü

Bu işgal ve savaşlar sırasında Ermeni silahlı güçlerinin bölgede yaptığı zulüm, silahsız ve donanımsız halkı canından bezdirecek kertedeydi. Ermeni zulmünden kaçan Türkler dağlara ve Kayseri’ye göç etmek zorunda kalmışlardır. Haçin, Zeytun ve Urumlu’daki Fransız destekli Ermeni silahlı güçlerinin zulmünün anlatılması olanaksızdır.
Sonunda Kuvayı Milliyeciler başarıyı elde etmeye başladılar. Bu emperyalist hareketin sonu gelmez bir “macera” olduğunu anlayan Fransız hükümeti, 20 Ekim 1921 tarihinde Ankara ile Barış Antlaşması imzaladı.
Bu gerilla savaşında, kuşkusuz tüm taraflar kayıplara uğradı. Fransa’nın emperyalist emellerine kapılan bölgenin yerel Ermeni halkı da büyük kayba uğradı. Ankara-Fransa Barış Antlaşması’ndan sonra, bölge halkına zulüm yapan Ermeniler de Fransızlar gibi bölgeden kaçmaya başladılar. 30 bine yakın Ermeni, Beyrut, Lübnan ve Fransa’ya göç etti. İşte, Fransız Parlamentosu’ndan geçen son tasarı, Fransızların, kışkırttıkları ve kandırdıkları Ermenilere karşı 21. yüzyılda ödemek istedikleri manevi bir borçtur.
Zaten Mehmet Perinçek’in Rus devlet arşivlerinde yaptığı çalışmalar sonunda ortaya çıkardığı Ohannes Kaçaznuni, Lalayan ve Karinyan’ın kitap ve yayınları, Ermenileri önce Çarlık Rusyası’nın, sonra da İngiltere ve Fransa’nın kışkırttığını belgelerle ortaya koymuştur (Kaynak Yayınları).
Fransa, 1919-1921 yıllarında örgütlediği, kışkırttığı, savaşa soktuğu Ermenilere 92 yıl sonra borç ödüyor.
Fransız Parlamentosu’nda, bir parlamento karikatürü olarak tarihe geçecek olan, vekâlet oylarıyla kabul edilen soykırımı inkâr yasasının altında yatan tarihsel gerçeklerden birisi de budur. Emperyalistler, kendi yaptıkları insanlık dışı hareketleri örtmek için masum milletleri suçlarlar. Ama bilmeleri gerekir ki, yasayla tarih yazmak, milletlerin parlamentolarına onur getirmez.

Dr. Alev Coşkun Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi

Van'ın, birincisi 23 Ekim 2011'de Erciş merkezli ve 7.2 şiddet ölçekli; ikincisi de yine geçen yılın 9 Kasım'ında 5.3 şiddetinde kent merkezli olarak geçirdiği iki depremin yaralarını hâlâ sarsmadığımızı unutmayalım.
Ulusal medyamız, "iyi saatte olsunlar"ın korkusundan yeterli ilgiyi göstermese de, bu iki depremin altüst ettiği kentte çadırlarda yaşamak zorunluluğu yüzünden çıkan yangınlar can almayı sürdürüyor.
Birkaç ayda tüm depremzedeleri yeniden yapılmış evlere oturtmanın elbette mümkün olmayacağı bilmiyor. Ama birinci aşama olarak çadırlarda yaşamak zorunda olanların tümünün konteynırlara taşınması işinin tamamlanması gerekiyor.
28 bin binanın oturulamaz hale geldiği, 11 bin 317'sinin de orta hasarlı olarak gösterildiği kent, güneydoğusundan Antalya gibi güneybatıda bulunan sıcak bölgelere ; yönelmiş göç yüzünden ne ölçüde boşaldığını özellikle günbatımından sonra gösteriyormuş.
Vanlı bir okurum "Geceleri tam anlamı ile bir hayalet kent olduğumuzu görmek isterseniz, gelin" diyor.
Devlet Baba, yıkılan binaların yerine yenilerini yaptırmak amacıyla harekete geçmesine geçmiş. TOKİ'nin memurlar için yaptırttığı binalar için yüklenicilik yapan firmanın tamamladığını söylediği binaların koşullara uymadığından şikâyetçi olan memurlar dün kent merkezinde, AKP yanlısı olduğu bilinen Memur-Sen öncülüğünde protesto yürüyüşü yapmışlar.
Yaraların tam anlamı ile hâlâ sarılamayışı, iktidarı destekleyen bir sendika örgütünü de harekete geçiriyorsa, başkent Ankara'dan o eleştirilerde kasıt aramaya kimse niyet etmesin!
Dahası sağcısı, solcusu, hatta orta yolcusu bir koro halinde birleşerek 1071 rakımlı olduğunu öğrendiğimiz Çankaya'ya da, onun uzak karşısında bulunan Keçiören'e de seslensinler:
Ankara'da kaloriferli evlerin bahçelerinde kartopu oynamadan önce Van'da çadırlarda donmamak için yakılan elektrik sobalarından çıkan yangınları önlemeyi düşünün.
Üç kocaman ay geçti ama hâlâ çadırları barınak diye göstermektesiniz.
Depremzede Vanlılar için bir an önce yeterli sayıda konteynır sağlayın.
Yoksa bu tarihi ve büyük kent bir kum tanesi gibi dağılacaktır .

Orhan Birgit/Cumhuriyet

Sanal Tehlike - Kürşat Başar
Artık önlülerle röportaj yapmaya da gerek kalmadı.
Herkes sosyal medyadan kimin ne yaptığını, saniyesi saniyesine izliyor, onun üzerine yorumlar yapıyor.
Bir röportajda, zar zor konuşan insanlar, sosyal medyada, gecenin yansı ne renk gömlek giydiğinden ne yemek yediğine, sevgilisiyle kavga etmesinden ülke politikası hakkındaki görüşlerine varıncaya kadar her şeyi yazıyor.
Sanal ortamdaki tartışmalar, yorumlar, görüşler, ertesi gün gazetelere haber oluyor.
Cumhurbaşkanı'ndan Dışişleri Bakanı'na, ünlü oyunculardan yazarlara herkes sosyal ortamda kendisini anlatma derdinde.
Ama işin bir başka yanı daha var. i Siz kendinizi anlatmak istemeseniz de sizin yerinize birileri sizinle ilgili haberleri anında yansıtıyor.
Yalnızca haberleri mi?
***
Eskiden kameraların geldiği, basının izlediği yerlere gitmediğiniz sürece özel hayatınız size özeldi.
Şimdi havaalanında bile birisi cep telefonuyla fotoğrafınızı çekip anında internetten yayınlayabiliyor.
Ulaştırma Bakanı, geçenlerde, "Internet çıktı mertlik bozuldu" dedi.
Eh, yalan da değil.
Geçenlerde bir arkadaşım, Twitter da izleniyormuş, yazdıklarımıza dikkat edelim" deyince bir an cevap veremedim.
İzlenir, şaşırmam. l. Yakın bir zamanda, "fantastik gizli örgütün sanal ortam ayağını oluşturmak" suçundan sabaha karşı epey bir insanın evine baskın yapılabilir.
***
Ünlü yazar Paul Auster'in röportajı yayımlandı geçen günlerde. Türkiye'ye gelmek istemediğini, çünkü yüzlerce gazeteci ve yazarın hapiste .tutulduğunu, böyle bir ülkeye asla gelmeyeceğini söylüyordu yazar.
Son zamanlarda, birçok yabancı gazeteci, 'Türkiye'nin giderek tek adam rejimine yöneldiğini, baskının arttığını yazıp çiziyor.
Uluslararası platformlarda artık başlangıçta çok büyük demokrasi hareketi gibi görülen davaların bile ciddiyeti tartışılıyor.
Ana muhalefet lideri, yakında sıranın kendilerine geleceğini söylüyor.
Protesto gösterisi yapan Öğrenciler gizli örgüt kurmaktan, gazeteciler terör örgütüne "destek" olmaktan değil "üye" olmaktan yargılanıyor.
Bu durumda sanal ortamın bile tehlikeli olması, insanların aklına geleni yazma hakkı olan tek mecrada bile kendilerini tehdit altında hissetmesi doğal değil mi ?

Kürşat Başar/Cumhuriyet

Hemen her gün toplumu sarsacağı sanısıyla yeni iddialar ortaya atılan Türkiye’ye benzer bir ülke yok yeryüzünde!
Öyle açıklamalar yer alıyor ki
gazetelerde, Uğur Mumcu’nun; yıllar önce benzeri olayların, açıklamaların, iddiaların yaşandığı günlerde, TTC (Türkiye Tımarhane Cumhuriyeti) tanımına hak vermemek olanaksız!
Son günlerde bu tanıma uygun düşen bir açıklama izledik.
Darbecilere idam cezasını az bulan, kendini hem mümtaz ve hem de önde giden Türk sanan, sıfatı ve adı Prof. Mümtaz’er Türköne, “Ben onlar için idam cezası yerine eskiden olduğu gibi yağlı kazıklara oturtularak cezalandırılmaları taraftarıyım” dedi.
Bu ifadeye bakarsanız, adam, Türkleri kazığa oturtarak öldüren Kazıklı Voyvodo’nun çağdaşı!
Hani akıl hastanesindeki tedavi görene sormuşlar: “Kaç kişisiniz içeride?”
“Dışarıdakiler bizden fazla” demiş.
Fethullah’ın organı Zaman yazarı da “dışardakilerden” biri mi acaba?
***
İçerideki gazeteci sayısı 96’dan 105’e çıktı.
Son rakamı veren Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, “Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün yayımladığı 2011/2012 Dünya Basın Özgürlüğü listesinde Türkiye 10 sıra daha geriledi ve 148. sırada yer aldı” diyor.
Fakat Platform’un bir itirazı var.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün Aralık 2011 tarihli raporunda, Çin’in en fazla gazeteci tutuklayan ülke olduğu belirtiliyor.
Oysa Çin’de hapisteki gazeteci sayısı belirsiz.
Nasıl oluyor da tutuklu gazeteci sayısı belirsiz bir ülke Çin, en fazla gazeteci tutuklayan ülke olarak birinci sırada ilan ediliyor?
Oysa olması gereken şu: Kalkınan, gelişen ve değişen ülkeler arasında ilk sırada yer almakla övünen Türkiyemizde, tutuklu gazeteciler sayısı 105!
Yağma yok!
Türkiye’nin hakkını kimseye yedirmeyelim diyor Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, gerçeği ilan ediyor:
Tutuklu gazeteci sayısında dünya birincisi, Türkiye!
***
Türkiye Futbol Federasyonu’nun şikeden küme düşme yerine puan indirme önerisi olağanüstü kurulda reddedildiğinden beri TTC’ye yaraşır bir kargaşadır gidiyor.
TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar istifa edecek mi, etmeyecek mi?
Soru bu iken beklenen oldu.
Bir deli bir taş atar kuyuya, yüzlerce akıllı çıkaramaz özdeyişine koşut çözüm formülünü, Akşam’da İsmail Küçükkaya açıklayıverdi: “Krizi çözerse Başbakan çözer!” dedi.
Yazdığına göre; TFF, sık sık ya Ankara’da ya da Dolmabahçe’de ziyaret ederek -herhalde- nasıl bir yol yöntem izlemelerini konuşurmuş Başbakan’la.
RTE de TFF’ye: “Totalde Türk futboluna özelde kulüplere zarar vermeyin ya da en düşük seviyede tutun. Ama suç işleyen varsa yargı gereğini yapsın... Kişilerle kurumları birbirinden ayırın. Hatayı kimin yaptığına bakın” diye akıl veriyormuş.
Başbakan’a atfedilen bu söylem doğruysa; içeriği açısından TFF’nin kulüplere önerdiği ve reddedilen çözüme koşut!
Bu duruma göre, ne yapacağı, neye karar vereceği günlerdir tartışılan kararsız TFF Başkanı’na Başbakan, kal görevde, 58. maddeyi uygula. Yargı kararı olmadan suçlanan takımları kümeden düşür, nasıl diyecek?
***
Bir de şu halimize bakın. Yabancı kalemler, RTE’nin, “her geçen gün daha da ‘otokratlaştığını’” yazıyor.
İçimizden kimileri ise sanki TTC’ye yaraşır bir çaba içinde.
TFF istifa etsin mi, etmesin mi sorusuna yanıtı, sonuçta Türk futbolunun geleceğini etkileyecek çözüm formülünü giderek “otokratlaşan” RTE’den bekliyor!
Demek istiyorlar ki, bakma, kulak asma içimizdekilerle dışımızdakilerin böyle yazıp söylediklerine.
Orduyu, medyayı, yargıyı ele geçirdin.
TFF’nin de dümenine geç!
Daha da otokratlaş RTE !

Cüneyt Arcayürek/Cumhuriyet

Konu “yasa” olunca ilk akla gelen söylemlerden biri şudur:
Kötü bir yasa iyi bir uygulayıcının
elinde olumlu sonuçlar verebilir, iyi bir yasa kötü uygulayıcıların elinde felaketler getirebilir.
Bu sözün her tarafı yaşadığımız sürece uyuyor.
Adalet Bakanlığı’nın gündeme getirdiği “Yargı Reformu-3” başlıklı paket de bu kapsamda görünüyor.
Öncelikle şu noktanın altını çizelim; bir konuda sürekli reform yapıyorsanız demek ki yaptıklarınız ya eksik, ya yanlış.
Yapılan açıklamalar, son paket ve uygulamalar birlikte değerlendirildiğinde Adalet Bakanı’nın görünümü şöyle özetlenebilir:
Adalet dağıtmanın zeminini oluşturmaktan çok, mevcut durumu iktidar adına yönetmeyi amaçlıyor.
***
Elbette yasa değişikliğinin kaçınılmaz olduğu durumlar vardır. Her şey bir yana teknolojinin gelişimiyle birlikte gündeme gelen hukuksal sorunlar var.
Ancak Türkiye’de yargının başlıca sorunu, eksiklikler yanlışlıklar bir yana, uygulama. Mevcut yasalar “önce hukuk”, “önce masumiyet karinesi” anlayışıyla uygulansa tartışmalı konuların çoğu gündemden düşer.
Birkaç örnek verip somutlaştıralım...
Yargı sisteminin en özensiz yaklaştığı konuların başında “delil hukuku” geliyor. Ceza davalarında delillerin hukuka uygunluğu, suç-delil bağlantısı yargılamanın en önemli aşamasıdır. Daha doğru anlatımla işin başıdır. Eğer deliller hukuka uygun değilse, suç suçlanan kişi bağlantısının dışındaysa daha baştan elenir, dosya dışı bırakılır.
Türkiye’de bu iş, en sona bırakılıyor. Yani hüküm aşamasına. O aşamaya dek insanlar suçlanmaya devam ediyor, tutuklu kalabiliyor.
Bu sütunlarda sıklıkla dile getirdiğimiz “dijital veriler” de delil hukukunun bir parçası olarak davaların netleşmesine değil, karmaşık hale gelmesine neden olan bir sorun halinde kalmaya devam ediyor.
Hukukun sürekli reformlarla “deforme” edilmediği ülkeler iletişim teknolojisinin gelişmesiyle birlikte bu konuyu çoktan çözdü; “Siber Suçlar Sözleşmesi” adı altında ortak bir metin bile oluşturdu.
Türkiye bu sözleşmenin kurallarına tam olarak uymamasına karşın yine de hukuki zeminde kalınmasını sağlayacak düzenlemeler yaptı. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun (CMK) 134. maddesinde dijital verilerin nasıl delil değeri taşıyacağına ilişkin uyulması zorunlu kurallar var.
Silivri yargılamalarında bu yasa adeta yürürlükte değil. Yasa uygulansa çoğu dijital verilere dayandırılan davalarda en azından bir netleşme ortaya çıkacak.
Tutuklamanın devamına karar vermek, ilk tutuklama kararından daha ciddi bir adım. Bu nedenle mevcut yasalar yargıca, “Eğer tutukluluğu sürdüreceksen bunun gerekçelerini tek tek yazmalısın” diyor.
Uygulamada ise tüm sanıklar için tek tip gerekçe yazılıyor.
***
Yukarıda çok az bir bölümünü vurguladığımız tersliklerin bazıları gündemdeki yargı paketinde yer alıyor!
Bu maddeleri bir araya getirip şöyle bir başlık altında yasalaştırmak uygun düşer:
Yasaların mutlaka uygulanması gerektiğine dair yasa!
Reformla birlikte sık tartışılan bir konu daha var; yargının hızlandırılması.
Sanırım hiçbir hukuk devletinde böyle bir reform başlığı yoktur. Zira yargılama bir bütündür, hızı da içeren “makul sürenin yanında adil yargılanma” esastır.
Hükümetin genel tutumu dikkate alındığında yargının hızlandırılmasından şunu anlamak gerekiyor:
Yargının “suçlama” yönü zaten çok hızlı seyrediyor. İnsanları, isimsiz bir ihbarla, birkaç telefon bağlantısıyla, işinin gerektirdiği ilişkilerle, kolaylıkla ve hızla suçlamak mümkün... Sıra aynı hızla hüküm vermekte!
Böyle bir “reform” aranıyor!
Bu yazı toplam 85 defa okunmuştur .

Mustafa Balbay/Cumhuriyet

Aman doktor...
Canım doktor...
Bize de bir çare...
*
Yüz var mı?..
Yüz?..
Hani şöyle yalan söylediğinde biraz olsun kızaran...
Bu kadar suçu günahı olup da insan önüne çıkamayan?..
Utanan yüz?..
*
El var mı doktor?..
El...
Günaha açılmamış, harama uzanmamış...
Yuvalar yıkmamış...
Güçsüze, suçsuza kalkmamış...
Çalmamış, çırpmamış...
Kirsiz?..
Kansız...
Temiz el?..
*
Ayak var mı hani?..
Ayak...
Hukuku altına almamış...
Adam gibi doğru dürüst yürüyen...
Geri geri tepmeyen ayak...
*
Beyin var mı mesela?..
Kömür alıp oy verirken, o kömüre niçin muhtaç olduğunu düşünecek kadar beyin?..
On senedir aç ve yoksul sayısı arttığı halde Türkiye’nin “yıldız ülke” olduğuna inanmayacak... Bütün muhalif aydınları hücrelerdeyken memleketin “ileri demokrasiye” geçtiğine kanmayacak... Allah ile arasına başbakan, bakan, milletvekili sokmayacak kadar çalışacak... Bütün muhaliflerin yolsuzluk yapan hırsızlar, bütün iktidar yanlılarının sütten çıkmış kaşık gibi tertemiz olduğuna inanmayacak kadar işleyen beyin...
Var mı?..
*
Göz var mı doktor?..
Görsün...
Kulak var mı?..
Duysun...
Dil var mı?..
Söylesin...
*
Yürek var mı?..
Çıkıp da hani “Yetti artık...” diyecek?..
Bir tane olsun takıver de aman doktor...
Bir çare....

Bekir Coşkun/Cumhuriyet

‘İleri Demokrasi’nin Katılımcı Anayasası - Ali Sirmen
AKP 12 Eylül Anayasası’nı, 12 Eylül 2010 referandumu ile, yargı bağımsızlığını olduğu halinden de geriye götürerek, kendi dilediği kalıba büründürdükten sonra 2011 seçimlerinin ertesinde topluma yeni bir hedef gösterdi:
- Artık hedefimiz sivil bir anayasa olmalıdır...
Aslında deyiş kulağa hoş geliyordu. Herkesin katılımıyla sivil bir anayasa yapılacaktı. Çoğulcu katılımcı bir anayasaya kim karşı çıkabilirdi ki?
Oysa AKP, Cumhuriyeti kuşatma operasyonunu 12 Eylül 2010 referandumu sonucunda yargıyı da denetimine alarak, büyük ölçüde tamamlamıştı.
Artık edinimleri pekiştirerek, yaşamda oturtmaktan başka yapacak iş kalmamıştı.
Belki bir teki dışında:
“Tayyip Bey’i başkancı bir sistemin mutlak yetkili başı olarak Çankaya’ya taşımak.”
Yani amaç, çoğulcu ve katılımcı anayasa değil, başkancı sistemin yolunu açmaktı.
Kulağa hoş gelen sivil anayasa deyişinin ise pratikte bir anlamı yoktu.
Sivil, her türlü vesayetin dışında demekti. Yoksa iktidarın vesayetinde hazırlanan anayasalar, ister askeri olsunlar, ister sivil asla demokratik olamazlardı.
Tıpkı, askeri mahkemeleri kaldırıp, sivil iktidarın sultasındaki yargının özel yetkili ağır ceza mahkemelerini getirmekteki anlamsızlık gibi durum ile karşı karşıyaydık.

***
AKP’nin katılımcı yöntemlerle, çoğunlukçu bir anayasa amacında değil, yalnızca Tayyip Bey’in konumunu pekiştirme peşinde olduğunu bilenler, bu yalanı yutmadı.
Ama, “çoğulcu, katılımcı, sivil anayasa” çağrısına karşı çıkıldığı takdirde ne olacağı bilindiğinden, buna baştan hayır demek yerine “hodri meydan!” çekmek gerekirdi.
Öyle de yapıldı.
Nasıl olsa kısa zamanda işin kokusu çıkar, aslı anlaşılırdı.
Nitekim öyle de oldu.
Önceleri her şey, katılımcı çoğulcu demokratik anayasaya gider gibi başladı.TBMM’de bir Uzlaşma Komisyonu kuruldu.
Öneriler buraya yapılacak, metinler web sitesinden yayımlanacaktı.
Dileyen vatandaş siteye girecek, gelen önerileri görecek, toplum bilgilenecekti.
Nitekim öneriler de birbiri ardından gelmeye başladı.
Ama ilk falso, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın sunumunda yaşandı. Sözü geçen kurul KHK yetkisini kaldıran önerinin sunumunu komisyonda okurken, o bölümü pas geçivermiş ve Mehmet Ali Şahin’in “neden çekiniyorsunuz” uyarısına muhatap olmuştu.

***
Sonunda katılımcı yöntemlerle yapılacak, çoğulcu anayasaya can vermek için oluşturulan TBMM Uzlaşma Komisyonu da, önce Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın önerisini yayımlandığı web sitesinden kaldırdı. Ardından da kamu kurumları, üniversiteler, STK’lerden gelecek yeni anayasa önerilerinin metinleri için gizlilik kararı koydu.
Ayrıca daha önce gönderilmiş olanlar da, web sitesinden çıkarıldı.
Gerekçe, polemik ve tartışmalar yaşanmasının önüne geçmekti.
Uzlaşma Komisyonu üyelerinden birinin sözleri aynen şöyle:
- Bu önerilerin mahremiyeti bize emanet; şu aşamada dile getirilen önerilerin tartışma ve polemik konusu yapılması çalışmalarımızı olumsuz etkiler. Bu yolla toplumda çatışma ve kamplaşma oluşmasına zemin hazırlamak istemiyoruz.
Oysa katılımcı anayasada amaç tümüyle bu, herkes önerisini ortaya koyacak, bunların üzerinde tartışılacak, bu tartışmalı katılımla anayasa oluşturulacak.
Görüyorsunuz Tayyip Bey’i Bay Başkan yapmaktan başka amacı olmayan yeni anayasa girişimimin gerçek yüzünü bizzat TBMM Uzlaşma Komisyonu koymuş durumda.
Artık başka söze, eleştiriye tartışmaya gerek yok.
Yalnızca bir tek noktayı belirtmek gerek, bu uygulamanın olduğu sistemin “ileri demokrasi” olduğuna inanmak, ancak “ileri idiosi” ile mümkündür .

Ali Sirmen/Cumhuriyet

Her kelimenin bir anlamı vardır hayatın akışı içinde... Sevgiyle yaşam arasında gidip gelen kelimeler bir bakarsınız özgürlükle buluşur.
O zaman sorayım:
“Özgürlük nedir?”
Özgür insan sorumluluk taşır... Çünkü kul değil bireydir...
Kendi iradesiyle karar verir, şeyhlerin ve mollaların buyruğuyla değil.
Örgütlü toplum olma gibi yaratıcılığı da kapsar özgürlük.
Özgür birey teslim olmaz, eleştiriden kaçınmaz.
Özgürlük yaşamın kendisidir...
Bu coğrafyada yaşayan insanlar çok acılar çekti... Öfke, kin, nefret tohumlarını ekip biçti... Askeri faşist darbeleri yaşadı... Zindanlarda, işkencelerden geçirilerek öldürüldü.
Gencecik çocuklarımız ekin tarlaları gibi biçildi.
Demokrasi ve özgürlüğün ne anlam taşıdığını benim kuşağım 40 yıldır tartışıyor.
Sonuç?
Elde var sıfır...
***
Muhalefet olmayı Kürt siyasi hareketinin muhalif sol kanadı sananlar var hâlâ.
Kandil ve İmralı’dan buyruklarla yönlendirilenlere alkış tutanlar, vahşi kapitalizmi, emeğin örgütlü gücünü yok sayıyor, sermaye-emek çelişkisini ağızlarına almıyor.
Bir dönemin sosyalistleri teröre örtülü destek veriyor, demokrasi ve özgürlüğü namlunun ucunda mermi sanıyor.
Bu olup bitenleri ise Türk ve Kürt emekçileri sadece seyrediyor...
Hayat insanı karmakarışık duygulara sürükler, özgürlük tanımını kimi zaman farkına bile varmadan ırkçı duygularla yeşertir...
Türk ve Kürt hiç fark etmez.
Kaba milliyetçilik insani duyguları unutturur.
Gözaltındaki kayıpları beynimiz siler...
***
Özgür birey dik durabilirse, boyun eğmezse Diyarbakır, Aydın, Ulucanlar’da yaşananları anımsar.
Onlar özgürlüğün bir bedeli olduğunu kavramıştır.
Onlar yaşamın ne olduğunun farkındadır.
Onlar muhalif hareketin genişlemesi için ortak aklın bir olduğuna inanır.
Onlar siyasal iktidarlara yalakalık yapmazlar.
Onlar özgürlüğün birilerinin sırtına tutkalla yapışmak olmadığını bilir.
Onlar kendi çıkarları için değil toplumun çıkarları için mücadele verir...
Özgür birey savaştan yana değil barıştan yanadır...
Terör nereden gelirse gelsin; ister bireysel, ister devlet, ister örgütsel terör olsun, ister sağcı, ister solcu, ister dinci.
Terörün bir insanlık suçu olduğunun bilinci içindedir...
***
“Türkiye yakın tarihiyle yüzleşmekten neden kaçınıyor?”
Dünün faşolarından birisi, bugün demokrasi ve özgürlük masalı anlatıp “Darbecileri idam etmeyelim, yağlı kazığa oturtalım” demiş.
Tamam, oturtalım!
Susurluk’taki trafik kazasından sonra ortaya dökülen, bunca insanımızı öldürenleri, yargısız infaz yapanları ve onları savunanları nereye oturtalım?
Doğan Öz’ü, Abdi İpekçi’yi, Bahriye Üçok’u, Hamit Fendoğlu’nu, Musa Anter’i, Uğur Mumcu’yu, Ahmet Taner Kışlalı’yı, Mehmet Sincar’ı öldüren tetikçilerin arkasındaki güçleri ne yapalım?
Sivas katliamını, Gazi Mahallesi’ni!
Tüm bunları unutalım isterseniz...
12 Eylül Anayasası’nı, Seçim ve Partiler Yasası’nı, yüzde 10 barajını ağzımıza almayalım...
Kandil’den, İmralı’dan gelen buyrukları yerine getirenleri “Kürt sol siyasal hareketi” olarak görüp alkışlayalım mı?
***
Özgürlük yaşamın rengidir...
Özgürlük mücadeledir...
Özgürlük ihbarcılık değildir...
Bir Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Ahmet Şık, Doğan Yurdakul, Soner Yalçın, Hikmet Çiçek...
Yetmez!
Daha çok, daha çok gazeteci, yazar, bilim insanı, aydın tutuklayalım.
Sabah akşam KCK operasyonu yapıp sapla samanı iyice karıştıralım... Her Kürt yurttaşımızı potansiyel terörist olarak görelim...
Ve adına da “ileri demokrasi ve özgürlük” diyelim....
Ne dersiniz ?

Hikmet Çetinkaya/Cumhuriyet

"Sadullah Ergin, Türkiye’de hukuk garabetinden baş sorumlu bakandır.
Hukuk, ülkemizde bir zulüm hukukuna dönüştü, insanlar içeride boşuna yatırılıyor, tutukluluk bir ceza oldu, diyeceğiz..
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’de adaleti yerden yere vuruyor, en çok ceza alan ülke Türkiye, en fazla parayı ödeyen ülke Türkiye diye yazıp çizeceğiz..
Gazeteci tutuklamalarına Amerikan Büyükelçisi bile veryansın etti, Türkiye 148. sıraya düştü manşetleri atacağız...
Sonra kalkıp Adalet Bakanı için, efendi, konuşulabilir, her şeyi tartışmaya açık, yanlışları değiştirmeye hazır bir insan diyeceğiz...
Bu ikisinin bir arada olması zor.
Şüphesiz ki Adalet Bakanı, Erdoğan’ın dili, kulağı, uygulayıcısıdır. Aynı zamanda cemaatin de eşgüdümcüsüdür! Kendi başına ne kadar bir varlıktır, bilemeyiz. Ama bakanlığı ilgilendiren bütün uygulamalardan görünüşte o sorumludur.
Silivri’deki hücre hapislerinden tutun, Deniz Feneri savcılarının başlarına gelen bütün garabetlere ve HSYK’nin bütün tasarruflarına kadar...
Bir kadının İzmir’de yediği polis dayağına ve darp izlerine rağmen, “sağlamdır” raporu veren doktor kılığındaki zulüm mekanizmasının uzantısı görev yeri nöbetçisine kadar..
Otobüste dayak yiyen gençler için, dayak atan polislerden daha çok ceza istenmesine kadar..
Doğa direnişlerini terör örgütü üyesi suçlaması yapanlara ve gazetecilere hukuk terörü uygulayıcılarına kadar..
Hepsinin başında kendileri bulunuyor!
***
“Hukuk reformu” diye yutturulan yeni düzenleme, yanlış hukuku özünde hiç düzeltmeyecektir. “Gazeteciler hakkında 5000 dava düşecek” bir yandaş propagandasıdır! Bu davaların büyük çoğunluğu, Ergenekon vb. gibi siyasi davaların yasak olan soruşturma aşamasındaki “gizli” dosyalarını, sanıkları yerden yere vurmak ve savcıların bütün iddialarını gerçekmiş gibi topluma sunmak tetikçiliğiyle ilgilidir!
Hepsini içeri tıkmanın zeminini yaratan kara propagandaydı bu. Bu propagandanın Balyoz ayağındaki tetikçinin göğsüne, ayrıca bir de Gazeteciler Cemiyeti ödülü asılıyor, iyi mi!
Onlara “Hadi evlatlarım, suçmuş gibi görünse de merak etme, sonra sizleri kurtaracağız..” denildi. En büyük tetikçileri milletvekili yaptılar, büyük ödül olarak. Diğer yandaş tetikçileri de şimdi kurtarıyorlar. Tabii ki arada güme gitmiş gazeteciler de bundan yararlanacak...
Sadullah Ergin, yaşadığımız bütün hukuksal garabetlerin baş mimarı rolündedir; gülümsemesiyle, dışarıya verdiği efendilik izlenimiyle, her şeyi tartışabiliriz havasıyla, gerekirse düzeltiriz söylemiyle!
Her şeyi yapın, onunla bir milim ilerleyemezsiniz... Emirlerin uygulayıcısıdır, gülümser yüzünün ardında da bu vardır.
***
‘Tahrik’ indiriminin delili var mı?
Adalet kadınlar söz konusu olduğunda da kötü işliyor.
Önümde bir haber: “Korkunç cinayete tahrik indirimi.. kaçırdığı sevgilisini ailesi istemeyince boğup bahçeye gömdü. Mahkemede, cinayetten önce tartıştıklarını söyledi ve cezası müebbetten 15 yıla indirildi...”
Mahkeme, hangi verilerle ve delillerle katilin cinayeti “tahrik altında işlediği”ne kanaat getirdi? Eldeki tek “delil”, katilin mahkeme heyetine söyledikleri! Ve “iyi hali”!
Bütün katiller, mahkeme önünde “pişman”dır. “İyi hallidir”. “Tahrik” edilmiştir... Üstelik çoğu hayatında takmadığı kravatla “iyi izlenim” vermeye kalkışır. Amacı, işlediği büyük suçtan paçayı sıyırmadır...
“Tahrik delili” ortalıkta yoktur. Çünkü bunu teyit edecek tek kişi öldürülmüştür.
Mahkeme, “yaşasaydı, tahrik ettiğini söylerdi” gibi, öldürülmüş kadının yerine kendini koyup delilsiz karar veremez ve delil üretemez.
Kızın kafasını suya sokup boğarak öldüren (ve üstelik çok sevdiği elma ağacının altına gömdüm, diyen) insan kılığındaki ve ülkemizde mebzül miktarda bulunan bu alt insan türünün tek yeteneği, sahip olduğu kas gücüdür. Bu gücünü de, yararlı bir iş için değil, kendisinden zayıf insanları öldürmek için kullanmaktadır.
Beş on yıl sonra çıkacak ve yine kas gücüyle zayıf insanlara zarar verecektir..
Mahkemelerin bu tür kararları sayesinde!"

Orhan Bursalı/Cumhuriyet

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, bazı genel müdürlükleri birleştirmeyi, Milli Güvenlik dersini kaldırmayı “reform” olarak görüyor, ancak bakanlığın katlarında yaşanan skandallardan ise haberi bile olmuyor. Anlaşılıyor ki eğitim konularından habersiz bir kadro bir çok konuda bakana ya eksik ya da yanlış bilgi veriyor. Bu durum, bakanlıkta skandalları gündemden düşürmüyor.

Müsteşar Emin Zararsız imzasıyla yayımlanan genelgede, Ankara dışındaki tüm illerde 19 mayıs törenleri için açıkça “yapmayın” deniliyor. Buna gerekçe olarak 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı için ortaöğretim öğrencilerinin aylarca hazırlandığı ve okullarından uzak kalmaları gösteriliyor.

Oysa gerçek durum bu
Önümde Nisan 2007 tarih ve 2595 sayılı Tebliğler Dergisi’nde yayımlanan “kutlama yönergesi” var. Buna göre, teknik komite verilen görevde “Ortak çalışma sayısı, genel prova dahil olmak üzere merkez nüfusu 1 milyonun üzerindeki illerde en fazla 10, diğer il ve ilçelerde en fazla 7 çalışma günü olarak tespit etmek” deniliyor.

Öğrencilerin derslerinden kalmamaları için bu çalışmaların önemli bölümünün okullarda yapılması, rehberlik ve beden eğitimi derslerinin aynı güne denk getirilip gerçekleştirilmesi de mümkün. Bakanlık 19 Mayıs bayramıyla ilgili gerçek durumu değil, “yasaklama” niyetini ortaya koyuyor.

O ders niçin kaldırıldı?
Sanki Avrupa Birliği’nin her dediğini yerine getiriyormuşuz gibi Milli Güvenlik dersinin kaldırılmasını Avrupa Birliği istediği için kaldırıldığı açıklandı. O dersin kaldırılması Ömer Dinçer döneminde değil, Hüseyin Çelik ve Nimet Çubukçu döneminde planlandı. 100’e yakın ders programı değiştirilirken, kaldırılacağı için Milli Güvenlik programında değişiklik yapılmamıştı..
Okullarda Milli Güvenlik dersine yedek subaylar ya da askerlik şubeleri, jandarma komutanlığı rütbelileri giriyor. Ancak, özellikle imam hatip liselerinde öğrencilerin türbanlı olarak derse girmesine, yönetmelik hükmü uygulanmadığı için askerler karşı çıkıyor, ya derse girmiyor, ya türbanlı olanlar dersten çıkarılıyordu. Bu konuda yapılan şikayetler üzerine müfettişler soruşturmalar yürütüyordu.

Ders gerekli mi, değil mi tartışmasından çok “apoletliler gitsin”le demokrasiye geçileceği sanıldı. Okullarda imamların, müftülerin, veterinerlerin ve değişik meslek mensuplarının derslere girdiğini niçin unutuyorsunuz?

Kıyıma dönüşen değişiklikler
Müsteşar yardımcıları Recep Işık, Remzi Kaya, Cumali Demirtaş, Abdulsamet Arslan’dan sonra Sadettin Sabaz da, dün görevinden ayrıldı, yerine bakanın okul arkadaşı Zübeyir Yılmaz getirildi. Hayırlı olsun. Olsun ama görevden alınan, müşavirlik kadrosuna verilenlerin hak kayıplarına neden olanlar kendilerini yargı önünde bulmayacaklar mı?

Müsteşar yardımcıları ve genel müdürlerin maaşları arttı. Müşavirliğe gönderilenler 4 bin 700 lira maaş alırken, yerlerine atananlar ise 6 bin lira almaya başladı. Dahası emeklilikte büyük maddi kayıpları da olacak. Alınan müsteşar yardımcısı ve genel müdürlere “şahsa bağlı kadro” verilmemesi ve haklarında kararname düzenlenmeden görevden alınmaları beraberinde hukuki sorunlar da getirdi. Örneğin görevden alınan müsteşar yardımcılarından eski personel genel müdürü, bakanlık müfettişliği görevlerinde bulunan Remzi Kaya, aylardır makam odasını iç kararname tebliğ edilmediği için bazı genel müdürler gibi boşaltmıyor.

Davadan kurtulmak için
Kendisine hiçbir iş verilmeyen bu bürokratlar haksız mı? Konuştuğum konuyu yakından bilen hukukçu şunları anlattı:
“Bakanlıkta yanlış üstüne yanlış yapılıyor. Genel müdür, müsteşar yardımcısı, kurul başkanı, Talim ve Terbiye kurulu üyeleri naklen müşavirliğe atandılar. Oysa, bunlar şahsa bağlı kadrolarıyla gitmeleri gerekirdi. Bu durumda, onlar için kanun hükmünde kararname paralelinde ‘iç kararname’ tabir edilen nakil onayı ve diğer belgeler düzenlenmedi.”

Genel müdür yardımcıları, daire başkanları , şube müdürleri, milli eğitim müdürleri üzerlerindeki kadrolarla müşavirliğe atandılar. Yani onlar hiçbir şey yapmadan genel müdür yardımcısı, daire başkanı, şube müdürü, il milli eğitim müdürü unvanını taşıyacaklar. Yani görevden alınan müsteşar yardımcıları, genel müdürler, Talim ve Terbiye kurulu üyelerinden farklı pozisyondalar.
Bakanlık, dava açılmasın diye ne kadar ince politika izlerse izlesin kaçışı, kurtuluşu yok. Şu günlerde bakanlık aleyhinde İdare Mahkemelerine dava açan açana… Haberiniz olsun Ömer Bey….

Saygı Öztürk/SÖZCÜ

Hani dünkü Cumhuriyet'in manşetiyle de DİSK'e kapıların kapandığının haberi verilen gelişme var ya.. Aslında Erdoğan hükümetlerinin Türk sendikacılığının resmen iflasını ilan ettiği, yukarısı bıyık aşağısı sakal bir durum...
Çalışma Bakanına düştüğü çıkmazda acımamak olanaksız. 6 dönemdir yasal yükümlülüğü olduğu halde ilan etmeyerek yasalara karşı suç işlediği resmi istatistikleri ilan etse de suç, etmese de suç...
Yürürlükteki yasal düzene, hukuka göre, birincisi Ocak ayında yılda iki kez ilanı zorunlu resmi istatistikler, sendikaların topu pazarlık ehliyeti (hakkı) için işkolunda yüzde 10 oranında örgütlenmiş olduklarının resmi kanıt belgesi. 12 Eylül yasaları yürürlüğe girdiği süreçte de bilindiği üzere özgür sendikalaşma, toplu pazarlık düzeni önünde bile bile konulmuş temel hak yasaklarının en etkin silahı. 1984 yılının ilk resmi istitastiğinde bile, bile bile lades sahteciliğine prim verilmek zorunda kalınılması bundandır.
Türkiye'nin acımasız kuralsız çalışma düzeni içinde, sendikal hakların kullanılabildiği kamu sektörü özelleştirmelerle hızla eritilirken, her işkolu için çalışanların yüzde onunu örgütleyebilmiş sendika bulmak fiilen hızla olanaksızlaştı. İlk yıllardan saadet zinciri gibi büyüyen resmi istatistik sahteciliğine prim verildi. Düşünün ki 2009 yılında yayımlanan son resmi istatistiği kadar, sendikaların toplam üye sayıları 3 milyona ulaşmıştı. Oysa Çalışma Bakaninın sözleşmelerden yararlanan işçi sayısına göre verdiği son bilgiye göre, sözleşmelerden yararlanan işçi sayıları 700 binlerde. Gerçek sendikalı işçi sayısının 500 binin altında olduğundan eminim. Malum özel sektörümüz çalışanlarının kendilerine yakın gördükleri önemli çoğunluğunu sendikalara üye yaptırmama inatları, gerçeği ortada...
Şimdi Bakan, yasal suç işleyerek yayımlanmamış, beklenen istatistiği yayımlasa, yararlananlara göre 700 binli bir rakamda tutsa, sendikaların en büyüklerinden de içinde olmak üzere çoğunluğu toplusözleşme yapma ehliyetlerini, haklarını kaybetmiş olacaklar. Sistemin iflası ilan edilmiş olacak. 5 katına çıkan bir sahteciliğe, eski istatistiklerde olduğu üzere göz yumsa, zaten üç yıldır istatistik yayımlamaktan kaçınmak zorunda kaldığı, SSK verileri ile ilgili yasal yükümlülüğünü de çiğnemiş olacak. Yine sistemin resmen iflasının ilanı olacak...
....
Yeni kuşaklar işçi sınıfının bilmediği 15-16 Haziran 1969 büyük direnişine yol açan, DİSK'in kapatılmasını hedef almış yasa değişikliğini Anayasa Mahkemesi iptal ederken, sonuç gerekçesinde "sendikal örgütlenme, toplu pazarlık haklarının gaspı" demişti. 2821-22 sayılı sendikal yasaların baraj kapsamına ilişkin düzenlemelerinin tümü için de, ortada bağımsız bir yargı denetimi kalmadığı için, Uluslararası Çalışma örgütü'nün (ILO) sayısız kararları var.
Uluslararası sendikal haklara ilişkin tüm organlardan da aynı çerçevede kararlarda, bizdeki baraj sisteminin "sendikal örgütlenme, toplu pazarlık haklarına gasp içeriği" taşıdığının yüzlerce kararından söz edebilirim. Siyasi iktidarlar tınmadılar, sendikaları iktidarın, Bakanlığın elinde, sahtecilikle köle yapmayı yeğlediler. Ama sistem kendi kendine iflas etti.
Bakanlığın pek çok yaşamsal değerde sendikal özgürlük, toplu pazarlık, grev yasaklarını saklı tutarak, yine yasaklı düzen içinde barajı binde 5'e indiren bir taslakla karşımıza çıkmak zorunda kaldı. Kamu bitrilip, özel sektör kayıt dışı, taşeronluk, kuralsızlaştırma ile beslenerek, çalışma yaşamı Erdoğan iktidarlarında daha da hızlı çarpıtılınca ortada başkaca çıkış yolu kalmamıştı. SSK verileri ile düzenlenecek işkolu istatistiği içinde makul sayılarda sendikanın toplusözleşme yapma haklarını korumanın, yani var olan 700 bincik, sözleşmeden yararlanabilen 500 binin altında sendikalı gerçeğinin korunmasının başkaca yolu yoktu...
Türkiye'de yasal iş bulabilmiş halen 8 milyon 481 bin işçi üzerinden, her işkolu için barajı aşmak koşulunun geçerli olabilmesi, ancak bindeli oranda bir düzenlemeyi zorunlu kılıyordu...
Sendikal hak ve özgürlüklerin önündeki çok yaşamsal pek çok yasağı koruyan, bir tek sistemi şeklen ayakta tutacak Çalışma Bakanlığinın bu yasa tasarısı bile, kulislere göre iki ekonomi bakanının engeline takıldı. Pek sayın bakanlara göre ekonomik kriz döneminde, yabancı sermayenin gelişi üzerinde engel oluşturabilirmiş, 8 milyonu sendikasız, toplusözleşme hakkını kullanamayan sigortalı işçi gerçeğinde, 500 binin altındaki sendikalı işçi tehdit oluşturacakmış. Toplam sigortalıdan biraz daha yüksek oranda milyonlarca sigortasız, sözleşmeli, 4-C, geçici, hülle yasalar, yaygın taşeronluk elinde, kölelik düzeninde çalıştırmanın önlenemez çekiciliği yetmezmiş gibi...
Ha bir de bir o kadar milyonlarca işsizi olan bir ülke gerçeğinde....

Şükran Soner/Cumhuriyet

SEVGİLİ okuyucularım, geçmiş yıllarda biz gazeteciler açısından değişik bir olay vardı. Bir hata yaptığımız takdirde, ilgili kişi veya kurumdan mutlaka açıklama gelirdi.
Bir soru sorduğumuzda, mutlaka demiyorum ama çoğu zaman ilgililer yanıt verirdi. Bunların döneminde her şey gibi bu gelenek de altüst edildi.
Tahmin ediyorum, bunlar kamuoyu duyarsızlaşsın diye çok üst düzeyde bir karar aldılar:
“Bu herifler ne yazarsa yazsın, yanıt vermeyin. Bunları adam yerine koymadığımızı, iplemediğimizi bu yolla göstereceğiz. İstediklerini sorsunlar, hiç umursamayın…”
Dolayısıyla, sorduğumuz hiçbir soruya yanıt gelmiyor.
Bunun bir tek istisnası var:
“Eğer yanıt vermek işlerine geliyorsa, o zaman veriyorlar!”
Oysa ben bir gazeteci olarak sorularımı kendi adıma değil, toplum adına soruyorum. Dolayısıyla, bana yanıt veremeyenler, aslında milleti adam yerine koymayanlar. Ellerinde istediği kadar siyasi güç olsun. Bu sorular onlara her zaman sorulacak ve günü geldiğinde konuşmak, anlatmak, kendilerini savunmak zorunda kalacaklar.

***
Bunları niçin yazıyorum? 28 ocak 2012 –cumartesi- günkü yazımda, hepimiz için acı olan bir konuyu gündeme getirmiştim.
Dikkat ediniz. Bu konu uzun bir aradan sonra ilk kez yazılıyordu…Çünkü kaçırma olayları sonrasında bu iş unutulup gitmiş, tamamen karanlığa gömülmüştü. Şimdi de öyle.
PKK’nın elinde şu anda beş esirimiz var. Onları, yol keserek farklı yer ve zamanlarda, geçtiğimiz yaz aylarında kaçırdılar.
Lice’de görevli astsubay Abdullah Söpçeler.
Muş valiliğinde staj yapmakta olan kaymakam adayı Kenan Erenoğlu.
Van’ın Çatak ilçesinde görevli polisimiz Nadir Özgen.
Lice’de görevli uzman çavuş Zihni Koç.
Şırnak’ta görevli uzman çavuş Kemal Ekinci.
Dört üniformalı, bir sivil, toplam beş esir!

***
Cumartesi günkü yazımda bu isimleri açıklarken şöyle dedim:
“Yetkililer bunların ailelerine ne dedi bilir misiniz! Sakın bu konuda ağzınızı açıp konuşmayın, soranlara bilgi vermeyin. Yoksa siz zararlı çıkarsınız.”
O acılı insanları böyle korkutmaktan, tehdit etmekten de utanmıyorlardı. Çünkü konuşurlarsa konu gündeme gelir, hükümet zor durumda kalırdı.
Şimdi hiçbiri ağzını açamıyor.
Aynı yazımda şunları da söyledim:
“Sadece teröre karşı değil, her konuda afra tafra yapan bir hükümet düşünün! Bu ülkenin bir kaymakamı, üç askeri ve bir polisi kaçırılmış durumda…Ve hükümetten tık yok.”
Peki ne oldu bu insanlarımıza? Başlarına neler geldi?
Bu konuda birkaç olasılık var:
1- PKK bunları kaçırdıktan sonra öldürdü.
2- Bunları elinde pazarlık kozu olarak tutuyor.
3- Hükümetle bu konuda görüşme yapıyor.
4- Hükümet dünyadan habersiz, ne olduğunu bilmiyor. Esirlerimizden haber alamıyor ve onları unuttu! Her koyun kendi bacağından asılır sözü uyarınca esirlerimizi kaderlerine terk etmiş durumda.

***
Bana en çok koyan nedir bilir misiniz? İktidarın, muhalefet partilerinin ve kamuoyunun bu konudaki duyarsızlığı. İktidar köşeye sinmiş, bu konuda ağzını bile açamıyor.
Muhalefet partileri, iktidarı böylesine yıpratacak bir olayı ülke gündemine taşımayı akıl edemiyor.
Bugün Salı. Meclis’te partilerin grup toplantıları yapılacak.
Ne olur Kılıçdaroğlu ve Bahçeli bugün bu konuyu Meclis kürsüsünde gündeme getirip olanları hükümete sorsalar, işin üzerine gitseler…
İktidarı köşeye sıkıştıracak, yanıt alamayacakları bir konudur.
Devletin beş görevlisi terör örgütü tarafından esir alınmış, hükümet sorulara yanıt veremiyor, muhalefet işin üzerine gidemiyor ve Türkiye işte böyle yönetiliyor!
Türkiye’de yüz kızartıcı olaylar yaşıyoruz.
Güneydoğu’da görevli değerli asker, polis ve sivil kamu görevlilerimiz…Sakın ola ki PKK’nın eline esir düşmeyin. Aksi takdirde hükümet ve herkes tarafından unutulacaksınız. Hem sizler ve hem de aileleriniz çile çekecek ama hiç kimsenin umurunda bile olmayacak.

DİLİPAK “CEMAATTEN” YAKINIYOR

Abdurrahman Dilipak, şeriatçı ve AKP destekçisi gazetenin önemli bir yazarıdır.
Dünkü yazısında cemaate önemli uyarılarda bulunuyordu. Biliyorsunuz, cemaat deyince akla Fethullah’ın izinden gidenlerin hep birlikte ele geçirdiği kamu kuruluşları, iş hayatındaki inanılmaz kazançlar akla gelir. Belli ki, şeriatçı kesim bile, Fethullah ekibinin böylesine anormal yollarla güçlenmesinden rahatsızlık duymaya başlamış. Şimdi Dilipak’ın yazısını özetliyorum:
“…İyi giden işler yanında iyi gitmeyenler de var. Cemaat artık farklı anlamlar taşıyor. Cemaat gruplarının İKTİDAR ve PARA ilişkileri can sıkıcı dedikodulara sebep oluyor.
Aç olduğumuz şeylere birden kavuşunca hazımsızlık çeker olduk. Ya bu kadar büyümeyecek, ya da daha şeffaf olacaktık. Sonra bir an gelir ve her şeyinizi birden kaybedersiniz. Hem de tam zirve yapayım derken dibe vurursunuz…
Sonra yaslandığınız çınar devrilir, siz de yıkılırsınız. Sermaye, cemaat, siyaset sacayağı çok sağlam değildir.
İktidar ve servet paylaşımı, cemaat, etnik gruplar ve coğrafi bölgeler arasında RANT PAYLAŞIMINA dönmeye başlarsa, orada sıkıntı var demektir.
Başlangıçta bazı yapılar çok güçlü gözükür. Ama sonra bu yapı derin bir kara deliğe dönüşür. Hayatiyetini sürdürür ama artık o, bildik yapı değildir. Eski imaj sadece bir vitrindir. Gün gelir, çöküşleri yükselişlerinden daha hızlı olur. Dipten bir tuğla çekerler, bütün yapı çözülür.
Peşinize taktığınız kitleler bu oyunun farkında değildir ama tepede dönen işlerden haberleri olmaya başladığında, artık çözülmeyi durdurmak için çok geç kalınmıştır…
Kadrolaşma, ardından rant paylaşımını gündeme getirir ve sonra kavga başlar. Sonunda her şey yolunda gidiyor gibi gözükürken, bir anda işler altüst olabilir. Benden söylemesi.”

***
Abdurrahman Dilipak, buşeriatçı kesimin önemli isimlerinden biri. O nedenle yazdıklarını ciddiye aldım ve burada yer verdim. Yazısındaki belli uyarı ve itirafları dikkate alıyorum. Bunları biz zaten biliyoruz da, Dilipak’ın yazması ilginç.
Cemaat aşırı büyümüş, sırtını iktidara dayamış, her yeri ve özellikle iş alemini ele geçirmiş, rant kavgasını kazanmış ve oluk oluk para kazanıyor. Ancak aralarında hırgür çıkmış, birbirlerine girmişler. Şeriatçı kesimde ve cemaatte dedikodular yoğunlaşmış. Belli ki avantadan pay isteyen başkaları da devreye girmiş. Çözülme başlamak üzere, ya da başlamış.
Bilmiyorum, müritleri Dilipak’ın bu yazısını yıllardır ABD’de yaşayan ve hakkında hiçbir dava, soruşturma vesaire olmadığı halde Türkiye’ye gelme lütfunda bulunmayan, ülkeyi oradan yöneten Fethullah’ailetmişler midir!
“Aman hocaefendi, bizim kesimde de çatlak sesler çıkmaya başladı, haberin ola. Biraz frene basalım” demişler midir!

Emin Çölaşan/SÖZCÜ

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget