Eylül 2011
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Bilmeyenlere söyleyeyim. Medüz, “deniz anasının” bilimsel adıdır. Elsiz, ayaksız, yüzgeçsiz, gözsüz, midesiz, omurgasız, pelte gibi bir yaratıktır, denizde yaşar, rüyadaymış gibi yavaş hareket eder. Deniz Feneri Dosyası, medüz hızına çakıldı, kaldı.

Almanya’dan gelme hızı medüzdü!

Tercüme edilme hızı medüzdü!

Soruşturma hızı da medüzdü!


İddianamesini hazırlama da medüz oldu. Halkın “Deniz Feneri dosyası neydi, ne araştırılıyordu, adalet neyi bulacaktı, dolandırıcılık ve sahtecilikten suçlananlar kimdi ve asıl suçlananların arkasındaki siyasi parti ve  politikacı uzantıları kimlerdi?” sorularına aradığı cevaplar da pelteleşti. İşinde, gücünde, geçiminde insanların “idrak-dikkat-algılama süreçlerinde” Deniz Feneri dosyası elsiz, ayaksız, omurgasız bir pelteye dönüştü.
Deniz Feneri ameliyata alındı.
Deniz anası (medüz) yapıldı.

Xxx



Medüz yapmayı kim başardı?

İktidarın gücü mü?

Böyle bir “iğneleyici şüpheye kapılmak” bile ürküntü veriyor. Bugün olanlar; bunun şüphe olmaktan çıkıp gerçeğe döndüğünü bağırmaya başladı. Ankara’da Deniz Feneri dosyasını yürütmekte olan 3 savcının üçüncü yılın sonunda; Deniz Feneri dosyasına isimleri şüpheli olarak giren kişilerin arkasındaki siyasi parti ve  politikacı uzantılarına ulaşıldığı için görevden alındıkları söylenmeye, yazılmaya başlandı.

Şu sorular artık sorulmuyor:

1- MASAK’ın (Mali Suçları Araştırma Kurulu) hazırlaması gereken “Deniz Feneri’ne bağlı olarak yapılan kara para hareketi” ile ilgili rapor neyi anlatıyor?

2- İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı’nın Türkiye’deki Deniz Feneri Yardımlaşma Derneği’nin 2007-2009 yıllları arasında 20 aylık bir dönemini inceledikten sonra; 58 trilyon YTL’lik bir bağışın toplandığı ve bunun 17-18 trilyon YTL’sinin yurtdışına gönderildiği ve “Derneğin mal alımlarında şeffaflık ilkesinin ihlal edildiği” rapor edildiği yazılmıştı. Bağışı toplayanların siyasi bağlantıları nedir?

3- MASAK’ın ve İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi’nin hazırladığı bu iki rapora rağmen “Deniz Feneri Derneği kamu yararı statüsünde” hâlâ nasıl durabiliyor?

4- Dernek iktidarın gözbebeği. Başbakan’ın has derneği. Meclis, iktidarın isteği ve desteğiyle bu derneğe “üstün hizmet ödülü” verdi, Bakanlar Kurulu kararı ile “kamu yararı statüsüne” alındı. Adalet Bakanı, kendisinin de mensubu olduğu siyasi partiyle ilgili iddiaların bulunduğu böyle bir dernekte yapılan dolandırıcılık ve sahteciliği soruşturan savcılarla ne hakla görüştü? Bu görüşme adaletin neresine uyar?

Xxx

Özetle; Deniz Feneriydi.
Deniz medüzü oldu.
Dosya kapanmaya gidiyor.
Önce görevden alınan ve sonra da suçlanan 3 savcı basın toplantısı yapıp, bulduklarını, bildiklerini ve 137 klasör içinde topladıklarını topluma açıklamalıdır. Basın toplantısı TV’den canlı yayınlanmalıdır.


KUTU
(uyan borusu)

Kulak vermeli

Alican Uludağ’ın dünkü Cumhuriyet’te yazdığı habere göre Deniz Feneri Soruşturması’ndan alınan 3 savcıdan biri olan savcı Nadi Türkaslan, HSYK müfettişine verdiği savunmasında “3 yıl boyunca alışık olunmayan müdahalelerle” karşılaştıklarını söyledi ve “Şikayetçiler yürütülen soruşturmada ulaşılan delillerin paniğini yaşamaktadırlar” dedi.
Bu savcıya kulak vermeli.

Necati Doğru/SÖZCÜ
      1 Ekim 2011

CHP Milletvekili Osman Korutürk, soru önergesinde füze kalkanı ile ilgili anlaşmayı kastederek “Amerikan Büyükelçisi, imzayı Amerika adına mı, yoksa NATO adına mı attı” diye sordu.
Malatya Kürecik’e yerleştirilecek füze kalkanı mutabakat belgesi Amerikan Büyükelçisi Francis Ricciardone ile Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu tarafından 13 Eylül günü imzalanmıştı.
Korutürk, füze kalkanına Anayasa’nın 92’nci maddesi gereğince Meclis onayı gerektiğini kaydetti.

***

Ulusal Strateji Merkezi Başkanı Haluk Dural ise, “Kurulacak radarın, yüksek çözünürlükte bilgi kaydetme menzili 400 kilometreye kadar düşüyor. Bu da füze kalkanının Türkiye topraklarını hedef aldığını gösteriyor. Irak’ta kalan 50 bin Amerikan askerinin Türkiye üzerinden, ağır silahları ile birlikte 18 ay içinde çekilmesi planlanıyor. Bu sürecin başında Türkiye’de Anayasa’nın özerklik temelinde değiştirilmesi gündemde olacak. Bu da, füze kalkanının, Güneydoğu’da oluşacak federal yapıyı Türk Hava Kuvvetleri’nden korumak için kurulduğunun delilidir” dedi.
Haluk Dural, tezkere sırasında Amerikalıların yerleşmek istediği 9 üsse yeniden konuşlanacağını da belirtti.

***

Meseleyi baştan ele alalım. Irak’ta kukla bir devlet kurmak için Türkiye’de Amerikan politikalarına itiraz etmeyecek, kukla bir iktidar oluşturmak gerekiyordu. Ekonomik krizlerle yıpratılan DSP ve MHP ile, yolsuzlukları yüzünden tükenen ANAP tasfiye edilerek AKP ve CHP bir umut olarak kamuoyuna sunuldu. ABD, kurulan AKP iktidarına güvenerek, 63 bin askerini Mersin’den Hakkâri’ye kadar uzanan Türk topraklarına yerleştirmek istedi. Asıl hedefin Türkiye olduğu yolunda yükselen sesler ve başka gerekçelerle tezkere reddedildi. Ancak Türk hava sahasının Amerikan uçaklarına ve füzelerine açılması tezkeresi kabul edildi. ABD bu sayede Irak’ın hava savunma sistemini çökerttikten sonra karadan işgale başladı ve Kerkük’ü Barzani ve Talabani kuvvetlerine işgal ettirdikten sonra Türk ordusunun Kuzey Irak’taki unsurlarını taciz etmeye başladı...
AKP hükümeti, AB’nin dayattığı bütün yasaları bir bir TBMM’den geçirmeye girişti. Türk girişimcilere binbir türlü zorluk çıkartılırken, “Yabancılara doğrudan yatırım hakkı” tanındı. Bu arada, geçmiş hükümetler tarafından Türkiye coğrafyasının 100 bin kilometre karesi zaten yabancı maden şirketlerine imtiyaz olarak verilmişti. Maden imtiyazı haritaları gözden geçirildiği zaman, bunların Amerikan ordusunun Tampa’daki üssünde duvarda asılı iken Türk generallerinin gördüğü Büyük Kürdistan haritası ve Karadeniz için planlanan Pontus haritası ile birebir örtüştüğü ortaya çıktı. Halkların kendi kaderini tayin hakkını öngören ve 1. Dünya Savaşı öncesinde Anadolu’da Büyük Ermenistan ve Kürdistan kurdurmak için kullanılan Wilson prensipleri, BM ikiz yasaları olarak TBMM’de AKP ve CHP’nin oylarıyla kabul edildikten sonra, ABD Büyükelçisi Pearson’un, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Irak’ın tek bir ekonomik bölge olduğunu söylemesi, Barzani’nin internet sitesinde de bu ekonomik bölgenin yakında Büyük Kürdistan olacağını yazması gibi olaylar gelişti...

***

Ben de füze kalkanının, İsrail’i korumak veya İran’ı gözetlemekten ziyade, doğrudan Türkiye’yi hedef aldığını Kanal B’de Tevfik Kızgıntürk’ün programında anlattım.
Terör örgütünün, bölgede, sokakta yürüyen sivil polisi, mühendisi, öğretmeni hedef alması da bu projeyle eş zamanlı olarak başlatıldı. Öyle ki eşini Hakkâri’ye götüren misafir bir genci bile katlettiler.
Örgüt, bu saldırıların hedefinin, bölgede kendi güvenlik güçlerini, kendi mahkemelerini, kendi okullarını kurmak olduğunu açıklıyor zaten..
Bütün veriler gösteriyor ki Türkiye kendi iktidarı tarafından, büyük bir Amerikan tuzağının içine düşürülmektedir..

Arslan BULUT/YENİÇAĞ
          1 Ekim 2011

Konu, Abdullah Gül’ün “Bu helikopterin beynini keçiler sökmedi ya” çıkışından sonra yeniden gündeme gelen Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatıyla ilgili olarak yürütülen soruşturma.
“Bazı gazeteler, Ergenekon davası başladığından beri, devlet içindeki derin yapıların ortaya çıkarılmasıyla ilgili belgeleri, itirafları ısrarla ya görmüyor, ya küçültüyor ya da sulandırıp bulandırıyor” diyen Hüseyin Gülerce soruyor:
“Mesela önceki gün 5 ilde yapılan operasyon haberini hiç görmeyen, birinci sayfadan vermeyen yayın yöneticilerinin gazetecilik ölçüsü acaba nedir?
Malatya’daki 2. Ordu Karargâhı ve askerî lojmanlarının, İzmir Buca Şirinyer’deki Merkez Komutanlığı’nın ve Ankara’da Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün polis tarafından aranmasının haber değeri hiç mi yoktur?”
İyi de Sayın Gülerce, madem medyanın Yazıcıoğlu’nun trajik biçimde can verdiği olayla ilgili hiçbir “karanlık” nokta kalmaması, bütün kuşkuların giderilmesi, varsa eğer ihmali yahut kastı olanların cezalandırılması konusunda üzerine düşeni yapmadığını, tarafgir bir tutum içinde olduğunu düşünüyorsunuz... Madem bu olaya dair “sansür, karartma, saptırma, sulandırma, bulandırma” türünden “dezenformasyon” yöntemlerinin karşısındasınız...
Madem bu denli hassassınız bu konuda, benzer bir soruyu da kendi gazetenize sormanız gerekmez miydi:
Dönemin TBMM Araştırma Komisyonu Başkanı, AKP’nin eski Kahramanmaraş Milletvekili Veysi Kaymaz’ın “Kahramanmaraş Emniyet Müdürlüğü enkazın yerinin yaklaşık olarak belirlendiği haritayı validen bile sakladı” iddiasının hiç mi haber değeri yoktu?
Haber değeri varsa, kendisini olayın aydınlatılmasından sorumlu medya savcısı gibi konumlandıran gazeteniz neden bu iddiayı görmezden geldi?
Eğer dediğiniz gibiyse... Soruşturma kapsamındaki gelişmeleri “karartan” gazeteler “bazı derin yapıları korumak” gibi bir misyona sahipse... Bir sonraki yazınızda, bu denli “hayati” bir gelişmeyi yok sayan gazetenizin misyonunu da sorgularsınız herhalde...
Ha bir de, çok dikkatimi çekti şu ifade: “Rahmetli Yazıcıoğlu’nu bilenler biliyor ki, Muhsin Başkan’ın sahip olduğu tarlayı kimse süremez...”
Şahidi olduğum, kulaklarımla duyduğum için bu düzeltmeyi yapmayı Merhuma karşı borç sayıyorum:
 “Sahip olduğu tarlanın sürülmüş olduğunu” en iyi Muhsin Yazıcıoğlu biliyordu; o tarlayı kimlerin sürdüğünü de tabii... Ölümüyle “tarlayı sürenler” arasında bağ olduğunu düşünüyorsanız, bilginiz olsun...


Bir yemin ettim ki dönemem!..
Aşağıdaki satırları okuduğunuzda utancınızdan yerin dibine gireceksiniz... Yüzünüz kızaracak... Başınızı hangi duvara vuracağınızı bilemeyeceksiniz...
Hele siz yok mu siz; gazeteci taifesi... Gördüğünüz ilk aynanın karşısına geçip Bülent Arınç tonunda tüküreceksiniz yansımanıza:
Tüüühhh!
Siz misiniz “Köşk için 1.5 yılda 34 trilyon para harcandı” diye yazıp çizen!
Siz misiniz “Dolmabahçe’deki değerli eşyaları taşıyıp köşkü saraya çevirecek” diye iftira atan!
Vazgeçti işte... Elini eteğini çekti...
Daha fenası “Bir yemin etti ki...”
Artık gidip kapısında “Biz ettik, siz etmeyin, Pembe Köşk’ü öksüz koymayın” diye yalvarıp yakarsanız da nafile...
Bakın ne dedi “First Lady”miz gazetecilere Ordu gezisinde:
 “Restorasyona kalktığımızda yazılanlara o kadar içerledim ki... Köşk yıkılmak üzere, içim de gidiyor ama yemin ettim dokunmayacağım.”
Elçiye zeval olmaz, merak eden arkadaşlar var aramızda. Sohbet sırasında fonda Kayahan da çalıyor muydu acaba:
 “Cehennemde yansın bu dilim
Bir yemin ettim ki dönemem...”

***

Durun, daha bitmedi.
Buyrun sizi vicdan azabından kıvrım kıvrım kıvrandıracak bir başka “First Lady gerçeği!”
Şu kadar bin dolarlık çantasına, bu kadar bin dolarlık mücevherine bakıp hasedimizden çatladığımızdan “Takıp-takıştırıyor, yan gelip yatıyor, dünya ona güzel” diye çamur atıyoruz ama baksanıza şu ağır çalışma temposuna:
 “Köşk’teki tempo çok yoğun. Herkesten önce kalkarım, notlarıma bakarım, evraklarımı gözden geçiririm. Yurt gezileri var, restorasyon çalışmaları, sanat eserlerinin tamiri, cumhurbaşkanlığı faaliyetleri, kurumsal kimlik çalışmaları... Örneğin bayrakların dikilmesi, armaların zemini, zarfların üzerindeki forsun aynı büyüklükte olması lazım. Halılarla bile bir ay uğraştık. Günlerim depolarda geçti. Konuttaki resimlerden masa düzenine ve menülere kadar her şey emek istiyor.”
O derece ki, “Yemek yapacak vakit yok” diyor Hanımefendi. Hoş ailecek maşallahları var ama, demek ki bünyeleri kuvvetli, yoksa anlattığı koşullarda zafiyet geçirir insan mazallah. Baksanıza, artık son çare “geçen gün beyefendi girmiş mutfağa da bir salata, bir menemen yapmış...”
İçim parçalandı içim...
Hani Ankara’da olsam, “Sevaptır” deyip, çorbasını, pilavını yapmak için beş dakika uğrayıvereceğim konutun mutfağına...

***

Zor zanaatmiş netekim “First Lady” olmak yahu... Allah düşmanımın başına vermesin dememe ramak kaldı!
“Yemek mi önemli ülkeye hizmet mi?” diyor mesela Hanımefendi...
Haklı tabii, forsların büyüklükleri aynı mı değil mi kim ölçecek değil mi?

***

Bu arada Amberin Zaman gibi, Aslı Aydıntaşbaş gibi her daim gündemin nabzını tutan köşe yazarlarını da ihmal etmemeli, “Hayrünisa Gül’ün Emine Erdoğan’la arasında hiçbir küslük olmadığı” bilgisini verip, milletçe hepimizin yüreğine su serptikleri içinde ayrıca tebrik etmeli her birini...
Yalnız konu gazetecilere gelmişken... Karşısındaki gazetecilerin zihni menşeinden mi etkilendi neyse artık şöyle bir laf etmiş Hanımefendi:
“Oğlumun Standford’da mezuniyet töreni seçimden bir gün önceydi. Gidemedim. Biliyorsunuz Amerika’da aileler için çok önemlidir...”
Tabii kiminin ruhu, kiminin eşi, kiminin kalemi Amerikalı olunca hiçbiri teselli etmeyi akıl edemedi:
“Efendim üzülmeyin siz bir Amerikan ailesi değilsiniz ki... Mürüvvetinde yanında olursunuz inşallah!”

***

Velhasıl bir Lady’nin topuk seslerinden mahrum kalan Dolmabahçe Sarayı, bir ben...
Bilmiyorum ki nasıl uyku girecek gözümüze bu gece...



BASINDAN SEÇMELER



Yetiş Doktor...
Ne yapacağı belli olmuyor...
Diyelim ki Amerika’dan tam “Eli boş döndü” denildiğinde, uçağının bagajında bir heykel... Herakles’in (Herkül) heykeli... Herakles yarı tanrı... Üstün gücü var... Ama çatlak...

*

Mesela Obama’ya “Başkanlık seçimine gidiyorsunuz, sizin seçim mitinglerinizi ben düzenleyeyim” diyebiliyor...
Kafasını Amerika’ya götürmüşler...
Alt tarafını bizim Antalya’daki müzede sergilediler, vatandaşlarımız uzun süre takım taklavatına baktı... Kafası yoktu... Herakles’i diyorum...

*

Miken Kralı ona 12 görev verdi... Mitolojide bu “Herakles’in 12 zor görevi” diye geçer...
Çift başlı Kyrenaia geyiğini yakalamak, altın elmayı bulmak, Amazon Kraliçesi Hippolyta’nın kemerini getirmek, dokuz canavarı öldürmek... Mısır’da Mübarek’i göndermek, Libya’da Kaddafi’yi sepetlemek, Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali’yi halletmek, Suriye’de Esad’ı pataklamak, İran’a kalkan... Kaç etti?..
 “12 zor görevin” içinde kendi işgüzarlığı da var tabii ki...
Ölüler ülkesini Kerberos kurtlarından kurtarmak...
Gidiyor...
Yanında Ajda...
Ölüler ülkesinin aç çocukları somun beklerken bir anda “Yakar geçerim” parçasıyla göbek atarak uçaktan inen bu yardım heyeti tarafından kurtarıldılar...

*

PKK’nin kaçırdığı öğretmenlerden haber yok...  Mühendisleri de vurmaya başladılar...
5 terör kurbanı daha toprağa verildi...
Kan gövdeyi götürüyor... Bu heykeli bırakıp Makedonya’ya gitti...  Bakacak sorun var mı?..
Sonunda çıldırdı zaten...
“Herakles’in 12 zor görevinden” birisiydi; üç başlı canavarı yakalıyorum diye komşunun ineğini sırtlayıp krala götürünce... Heykelini yaptılar...
İşte o zaten; kafasını Amerika’ya satmışlar, nahiyesi bize kalmıştı... İnsan çıldırır tabii...
Yetiş doktor...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet



Birand muradına erdi
Son Amerika gezisine Başbakan’ın uçağıyla giden Mehmet Ali Birand, “Bunun daha lüksü yok mu” demişti ya... Radikal gazeteci dün müjdeyi verdi. Birand artık “kese kağıdı gibi buruşmadan” gidebilecek ABD’ye yeni Airbus A 330’un içinde!
De...
Necati Doğru, Birand’ın “Başbakan’a lüks uçak” talebine atfen yazdığı yazıda “Bu ülkenin 75 milyar dolar cari açık ve 132 milyar dolar vadesi gelen borcu olduğuna göre uçak alacak parası yoktur” demişti... Söyleseler de bilsek, bu değirmenin suyu nereden!



Neredeeen nereye
Anlaşılıyor ki şans bu günlerde Mehmet Ali Birand’la birlikte... Baksanıza eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da, ekran tercihini ondan yana kullandı. 2009 yılında Genelkurmay karargahında yapılan Medya Bilgilendirme Toplantısında “Topraktan silah fışkırıyor” dediği için Başbuğ’un hışmına uğradığı, hatta sözünü geri aldığı anları hatırlayınca, insan “nereden nereye” demekten alamıyor kendisini...



Suç ortağı arıyorlar
“Türkiye’yi bölme anayasasına, CHP ve MHP’yi de katarak, yaptıkları işi meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
CHP ve MHP’yi de kendi suçlarına ortak etmeye çalışıyorlar. (...) Anlaştığın yere kadar MHP ve CHP ile git... Geri kalanını BDP ile yaparsın stratejisi televizyonlarda dillendirilmeye başladı bile. BDP’nin Meclis’e gelmesi ısrarları da bundandır.
Erdoğan’ın ne Meclis’e, ne hükümete, ne de Anayasa’ya ihtiyacı var. Bunlar olmadan da işlerini yürütebiliyor. Ama sıra bölme ve bölünme işine gelince meşrulaştırmaya mecbur. Onun için suçlarına CHP’yi ortak etmek istiyor.
Milletvekili sayısı bakımından değil, meşruiyet açısından CHP’ye ihtiyacı var.
İnşallah Cumhuriyet’i kuran parti Cumhuriyet’in sonlandırılmasına onay veren olmaz.“ B.E.
Yalçın Bayer / Hürriyet



Uzlaş-ma Komisyonu
Anayasa günleri başlıyor. Hayırlı olsun... AKP heyetiyle görüşen MHP ve ardından CHP, Anayasa değişikliğini ele alacak Uzlaşma Komisyonu’na üye vereceğini açıkladı.
AKP sanırız aynı sözü BDP’den de alacaktır.
Gelelim zihin tırmalayan sorulara...
Diyelim her partiden iki üyenin yer alacağı komisyon, uzun görüşme ve temaslardan sonra yapılacak değişiklikler konusunda anlaştı. Ortaya ortak bir metin çıktı.
Peki, bu metin Anayasa gereği gideceği Meclis Anayasa Komisyonu’nda ve Genel Kurul’da aynen kabul edilecek mi? Edilmesinin bir garantisi var mı?
Geçen dönem Anayasa Komisyonu üyeliği yapmış CHP Konya Milletvekili Atilla Kart merakımızı gideriyor:
- Gerek Anayasa Komisyonu gerekse Genel Kurul önüne gelen metin üzerinde her türlü değişikliği yapabilir. Ancak partiler arasında bir centilmenlik anlaşması yapılır ve her parti bu anlaşmaya uyarsa o zaman Uzlaşma Komisyonu’nun kabul ettiği metin hiçbir değişikliğe uğramadan Meclis’ten geçer.
- Burada AKP’nin centilmenlik sorunu ön plana çıkıyor. Siz AKP’ye bu konuda güveniyor musunuz?
- Güvenmeyi çok isterim ama maalesef güvenemiyorum. Çünkü geçmişte pek çok örneğini yaşadık. Anlaşma sağlanmasına rağmen gece yarısı, son dakikada kendi işlerine gelen değişiklikler yaptılar. Bunu da bir marifetmiş gibi övünerek savundular. Aynı şeyi şimdi de yapmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur...

***

Uzlaşma Komisyonu’na üye veren CHP ve MHP, üzerinde uzlaşılacak metnin Meclis’ten çarpıtılarak çıkması ihtimali karşısında ne düşünüyorlar? Hiç öyle bir kaygının varlığını duymadık...
Melih Aşık / Milliyet



Türklerin demokratik haklarını görmezden gelip, Kürtlerin demokratik haklarını tanımak
olabilecek çözüm değil.
Ali Sirmen / Cumhuriyet

Selcan Taşçı/YENİÇAĞ
         1 Ekim 2011

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ikinci Ergenekon davasını izleyen CHP Mersin Milletvekili İsa Gök, duruşma salonundaki izlenimlerini anlattı. Gök, yemin etmesine ilişkin ''Benim eylemim arkadaşlarıma yardımcı olmak, direnişimi götürebildiğim yere kadar götüreceğim. O yüzden yarın yemin etmeyeceğim'' dedi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ikinci Ergenekon davasını izleyen Gök, Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi önünde basın mensuplarına yaptığı açıklamada, ''Bir teşbih ama bugünkü duruşma köprüden önceki son çıkış gibi' dedi.
Gök, yarın TBMM'nin açılacağını, milletin oy verdiği milletvekillerini Meclis'te görmek istediğini söyledi.
Duruşma salonunda zulüm yaşandığını, adeta rehinelerin bulunduğunu ifade eden Gök, şunları kaydetti:
''Suçunu bilmeyen insanlar, sahte deliller var. Burada bir zulüm işleniyor. Buranın adı Silivri zulümhanesi. İçeride hukuk katlediliyor, yargılama yapılmıyor. Birilerinin verdiği talimatla rehin alınan insanlar özgürlük haykırılışlarında bulunuyor. İçeride özgürlük, adalet, hak, hukuk aranıyor. Suçumuz ne diyorlar. Aleyhlerinde delilleri çürütüyorlar ama Ankara sağır, yargı sağır, yürekler sağır. Hukuk dediğimiz şey şu anda bu insanları burada tutan siyasi iradeyi de yarın yargılayabilecek olan bir şeydir. Hukuk herkese lazımdır. Yargının bu denli siyasallaştığı bu ortamda muhalefet rüzgarı farklı eserse, yarın bütün toplar ters dönerse, kar topu büyürse şu anda bu adaletsizliğe sebebiyet verenler, hukuksuzluğa sebebiyet verenler yarın burada yargılanırken hukuk diye bağıracaklar. Buradaki hukuksuzluğa artık bir son verilsin. Buradaki trajediye artık bir son verilsin.
Akşam mahkeme kararını açıklayacak. Ya özgürlük diyecek ya da 'esaretlerini sürdüreceğim' diyecek. Esaretlerini sürdürmesi, Meclis'in iradesini ipotektir. Buradaki rehin almanın sürdürülmesi milletin iradesine ipotektir. Demokrasiyi katletmek, insan haklarını katletmektir. Siyasi iradeye ve yargılama iradesine sesleniyorum. Hukuksuzluğa, adaletsizliğe, insan hakları ihlallerine bir son verin. Buradaki feryadı, buradaki hukuksuzluğu duyun.''

"Yemin etmeyeceğim"
Gök, basın mensuplarının tutuklu sanıklardan milletvekili seçilen Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal tahliye olmazsa, yarın Meclis'te yemin edip etmeyeceğine ilişkin sorusu üzerine de daha önce vekil seçilerek Meclis'e giden milletvekillerine uygulanan aynı hukukun ve hakkın devamını istediğini söyledi.
Gök, ''8 insan var. Burada milletin iradesine ipotek konulmasın diyorum. Buradaki hukuksuzluğa Silivri'deki zulümhaneye dikkat çekmeye çalışıyorum. Benim eylemim arkadaşlarıma yardımcı olmak. Vekil arkadaşlarımı Meclis'e getirtmeye çalışmak. Ben bu haykırışlarımı vekilliğimin düşme noktasına gelinceye kadar devam ettireceğim. Direnişimi götürebildiğim yere kadar götüreceğim. O yüzden yarın yemin etmeyeceğim'' şeklinde konuştu.

Abd, pkk, mit buluşmasının temeli geçmişte liboşlar tarafından nasıl atıldı? - Ali Eralp
Amerika ile birlikte hazırlanan “Türkiye Federatif Devleti” planı nihayet PKK-MİT buluşması ile ortaya çıktı. Neyi içeriyor bu plan? Kürt kimliğinin tanınması, demokratik özerklik, Kürtçenin resmi dil olması, Apo’nun ‘siyasal lider konumuna getirilmesi…
Bundan böyle artık, İmralı’daki terörist başı, yüce Türkiye Cumhuriyetine “yol haritası” çizecek. Yön verecek…
Yani Başbakanın deyişi ile “PKK görevini yapacak, AKP de görevini yapacak…”
Nasıl görev yapmaksa bu?
Şehit analarının yüreği yanıyor. Şehit anaları bu ihanet tablosu karşısında feryat ediyor.
Öcalan’ın “muhatap kabul edilip”, TBMM’den önce “Anayasa Taslağı”nın PKK ile görüşülmesi, terörist kimliğinin kaldırılarak ona “siyasal bir kimlik” kazandırılması konusunun pek de yabancısı değiliz.
Bunun böyle olacağını, açılımların, saçılımların bu işi buraya getireceğini durmadan vurguladık. Bu gidişin “Türk- Kürt Federe Devleti”ne varacağını dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Yıllardan beri bu konuya dikkat çektik. Uyardık. Önlem alınmasını, karşı çıkılmasını istedik. Yazdık, çizdik. Kalemlerimizin mürekkebi kurudu, ama biz derdimizi anlatamadık, dinletemedik.
İşte şimdi o gün gelip çattı…
Kapalı kapılar arkasında ABD, AKP ve PKK ile hazırlanan çalışmalar gün ışığına çıktı. Taraflar artık zamanın geldiğini, koşulların olgunlaştığını düşünmektedirler. Gerçekten de onlar için ortam iyi! Elverişli. ABD karşıtı komutanlar, yurtseverler içeride, bölücüler, tarikatçılar dışarıda. Ordu ve yargı yoğun ateş altında. Dinci, bölücü, liboş takımı saldırıya geçmiş. Ordu ve yargı savunmada…
Şunun bilinmesi gerekir. Liberal solcuların ve siyasal İslamcıların sözlüğünde emperyalizm yoktur. Bayrak, vatan, ulus devlet, milliyetçilik kavramları da yoktur. Peki, ne vardır? İşbirlikçilik vardır. Çıkarcılık vardır. İhanet vardır. Tarihin her evresinde ve döneminde bunu görmek mümkündür. Tarihin her evresinde ve döneminde bu ihanet çeteleri Türk ulusunu sırtından bıçaklamıştır. Bu, Kurtuluş Savaşında da böyle oldu, bugün de böyle olmakta…
Küresel solcular, nam-ı diğer “liboşlar” kozmopolit, yozlaşmış kültürün; siyasal İslamcılar feodal, Ortaçağ kültürünün temsilcileridirler. Birisi ümmetçi, ötekisi neoliberaldir. Batıcıdır. Ama her ikisi de uluslar arası sermayeden, emperyalizmden yanadır. Her ikisi de Allah’ın ipine sarılır gibi, ABD’ye sarılmıştır. Uygarlığın, demokrasinin Batı’dan geleceğine inanırlar. Batı’yı bir kurtarıcı gibi görürler.
Günümüzün emperyalizm şakşakçıları bakın geçmişte neyi savunuyorlardı, okuyalım:
“…Burjuvazinin, halkın ve dünyanın istekleri tarihte belki de ilk defa üst üste çakışıyor… Bundan 20 yıl önce ‘kahrolsun’ diye bağırdığımız Amerika şimdi ‘Türkiye demokrasi’ye geçsin’ diye baskı yapıyor. Şimdi Amerika’ya neden karşı olacağım… Bağımsızlık kavramının tümüyle ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum. Bu dünyanın en tehlikeli kavramlarından biri…” (Aktüel, 1 Şubat 1996, Ahmet Altan)
Halil Berktay da onunla aynı görüşte:
“…Sol, herhangi bir yaratıcı yanıt getirecekse, öncelikle kendisini, globalleşmeye 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başlarının sistemleştirilmiş antiemperyalizminin optiğinden bakmaktan kurtarmak zorundadır…” (Küyerel Düşünce Grubu s. 82 Halil Berktay)
Yoruma gerek yok. Her şey açık ve net. Onlara göre artık sol,19. ve 20. yüzyılın antiemperyalist bakış açısını terk etmeli, olaylara küreselcilerin penceresinden bakmalı. Kendisini sömürgecilerin koruyucu, kollayıcı kollarına bırakmalıdır. Çünkü emperyalizm günümüzde nitelik değiştirmiştir. Daha insancıl olmuştur. Şimdi o, demokrasi yanlısı, insan hakları savunucusudur.
Saldırgan emperyalizm gerilerde, 19.uncu, 20.yüzyılda kalmıştır. Günümüzün sorunu değildir. Onun için, emperyalizm ne diyorsa yapılmalıdır. “Kürdistan” diyorsa Kürdistan, Kürt kimliği diyorsa Kürt kimliği kabul edilmelidir. Çünkü bunlar demokratik gelişimlerdir…
Bir yeni liberal solcu da şunları söylüyordu o zamanlar:

“Türkiye’ye küresel bir rol önermekle kalmadı ABD Başkanı… “Biz değiştik, değişiyoruz. Siz de değişmeye devam etmelisiniz” demekle, Türkiye’nin bu küresel rolün hakkını verebilmesinin koşulunu da gösterdi…”
(Taraf gazetesi, 20.05.2009)
Peki, bu “küresel rolün hakkı” nasıl verilir? Bunun için hangi “optik”ten bakma zorunluluğu vardır? Ulusal optikten mi, emperyalizmin optiğinden mi?
Emperyalizmin optiğinden bakınca, işte o zaman Yasemin Çongar’lar ortaya çıkmakta ve şöyle demektedir:

“Lâfı dolandırmadan söyleyeyim; devlet barışçı çözüm için Öcalan’ı muhatap alması gerektiğinin farkında. Ve bu, dün de bu sütunda yazdığım gibi, ‘resmen” değil, fiilen’ gerçekleşecek.
(23.07.2009, Taraf gazetesi)
Elbette, “emperyalizmin” optiğinden.
Öcalan 1999’da yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinden beri, devletin ‘resmî’ olmasa da ‘fiili’ muhatabıdır ve şimdi bu karşılıklı ilişki, yine fiilen, barışçı çözüm arayışının en önemli vektörlerinden biri haline gelmiştir.”
TDK nasıl açıklıyor bu ”vektör” sözcüğünü, bir de onu görelim şimdi: Büyüklüğü ile yönü olan nicelik. Yazarın ne demek istediği belli… “Büyüklüğü ile niceliği olan Öcalan…”
Kırk bine yakın insanın ölümünden ve binlerce gazinin varlığından sorumlu Öcalan, büyüklüğü ile niceliğe sahip olan Öcalan, “yol haritası” çizecek, barışçı (!) çözümü sağlayacak!…
Halkın, ulusun, vatanın zor koşullar içerisinde bulunduğu dönemlerde kahramanlar da çıkar, hainler de… Bugün sevgili vatanımız dıştan ve içten bir kuşatma altındadır… İçerideki hainlerin desteği ile ülkemiz emperyalizm tarafından parça parça, lime lime edilmek istenmektedir. İhanet açık seçik ortadadır.
Batı, Atatürk zamanında gerçekleştiremediği “Sevr Anlaşması”nı şimdi hayata geçirmeye çalışıyor.
İşin özeti budur…
Uyanma ve direnme zamanı gelmiştir, geçmektedir… Bir kez daha anımsatalım…
Ali Eralp

Tarafların açıklamalarından anlaşılan o ki, Silvan’la birlikte artan şiddetin nedeni, Başbakan Erdoğan’ın Öcalan’ın üç protokolünü imzalamaması…
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Öcalan’ın hazırladığı “ikişer sayfalık üç protokol”le ilgili şu bilgileri veriyor: “Bunlardan biri ateşkes, diğer PKK’nin silahsızlandırılması, üçüncüsü ise yeni demokratik anayasa sürecinin genel ilkelerini kapsıyordu.”
Demirtaş, protokollerin muhataplarını da açıklıyor: “Bu protokollerin anayasayla ilgili olanında muhatap BDP’dir. Diğer ikisi için İmralı ve Kandil.”

Bölünme Anayasası protokolü

Protokollerle ilgili bilgi veren bir başka isim de BDP’nin listesinden milletvekili seçilen Şerafettin Elçi. Elçi kendisiyle birlikte bazı üst düzey BDP’li milletvekillerinin de gördüğünü söylediği protokollerin içeriğine dair şu bilgileri veriyor: “Bu protokolün içinde, anadilde eğitimin yanı sıra, Kürt kimliğine anayasal güvence sağlanması, Kürtlerin özyönetime, yani BDP’nin demokratik özerklik dediği bir statüye kavuşması ve Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması da vardı.”

Elçi, protokolün Başbakan Erdoğan’a sunulduğunu ancak Erdoğan’ın imzalamadığını, şiddetin de bu nedenle arttığını söylüyor.

Öcalan'ın Erdoğan'dan isrediği mesaj

BDP Eşbaşkanı Demirtaş, protokollerin muhataplarına iletilmesiyle ilgili daha detaylı ve kesin bilgiler veriyor: “Protokoller PKK’ye iletildi. Onlar uygun gördükleri 2-3 değişiklik yaptı ve son maddesi PKK’nin silahsızlandırılması olan protokolleri kabul etti. Şimdi top Öcalan’la görüşen devlet heyetindeydi.”

Demirtaş protokollere ilgili çok önemli bir ayrıntı daha veriyor: “Heyet bu protokolleri hükümete iletirken Öcalan’ın bir isteği daha olmuştu. Eğer televizyonda Başbakan’dan, ‘Biz silahsız çözümden yanayız, Kürt sorununun çözümü ancak siyasetle mümkündür’ gibi bir demeç duyarsa Öcalan, bunu Başbakan’ın protokolleri kabul ettiğine dair bir mesaj olarak alacak ve örgütü bir hafta içinde belli sınıra çekecekti. Bunu taahhüt etmişti. Ama Başbakan’dan Öcalan’a işaret niteliği taşıyacak öyle bir mesaj gelmedi...”

Evet, Başbakan Erdoğan’dan böyle bir mesaj gelmemişti, o zaman… Ya sonrasında?

Erdoğan Öcalan'a istediğini verdi

Başbakan Erdoğan’dan “Biz silahsız çözümden yanayız, Kürt sorununun çözümü ancak siyasetle mümkündür” mesajı alabildi mi Öcalan?

Önceki gün yazdık. Başbakan Erdoğan New York’ta, artan PKK saldırılarını şu sözlerle yorumlamıştı: “Terör örgütü kendi görevini yapıyor, biz de kendi görevimizi yapacağız.” Erdoğan ayrıca “PKK silah bırakırsa, biz de operasyonları bitiririz” demişti. Yurda dönerken yolda da şöyle sesleniyordu Başbakan Erdoğan: “Biz terörle mücadele ederiz, siyasi iradeyle de müzakere ederiz.”

Protokolleri silah imzalattı

Peki, bu durumda, “PKK silah bırakırsa, biz de operasyonları bitiririz, siyasi iradeyle de müzakere ederiz” diyen Başbakan Erdoğan, Öcalan’ın beklediği “Biz silahsız çözümden yanayız, Kürt sorununun çözümü ancak siyasetle mümkündür” mesajını vermiş olmuyor mu?

Dolayısıyla Başbakan Erdoğan, daha önce imzalamadığı protokollerin kabulü anlamına gelen bu mesajı vererek, protokolleri imzaladığını ortaya koymuyor mu?
Bitirirken altını çizelim: Silah bırakılması istenen PKK, protokolleri, silahı daha çok kullanarak imzalatmıştır!

Mehmet Ali Güller/AYDINLIK

Draje:
Yutmayı kolaylaştırmak üzere, şeker-çikolata gibi özel tatlı maddelerle kaplanmış ilaç tableti.
1 Ekim 2011 de açılacak olan TBMM’nin sürekli gündeminin “Yeni Anayasa” çalışmaları olacağı belli olmuştur. Bu çalışmalar ve TBMM’de oluşacak olan “Uzlaşma Komisyonu’nun” gerçekleştireceği taslak değişiklikler hakkında önümüzdeki günlerde uzun uzun konuşacağız.
Bugün, yeni Anayasa hazırlıklarının perde arkasını, bu konudaki öngörümüzü, AKP+BDP’nin  TBMM’de  olacak  işbirliğini ve yeni Anayasa’nın üzeri şeker ve çikolata ile kaplanıp, Türk Milletine nasıl yutturulacağı hakkındaki düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.
Başbakan Erdoğan, son Amerika seyahati öncesi, MİT-PKK görüşmelerinin açığa çıkması üzerine gazetecilere şöyle demişti;
“Bölücü terör örgütü ve siyasi uzantıları(BDP), geçmişte olduğu gibi(!) bizden iyi niyet ve anlayış(!) beklemesinler. Habur anlayışı bitmiştir.” (Geçmişteki iyi niyet ve anlayışı bir açıklasalar da öğrensek)
Amerika dönüşünde ise;
“Terörle mücadele ederiz, siyasi kurumlarla da müzakere ederiz. Müzakerenin iki ayağı var,  İmralı ve dağ kadrosunu unutmamak şart.(BDP zaten TBMM’de)
Yine Amerika ziyareti öncesi BDP Eşbaşkanı;
KCK operasyonları devam ediyor. TBMM’yi boykot etmekle ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıkmıştır, meclise katılmamızı beklemesinler.”
Amerika ziyareti sonrası
“1. Ekim’de Meclis’e katılacağız ve mücadelemize devam edeceğiz…”
Hem Başbakan Erdoğan’da, hem de BDP’li milletvekillerinde ki bu ani fikir değişikliğinin sebebi ne olabilir sizce?
Esas Eşbaşkan Obama,
“Değerli dostum Erdoğan, siz neler yapıyorsunuz? Kavganın sırası mı? Siz 326 milletvekiline sahipsiniz, biri Meclis Başkanı olduğundan oy kullanamıyor, kaldı 325.  Yeni Drajeli Anayasa’nın Türk Halkına yutturulması, yani kabul ettirilmesi için halkoyuna gidilmesi şart. CHP ve MHP bu değişiklikleri görünce nasılsa kaçacaklar. Kim sana yardım edecek? Kim senin milletvekili eksiğini tamamlayacak? Bizim Barzani’nin çocukları değil mi? Öyleyse bu kavga niye?
Lüzumsuz yere kavga edip hem Türk Ordusunu sevindirmeye ve önümüzdeki oylamayı da 1 Mart Tezkeresine döndürmeye ne hakkınız var?  Siz Türkiye’ye dönüşte beyanlarınızla görüşme kanallarını açın, İmralı ile bitme aşamasına gelen görüşmeleri de tamamlayın. Ben Kuzey Irak’taki adamıma talimat veririm, BDP’liler de Meclise girerler. CHP ve MHP’yi boş verin, eğer çok direnirlerse, yeni bir kaset furyası ikisini de darmadağın eder nasılsa” demiş olabilir mi sizce?
Bence olamaz. Başbakan’daki ve BDP’ deki yüzseksen derece dönüş mevsim değişikliğinden olmuş olabilir. Eğer böyle bir şey olsaydı, bizdeki özgür ve cesur basın mutlaka yazardı !…
BDP+PKK+İmralı’nın, yeni Anayasa’da istedikleri değişiklikleri biliyoruz.
AKP ve Başbakan Erdoğan’ın “Öcalan ile görüşen devleti” , İmralı ile yaptığı görüşmelerde bunlardan hangilerini kabul etti? Yol haritası beraberce hazırlandığına göre, elbette ki bazı talepler kabul edildi. Üzerleri şeker veya çikolata ile kaplanacak maddeler şunlardan hangileri?
*Bir devlet çatısı altında, siyasal egemenliğin değil ama(O daha sonra) yönetim yetkilerinin bir bölümünün yerel seçilmiş temsili yapılara devri, olabilir mi?
*Türkiye’deki tüm yerel birimlerde, vergi koymak dahil, meclis sistemi örnek alınmalıdır, olabilir mi?
*Salt “Etnik” ve “Toprak” temelli özerklik anlayışı yerine, kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı kurmak, olabilir mi?
*Kürtlerin halk olarak tanınması ve eşit statüye(Draje Anayasa’sına, Türkiye Cumhuriyeti iki eşit halktan oluşur maddesi konulması) kavuşturulmaları, olabilir mi?
*”Bayrak” ve “Resmi Dil” tüm Türkiye Ulusu için geçerli olmakla birlikte her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle(ikinci bayrak-ikinci dil) demokratik öz yönetimi oluşturması, olabilir mi?
*Demokratik özerklik modelinde, İl Valileri hem merkezi hükümetin hem de bölge yürütme kurulunun aldığı kararları uygulamakta görevlidir. Bakanlıkların taşra teşkilatları da aynı prosedüre tabi olacaktır, olabilir mi?
Sayın Başbakan, siz cesur bir insansınız, kimden korkuyorsunuz. Siz konuşunca,  dünya tir tir titriyor. Obama’ya bile, “seçimde sıkıntın olursa haber ver, gelip birkaç yerde konuşma yapayım” demişsiniz.
Siz ki, Libya’ya savaş gemilerini gönderirken TBMM’ye bile sormadınız, önce gemiler gitti, karar sonra alındı. Suriye Lideri Esad ile önce kardeş olup, sonra savaşacak hale gelirken millete mi sordunuz ki, bu Drajeli Anayasa’yı millete soracaksınız?  Her şey millete sorulur mu? Bakın Piri reis gemisini bir emrinizle, Akdeniz’e “Mavi Yolculuğa” gönderdiniz. Kimseye sormayın, sizden büyük var mı? Siz “tak” emredin, millet “şak” yapsın.
Susmak, kaçak güreşmek sizin gibi bir başpehlivan’a yakışır mı?
Ünlü atasözümüzü bilirsiniz; “Gizli gizli öpüşen, açık açık doğurur.”
PKK Lideri Öcalan ile mutabakata varılan anlaşmayı lütfen siz açıklayın. Nasılsa örgüt yakında tüm görüşmeleri açıklayacak. Her şey gün ışığına çıkacak. Delikanlılık sizde kalsın…
Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu

Tayyip’in Çok Tehlikeli Oyunu - Emin Çöleşan
SEVGİLİ okuyucularım, Tayyipgiller terör karşısında çuvalladı, bunaldı ve ne acıdır ki çaresiz kaldı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Şimdi ağızlarından -bilerek veya bilmeyerek- dökülen sözlere bakınca bu gerçeği çok daha iyi görüyoruz.
Gerçek ama çok tehlikeli bir gerçek…
 Tayyip partisinin çarşamba günkü toplantısında şu sözleri söyledi:
“Benim Müslüman Kürt kardeşlerim… Mabetlerinizi roketatarla bombalayan bu örgüte nasıl destek veriyorsunuz? Bunlara karşı kalkıp sizler de bir direniş ortaya koyacaksınız. Bu sadece bizim görevimiz değil…”
Bu sözleri duyduğum zaman inanamadım…  Kürsüde kriz geçirdiğini, ağzından çıkanı kulağının duymadığını zannettim!
Bu çağrısı çok tehlikeli bir oyundur. Neden tehlikeli olduğunu kısaca anlatayım:
1-Bir devlet adamı, teröre karşı hem DİN unsurunu kullanıyor, hem de ETNİK ayrımcılık yapıyor. “Müslüman Kürt” demeye başlayıp o kesime çağrıda bulunuyor.
2-Güneydoğu’da yaşayan Kürt yurttaşlarımızı birbirine karşı tahrik edip yönlendirmeye kalkışıyor. Onun bu tanımına göre Güneydoğu’da iki kesim Kürt yaşıyor.
Devletten ve AKP’den yana olanlar ve PKK’dan yana olanlar.
İlk kesimi, ikincilere karşı yönlendiriyor. “Direniş”ten söz ediyor, Nasıl bir direniş?.. Allah korusun, ya iki kesim birbirine karsı SİLAHLI direniş başlatırsa ne olacak? Güneydoğu da kan l gövdeyi mi götürecek?
3- Bu sözler aynı zamanda Kürt’ü Kürt’e kırdırma taktiği olarak karşımıza çıkıyor. Yeni taktik, yeni plan bu olsa gerek.
4-  Bu söz yine Tayyip’in: “Mabetlerinizi roketatarla bombalayanlar…”
Adına PKK denilen bu örgüt nice canlar aldı, nice ocak söndürdü, nice yüz kızartıcı işler yaptı ve yapmayı sürdürüyor.
Ancak PKK’nın bugüne kadar herhangi bir yerde mabetlere (cami ve kiliselere) roketatar saldırısı düzenlediğini ben duymadım. Hiçbiriniz duymadınız. O halde bu sözü de Güneydoğu ahalisinin DİN DUYGULARINI gıdıklamak için söylüyor.
Türkiye’de bugüne kadar mabetlere saldırılar olmadı mı? Elbette oldu…
Ama bunu İstanbul’da Yahudilerin mabetlerini bombalayan şeriatçı örgütler yaptı!

(Burada bir parantez açayım. Şimdi PKK terörü konusunda “Müslümanlığa” sığınan Tayyip, örneğin Irak ta ABD on binlerce Müslüman’ı öldürürken neredeydi? Ağzını açıp “Müslüman dindaşlarının (!)” haklarını niçin savunmamıştı? Çünkü muhatabı, önünde esas duruşta beklediği ABD idi!)
***
Hayır, bu dünyada “Devlet adamı (!)” geçinen hiçbir kimse, ülkesinin insanlarına böyle bir çağrıda bulunamaz. Bunun adına tahrik, kışkırtıcılık, ayrımcılık denir ve çok tehlikeli bir oyundur.
Çok büyük, üstelik tehlikeli bir kumardır.
İspanya’da özerk Katalan bölgesi, Bask bölgesi ve bir de İspanyollar vardır. Kendi içlerinde sık sık çatışma ve tartışma olur. Bugüne kadar hangi İspanyol devlet adamı örneğin Katalanlara çağrıda bulunup “Bizden yana olmayanlara karsı direniş koyun” diye çağrıda bulunmuştur?
Belçika da birbirini yiyen Valon ve Flamanlar vardır. Hangi Belçikalı devlet adamı bu iki kavgalı kesime o doğrultuda bir çağrı yapmıştır? Ya da örneğin Valonlara seslenip” İçinizdekilere karşı direnin” demiştir?
Aynı gerçekler başta İrlanda olmak üzere dünyanın çoğu ülkesi için geçerlidir. Buna aşiretlerden oluşan Afrika devletleri, muz cumhuriyetlerinden oluşan bazı Latin Amerika ülkeleri dâhildir.
Bir ülkede dini, etnik yapıyı, mezhepleri sömürürseniz, birini ötekine, ya da birbirlerine şikâyet edip direniş çağrısında bulunursanız, o takdirde sizin devlet adamı falan olmadığınız ortaya çıkar.
***
Dünkü yazımda da vurgulamıştım. Hükümetler ağlama duvarı değil, icraat yeridir. Eğer ağlaşıyorsan, terör karşısında çaresiz kaldığının göstergesidir.
Ciğerim yanıyor çiğerim… Bunlar sırtlanları da geçti” gibi sözlerle terör mücadelesi yapılamaz
Eğer Müslümanlığa sarılıyorsan, yine aynı durum geçerlidir… Çünkü terörü yaratan canilerin de hemen hepsi Müslüman.
Karşımızda başka dinden insanlar yok.
Tayyip’in burada ki en büyük kumarı “Kürt’ün Kürt’e karşı direniş göstermesi” çağrısıdır.
Bir düşünsenize, bu çağrı üzerine yakın bir gelecekte Güneydoğu da PKK yandaşı Kürtlerle PKK karşıtı Kürtler arasında silahlı çatışmalar çıkmış. İki kesim birbirini vuruyor, öldürüyor.
Valla o takdirde oralara 30 tane komando tugayı. 30 bin adet özel eğitimli polis bile gönderseniz, kan gövdeyi götürür.
Devlet olarak açmaza düşer Üstelik Türkiye Cumhuriyeti’ni cihana karşı rezil edersiniz.
Çünkü çağrıda bulunduğu “Müslüman-Kürt direnişçiler” derler ki “Biz bu işe sayın başbakanımızın isteği, yol vermesi ve teşvik etmesiyle giriştik!”
Şimdi benim Tayyip’ten bir istirhamım olacak! Biz bilmiyor olabiliriz, bağışlasın. PKK’nın hangi mabede ne zaman saldırdığını yer, isim ve tarih vererek açıklasın. Eğer böyle bir saldırı yoksa o takdirde bizzat kendisi din kışkırtması yapmış olacaktır. Yazımın bu bölümüne onun yukarıda verdiğim sözlerini tekrar ederek son veriyorum:
“Benim Müslüman Kürt kardeşlerim, mabetlerinizi roketatarla bombalayan bu örgüte nasıl destek veriyorsunuz? Bunlara karşı kalkıp sizler de bir DİRENİŞ ortaya koyacaksınız. Bu sadece bizim görevimiz değil!”

Aman yarabbim, aman!

PASAPORT YUTTURMACASI

DİKKAT ediniz, ortaya her gün yeni bir safsata atıyorlar. Her yeni güne yeni palavralarla uyanıyoruz. Yiyen yiyor ama çoğunluk yemiyor
İşte Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın dünkü sözleri:
“Ortadoğu’da iş yapmak isteyen finansçılar, Türk pasaportlarına talep patlaması yaşatıyor. Pasaportumuza çok ciddi talep var. Ay yıldızlı pasaportla daha iyi iş yaptıklarını söylüyorlar!”
Şimdi olayın gerçeğine bakalım:
1-      Ay yıldızlı pasaport sahibi iseniz. AB ülkelerine, ABD gibi çok sayıda ülkeye vizesiz gitmeniz söz konusu değil. Vize kuyruklarında hakarete uğruyor, günlerce ^bekletiliyorsunuz. Hangi yabancı işadamı bu riski göze alıp Türk pasaportu istemiştir?
2-       2- Bir yabancı iseniz, Türk pasaportu almak için önce Türk vatandaşı olacak, Türkiye’de yasayacaksınız. Bunu şimdiye kadar kaç yabancı finansçı (!) yapmış?
3-       Ali Babacan Efendi madem bu iddiada bulunuyor, çok değil, bu konuda başvuran 100 adet yabancının ismini versin. Madem “Talep patlaması (!)” varmış, demek ki binlerce istek olması gerekir!
Bu 100 ismi adresleri, kimlikleri ve resmi başvuru belgeleriyle açıklasın, kendisinden derhal özür dileyeceğim. …
Açıklayamaz çünkü böyle bir olay yok.
Haa, dün piyasaya bir de AB Bakanı, Eğemen Bağıs aynı konuda çıkmasın mı?
Efendim AB ülkeleri yeni bir plan hazırlıyormuş da. Türk vatandaşlarına süresiz vize vereceklermiş de, tünelin ucunda ışık görünmüş de! Ama sanmayın ki sizlere, normal vatandaşlara görünmüş!
 Hayır, sadece işadamlarına, spor kafileleri ile sanatçılara! O da olursa!
Çünkü çektirdikleri ıstırabın kendileri de ” farkına varmışlar, subapları biraz olsun gevşetmeyi düşünüyorlarmış.
Her sabah yalanlarla, bir sürü palavra ile uyanıyoruz. Dün sıra pasaportlara gelmişti! Bakalım bundan sonra önümüze hangi yemler atılacak!

Emin Çöleşan/SÖZCÜ

Eskiden IMF’nin raporlarına pek itibar eden sermaye çevreleri, bugünlerde dudak büküyorlar. Mesela IMF, bu yıl büyümeniz yüzde 6,6, gelecek yıl da ancak 2,2 olabilir diyor. Başta TÜSİAD, irili ufaklı, “laik-şer’i” tüm sermaye kesimleri, IMF’yi Türkiye’yi anlamamakla eleştiriyor, “ayrıştıklarını” iddia ediyorlar. IMF, yine de uyarıyor ve daha ileri gidip Türkiye’nin G-20 ülkeleri içinde krize en yakın ülke olduğunu ifade ediyor. Nerede mi? Bu ay yayımladığı “Dünyanın Ekonomik Görünümü Raporu: Büyümede Yavaşlama, Riskte Yükselme, Eylül 2011” başlıklı raporunda.

Böyle raporları medyanın, -yazık ki, muhalefet partilerinin- okumaya, kurcalamaya ne zamanı ne kapasitesi var. Anadolu Ajansı da işine gelen kısımlarını servis eder. Ama bu raporda Türkiye için önemli öngörüler içeren bir araştırma var. Yakından bakalım(*).




* * *


IMF Raporunun “Dış Yükümlülükler ve Krizlerin Tetiklenme Noktaları” başlığını taşıyan bölümünde (5.Kutu, s.61-65,) ülkelerin “net dış yükümlülüklerinin” (siz bunu boyunduruk diye okuyun), bir borç krizinin patlak vermesindeki rolü tartışılıyor. Yabancıların Türkiye’deki varlıkları (sıcak para, mevduatlar, dış kredileri, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının borsa değeri) ile “bizimkilerin”in dış dünyadaki varlıkları (dış yatırımları, mevduatları, varsa dış kredileri) arasındaki farka “net dış yükümlülükler” denir. Bizde Merkez Bankası, her ay bu varlık-yükümlülük dengesini, “Uluslararası Yatırım Pozisyonu” başlığıyla yayımlar. IMF, 1970 ile 2010 arasında 74 ülkede meydana gelen 62 krizi inceledikten sonra şu bulguya ulaşmış bulunuyor: Bir ülkenin net dış yükümlülükleri, ülke milli gelirinin yüzde 40’ını aşmışsa alarm zilleri çalıyor. Bizde durum ne? Merkez Bankası, 2010 sonu için net dış yükümlülüğü 378 milyar dolar, milli gelirinin yüzde 49’u olarak açıkladı. Yani eşik aşıldı. Haziran 2011 düzeyi ise 371 milyar dolar. Hala tehlikeli alanda Türkiye.




* * *


Dış borç stoku bakılan bir diğer önemli gösterge. Ülkelerin dış borç stoklarının milli gelire oranı büyüyorsa tehlike yaklaşıyor demektir. Türkiye’nin dış borçları, küresel krizden etkilenmeye başladığı 2008’deki düzeyinin 30 milyar dolar üstünde ve 2011 ortasında 310 milyar dolar dolayına ulaştığı tahmin ediliyor. Bu, milli gelirin yüzde 40’ını aştığı için kritik eşiği de aşmış sayılıyor.

Ülkenin uluslararası rezervinin büyüklüğü bakılan bir diğer önemli gösterge. Kısa vadeli borçlarınızı göğüslemeye döviz rezervleriniz ne kadar yetebiliyor? Türkiye’nin Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış borçlarına oranı 2002’de yüzde 163 iken, 2010’da yüzde 102’ye indi, yani zayıfladı. Dış borç stokunda kısa vadelilerin payı dörtte bire çıkmış durumda.

Bakılan önemli bir gösterge de cari açığın milli gelire oranı. 2010’u yüzde 6,6 ile kapatan Türkiye’nin 2011 ortalaması yüzde 10’a ulaşacak ve yıllık tutarı 75 milyar dolar gibi dudak uçuklatıcı bir boyuta ulaşacak. Bunu, Hükümet de kabullenmiş durumda.

Yerli para ne kadar değerlenmişse, krize yakalanma olasılığı o kadar artıyor. Türkiye, biraz gönüllü, biraz iradesi dışında, 2011’in özellikle ikinci yarısında aşırı değerlenmeden uzaklaşarak riskini azalttı denebilir.

Bizim pek güvendiğimiz bütçe açığının düşüklüğü ve kamu borç stokunun milli gelire oranının görece düşüklüğünü ise IMF araştırmacıları fazla dikkate almıyorlar. Yani bu göstergelerinizin görece iyi olması, sizi krizden uzak tutmaya yetmiyor. Bu parametreler belki çıkacak kriz yangınına karşı kullanılacak su tankı gibi görülüyor.

IMF, bu göstergelerden hareketle ülkeleri analiz ederek G -20 ülkelerinden 16’sının krize uzaklık-yakınlık mesafelerini ölçüyor ve kritik eşik katsayısı 3 olarak belirlenirken tehlikeli bölgede 4 ülke dikkat çekiyor ve Türkiye 7,6 ile listenin başındadır. İkinci sırada 4,8 ile Endonezya var. G.Afrika ve Brezilya ise birbirine yakın risk oranına sahipler.

(*) IMF raporundaki bu bölüme Korkut Boratav Hoca, sol portalda 25 Eylül’deki yazısında yer verdi ama gafilleri uyandırmak için tekrarda yarar var.

Mustafa Sönmez/Cumhuriyet

Sağlık Bakanımız bir hekim. Mesleğini pratisyen olarak sürdürmemiş. Doğup büyüdüğü şehirde çocuk hastalıkları uzmanlık diplomasını da aldığı Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirmiş. Lisansüstü eğitim de yapmış. Daha sonra da politikaya girerek Erzurum'dan milletvekili seçilmiş. Erdoğan hükümetlerinin en başarılı bakanları arasında. Başarısının önde gelen nedenleri arasında, kamu hastanelerini tek çatı altında toplamak gibi, bir bilim ve deneyim savurganlığını önlemek de var. Ama anlamakta zorluk çektiğim yanı,Prof. Dr. Akdağ'ın üniversite hastanelerinde görev yapan profesör unvanlı hekimlerin ücretli hasta muayene etmelerine engel olan inatçı tutumunu sürdürmesidir. Bakan Akdağ, sadece tıp fakültelerinin hastanelerinde değil, kamuda görevli hekimlerin özel hastanelerde hasta muayene etmelerine de yasak getirtmiş. Bu yasakların sürdürülmesinde öylesine kararlı ki, bu nedenle sözü edilen özel hastanelerden yasağı dinlemeyenler çıkarsa, onların iki uyarıdan sonra kapatılmaları yoluna gidilebilecek. Allah'tan, yürürlükteki mevzuata göre hekimlerin mesleklerini yapmaktan engellenmesine Tabip Odaları karar verebiliyor da yönetmeliği yapan Bakanlık yasağa uymayan hekimler için böylesine acımasız bir yaptırımı uygulamaya kalkışmayı göze almıyor.
Sağlık Bakanı'na soracak olursanız, yasağı getiren nedeni "hekimlerin tam gün görev yapması gibi, hastanelere başvuranların sabahtan akşama kadar aradığı tabibi bulmasını sağlamak" türünden bir yanıtla anlatacaktır. Ve bu tür bir açıklama, özellikle sağlığın sosyalizasyonunu savunanların da hastaların da hoşuna gidecek bir yanıt olarak gelecektir. Oysa fakültelerin ya da öteki kamu , hastanelerinin çalıştırdığı hekimlerimiz; özellikle de bilimsel kariyer yaparak doçent, profesör gibi unvanlara hak kazananlara, muayenehane açmadıkları için sadece kamuda çalışan meslektaşlarından farklı parasal bir statü tanıyor mu ki, Akdağ, sadece meslektaşlannın değil, hastaların da ellerini kollarını bağlama yoluna gidebiliyor! Sayın Bakan'a göre, üniversite ya da öteki kamu hastanelerinde çalışan Türk hekimlere tedavi olamayan hastaların gam çekmelerine , de gerek kalmaması için Bakanlık özel ambulans uçaklarla onları yurtdışında tedavi ettirmeyi de üstlenebilecekmiş!
Hekim Bakan, ambulans uçak ve dışarıda tedavi giderini göze kolayca alıyor. Ama yine de burada sadece hastanede çalışmayı kabul edecek meslektaşlarına doyurucu bir . tazminat verilmesini aklından geçirmiyor! Dün bir gazetede, Bakanlığın bu yasağı nedeni ile İstanbul Tıp Fakültesi Hastanesi'nde haftada ortalama 700 olan ameliyat sayısının 380'e gerilediği yazılıyordu. Bir başka gazetemiz de Sağlık Bakanımızın gözüne sokar gibi, Antalya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde Cihan Topal adında çift kolu da kopmuş bir hastaya her fonksiyonu yapan iki kolun başarıyla takıldığını duyuruyordu. Operasyonu yapan operatörümüzün adı, Recep Bey duymasın ama, Doçent Dr. Ömer Özkan. Bu hekimimiz de, yeni yönetmeliğe göre ya doçentlik maaşına talim edecek ya da üniversiteye veda! ??? İyi de tam gün uygulaması hiç mi olmamalı? "Özellikle hekimi yeterli olmayan bölgelerimize öncelik tanınarak elbette uygulanmalı" diyor eski Sağlık bakanlarından dostum Dr. Mete Tan. Ve kendi bakanlığı zamanında ilk kez bu yöntemi de uygulamak için ülkenin 6 bölgeye ayrıldığını ve bazı bölgelerde çalışacak olanlara dört ya da beş kat farklı ücret ödendiğini anımsatıyor.
Bir başka dostum Prof. Dr. Nadir Kaya da ülkenin herhangi bir kentinde, tam gün hastanede görev yapmayı kabul edecek olanlara, öteki hekimlerden farklı katsayılar uygulanacak olursa sorunun kolay çözüleceği düşüncesinde. Sağlık Bakanı topu hekimlere değil, Maliye Bakanı'na paslamalıdır.

Orhan Birgit/Cumhuriyet

Toplumsal Korku... - Hikmet Çetinkaya
Bir dizi fotoğraf… Kimileri yürekleri dağlıyor… Kimileri acı ve hüzün veriyor…
Kadınlar, bizim kadınlarımız.
Kimi zaman adına “töre” denilen vahşete teslim… Kimi zaman 15’inde gelin, 16’sında anne…
Kimi okula gidiyor, çoğunluğu gitmiyor…
Bekir Coşkun, Erzurum’daki kadınları yazdı…
HES’lere karşı direnen, kucağında bebeyle, yaşlısıyla, genciyle, çığlık çığlığa dozerlerin önüne kendilerini atan kadınlarımızı.
Yaşlısıyla genciyle…
Onlar ne diyordu:
“Dereler bizim!”
Türkiye’nin dört bir yanında başladı bu eylem…
Köyceğiz’den Rize’ye, Hopa’ya uzandı…
Bir çığlık dalga dalga yayılıyor…
Yazı masamın başında Bekir’in yazısını bir kez daha okurken kadınlarımızı düşünüyorum…
***
Ve aklıma Sivas’ta Madımak Oteli kıyımında babasını yitiren arkadaşım Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok’un başına gelenler geliyor.
Zeynep, Doğuş Üniversitesi’nde Kurumsal İletişim Birimi Sorumlusu olarak görev yapıyordu. Sivas kıyımına ilişkin açıklamalar yaptı, yazılar yazdı.
Sonunda ne oldu?
Çalıştığı eğitim kurumundan kovuldu…
Çalışma arkadaşları, öğrenciler sustu, biz sustuk!
Medya bu kez olayın üzerine gitti…
Toplumsal Bellek Platformu olayı sahiplendi…
Toplumsal korkunun vardığı nokta buydu işte.
Susmak, tepki koymamak!
Bu gibi olaylar benim güzel yurdumun insanını pek ilgilendirmez…
Tıpkı terör olaylarında olduğu gibi.
Unutkandır…
***
Toplumsal Bellek Platformu’nun yaptığı açıklamayı okuyorum, Zeynep’in başına gelenleri düşünürken.
Açıklama özetle şöyle:
“Hangi kurum tarafından alınırsa alınsın, bir kişinin siyasi görüşleri nedeniyle işine son verilmesi siyasal bir karardır.
Hangi kurum olursa olsun, bir cinayeti, katliamı sorgulayan ve sorgulanmasına yol açan açıklamadan sonra bir kişinin işine son verilmesi, o kurumun mantığı da katliamı yaptıranların mantığıyla örtüşüyor demektir.”
Zeynep, Cumhuriyet’te yazıyor…
Edebiyattan sinemaya dek kültür konularına değiniyor.
***
Sivas katliamının peşini bırakmıyor, bırakmayacak…
İşten atılıyor, kovalanıyor olsun!
Kadınlar yılıyor mu Erzurum’da, Karadeniz’de Köyceğiz’de…
Tekmelenen, horlanan kadınlar.
Hepsi çığlık çığlığa…
Zeynep ve Zeynep’ler de susmayacak…
Doğru bildikleri yolda yürüyecekler hep birlikte.
Zeynep’le Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan bir süre önce Ankara’da bir açıklama yapmışlardı…
Bilim ve Kültür Merkezi’ne dönüştürülen Madımak Oteli’nin girişindeki anı bölümünde diri diri yakılan 33 aydın, şair, sanatçıyla birlikte iki saldırganın adlarının yazılmasına tepki göstermişlerdi…
“Olay, babalarımızı yok sayıyor!”
***
Bunu söyleyen Madımak’ta diri diri yakılan iki şairin kızlarıydı…
Zeynep, Doğuş Üniversitesi’nden kovulduktan sonra şu açıklamayı yaptı:
“Çalıştığım ‘eğitim’ kurumundaki görevime Sivas katliamı ile ilgili açıklamalarım sakıncalı bulunduğu için son verildi. Düşünce ve ifade özgürlüğü için ortam yaratması beklenen üniversitelerimizin geldiği son durum da bu! Bir eğitim kurumu sıradan bir vatandaşın adalet arayışı için yaptığı çağrıdan ‘rahatsız’ olabiliyor. İşte korku imparatorluğunun gücü.”
***
Korku imparatorluğu… Zeynep… HES’lere karşı direnen kadınlarımız… Töre vahşeti… Kaçırılan öğretmenlerimiz, azgınlaştıkça can çekişen PKK’nin sivilere yönelik silahlı saldırıları…
Canınızı yakıyor mu bunlar?..

Hikmet Çetinkaya/Cumhuriyet

Ne yapacağı belli olmuyor...
*
Diyelim ki Amerika’dan tam “Eli boş döndü” denildiğinde, uçağının bagajında bir heykel...
Herakles’in (Herkül) heykeli...
Herakles yarı tanrı...
Üstün gücü var...
Ama çatlak...
Terletti diye güneşe ok atıyor...
*
Mesela Obama’ya “Başkanlık seçimine gidiyorsunuz, sizin seçim mitinglerinizi ben düzenleyeyim” diyebiliyor...
Kafasını Amerika’ya götürmüşler...
Alt tarafını bizim Antalya’daki müzede sergilediler, vatandaşlarımız uzun süre takım taklavatına baktı...
Kafası yoktu...
Herakles’i diyorum...
*
Miken Kralı ona 12 görev verdi...
Mitolojide bu “Herakles’in 12 zor görevi” diye geçer...
Çift başlı Kyrenaia geyiğini yakalamak, altın elmayı bulmak, Amazon Kraliçesi Hippolyta’nın kemerini getirmek, dokuz canavarı öldürmek... Mısır’da Mübarek’i göndermek, Libya’da Kaddafi’yi sepetlemek, Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali’yi halletmek, Suriye’de Esad’ı pataklamak, İran’a kalkan...
Kaç etti?..
*
“12 zor görevin” içinde kendi işgüzarlığı da var tabii ki...
Ölüler ülkesini Kerberos kurtlarından kurtarmak...
Gidiyor...
Yanında Ajda...
Ölüler ülkesinin aç çocukları somun beklerken bir anda “Yakar geçerim” parçasıyla göbek atarak uçaktan inen bu yardım heyeti tarafından kurtarıldılar...
*
PKK’nin kaçırdığı öğretmenlerden haber yok...
Mühendisleri de vurmaya başladılar...
5 terör kurbanı daha toprağa verildi...
Kan gövdeyi götürüyor...
Bu heykeli bırakıp Makedonya’ya gitti...
Bakacak sorun var mı?..
Sonunda çıldırdı zaten...
“Herakles’in 12 zor görevinden” birisiydi; üç başlı canavarı yakalıyorum diye komşunun ineğini sırtlayıp krala götürünce...
Heykelini yaptılar...
İşte o zaten; kafasını Amerika’ya satmışlar, nahiyesi bize kalmıştı...
İnsan çıldırır tabii...
Yetiş doktor...

Bekir Coşkun/Cumhuriyet

GEÇEN gün Alev Coşkun da yazdı; İmralı temasları dolayısıyla anayasa hukukunun belki de en gülünç tartışmasını başlatan bir söz gündeme geldi: “İmralı’yla hükümet değil devlet görüşü-yor” dendi.
Diyenler devletin ve hükümetin en yüksek mevkilerinde oturanlar olmasaydı gülüp bir yana atardınız bu komik sözü.
Demek, görüşenler devlet yönetiminde dolaylı dolaysız hiç sorumluluk taşımayanlarmış, öyle mi?
Demokratik hukuk devletinin düzeninde böyle bir şey olabilir mi?
Genellikle, parlamenter sistemlerde devlet başkanı sorumsuzdur. Bizim anayasa bu ilkeyi dolambaçlı biçimde koyar: Bizde, yürütme gücüne sahip olup da sorumluluk taşımayan bazı işlemleri tek başına yapabilecek tek kişi Cumhurbaşkanı’dır. Ancak, bu işlemler anayasa veya başka yasayla “belirtilmiş” olmalıdır. Cumhurbaşkanı’nın bu işlemler dışındaki bütün kararları başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; onlardan başbakan ve ilgili bakanlar sorumludur. Anayasa böyle diyor; meğer ki, bilinmeyen bir yasa hükmü Cumhurbaşkanı’na böyle bir istisna tanımış olsun.
Kısacası, şöyle ya da böyle, devlet işi olup da sorumlusu belli olmayan iş olamaz. Ne yani, “devlet başkanı, Apo’yla görüştü” mü diyeceğiz?
Yargı gibi yürütme organına müdahale tanımayıp bağımsız olması gereken bir devlet işlevinde bile hükümete düşen bir sorumluluk yok mu? Adalet Bakanı niçin var? Anayasaya göre Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na başkanlık etmesi ve müsteşarının o kurulun tabii üyesi olması nedendir?
Mahkemelere, yargıçlara emir ve talimat vermek, tavsiye ve telkinde bulunmak, görülen davalara ilişkin beyanda bulunmak için mi?
Hayır, adalet hizmetinin daha iyi görülebilmesi için.
İki yanlı bir buluşma olmalı bu. Hizmetin yavaşlığında usul kurallarının etkisi varsa, tutukluluğun yargısız infaza dönüşmesi kamuoyunda tepki yaratıyorsa, böyle kusurlar kritik ve ivedi ulusal savunma görevlerini bile aksatıyorsa, bu durumu yargı mensuplarına duyurma ya da yasa değişikliği gereğini onlardan siyasilere aktarma gibi amaçlar ancak meşru ve yararlı kılabilir bu buluşmayı.
İçli dışlı hesaplarla Türkiye’yi zayıflatma amacı değil.

Mümtaz Soysal/Cumhuriyet

Son, belki de sondan bir önceki perde Başbakan’ın; “terörle mücadele, siyasetle müzakere” sözüyle açıldı.
Mücadele PKK ile, pekâlâ!
Ya siyasi mücadele? Yine Başbakan
açıklıyor: “Cinayet şebekesi PKK’nin siyasal uzantısı olan” -ad vermiyor ama- besbelli Barış ve Demokrasi (Kürt) Partisi ile…
Başbakan’ın son Kürt sorunu ile mücadeleye son saptaması öyle kıvrak ki; neredeyse ver istediğini terörden kurtulalım diyecek noktaya gelen kimi yazarlarımız iki gündür övgüler yağdırıyorlar RTE’ye...
PKK ile terörden rant elde ediyorlar diye yerden yere vurduğu bir parti ile müzakerelere başlayacağını ilan eden sözlerini alkışlıyorlar.
Oysa; RTE, daha açık bir ifade ile “Eli silahlı örgütle de silahsız ama katil şebekesinin eylemlerine ortak parti ile de -ey halkım çaresiz kaldım- pazarlık etmeye devam edeceğim” deseydi, daha merdane, daha açık sözlü bir açıklama yapmış olmaz mıydı?
***
Hem burnundan kıl aldırmayacaksın. Ben devletim, güçlüyüm, örgütü ezerim diye yıllardır artık inandırıcılıktan uzak bir konumda olacaksın.
Hem de “musibet” dediklerinle, “siyasal uzantılarıyla” masaya oturacaksın!
Manşetlere geçirdiğin bu yalancı dolmayı yutturacaksın ha!
***
PKK ve siyasal uzantılarıyla pazarlık görüşmelerine başlamaya karar veren RTE’nin elbette “ciğeri yanacak”.
Kolay değil. Hem kudretli olacaksın. Hem de üç-beş bin kişiden oluşan cinayet şebekesiyle görüşmelere, pazarlığa oturacaksın!
Cinayet şebekesine ortak olduğunu iddia ettiği BDP, barış adını taktığı “siyasal direnişini sürdürmek” amacıyla Meclis’e dönüyor.
Genel başkanları Selahattin Demirtaş’ın okuduğu, “halka açık deklarasyon”, bugüne dek barış gelsin diye onca çabalarını hükümetin baltaladığını ilan ediyor ve Başbakan’ı, örgütle görüşmeler yaparak terör olaylarını önlemeye çalışacağı yerde, bilakis terör eylemlerini tahrik etti diye suçluyor.
Taraf gazetesindeki demecinde Aysel Tuğluk adındaki BDP milletvekili “önerdikleri kimi koşullar yerine getirilmediği için” terörün yoğunlaştığını öne sürüyor.
PKK-BDP karmasını dinlerseniz; kendileri dışında herkes suçlu, sorumlu.
Lakin iç barış için çabalayan, savaşan BDP ve hatta barışı zorlamak için hamile kadını, beş genç kadını, doğaları gereği insanları arkadan vurarak katleden PKK, sütten çıkmış ak kaşık gibi tertemiz!
Bal gibi hükümeti ve devleti, terörü azdırmakla suçluyorlar.
***
Dün kimi köşeler RTE’ye, “barış olgunlaştı” diye sesleniyorlardı.
Dün “Ben olsam asardım” dediği Öcalan’la ve ona bağlı cinayet şebekesi ile bugün masaya oturacağını ilan eden RTE’nin mücadele-müzakere ikilemi ile BDP’nin zorda kalarak Meclis’e dönmesinin dışında, olgunlaşan ne var orta yerde?
Bir yanı siyasal, bir yanı cinayet şebekesi; “devletin bütünlüğü, resmi dili, hatta bayrağı ve milli marşı” ile anayasada Türkiye Cumhuriyeti tanımına karşı.
Yeni anayasada Cumhuriyet’in bir yanı Türk ise öteki yanı Kürt diye tanımlanmasından vazgeçmeyecekler, bu da kesin.
Hal böyle iken, yandaşlığa soyunan kimi yazarlar daha bugünden örgütün (örgüt adına BDP’nin) öne süreceği koşulları desteklemeye başladılar bile.
Başbakan’ın ciğeri teröre yenik düştüğü için yanıyor.
Bu gidişle Türkiye Cumhuriyeti’nin ciğeri, Türkiye Cumhuriyeti olmaktan çıktığı, çıkarıldığı gün yanacak!..

Cüneyt Arcayürek/Cumhuriyet

Televizyon denilince, akla hemen “diziler” geliyor. Haberler nasıl, görüntüler yeterli mi? Türkçe nasıl konuşuluyor, hâlâ “Hakkâri” diyemiyorlar, kimsenin aldırdığı yok!
Falan şöyle oynamış, filan şöyle oynamalıymış, kavga bu!
Dizilerin bu kadar tutulduğu bir televizyon programında elbette bu da çok önemli...
Ama başka önemli olan yok?
* * *
Eh önde geleni tartışma adabı, terbiyesi değil mi?
Terbiyesi değil de terbiyesizliği...
Ama yine de şükür, henüz sille tokat, tekme yumruk birbirlerine giremediler.
Geçen gün bir “doktor”la, avukat öyle bir kapıştılar ki, doktor sinip büzülmese, orası “altüst” olacak...(X)
Diyeceksiniz ki konu neydi?
Biri doktor, biri avukat olunca neyi tartışmışlar, kavga edecek hale gelmişler?
Konu futbol, şike kavgası.
* * *
Şimdi bunları okuyan birileri diyecek ki:
“Onların bazıları danışıklı dövüş, yani şike”, programda kavga çıkarıp “reyting” almak, yönetim bile programın kadrosunu öyle düzüyor.
Adamın işi bu, kavga çıkarmak, her şeye itiraz etmek, bağırıp çağırıp karşısındakini korkutmak, sindirmek...
* * *
Önce bir şeyin altını çizelim, TRT’den başka hiçbir “televizyonu” eleştirmek hakkımız yoktur.
Niye?
TRT’de hepimizin katkısı, vergimiz var...
Ya diğerleri?
İstedikleri gibi yayın yaparlar, beğenmezsen çıt düğmeye basar başka kanala geçersin, demek kolay da onlar da reklam almak için seyirciye muhtaçlar.
Başlarında RTÜK var, velhasıl karışık bir iş!
Bu memlekette karışık olmayan iş var mı?
* * *
Bakın evinizdeki televizyon kutularında bir düğme vardır, eve geldiniz, televizyonu açtınız, nedir, ne oynuyor?
Basarsınız o düğmeye, ekranın altında bir bant görünür, gösterilenin adı, kaç dakika olduğu, kaç dakika daha olacağı, kaç dakika sonra biteceği...
Bu bilgilerle yetinmediniz, bir düğme daha neyin gösterildiği, kimin çevirdiği, kaç yılında çevirdiği, kimlerin oynadığı çıkar.
Çok kere çıkmaz, boştur, televizyon yönetimi boş vermiştir de ondan...
Ya da “oğlan kızı sever, kız sevmez, zengin baba, gaddar ana, salak uşak, hizmetçi” gibi saçma sapan bir özet vardır.
* * *
Programa dalmış gidiyorsunuz, ekrana bir de başka kişiler çıkar, şaşırırsınız.
Şaşırmayın, başka bir dizinin tanıtımıdır.
Ya altyazılar, özellikle güncel haberler geçilir, ekranda komedi varken, terör haberleri geçilir, hatta ekranı ikiye bile bölerler.
Ya müzik işkencesi...
Kimin ne dediği anlaşılamaz.
* * *
Bir ara ekranın sağında, başlayacak ya da ara verilmiş programın kaç dakika sonra başlayacağı belirtilirdi, iyi bir uygulamaydı.
Nedense son günlerde boş veriyorlar, “az sonra” yetip artıyor bile...
Ya “program devam edecektir” denilmesi, dakikalarca bekletilmesi, on saniye sonra “izlediniz” diye bitirilmesi...
* * *
Ne yapalım, bu işler böyle yürüyor.
Üstelik “bahşiş at”ın dişine bakılmaz diye bir laf var.
Para vermiyorsunuz ya!
Ama sizin sırtınızdan “reyting”den para kazanırlarmış!
Oraları da fazla karıştırmayın!
Deveye boynun eğri demişler, nerem doğru ki, demiş.

(X) Ayrıntılı bilgi almak isteyenlere Milliyet’in 28 Eylül 2011 tarihli “Cadde” ekindeki Ali Eyüboğlu’nun “Kirli Kavga” yazısını tavsiye ederiz.

Hasan Pulur/Milliyet

Tabletle ilgili mail yağıyor. Destekleyenler kadar karşı çıkan da var, koşul öne süren de. Görünen o ki, önümüzdeki ayların en önemli tartışma konularından birisi bu olacak.
M. Gözaydın’ın, yazılarımıza gönderdiği bilgi notunun devamı aşağıda. Ayrıca başta MEB olmak üzere çok farklı kurum ve kişilerden de benzeri bilgi notları geldi. Hepsi de çok çarpıcı. Onları da sizlerle paylaşacağız. Çocuklarımız tablet bilgisayarlarda ya porno izlerse diye paniğe kapılanlar da var, sınavda kopya çekerler diyen de. Dahası var: Parasız kalan ya kendininkini ya da başkasınınkini çalıp satarsa?..
En önemlisi de öğretmenlerimiz. Onlara da verilecek mi? Hem de öğrencilerden en az bir ay önce!
İşte tüm bu soruların ve daha fazlasının cevabı bir sonraki yazıda:
- Nerede üretilecek?
Tablet üretmek hiç zor değil. Çin’de şu anda yüzlerce imalatçı firma var. En iyisini bulmak şart. Buzdolabı üretmek de çok kolay. Bakın Türkiye’de onlarca vitrin buzdolabı üreten firma var. Onlar da pekala normal buzdolabı üretebilirler. Ama yapmıyorlar. Bir şeyi iyi üretebilmek için ARGE ve teknoloji birikimi ve VOLUME yani büyük miktar lazım. Bakın hâlâ Arçelik’in yanına bir 3. veya 4. firma çıkmadı. Arçelik ithalatla bile rahatça rekabet ediyor. Sebep malum. Bu tabletler ithal edilmeye başlayınca yerli firmalar da kendilerine bir strateji tespit edeceklerdir. Belki de imalatı düşüneceklerdir. Bunun müzakere zamanı şimdi değil. Teknoloji eskimeden uygulamaya geçmek şart. -
- Dünyaca ünlü markaların bile iç donanımı hep Çin’den geliyormuş?
Dünyaca ünlü markalar da yalnız iç donanımı değil tamamını Çin’de yaptırıyor. Bunlar HP, SONY, TOSHİBA. Japonlar bile Çin’de yaptırıyor, hatta şimdi ucuz işçilik nedeniyle Vietnam’a geçmek üzereler.
- Yani bu çerçeveden bakıldığında MEB bir yerde bir fabrika kurup ya da kurdurtup milyonlarca bilgisayar üretebilirmiş?
Ben buna “bekâra karı boşamak kolay” diyorum. MEB yalnızca 16 milyon tablet için fabrika kurarsa, bunu 5 yıldan evvel kuramaz. Bu 5 yılda da tablet demode olur, fabrika elinizde çöp diye kalır.
- Zaten çok basit bir teknoloji, montajı da o kadar zor değil?
Hepsi çok doğru. Ama şu soruyu hiç kimse sormuyor: Nerede düzenli bir pazar, kime satacaksınız, kiminle rekabet edeceksiniz? 16 milyon için fabrika yapılır mı?
- Bu işi devlet mi, birkaç firma mı, yoksa adil koşullarda gerçekleşecek bir ihale ile belirlenecek firmalar mı üstlenmelidir?
Çok güzel bir soru. Ürün özel bir üründür. Kalite fevkalade önemlidir. Sadece kalifiye firmalar davet edilmelidir. Zaten Türkiye’de 5-6 firma var. Hepsi çağrılmalıdır. Hepsinden teklif alınmalıdır. Kalite konusunda çok özel tedbirler konmalıdır. Kalite, fiyattan daha önemlidir.
- Yeni kurulan bir firma veya devlet bu işi ne kadar becerir?
Beceremez.
- Stok olmadan bu iş nereye kadar gider?
Devlet dağıtırsa zaten gelen tableti dağıtır. Stok diye bir dert yoktur.
- En önemlisi her yıl değişen teknolojiye karşı eldeki tabletler nasıl yenilenir?
Çok güzel bir soru. Onun için bu tablet dağıtım işi en hızlı bir şekilde yapılmalıdır. Tabletin ömrü 5-8 yıl arasındadır. Hatta ilk 10 milyon dağıtıldıktan sonra yeni bir teknolojiye geçilebilir.
- Büyük alkışlarla getirilen Bilişim Sınıfları ve FATİH Projesi’nin akıbeti de ortada?
Devletin her şeyi bilmesi beklenmemelidir. Gördüğünüz gibi Bilişim sınıfları da 10 yıl olmadan daha doğru dürüst kullanılmadan demode olmuştur.
- Bilgisayarlar da asla okulun ve öğretmenin yerini dolduramaz.
Kimse böyle bir iddiada bulunmuyor. Ancak hakikat şu ki öğretmenler hem Türkiye’de hem ABD de işsiz kalacakları korkusu yaşıyor. Amerika’da öğretmen sendikaları online eğitime muazzam karşı. Bu yüzden 60 milyon K12 öğrencinin ancak 1 milyonuna online eğitim veriliyor.
- Yazılımı kim yapacak?
Yazılım konusunda MEB tam 15 yıldır çalışıyor. Çeşitli ihaleler yapıldı. Özel şirketler de milyonlarca dolar para harcadı.
- Yazılım boşluğunu Bakanlığın kendisi mi dolduracak yoksa yıllardır bir işe yaradığı görülmeyen döküntü yazılımlar mı?
İşin en zor kısmı yazılım!
- MEB bu konuyu da hafife alıyor? Ya da birilerinin gazına geliyor.
İnşallah öyle değildir.
- Yazılımlar dışarıdan alınsa bile donanımlı denetleme ekiplerinin olması gerekir.
Yazılımların yurtdışından alınması bahis konusu olamaz. Bütün yazılımlar MEB tasdiki ve müfredata uygun olmalıdır.
- Sistem tıkandığı noktada, 24 saat hizmet verecek, cıva gibi mühendisler ve öğretmenler olmadan yarı yolda kalınır.
Doğru söze ne denir!
Özetin özeti: “Avrupa’da benzer uygulama var mı?” diyen de var, “Onlarda yok diye biz de mi yapmayacağız!” diyen de...

Abbas Güçlü/Milliyet

OdaTV iddianamesinde özel hayatın gizliliğine özen gösterilmesini övmüştük... Ancak geçen hafta dağıtılan 71 adet dava klasörü incelenince aynı özenin dava dosyasında gösterilmediği ortaya çıktı...
Avukat Serkan Günel, davayla ilgisiz telefon konuşmaları yanında kişilerin açık adları, cep telefonları ve adres bilgilerinin de dava dosyasında yer aldığını kaydediyor...
“Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal, Gürsel Tekin, Uğur Dündar, Mehmet Ali Birand, Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan Coşkun, Fazıl Say, Candan Erçetin” bu şekilde özel bilgileri teşhir edilen isimlar arasında...
Avukat Günel diyor ki:
- İlginç olan şu ki, “özel hayatın gizliliğini ihlal etmek” ile suçlanan kişilerin davasında bizzat dava ile ilgisi olmayan kişilerin özel hayatları ihlal edilmektedir.

Tunalı Hilmi
Elena Chuprova, aslen Rus vatandaşı olup geçenlerde Ankara’yı gezmiş, kenti beğenmiş, ancak Tunalı Hilmi Caddesi kaldırımlarının haraplığı ve pejmürdeliğinden yakınıyor... Bizim de her Ankara gezimizde o kaldırımların pejmürdeliği dikkatimizi çeker. Son yenilik! Kaldırımların dibine oluklar yapılmış. Her gün çok sayıda vatandaş oluklara basıp ayak bileklerini incitiyormuş. Tunalı Hilmi Ankara’nın vitrinidir. Çankaya Belediyesi Tunalı Hilmi’nin kendi denetimlerine verilmesini istemiş. Anakent Belediyesi kabul etmemiş. Melih Gökçek Çankaya ve sakinlerini bu şekilde cezalandırıyor anlaşılan. Yazık...

PKK
PKK teröründe 2000’li yılların öncesine dönüldü. Yol kesmeler, aramalar, tanker ateşe vermeler, çocuk öldürmeler, öğretmen kaçırmalar.
Bu noktaya bizce göz göre göre gelindi?
Ankara içeriği belirsiz bir “açılım” yaparken aynı sıralarda İmralı “Demokratik Özerklik” projesini açıklamıştı. Pakette ayrı meclis, ayrı bayrak, öz savunma gücü, ana dilde eğitim gibi Ankara’nın kabul etmesi pek de mümkün olmayan koşullar yer alıyordu. Anasaya değişmeli, Türk sözcüğü çıkarılmalı, seçim barajı düşürülmeliydi.
Ankara ne yaptı? Yukardaki “Demokratik Özerklik” projesine, karşı tarafı idare etmek için, ne evet, ne hayır dedi...
Hatta öyle anlaşılıyor ki seçim öncesi terörün hortlamaması için İmralı ile protokol da yapıldı. Şartlar kabul edilecek izlenimi verildi. Ancak hazırlanan protokole Ankara tarafından imza atılmayınca karşı taraf terörü tekrar tırmandırdı. Durumun bir izahı budur. Sonuçta siyasi kurnazlıkların bedeli PKK kurşunuyla can veren günahsız yurttaşlara ödetiliyor.

Komutanların yattığı Hasdal cezaevi dolup taşınca yeni cezaevi arayışı başlamış.
Avrupa’nın en büyük adalet sarayını yapacağımıza en büyük cezaevini yapmalıydık...
Haldun Ertem


Dans
Mimar Sinan Üniversitesi’nin Bomonti yerleşkesini öğrenciler bizlere dans ziyafetleri sunarak açtılar. MSÜ Fen - Edebiyat Fakültesi ile Modern Dans bölümü uygunsuz bir binadaydı. Şimdi eski Bomonti Bira Fabrikası’nın karşısında büyük ve modern bir binadalar. Rektörlük ile Güzel Sanatlar ve Mimarlık bölümleri ise Fındıklı’da kalmış...
Önceki gün yapılan mütevazi açılışta modern dans bölümünün öğretim üyesi ve öğrencileri 5 performans sergilediler. Hepsi birbirinden güzeldi. Ülkede kan gövdeyi götürür, türlü magandalıklar hayata hâkim olurken gençler aynı toplumda sanatı filizlendirme görevini usanmadan sürdürüyor. Hepsini kutluyoruz...

Tayyip Erdoğan, Kürt kökenli yurttaşları PKK’ya karşı direnmeye çağırmış.
İyi valla. Sen müzakere et, onlar dirensin!
Fahrettin Fidan

* “Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar.
Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar.”
Dün yayınladığımız ve Che Guevara’ya ait olduğu sanılan bu sözün Kardinal Helder Pessoa Câmara‘ya ait olduğunu okurumuz Emre Ayhan bildirdi. Teşekkürle...

Melih Aşık/Milliyet

Kaddaffi, bir kahramana yakışır şekilde “şehit olmak” üzere direniyor. Başına bomba yağdı. Baharcıları NATO silahlandırdı. Eğitti.
Kaddafi’yi bitirdiler.
Kaddafi, biraz şaklabandı.
Ülkesini “çadır tiyatrosu yönetir” gibi idare ediyordu. Bol paraya boğulmuş besili kadın korumaları vardı. Bazen çadırı ve koruma kadınları ile birlikte Paris’e  davetli olarak çağrılıyor, Fransa Cumhurbaşkanı’nın sarayına bakan meydanda çadırla dikkat çekici olmaya çalışıyordu.

Onu neden harcadılar?
Niçin Avrupa(AB) ve Amerika(ABD) için zararsız bu şaklabanı “şehit olmayı isteyecek” noktaya gelsin diye sıkıştırdılar? Saddam (ABD işgaliyle devrildi, asıldı) Irak’ta ne yaptıysa, Musaddık (CİA marifetiyle devrildi, ev hapsinde öldü)  İran’da ne yaptıysa, Chavez (sürekli darbe tehdidi altında) Venezulla’da ne yaptıysa Kaddafi  de Libya’da onu yaptı. Saddam Hüseyin, “petrolü dolar dışında dövizle satama” niyetini belli etmişti. Muhammed Musaddık,İran petrolünü ABD petrol şirketlerine yedirmemek” için direnmişti. Hugo Chavez, “petrol ticaretinde doların egemenliğine” başkaldıranlar arasına girmişti.

Xxx

Kaddafi de Libya’da bir çadır şaklabanından beklenmeyecek diklenmeyi yapmıştı. 2007’de ABD’nin Kuzey Afrika petrollerini kontrol amaçlı olarak kurma kararı aldığı ABD Afrika Komutanlığı’na (AFRICOM) en güçlü tepki Libya’dan gelmişti.
ABD, bu diklenişi ödetti.
Kaddafi’nin altında bahar açtırdı.
Paylaşım kavgası da hemen başladı.
Leş kargaları Libya petrolüne üşüştüler. 10 gün önce İngiliz Başbakanı Cameron ile Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy, bizim başbakanın “Deniz Feneri usullü bavulla para teslimatı yoluyla 300 milyon dolar götürüp teslim edilmesine” yol verdiği Libya’nın yeni uyduruk lideri  Mustafa Abdülcelil ile “petrol ve doğal gaz çıkartma anlaşmaları” yapmak üzere buluştular.
Fransız TOTAL…
İtalyan ENİ….
İngiliz BP…
Ve SHELL...
Libya’da yeni anlaşmalar yaptılar.
Asıl paylaşım kavgası; Arap Baharı’nın yeşertildiği ülkelerde; Mısır, Suriye, Libya, Tunus, Yemen, Somali topraklarında bulunduğu belirlenen yeni zengin doğal gaz yatakları için patlayacak.


Xxx

Dünya Savaşı öncesine benziyor.
Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı birer “paylaşım kavgası” savaşlarıydı.  ABD’nin ünlü eski dişişleri Bakanı Henry Kisinger, “petrolü kontrol ettiğinizde devletleri kontrol edersiniz. Gıdayı kontrol ettiğinizde halkları denetim altına alırsınız” demişti. Dünün eski çakalları, iki dünya savaşı sırasında yaptıkları gibi bugün de doğal kaynakları bol olan coğrafyayı denetleyen güç oldular.
Çakallar arasında savaş çıkar mı?
Çıkabilir.
Tıpkı iki dünya savaşı öncesi olduğu gibi “Avrupa’da derin bir ekonomik kriz” de yaşanıyor.

KUTU
(uyan borusu)


Ayıplı mal!

Rize’yi sel aldı. Zarar büyük. Esnafa yardım için tespitler yapılıyor. Rize’deki sel felaketinde suçu olmayan vatandaşların (senin, benim, onun) cebinden “selden zarar görenlere” para aktarılacak. Oysa bu sel; ayıplı olarak yapılan Karadeniz Duble Yol’u, “Rize ile denizin bağlantısını” kopardığı için oldu. Bu “ayıplı Karadeniz Duble Yol’unu hangi müteahhitlik şirketleri, hangi başbakanın kadrosunun verdiği onayla yaptıysa zararı onların ödemesi gerekir.

Necati Doğru/SÖZCÜ
     30 Eylül 2011

Daha önce de yazdım:
1989'da Almanya'ya ilk gidişimde gördüm ki PKK; bu ülkeyi esir almış. PKK militanları; bellerinde silahla rahat rahat dolaşıyorlar da Alman polisi onları görmüyor bile. Öyle ki bizim orada vereceğimiz konferansları bile engellemeye kalkıştılar.
Buradaki PKK'lılar; Kürt kökenli insanlardan 'Savaş Vergisi' adı altında zorunlu para topluyorlar. Kimse buna itiraz edemiyor. Alman hükümetleri de bu hukuksuzluğu el altından destekliyor.
Sadece bu kadarla da kalmıyor PKK... Avrupa'daki birçok gece kulübü bile bunlara para kazandıran bir yapıya çevrilmiş.
Bunun dışında PKK; başta Almanya olmak üzere bütün sivil toplum kuruluşlarına sızmış bulunuyor. Medyada da bunlar etkili. Görüldüğü gibi PKK, Avrupa ülkelerinden istediği biçimde yayın yapabiliyor.
Avrupa'nın her ülkesinde binlerce PKK'lı terör eylemlerini destekleyen gösteriler yapıyor, siyasetçileri baskı altına alıyor.
Yani; Avrupa'da; hatta Avustralya'da bile PKK'nın mali gücünü oluşturan; siyasi ve ideolojik destek yaratan ekipler var. Bu ekiplerde çalışan binlerce insan; PKK teröründen besleniyor. Bunlar; Avrupa'da krallar gibi yaşıyorlar. Türkiye ile savaştıklarını söyleyerek her yerden bol bol para çıkartan bu savaş ağaları; çatışmanın bitmesini asla istemiyorlar. Çünkü PKK biterse bunlar da biteceklerini iyi biliyorlar.
Bu gerçeği Avrupa devletleri de biliyor amma hiç bir devlet PKK'lı oldukları kesin olan bu kadrolara dokunmuyor.
İşte Türkiye; bundan sonra dış politikada da terörü besleyen bu kanalları kurutacak biçimde yeni bir taktikle hareket etmelidir.
Başbakan Erdoğan; İsrail'e gösterdiği tepkiyi; PKK terörünü besleyen Avrupa Birliği ülkelerine de göstermelidir.
Üstelik; Türk hükümetinin elinde; Avrupa ülkelerinin PKK'yı besleyen, güçlendiren tavırları ile ilgili pek çok belge de bulunmaktadır.
Öyleyse hükümet; önce Avrupa Birliği olmak üzere; PKK destekçisi ülkelere karşı daha net, daha sert bir politika geliştirmek zorundadır.
Eminim ki Avrupa'dan PKK'ya para; militan ve moral aktarılmasaydı bu örgüt çoktan çöker giderdi.

YA ABD
Bugün PKK Kuzey Irak'tan silah ve militan devşiriyor ve o bölgede de barınıyor. Geçmişte; Kuzey Irak'taki Kürt aşiretlerini PKK'ya karşı kullanma girişimleri hep başarısız oldu. Bundan sonra ise bu tür beklentilerin hiç şansı yok. Öyleyse; Barzani-Talabani ikilisine bel bağlayarak Kuzey Irak'taki PKK'yı etkisizleştirme tavrı, kendimizi kandırmak olur. Hükümet; artık bu ikiliye karşı da dişini göstermelidir.
Bölgeye uzaktan kumanda eden ABD ile de  daha gerçekçi pazarlık yapma zamanı gelmiştir. Türkiye bu konuda ABD'den destek isteme ve bu desteği alma hakkına sahiptir. Sadece bu konuda ABD Başkanlarının (Bush ve Obama) verdiği sözlerin yerine getirilmesini istemek ve bunda ısrarcı olmak bile yetecektir.
Ben tahmin ediyorum ki Türkiye; 'Ya biz ya onlar!' mesajı verdiğinde ABD; Türkiye'yi tercih edecektir.
Başbakan Erdoğan; Türkiye'nin ABD için vazgeçilmezliğini görerek böyle bir mesaj verebilirse, ABD'den olumlu karşılık bulabilecektir.
Bunun  denenmesinin ne mahsuru olabilir ki?
Nasıl olsa biz ABD ne istiyorsa yapıyoruz; onlar da bizim bir isteğimize evet desinler; yeter...
- - -
Tekrar hatırlatıyorum:
PKK'nın bir ayağı; uluslararası arenadan aldığı mali ve psikolojik destektir. Türkiye; bu desteğin terörü yüceltmek olduğunu öncelikle Avrupalılara göstermek zorundadır. Eğer Avrupa'da PKK takibe alınırsa; örgüt Türkiye'de daha sakin kalmak gereğini duyacaktır.
Dikkat: Türkiye; taviz verdikçe PKK daha fazlasını istedi. Terörle topyekun mücadele başlatmazsanız; onu şekerle kandırmanın mümkün olmadığını acı biçimde öğrenirsiniz.

Rıza Zelyut/GÜNEŞ
   30 Eylül 2011

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget