Ağustos 2011
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Bu bayram, genç arkadaşlarımıza ufacık bir nasihat ile şekerlerimizi  ikrama başlayalım;
Eğer savunduğunuz fikir doğru ise, söylemekten asla geri durmayınız. Bazı zamanlar yalnız kaldığınızı, söylediklerinizin kimsenin umurunda olmadığını hissedersiniz. İşte o an kırılma anıdır.
Ya siz de kişisel hırslar ve menfaatler uğruna, yaşananları ve ülkenizin felakete gidişini görmezden gelip düzene uyacaksınız, ya da tek kişi kalsanız bile “doğru fikrinizi” savunmaya devam edeceksiniz. Doğru fikri savunabilmek için de sorgulayıcı, araştırmacı olmak şarttır…
Asla unutulmaması gereken gerçek şudur; “Doğru fikrin önünde hiçbir duvar duramaz…”

İzin verirseniz, geçen hafta yaşadığımız birkaç olayı araştırıp, sorgulayalım ve doğru fikri bulalım…
*Deniz Feneri adlı “Yüzyılın Soygunu” davasında yaklaşık 3 senedir görevli Savcılar, görevlerinden alındılar. Bunun üzerine CHP Genel Başkanı, Başbakan Erdoğan’a şu soruları tüm Türk Kamuoyu önünde sordu;

-Vaktiyle Deniz Feneri Derneği üzerinden oluşturulan fonlarla bir ilişkiniz var mıydı, yok muydu? Bir bilginiz var mıydı, yok muydu?..
-Savcıların görevden alınmasının, davanın sanıklarından birisinin bir şeyler yapılmazsa konuşacağı tehdidiyle bir ilgisi var mı, yok mu?…

-Kanal 7 de arama yapılacağını Kanal 7 ye bildiren köstebek kim? Bu, size çok yakın çalışan bir çalışma arkadaşınız mı? Savcıların görevden alınmasının arkasında bu gerçeklerin ortaya çıkmasından duyduğunuz telaş mı var?
-Bu yüz kızartıcı suçu işlediği ileri sürülenlerle ne tür bir kader ortaklığınız oldu ki davayı açıkça ört bas etmeye çalışıyorsunuz? Neden korkuyorsunuz
Sayın Başbakan, neyin açığa çıkmasından korkuyorsunuz?..

Soruyu soran, Türkiye’nin Ana Muhalefet Partisinin Genel Başkanı. Sorulara muhatap olan kişi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı. İki makam da Türkiye’nin en önemli makamları. İddialar ve suçlamalar korkunç !… CHP Genel Başkanı, Başbakan’ı  sadaka paralarından oluşan fonları kullanmakla, Adalete Anayasa’ya aykırı biçimde müdahale edip suç işlemekle, Adaleti engellemek için “Köstebek kullanmakla”, yüz kızartıcı suçları örtbas etmekle suçluyor.
Suçlamalar çok ağır, her biri kurşun gibi…
Bu sorulara muhatap olan her medeni insanın yapacağı iki şey vardır;
Önce basın toplantısıyla bu iddialara cevap verir ve kendince doğruları söyler, kamuoyunu bilgilendirir ve ikinci olarak iddia sahibini bağımsız Türk yargısına şikayet eder, ceza ve tazminat davaları açar…

Başbakan, bunların ikisini de yapmıyorsa ve hele kamuoyunu  hiçe sayıp, bilgi vermek gereğini de hissetmiyorsa, CHP Genel Başkanının iddiaları doğruluk taşıyor demektir.
Benzeri bir olay, demokratik  ve özgür basının olduğu bir ülkede meydana gelse idi, basın olayın içyüzünü ortaya çıkarıncaya kadar işin üstüne gider ve kamuoyunu bilgilendirme görevini yerine getirirdi…

Türkiye’de böylesine önemli bir olayı, Almanya’da “Yüzyılın Soygunu” denen bir olayı, basınımızın çok büyük bir kısmı hiç olmamış gibi görmezden geldi. Başbakan’a Somali-Suriye-Libya-Ramazan ile ilgili seveceği soruları soran cemaat-tarikat-liberal ve cici basınımızın aklına, Savcılardan birinin
Limon satarım daha iyi” cümlesini niçin kullandığını  sormadı, soramadı !….

Bu olaydan çıkacak “Doğru Fikir” şudur;*Başbakan Erdoğan, kendisi açıklama yapıp kamuoyunu tatmin etmediği sürece, “Yüzyılın Soygunu” denen bu sadaka dolandırıcılığı ve Adalete baskı yapıp, Savcıların görevlerini değiştirilmesi olayları ile doğrudan ilgilidir. Akrabalarının ve 20 yıllık arkadaşlarının “Hükümlü ve Tutuklu” olarak bu davadan dolayı hapiste olmaları bu tezi güçlendirmektedir…
*Türkiye’de basın asla ve asla özgür ve bağımsız değildir. Birkaç tanesi müstesna bunların haberleri “kurma ve yanlıdır” , bunlar basın organı değil, patronlarının işlerini takip ile görevli ticari kuruluşlardır…
İkinci Olaya Gelince;
Başbakan Erdoğan Kasımpaşa’da eş-dost-akraba ziyaretleri yapıyor. Bu arada bir vatandaş yanına yanaşıyor ve; “Sayın Başbakanım, Oğlum Hakkari’de askerdi, tezkeresini aldı ama yol güvenliği olmadığı için 25 gündür gelemiyor. Lütfen bize yardım et” diye yalvarıyor…

Başbakan, Hakkari Valisini arıyor ve terhis olan askerin derhal babasının yanına gönderilmesini emrediyor. Ertesi gün tüm basında; “Başbakan, askeri babasına kavuşturdu” , “Başbakan emretti, Komutanlar hemen askerleri bıraktılar” tipinde yalakalık örneği manşetler atılıyor !…
O Asker babası, vatandaşlık bilincine ulaşmış bir T.C Vatandaşı olsaydı, soruyu şöyle sorar ve talebini oy vererek seçtiği kişiye iletirdi;
*Sayın Başbakan, 10 yıldır ülkeyi tek başınıza yönetiyorsunuz. 10 yılın sonunda evlatlarımız terhis olmalarına rağmen, devletimizin yolları güvenli olmadığı için evlerine gelemiyorlar. Bunda bir yanlışlık yok mu? Hakkari ve Güneydoğu “Kurtarılmış Bölge” oldu da bizim mi haberimiz olmadı? Çocuklarımız güven içinde ne zaman evlerine gelecek. Sizin oğlunuz askerlik yapmadı, bizi anlamanız için ne yapmamız gerekli, lütfen bize söyler misiniz?
Basının büyük bir kısmı besleme basın yerine, gerçek basın olsaydı şu soruları sorması ve millete olduğu gibi yansıtması  gerekmez miydi;*Devlet, Türkiye içinde yollarının güvenliğini sağlayamıyor mu?
*Askerler, yollar güvenli olmadığı için helikopter ile naklediliyor, peki sivil vatandaşlar nasıl seyahat edecek?
*Sayın Başbakan, Türk Milleti bayramda şehit cenazeleri kaldırıyor, siz “Suriye bizim iç meselemizdir” diyorsunuz. Yollarımızın güvenliği “İç meselemiz” değil midir.?…

Bu olaydan çıkacak “Doğru Fikir” ise şudur;
Başbakan ve AKP, terörle mücadelede başarısız olmuştur. Bundan böyle de akacak kanın her damlasından Hükümet ve bizzat Başbakan Erdoğan sorumludur. Ülkemiz bu anlayışla yönetilmeye devam ettiği sürece başımız dertte demektir. Vatanını seven herkesin, demokratik kurallar içinde ve yasaların bizlere verdiği olanaklar çerçevesinde bu cemaat-tarikat zihniyetiyle mücadele etmesi şarttır.
Basın maalesef, yalakalık mertebesinde bir derece daha yükselmiştir…


Sağlık ve başarı dileklerimle 

Rifat Serdaroğlu

30 Ağustos’ta kazanılan meydan savaşı öncesindeki durum:

İstanbul İtilaf devletlerinin işgali altında.

İzmir işgal edildiğinde Gazi Paşa, henüz Samsun’a çıkmak üzere. Açıkçası: Mustafa Kemal Anadolu’ya çıktığında; Orduları dağıtılmış, memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş, tersanelerine girilmiş, İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti ve İngiliz Muhibleri cemiyeti faaliyet halinde, memleketin içindekiler gaflet dalalet ve hıyanet içindeler.

İnönü derdi ki: “İzmir’in işgali bizi sarstı. Gazi Anadolu’da kongrelere gitmişti ve haberi orada aldı”

Erzurum- Sivas kongreleri bu arada Amasya bildirgesi… Sonra ver elini çorak Ankara. TMBM'nin dualarla açılışı ve arkasından savaşın etkisini arttırması. Daha vahimi her zaman olduğu gibi kendisini vatanına adayan Gazi'ye karşı komplolar ve Yunan’ın Polatlı’ya doğru yaklaşması. Meclis içinden yobazın sesi: "Kendin git savaşı kazan!” O da şartlarını koyar, alır ve cepheye koşar.

“Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri” 4 gün içinde düşman yenilir. 9 Eylül günü muzaffer ordular Yunanlıları deniz sürükler. Bir can pazarıdır başlar. Hiçbir komutana nasip olmayan bir zaferin adı “Başkomutanlık savaşıdır” Savaşın kahramanı başta Gazi Mustafa Kemal ve bin bir hile ve desiseden ülkesini kurtaran bir avuç insan.

Lozan’da (bugün delik deşik edilen, acımasızca yok sayılan Lozan) başlayan ve sürmesi gerek devrimler… Dünya Türk ulusunun tarihinin kaydettiği en büyük komutanın zaferine boyun eğmiştir. O artık sıfatı ne olursa olsun Başkomutandır. Onun devamı olanların akıllarına bile gelmeyen bu sinsi plan bizim değildir. Hiçbir Türk vatandaşı bunu içine sindiremez.

Tarihi bize böyle okuttular
Elazığ ile Diyarbakır arasındaki Maden İlçesi'nde trenden indiğimizde bizi rahmetli ağabeyim karşılamıştı. 4 yaşımı yaşıyordum. Her sabah radyo, İstiklal Marşıyla açılır, ben bir sandalye üzerinden esas duruşta İstiklal Marşımızı yarım yamalak söylermişim. Yüreğimde heyecan sel gibiydi. Yaşım ilerledikçe devrimleri tanımaya başladım. İlkokulda Latin harfleriyle okuyorduk. Ezanı Türkçe anlayarak dinliyorduk ve her 30 Ağustos'u, Genelkurmay Başkanının temsilcisi sayılan en yüksek rütbeli önünden geçiyorduk. Bu bir kural, bu bir yasal davranış biçim değil, bir nostalji olarak bize çok görüldü? Anladık! Ordudan haz etmiyor, onu ortadan kaldırmak isteyenler var. Tarih bunu nasıl yazacak hiç düşünmez miniz ki;”Savaş kazanan komutanların hakkı budur.”

Ya hiç hakkı olmayanlar sayısal çoğunlukla bu işi yaptılar.

Hani Atatürk’ün partisi?
Ya nasıl oldu da TSK’nın başı olan Başkomutan artık Genelkurmay Başkanı olmaktan çıkarıldı? Nasıl oldu da bu teklif eden Genelkurmay Başkanı da, Harpokulunda ettiği yemini unuttu? Yoklama yapılır ve Atatürk adı geçince “İçimizde diyen” sivilleşme adına mı bunu yaptı, yoksa daha ulvi bir amaçla mı? Bizi, beni heyecanlarımdan kopardı attı, nasıl oldu da, TSK Atatürk’ün yerine şeklen de olsa bir başka sivili kabul etti? Nasıl oldu da 86 yıl Genelkurmay Başkanını Başkomutan sayan bir toplum demokratik ve hukuk içinde kalarak tepki koyamadı, karşı durmadı? Nasıl oldu da hiç utanmadılar ve bizim tarihimizi çaldılar ve yerine yeni bir tarih koyabiliyorlar? ABD adına, AB adına, BOP adına. Yakında İstiklal marşımızı da bize unuttururlarsa, yerine mehter marşını koyarlarsa, sakın şaşırmayın. Ordusu yok olan bir millet olur mu? Ordusunun yarı generallerini, elinde mitralyöz tutan subaylarını-Söz İsmet İnönüye aittir- yok ederler? Nasıl olur da benim gibi 76 yaşında bir Cumhuriyet çocuğunun heyecanlarını hüzne çevirebilirler? Hiç mi acımaları, hiç mi ahde vefaları kalmamış?

30 Ağustos zafer ve TSK’ nın bayramıydı değil mi?

Artık protokolünden, oturuşlarına kadar ordu saf dışıdır.

Hüzünlüyüm ve geçen 76 yılıma acıyorum.

Ya sizler ya bu ülkenin ekmeğini yemiş, Atatürk’ün kurduğu okullarda okumuşlar, onun kurduğu ordunun komutanları, astsubayları hatta erleri hiç mi hüzün ve utanç içinde değilsiniz?

Yarın öteki dünyada şehitlerimize bakalım ne mazeret uyduracaksınız?

30 Ağustos artık benim kutsanacak, sevinçle heyecan duyacak günüm olmaktan çıktı. Hüzün günüm oldu.


Kurtul Altuğ/AYDINLIK

Hukuk bitmiştir. Söz bitmiştir. Şimdi eylem zamanıdır - Ali Eralp
Askeri terimle, AKP, “mıntıka temizliği”ni tamamlandı. Ülkede süpürülecek pek bir şey bırakmadı. Ülke ABD’nin ve AKP’nin çiftliği konumuna getirildi.
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, HSYK yürütmenin emrine girdi. Artık istedikleri yargıcı, savcıyı görevden alıp, başka illere atayabiliyorlar; istediklerini istedikleri makamlara getirebiliyorlar.
Artık yürütme adalete doğrudan müdahale ediyor?
Ne yargı kaldı ne adalet… Adalet, mülkün temeli olmaktan çıktı.
Hukuk katledildi.
Kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) meclis devre dışı bırakıldı.
Türkiye Millet Meclisinin bir adı kaldı.
Orduya savaş açıldı.
Komutanlar esir…
Eşkıya dünyaya hükümdar oldu.
Yani tuz kokmaya başladı, tuz…
Hedef, dikensiz gül bahçesi yaratıp, soygunu, talanı devam ettirmek…
Tarihimizin hiçbir evresinde şeriatçı, bölücü, sömürgeci üçlüsü bu denli bütünleşerek, cumhuriyet kurumlarına bu denli açıktan, alçakça saldırılar düzenlememişti.
İki paralık Aczmendi şeyhi bile artık şanlı tarihimize, Kurtuluş Savaşımıza, Atatürk’e, 1923 Cumhuriyet Devrimine dil uzatabiliyor. Gelmiş geçmiş tüm Cumhuriyet hükümetlerini “hainlik”le suçlayabiliyor.
Ortamı elverişli bulup ininden çıkan çakallar gibi yıllar sonra, Elazığ’da gövde gösterisi yapan şeriatçı Aczmendi Lideri bakın neler söylüyor:
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç istisna koymadan söylüyorum ilk defa bu memleket hain olmayan bir hükümetle tanışıyor. Millete ayrı kendi içine ayrı düşünen bir hükümetten ilk defa kurtuluyor. 90 senedir ilk defa samimiyetle Milletten taraf bir iradeyle karşı karşıyayız. Onun içinde Allah’a şükrediyoruz…”
Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olamaz” dediği yurdumuzda 500 müridi ile Aczmendi tarikatı caddelerde gövde gösterisi yapıyor. Atatürk’e dil uzatıyor.
Bu sözler yasalarımıza aykırı değil midir? Anayasamıza aykırı değil midir?
Nerde Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini emanet ettiği savcılar? Neden bu şeriatçıların üzerine gitmiyorlar? Onların tek görevi yurtseverleri içeriye atmak mıdır?
Nerde devlet?
Hemen yanıtlayalım:
Devlet şimdilik görevini hakkıyla yapan savcıları görevinden almakla meşgul…
“Deniz Feneri soruşturmasını 3 yıldan beri sürdüren savcılar; Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz’ün görevine bir günde son verildi. Oysa sonuca hayli yaklaşmışlardı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun deyişi ile “işin ucu acaba” Erdoğan’a kadar uzandığı için mi bu savcılar görevden alındı?
Sayın CHP Genel Başkanı bu konuda şunları söylüyor:
“Yürümekte olan bir davaya iktidarlar bu şekilde müdahale edemezler. Ederlerse kamu vicdanı ayağa kalkar. Şimdi sormak gerekir. Hani Türkiye bir hukuk devletiydi? Hani yargı bağımsızdı? Şayet bu ülkede Başbakan’ın ahbaplarına dokunulamıyorsa ne hukuk vardır, ne de yargı bağımsızlığı… Ben iddia ediyorum; bundan böyle hiçbir savcı, Başbakan’a selam vermiş birine dava açamaz, hiçbir hâkim ceza veremez…”
Evet, hukuk bitmiştir. Adalet bitmiştir. Yargıç, savcı teminatı bitmiştir. Yargı yolgeçen hanına dönmüştür.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleri ile “Bundan böyle hiçbir savcı Başbakan’a selam vermiş birine dava açamayacak, hiçbir hâkim ceza veremeyecektir…”
Peki, hakkını, hukukunu aramak isteyen bir vatandaş hangi hukuk kurumuna, hangi yargıya güvenecektir? Hangi savcıya, hangi yargıca gidecektir?
Artık yurdumuzda hukukun egemenliği değil, egemenlerin hukuku geçerlidir. Evrensel olması gereken adalet ülkemizde, özel, ayrıcalıklı kişiler, çevreler, kuruluşlar karşısında özel nitelikler kazanmıştır.
Tuz kokmaya başlamıştır, tuz…
Nerdesiniz sendikalar, dernekler? Nerdesiniz sivil toplum kuruluşları? Nerdesiniz bu yoksul halkın kesesinden maaş alan milletvekilleri? Vicdanınız sızlamıyor mu hâlâ? Kanamıyor mu?
“Benim rahatım iyi, dokunulmazlığım da var, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyorsanız, yanılıyorsunuz. Sizleri bugün kanun hükmünde kararnamelerle devre dışı bırakan hükümet, yarın ordusunu, polisini kurduktan sonra tümünüzü kapı dışarı edecektir. Demokratik yollarla iktidara gelen Hitler’in parlamentoyu nasıl kapattığını tarih babadan okuyup da öğrenin bi zahmet…
Hukuk bitmiştir. Söz bitmiştir. Şimdi eylem zamanıdır…
“Şimdi kamu vicdanının ayağa kalkma zamanıdır…”

Ali Eralp

Dünya, tablet bilgisayarla daha yeni yeni tanışıyor. Sabit ya da dizüstü bilgisayarı olanların, tablete geçmeleri bile daha çok uzun zaman alır. Ama önümüzdeki öğretim yılında, yüz binlerce öğrencimiz, tabletle eğitime başlayacak. İlk uygulama şubatta, 5 ve 9’uncu sınıflarda, pilot illerde başlayacak...
Buraya kadar her şey iyi, güzel. Ve eminiz ki eğitimde yeni bir çığır açacak diyenler çoktur. Tıpkı tam aksini söyleyenler gibi.Her ile bir üniversite tartışmasında olduğu gibi bu konuda da, olaya nereden baktığınıza göre yorumların içeriği değişiyor. Konuyla ilgili aşağıda çok sayıda yorum var. Onları sizlerle paylaşacağız, kendi görüşümüzü de ekleyeceğiz. Ama sanki asıl önemli olan, böyle bir geçişe ne kadar hazır olduğumuz?..
Tamam, öğrenciler cin gibi bu işi onlar çok çabuk kaparlar. Peki ya öğretmen ve veliler? Onlara bu projeyi nasıl anlatacağız?..
Aslında bilişim sınıfları, tabletten çok daha önemli bir projeydi ama iyi başladı, kötü bitti. İşte bu yüzden ciddi bir ön hazırlık, kalıcı bir yol haritası ve en önemlisi de, bakanın değil, iktidarın, devletin bir projesi haline getirilmesi. Yoksa o da ortada kalabilir!..

Kitap yerine tablet
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, “Uygulama ikinci döneme yetişecek. Beşinci ve dokuzuncu sınıflara tablet dağıtılacak. Dört yıl sonra ortaöğretim ve ilköğretim ikinci kademede herkesin bilgisayarı olacak. Bilgisayarlar çocuklarda kalacak. İnterneti olacak” dedi. Proje çerçevesinde, tabletlerin dağıtımına, “bilgisayar üretimi için tesis kurulan illerden” başlanabilecek. Her yıl 5 ve 9. sınıflara tablet dağıtılarak 4 yıl içinde 5-12. sınıf arasındaki tüm öğrencilerin bilgisayar sahibi olması hedeflenecek. Tabletlerin maliyetlerinin henüz belli olmadığını ifade eden Dinçer, “Ücretsiz dağıtılan kitaplara oranla bu tablet rakamı eş düzeylerde” dedi.
16 milyon öğrenciye tablet bilgisayar dağıtılması öngörülüyor. Tablet bilgisayar ihalesine katılacak firmalara, Türkiye’de üretim şartı getirilebilecek.
Akıllı tahtalar da 2011-2012 öğretim yılı ikinci yarısından itibaren 9, 10, ve 11. sınıflardan başlayarak dağıtıma sokulacak. Alt yapı kurulumu sonrası 5-9. sınıflara yıllık dağıtılacak tablet bilgisayar miktarı yaklaşık 2.5 milyon adet olacak. Böylelikle ilk 4 yıl içinde yaklaşık 10 milyon öğrenci bilgisayarlı öğretime geçecek.

Tepkiler
Bu konuda yapılan haberlere çok ilginç yorumlar geliyor. İşte onlardan bazıları:
- Bir yanda tablet bilgisayar, bir yanda atama sayısı bir anda binlerden 100’lere düşen bilişim öğretmenleri! Her iş samimiyet ister. Eğer ki göz boyamak için yapılmıyorsa, gerçekten samimilerse, bilişim çağında, bilişim öğretmenlerinin kadroları arttırılmalıdır.
- Yapılan bu uygulama öğrencilere kolaylık sağlar ama eğitim sağlamaz...
- Öğretmen olmayan okulda, tablet olsa ne olacak ki!
- Daha tek sınıflı okullar varken ne tableti yaa!
- Çok saçma bir uygulama! Sanki okul binalarının tamiri, araç gereç, öğretmen var da! Okullarda öğretmen yok, o tablet paralarına 50 bin öğretmen atamayı düşünün önce!
- Madem bilgisayarlı tablet dönemi ve bilgisayarlı tahta dönemini başlattınız. İnşallah artık Bilişim Teknolojileri Öğretmen kadrolarını da artırırsınız, bu kara tabloyu düzeltirsiniz.
- Öğretmensiz öğrenirler artık!
- Eğitime bu kadar önem veriyorsanız, öğrenciye oyuncak vereceğinize öğretmen verin lütfen...
- Her şey tam, bir tablet eksikti, ne mutlu size. Birkaç şirket faydalansın diye öğretmenleri unutun tabletle uğraşın. Oyuncağa çevirdiniz eğitimi yeter artık....
- Öğretmen atamaya para yok ama milyonlarca tablet ve akıllı tahta almaya para var. Eeee ne de olsa yandaş ithalatçı firmaların cebi dolacak...

Piar neden çok önemli!
Şubata kadar daha süre var. MEB bu konuda özel bir birim kurarak yeni eğitim modelini çok iyi anlatmalıdır. Tabletin öğretmenin ve eğitimin yerine geçmeyeceği, onların bir tamamlayanı olacağı en iyi şekilde ifade edilmelidir.
Tablet ve yazılım ihaleleri, çok şeffaf olmalı ve çıkar gözetmeksizin yapıldığı, bunun ulusal bir proje olduğu, en çarpıcı şekilde vurgulanmalı ve öğretmenleri kırmadan, dökmeden yapılmalıdır.
Özetin özeti: Öğretmenin sahiplenmediği hiçbir proje kalıcı olmadı. Tablete geçiş de abartılmadan, sabırla ve inandırılarak gerçekleşmeli. Eğitimde artık yeni hayal kırıklıkları istemiyoruz...

Abbas Güçlü/Milliyet

Onlar bayram ederken sen şehidine ağlarsın - Selcan Taşçı
Ülkeyi 33 yıldır kana bulayan
“terör”e “Kürt sorunu”
dersen olacağı budur...

Yunan ordusunu 1922’de bozguna uğratarak Kurtuluş Savaşı’nı tamamladığımız o uzun savaşı zaferle tamamlayan Mustafa Kemal Paşa’ya, arkadaşlarına ve Mehmetçiğe selamlar olsun.
Bu sene 30 Ağustos şöleninde ilk kez Cumhurbaşkanı Gül; başkomutan konumunda ev sahipliği yapacak; Genelkurmay Başkanı ise misafir konumunda bulunacak. İyi de bu Başkomutan ile Genelkurmay Başkanı neyi kutlayacaklar?
Geçen gün televizyonda izledim, kanım dondu:
Başbakan Erdoğan Kasımpaşa’da... Bir vatandaş ona yaklaşıp diyor ki:
’Sayın Başbakanım! Oğlum Hakkari’de askerdi, tezkeresini aldı ama yol güvenliği olmadığı için 25 gündür gelemiyor. Lütfen bize yardım et.’
İşte size Türkiye’nin son hali. Bundan büyük utanç olabilir mi? Ona buna fırça atan Başbakan önce Hakkari’yi PKK’nın elinden kurtarmayı neden akıl etmez?
Gerçeği artık kabul edin:
Terör örgütü Hakkari’yi artık ’Kurtarılmış Bölge’ ilan etmiş. Orada devlet temsilcisi istemiyor; bulduğunu öldürüyor.
Bizim Başkomutan ile Başbakan ise askeri burnunu sürttük, diye seviniyor. Yandaş basın da hep bunu haber yapıyor.
Ve bu yandaşlara hak veren milletin yarısı bayram yapıyor.
Bir de PKK’lılar aynı bayram havasındalar.
Çünkü; terör örgütü istediğini yapıyor; istediğini dövüyor; istediğini öldürüyor.
Gidin siz Amerika’ya... Bırakın bir askere el kaldırmayı veya polisin yanağına tokat atmayı; onun ’Dur!’ uyarısına uymayın.
Anında kurşunu yersiniz.
Çünkü orada demokrasi vardır. Demokrasi; normal vatandaşın güvenliğini haydut takımına karşı tam koruyan sistemin adıdır.
Suçlu onlar değil
Siz, Güneydoğu’yu 33 yıldır kana bulayan PKK terörüne, ’terör’ demez de ’Kürt sorunu’ der iseniz.
Siz Türkiye’de 36 etnik yapı olduğundan söz eder de o etnik gruplardan birisi olan Kürt ayrılıkçılarına; özellik/özerklik işareti gönderirseniz.
Siz; bu devleti kuran üst kimlik olan Türk milletinin adını bir kere bile anmaz iseniz; Türk milletini; etnik bir grup gibi (kabile veya başka bir milletin son kalıntısı) gibi gösterirseniz.
Siz; PKK’nın eylemlerini; ’Bunu PKK yapmış olamaz, Ergenekoncuların işidir!’ diye açık açık aklarsanız.
Siz PKK içinde derin PKK’dan söz edip bunların Abdullah Öcalan’ı dinlemediğini söyleyerek teröristbaşını suçsuz çıkarmaya uğraşırsanız.
Siz; ’Öcalan’ı da aşan işler var!’ diyerek Öcalan’ı masumlaştırmak isterseniz.
Siz; seçimler öncesinde; vatandaşın gözünü boyamak için PKK ile geçici barış yaparsanız... Böylece onları; koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin bir eşiti gibi gösterirseniz.
Polis Akademisi’nde bile ’Kürt Sorunu’nu (!) kendi devlet görevlilerinize
tartıştırır iseniz.
Olacağı işte budur.
Onlar bayram eder...
Biz ise şehitlerin arkasından ağlarız.
Rıza Zelyut / Güneş

+++

Romantik İskandinav ülkelerinde bile uluslararası hukukun  “sivilleri hedef alan örgüt teröristtir”  tanımı kural olarak kabul edilir.
“Biz ulusumuzun hakları ve özgürlüğü için savaşıyoruz”  gibi iddialar da geçerliğini yitirir.  “Çizik yemeğe”  mahkûmdur.
Masum sivillere saldırmanın, çağdaş demokrasilerde gerekçesi olamaz.
Güneri Cıvaoğlu / Milliyet

+++

Canı pahasına direnenlere selam olsun26 Ağustos 1922’de başlayıp, bugün sona eren Büyük Taarruz’un bazı bölücü kafalara ders olmasını diliyoruz. Sizce bu mümkün mü? Sanmıyoruz. Onun için Mustafa Kemal’in ’Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni bizzat yönettikten sonra Afyon’a geri dönmeyen mantığını iyi anlamalıyız. O, tüm yorgunluğuna rağmen Dumlupınar Köyü’ne gitmeyi tercih etmişti. Kemalettin Sami Paşa’nın hatıralarında belirttiği şu anıyı okumamızda yarar var:
’Tutsak edilen Yunan generalleri kendileriyle konuşanın Mustafa Kemal Paşa olduğuna bir türlü inanamadılar. Sonunda ikna oldular ve içlerinden biri şu sözleri sarf etti; ’Zafer, galibiyet. Şan ve bu topraklar... Her şey sizin hakkınız. Bizim Hacı Anesti-Yunan Başkomutanı- İzmir’den hiç çıkmadı. Hatta yerinden kıpırdamadı’.’
Yokluk içinde işgalciyi bu ülkeden söküp atanları minnetle anıyoruz. Cephede canları pahasına direnen, içinde yaşadığımız toprakları bize sunan insanlara minnet ve saygı duyuyoruz.
Burhan Ayeri / Akşam

+++

Mustafa Kemal’i “lider” yapan siyasi zaferBüyük taarruz başladıktan ve Türk ordusu, Yunan ordusunu İzmir’e doğru sürmeye başladıktan sonra Yunanistan’ın yoğun girişimleriyle müttefik kuvvetler, Mustafa Kemal’le görüşmek istediler. Atina’nın hedefi, görüşmeler yoluyla İzmir ve Ayvalık’ın Yunan egemenliğinde kalmasını sağlamaktı.
Büyük taarruz öncesinde diplomatik yollarla Londra ve Paris’i ikna etmeye çalışan Mustafa Kemal’in talepleri geri çevrilmişti. Büyük taarruzdan sonra görüşme talep eden bu kez onlardı. Mustafa Kemal’in, görüşme talebine verdiği yanıt tarihi değerdedir: “Elbette görüşürüz, 9 Eylül’de Nif’te bekliyorum.”
Nif, İzmir’in bugünkü Kemalpaşa ilçesinin eski adıdır. Mustafa Kemal, 9 Eylül’de İzmir’i Yunan işgalinden kurtaracağını görmüş ve Batılı ülkelerin görüşme talebi karşısında,  “9 Eylül’de Nif’te bekliyorum” diyerek randevu vermiştir.
Nitekim Mustafa Kemal, 8 Eylül’de Nif’te gecelemiş ve daha sonra, “Ben söz verdiğim tarihte

***

20 Ağustos zaferi sadece bir askeri zafer değildir. Aynı zamanda Anadolu’da ulusal ve siyasal birliği sağlayan bir dönüm noktasıdır. Büyük taarruzun başarıya ulaşması ve İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasından sonradır ki, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde Mustafa Kemal’e karşı yürütülen muhalefet etkisiz hale gelmiş, çok cılız bir sese dönüşmüştür.
Muhalefetin son girişimi İzmir’i işgalden kurtaran Mustafa Kemal’e, “Başkomutanlık göreviniz sona ermiştir, Ankara’ya dönünüz”  telgrafı çekerek, siyasi liderliğini engellemeye çalışmak olmuştur. Ancak Mustafa Kemal, bu çağrıya, “Ne askeri, ne diplomatik görevim bitmiştir” yanıtını vererek, istiyorlarsa kendilerinin İzmir’e gelebileceklerini bildirmiştir.
30 Ağustos zaferi Mustafa Kemal’in sadece askeri liderliğini değil siyasi liderliğinin de tescil edildiği zaferdir. Büyük zaferden sonra Anadolu’nun her köşesinde Mustafa Kemal tartışmasız lider olarak kabul görmüş ve ulusal birlik onun liderliğinde sağlanmıştır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne kimliğine veren temel değerlerin üzerinde yükseldiği zafer işte bu zaferdir. Bu itibarla 30 Ağustos’un askeri olduğu kadar siyasi anlamı da büyüktür.

***
Büyük taarruz, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı nihai sonuca götüren bir zafer olarak, ulusal kurtuluş hareketlerine, tüm mazlum uluslara örnek oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları bu zaferle çizilmiş ve Lozan’da tescil edilmiştir.
Atatürk’ün en büyük eserim dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet ettiği gençlerin, Anadolu’nun işgalden nasıl kurtulduğunu, bu cumhuriyetin nasıl kurulduğunu çok iyi öğrenmeleri ve unutmamaları gerekir.
Fikret Bila / Milliyet

+++

Adaletin bittiği yerDeniz Feneri soygunu dosyasının takipçisi 3 savcısı  için;  “çok kritik bilgilere ulaşıldı, bayramdan sonra ucu gelip iktidar partisine kadar uzanacak yeni tutuklamalar olabilir” diye haberler yazılıyordu.
İşte bu 3 savcı görevden alındı.
Yandaş gazeteler haberi yazmıyor.
Yandaş kalemler kör, sağır.
Tarafsızlığa yatanlar dilsiz.
Savcı kıyımını önemsemediler.
Yargı esir alındı izlenimi var.
Bunun sonu faşizme gider.
Onlar haberi küçülttüler.
Oysa Deniz Feneri soruşturmasını 3 yıldan beri sürdüren savcılar; Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz, bayramdan sonra  “şüphelilere işyerlerinde arama yapılacağı bilgisini veren 3 kamu görevlisinin evlerine, işyerlerine operasyon yapmaya”  hazırlanıyorlardı.
Savcılar bir firma saptamışlardı.
Firmadaki kayıtlar çok netti.
Paralar yoksullara gitmemişti. Kişisel servetlere dönüştürülmüştü.
Bu bilgiler firmanın kayıtlarında unutulmuş silinmemişti. Bu da Almanya’daki soygunla Türkiye’dekilerin bağlantısını kanıtlıyordu. Savcılar arama kararı çıkartmışlar fakat bir kamu görevlisi (muhtemelen Adalet Bakanlığı’nda görevli biri) bu bilgiyi edinmiş, İç Anadolu bölgesinde belediyelerden birinin AKP’li belediye başkanına aktarmış. Bu belediye başkanı da soygunda kilit rol oynadığı iddia edilen bir TV kanalının başkanına bu bilgiyi ulaştırmıştı.

***

Savcılar Bayramı beklediler.
Belediye Başkanı tutuklanacaktı.
Bakanlık köstebeği de yakalanacaktı.
Gazeteler; bunların iktidar partisi ile bağlantılarını yazacak, TV’ler de haber yapacaklardı. Toplum da bilgilenecek ve  “adalet”  isteyecekti.
Fakat savcılar kıyıma uğradı.
3 savcıdan biri olan Savcı Mehmet Tamöz, “Mesleğimi kimseye yaranmak için yapmadım. Yaranmak yerine limon satmayı tercih ederim” dedi.
Savcı daha ne söylesin?
İşte adaletin bittiği yer.
Necati Doğru / Sözcü

+++

Günün sorusuYeni Osmanlı kafasıyla
Kurtuluş Savaşı’nı kutlamak nasıl bir duygu?
Can Ataklı / Vatan

+++

Meclis’i niye seçtik?Bu kadar önemli değişiklikler kararname ile olmamalı..
Devletin işleyişine yeni ayar yasa hükmünde de olsa kararname ile verilmemeli..
Olsun canım ne var bunda diyorsanız..
Ben de şunu sorarım..
O zaman Meclis’i niye seçtik?.. KHK’larla iş bitiyorsa Meclis’e ne gerek var?.. Seçmen versin yetkiyi, hükümet hem yürütme hem yasama rolünü üstlensin.. Hem çalıp hem oynasın, olsun bitsin..
Mehmet Tezkan / Milliyet


Selcan Taşçı/YENİÇAĞ

Hükümet bir kanun hükmünde kararnameyle tartışmalı gayrimenkulleri azınlık vakıflarına teslim etme kararı verdi. Ardından Avrupa Birliği ile ilişkilerden sorumlu bakan Egemen Bağış, Hürriyet’ten Zeynep Gürcanlı’nın sorusu üzerine, Ortaköy’de bakanlığın kullandığı binayı, Patrikhane’ye iade ederek, kira ödemek kaydıyla burada faaliyete devam edebileceklerini açıkladı.
Bağış, “AB Bakanlığı’nın İstanbul ofisine ilişkin anlaşmazlığın kökeni şöyle; O mülk, belediye tarafından kamulaştırılmış. İstimlâk bedeli de ilgili vakfa ödenmiş. Ancak bedel konusunda anlaşmazlık çıkmış. İş de mahkemeye gitmiş. Şu anda dava, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde. Çıkacak karara göre, ya binayı boşaltırız ya da eğer AİHM mülkü eski sahibine iade ederse ve kiraya vermek istemeleri halinde, onlara memnuniyetle kira öderiz” dedi.
Azınlık vakfı, “Bu mülk benim” diyecek, AİHM bu iddiayı kabul edecek ve siz kendi mülkünüzde, kendi vatanınızda kiracı durumuna düşeceksiniz.. İşte AKP’nin Türkiye’yi getirdiği yer budur..

***

Türk Hukuk Enstitüsü’nün tespitlerine göre, bu yolu, 3 Kasım 2002 seçimleri için karar verildikten sonra, Avrupa Birliği’ne yaranabilmek için, TBMM’nin tam tatile gireceği sırada, alelacele gündeme alınarak jet hızı ile çıkarılan “4771 sayılı Avrupa Birliği’ne uyum yasaları” açmıştı. 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun birinci maddesine eklenen son fıkra ve ayrıca ilave edilen 3 no.lu ek madde ile azınlık vakıflarına yeni kapitülasyonlar tanınmıştı:
* Dönemin Devlet Bakanı Nejat Arseven, değişikliğin, Meclis’te kabulü sırasında yaptığı konuşmada, “Bu düzenlemenin kendi teklifleri olmadığını, Dışişleri Bakanlığı’na Patrikhaneler tarafından gönderilen 4 Eylül 2000 tarihli bir yazı ile cemaat vakıflarında gerekli düzenleme yapılmadığı takdirde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruda bulunulacağı tehdidi aldıkları için bu değişikliğin zorunlu hale geldiğini” ifade etmişti..
* Medeni Kanun’da mütegayyip eşhas olarak bahsedilen kimselerin taşınmaz malları belli süre geçtikten sonra Hazine’ye intikal etmektedir. Ayrıca tapu kaydı bulunmayan ve sahipleri belli olmayan taşınmaz malların mahkemece alınmış tescil kararı olmadan cemaatler adına intikal ettirilmesi hukuken mümkün
değildir.
* Bu sebeple, Patrikhaneye veya kilise adına kiraya verilmiş tescilli olmayan veya mülkiyeti belirleyen kesin delil ve belgelerden mahrum bir vasiyetname ile kiliseye usulen vakfedilmiş taşınmaz malların cemaat vakfı olarak kabul ve tecil edilmeleri kesinlikle mümkün değildir.
* 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun birinci maddesine eklenen ve iki paragraftan oluşan son fıkrada; cemaatlerden söz edilerek, bunların vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, kendilerinin dini, sosyal, kültürel ve eğitsel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak maksadı ile taşınmaz mal edinebilecekleri ve tasarrufta bulunabilecekleri esası kabul edilmişti.
* Ayrıca bu fıkranın ikinci bölümünde yer verildiği şekilde, mevcut taşınmazların, cemaate aidiyetini gösteren vergi kaydı, kira sözleşmesi, vasiyetname vs. belgeler ile ispatlanması ve değişiklik yasasının yürürlüğe girdiği tarihten itibaren azami altı ay içinde başvurulması halinde cemaat vakfı üzerine tescil edilebileceği ve daha ileri gidilerek bunların tapuda kaydı bulunmasa bile usulen vasiyet edilen taşınmaz malların da aynı şekilde tescil edilebileceği esası kabul edilmişti..
* Atatürk döneminde, cemaat vakıflarının 1936 yılında Hükümete vermiş olduğu vakfiyelerin beyannamelerine, tapu sicilinde yer almayan bazı taşınmazları yazarak kendilerine mal etmek istemeleri asla kabul görmemiş, daha sonra bu konuda başvurdukları yargı yolunda aleyhlerine verilen kararlar Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ndan geçerek kesinleşmişti. Yargıtay’ın 1970’teki genel kurul kararında 1936 beyannamelerinin vakfiye olarak kabul ve tescil edilemeyeceği açıkça belirlenmişti. Bu duruma rağmen halen İstanbul ve Beyoğlu mahkemelerinde açılmış olan binlerce tescil davası senelerden beri devam etmekteydi..

***

İşte bugün, AKP hükümeti, Atatürk döneminde karara bağlanan ve 1975’te Yargıtay Genel Kurulu kararı ile kesinleşen hükümleri yok sayarak, tapuya tescili olmayan gayrimenkulleri, azınlıklara teslim etmiştir. Şimdi de devletin o binalardan birinde kiracı olacağını ilan ediyorlar.
Büyük başarı, değil mi?

Arslan BULUT/YENİÇAĞ

Bugün, 30 Ağustos Zafer Bayramı.
Yunan ordusunu 1922'de bozguna uğratarak bozguna uğratarak Kurtuluş Savaşı'nı tamamlandığımız gün. O uzun savaşı zaferle tamamlayan Mustafa Kemal Paşa'ya, arkadaşlarına ve Mehmetçiğe selamlar olsun.
Bu sene 30 Ağustos şöleninde ilk kez Cumhurbaşkanı Gül; başkomutan konumunda ev sahipliği yapacak; Genelkurmay Başkanı ise misafir konumunda bulunacak. İyi de bu Başkomutan ile Genelkurmay Başkanı neyi kutlayacaklar?
Geçen gün televizyonda izledim, kanım dondu:
Başbakan Erdoğan Kasımpaşa'da... Bir vatandaş ona yaklaşıp diyor ki:
'Sayın Başbakanım! Oğlum Hakkari'de askerdi, tezkeresini aldı ama yol güvenliği olmadığı için 25 gündür gelemiyor. Lütfen bize yardım et.'
İşte size Türkiye'nin son hali. Bundan büyük utanç olabilir mi? Ona buna fırça atan Başbakan önce Hakkari'yi PKK'nın elinden kurtarmayı neden akıl etmez?
Gerçeği artık kabul edin: Terör örgütü Hakkari'yi artık 'Kurtarılmış Bölge' ilan etmiş. Orada devlet temsilcisi istemiyor; bulduğunu öldürüyor.
Bizim Başkomutan ile Başbakan ise askeri burnunu sürttük, diye seviniyor. Yandaş basın da hep bunu haber yapıyor.
Ve bu yandaşlara hak veren milletin yarısı bayram yapıyor.
Bir de PKK'lılar aynı bayram havasındalar.
Çünkü; terör örgütü istediğini yapıyor; istediğini dövüyor; istediğini öldürüyor.
Gidin siz Amerika'ya... Bırakın bir askere el kaldırmayı veya polisin yanağına tokat atmayı; onun 'Dur!' uyarısına uymayın.
Anında kurşunu yersiniz.
Çünkü orada demokrasi vardır. Demokrasi; normal vatandaşın güvenliğini haydut takımına karşı tam koruyan sistemin adıdır.

SUÇLU ONLAR DEĞİL
Siz, Güneydoğu'yu 33 yıldır kana bulayan PKK terörüne, 'terör' demez de 'Kürt sorunu' der iseniz.
Siz Türkiye'de 36 etnik yapı olduğundan söz eder de o etnik gruplardan birisi olan Kürt ayrılıkçılarına; özellik/özerklik işareti gönderirseniz.
Siz; bu devleti kuran üst kimlik olan Türk milletinin adını bir kere bile anmaz iseniz; Türk milletini; etnik bir grup gibi (kabile veya başka bir milletin son kalıntısı) gibi gösterirseniz.
Siz; PKK'nın eylemlerini; 'Bunu PKK yapmış olamaz, Ergenekoncuların işidir!' diye açık açık aklarsanız.
Siz PKK içinde derin PKK'dan söz edip bunların Abdullah Öcalan'ı dinlemediğini söyleyerek teröristbaşını suçsuz çıkarmaya uğraşırsanız.
Siz; 'Öcalan'ı da aşan işler var!' diyerek Öcalan'ı masumlaştırmak isterseniz.
Siz; seçimler öncesinde; vatandaşın gözünü boyamak için PKK ile geçici barış yaparsanız... Böylece onları; koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin bir eşiti gibi gösterirseniz.
Polis Akademisi'nde bile 'Kürt Sorunu'nu (!) kendi devlet görevlilerinize tartıştırır iseniz.
Olacağı işte budur.
Onlar bayram eder...
Biz ise şehitlerin arkasından ağlarız.

SURİYE İMİŞ!
Millet; bayramda bile şehit cenazeleri kaldırıyor; Başkomutan pozundaki Gül ise 'Suriye'de olanları görmezden gelemeyiz, orası bizi ilgilendiriyor.'diyerek hedef şaşırtıyor. Siz; Suriye hükümetine karşı makinelilerle, roketatarlarla, bombalarla mücadele yürüten Suriye'deki teröristlere arka çıkarsanız; Türkiye'deki teröriste laf söyleme hakkınız kalır mı?
Suriye'ye ABD emrinde müdahele ederseniz; birkaç sene sonra aynı gerekçe ile Türkiye'ye NATO müdahalesine nasıl karşı çıkacaksınız?
Ayıptır Sayın Gül, ayıptır. Bizim çocuklarımızın Suriyeli Müslüman Kardaşlar örgütünün militanları kadar değeri yok mu?
- - -
Sevgili okurlarım!
Kutsal Kadir Gecesi ve Ramazan Bayramı dolayısıyla bize mesaj yollayan, mektup yazan, telefon açan bütün okurlarımın bayramını kutluyorum. Onlara tek tek cevap verme imkanım olmadığı için kusuruma bakmasınlar.
İnşallah bayram ertesinde daha iyi bir Türkiye'ye uyanırız...

Rıza Zelyut/GÜNEŞ

Kaç yılda bir olur bilmiyorum. Dün iki bayram aynı güne denk geldi. Yazarlar bayramlarda okurlarıyla bayramlaşan yazı yazıyorlar. Dün yazı günüm değildi, kutlayamadım. 30 ağustos Zafer  ve Ramazan bayramınız kutlu olsun.
Gerçekten anlamlı!
Hani “olmaz” denir ya!
Rastlanmadık!
Ölçüsü bulunmayan!
Kalıba uymayan!
Zafer Bayramı’nın tarihsel olarak birinci dereceden sahipleri sayılan askerlerin bir bölümü hapisteydiler. Birliklerinin başında, tören kıtalarının önünde bayram çoşkusunu yaşamaları beklenirken yaşayamadılar.

Askerler küskündüler.
Aileleri hüzünlü...
Zafer Bayramı kırgınlık taşıyordu.
Ramazan Bayramı gösteriş saçıyordu.
İki bayramı aynı gün yaşıyorduk.
Biri gücenme doluydu.
Dargınlık yüklüydü.
Diğeri birbiriyle yarış edercesine yapılan toplu iftarların manevi iklimiyle sevinç doluydu.
Ramazan gösterişli geçmişti.
Propagandaya alet edilmişti.
Allah, kullarına; bir iftar sofrası açacağın, bir sahur yemeği sunacağın zaman dostlarını, akrabalarını, zengin komşularını çağırma çünkü onlar da seni çağırırlar, karşılığını almış olursun. Bir iftar  sofrası açtığın zaman; yoksulları, sakatları, körleri, topalları çağır; onların sana verecek bir şeyleri olmaması daha iyi çünkü sen doğru isen ve kalbin temizse kıyamet gününde zaten mükafatını alacaksın diyordu.

Xxx

Toplu iftar sofraları!
Allah sözü  dinlemiyordu.
Nüfuzlular çağırılıyordu.
Belediye başkanları!
Başbakan, bakanlar!
Bildik, tanıdık zenginler!
Baş masalarda ağırlanıyordu.
İftarda teşvikler konuşuluyordu.
Ve TV’lerden canlı yayınlar yapılıyordu. Din kurallarına göre, toplu iftar sofraları esasen hiç gösterişe çıkmadan yoksula vermek için kurulurdu.  Çünkü yoksula vermek Allah’a ödünç vermekle eş tutulurdu. Bu yıl toplu iftar sofraları rastlanmadık boyutta abartıldı.
Siyasetçi baş köşeye çağrıldı.
İbadet bu mudur?
İnanç bunun neresinde?
Sorulmadı, sorgulanmadı.
Gösteriyle iftarlar açıldı.
Yemek çeşitleri sayıldı.
Üstüne tatlılar sıralandı.
Gösterişle sofralardan kalkıldı.
Dini Bayram’a göterişli gelindi!
Milli Bayram acılara verildi.

Xxx

Ve Ramazan’a Somali katıldı.
Çokça manevi edebiyat yapıldı!
Veren el, alan el kıyaslandı.
Veren el üstündür denildi.
“Veren el, alan elden yukardadır” diye bir söylendi, iki söylendi, üç söylendi ve hemen her gün başbakan, cumhurbaşkanı, belediye başkanı, bakanlar tarafından defalarca söylendi.
Kalplere seslenildi.
Zengin olmayı bekleme!
Fakirken vermeyen.
Zengin olunca hiç veremez.
Türkiye, Somali’deki fakirlik üzerine cömertlik oklarından yağmur yağdırdı. Somali’deki fakirlik, bu cömertlik oklarının önünde eğilir ve gerisin geriye kaçar diye umud edildi. Ediliyor. .
Veren el üstündür.
Özellikle gösterişle verirsen!
İlla ki, TV’den yayınlarsan!
Dün iki bayram aynı güne denk geldi. Zafer Bayramı kırgınlık yüklüydü: Uyandırdığı duygu buydu. Ramazan, “veren el….” cömertliğiyle sevinçlerle gelmişti. Bu yıl ramazan çok sevildi fakat Bektaşi’nin dediği gibi “madem bu kadar seviliyor, bitti diye neden bayram yapılıyor” soru işareti olarak kaldı!
İki bayramınız da kutlu olsun.

Necati Doğru

Güzel geleneklerimizden biridir, insanlarımızın bayramlarda ve özel günlerde birbirlerine hediyeler vermesi. İmkânları olanlar hem bayramların kutsallığını,  hatırlamanın ve hatırlanmanın güzelliğini, hem de karşılıklı sevgi-saygının birlik ve beraberliğimizin temeli olduğu gerçeğini hediyeler vererek pekiştirirler…
Başbakan Erdoğan’da, Azınlık Cemaat Vakıflarına kendi deyimiyle “Bayram Hediyesi” verdi. Azınlık Vakıfları temsilcileri de Başbakan Erdoğan ve eşine çeşitli hediyeler verdiler…
Başbakan Erdoğan Kanun Hükmünde Kararname ile 5737 sayılı Vakıflar Kanununa geçici bir madde ekleyerek, Azınlık Cemaat Vakıflarının 1936 yılında beyan ettikleri mallarını bu vakıflara geri verdi…
Bizim anlayışımıza göre demokrasilerde temel hak ve özgürlükler asla hediye olarak verilmez, ulufe olarak dağıtılamaz. Bu haklar, insan olmanın gereğidir ve insanın ayrılmaz parçasıdır.
Bu ülkede yaşayan ve vatandaşımız olan azınlıkların da elbette ki tüm hakları verilmelidir.
Bu konuda tüm dünyada aranan iki şart vardır; Sadakat ve Karşılıklılık İlkesi…
Yakın tarihimizde özellikle Ermenilerin ve Rumların Türk milletine yaptıkları ihanetleri unutmuş değiliz. İnşallah tekerrür etmez.
Başbakan Erdoğan;  Atatürk’ün, İnönü’nün, Bayar’ın, Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın vermediğini verdi. Tıpkı 12 Eylül Darbesinden 25 gün sonra Kenan Evren’in Amerikalı General Rogers’ın sözüne güvenerek Yunanistan’ın NATO’ ya dönmesine onay verdiği gibi… Bu izni bir söze güvenerek, bir “Aferin” uğruna vermekle Türkiye,  Avrupa Birliğine girme pazarlığındaki en büyük kozunu kaybetmişti…
Türkiye’de aklı başında kaç kişi Sayın Erdoğan’ın;  Atatürk-İnönü- Bayar-Menderes-Demirel-Özal’dan daha deneyimli ve daha ileri görüşlü olduğunu söyleyebilir ki!…
Devlet yönetiminde karşılıklı ilişkilerde mutlaka gözetilmesi gereken olgu “Ülkenin Yararı” ilkesidir. Ben bu işi yaptığım zaman ülkem ne fayda elde edecektir? Devlet adamının kendisine sorması gereken soru bu olmalıdır.
Başbakan Erdoğan’a sorulması gerekenler şunlardır;
*Böylesine çok önemli ve tüm Cumhuriyet tarihini ilgilendiren bu konuyu niçin TBMM de tüm partilerin katılacağı bir tartışma sonucu oluşacak “Ortak Akıl” ile yapmadınız?…
Yangından mal kaçırır gibi, başka konudaki bir kanunun arkasına geçici bir madde ekleyerek bu konuyu oldu bittiye getirmek için size yapılan Uluslararası baskıları lütfen açıklar mısınız?…
*AKP’nin bu jestine karşılık;
-Ermenistan’ın Türkiye topraklarında hak iddia etmesi ortadan kalktı mı?…
-Ermenistan Anayasasından Ağrı Dağının ve Doğu Anadolu’nun Ermenistan’a ait olduğu iddiası çıkarıldı mı?
-Ermenistan, Soykırım iddialarından ve her sene anma törenlerinde Türk Bayrağını çiğnemekten vaz mı geçti?..
-Ermenistan, Kandil Dağında ki 1500 adet PKK tetikçisi katilini geri mi çekti?…
-Yunanistan, Türk Kökenli Müslüman Yunan Vatandaşlarına kendi Müftülerini seçme hakkı mı verdi?
-Yunanistan, bir türlü onarmadığı ve bizim de onarmamıza izin vermediği camilerimizi, onarmaya mı karar verdi?
-Yunanistan, kapalı olan Türk Okullarının açılmasına mı karar verdi?
-Yunanistan, kapattığı Türk Derneklerinin açılmasına izin mi verdi?
-Rumlar, Rum-Pontus İmparatorluğu iddialarından vaz mı geçtiler?
-Türkiye’de ki Azınlık Vakıflarının dini temsilcileri, Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınması için herhangi bir çalışma mı yaptılar?
-Türkiye’de ki Azınlık Vakıflarının dini temsilcileri, Avrupa Ülkelerinden PKK’ya verdikleri desteği kesmelerini mi istediler?
-Bu Bayram Hediyesi öncesi, Azınlık Cemaat Vakıf Temsilcileri, AHİM de açtıkları davaları geri çektiler mi?
Bunların hiçbiri olmadı ve olmayacak. Aksine, daha fazla hak elde etmek için Başbakan Erdoğan’a baskılar devam edecek. Sırada Heybeliada Ruhban Okulunun açılması ve diğerleri var. Onların sırası da Kurban Bayramında gelir.
Türkiye de bol bol bayram, Başbakan Erdoğan’da bu gani gönüllülük, Türkiye’de bu kadar mal olduktan sonra her bayram bir hediye paketi niçin verilmesin ki? Dağıt gitsin kardeşim, babanın malı mı!…
Halk dilinde, elinde avucundakini hesapsızca dağıtıp sonra çaresiz kalanlar için güzel bir deyiş vardır;
Ver elindekini ellere, vur k.ç.nı yerlere…

Sağlık ve başarı dileklerimle mutlu bayramlar

Rifat Serdaroğlu

Bayramlar, bir gelenektir, bir görgüdür. Bayramlarda, kişiler barışır, küçükler büyüklerin elini öper, kucaklaşır.

İnsan ilişkileri açısından son derece önemli olan bu gelenek, Türk toplumunda sarsılmayacak biçimde kök salmıştır.

Kişisel ilişkilerin bu güzellikleri yanında bugünlerde toplumsal barışa da önem verilmelidir.

Unutmayalım ki, bugünlerde dünya büyük çalkantılar içerisindedir. Ortadoğu’da önemli siyasal ve toplumsal olaylar birbirini izliyor. Mısır, Tunus, Libya’dan sonra Suriye’de karmaşa var.

Açlık sadece Afrika’da değil, Asya ve dünyanın dört bir yanında kendisini belli ediyor. Yoksulluk, yeterli beslenememek sadece Somali’de değil, Türkiye dahil birçok ülkede açıkça vardır.

Dünya bu çalkantıların yanında, henüz 2008’de başlayan büyük ekonomik krizi de atlatamadı.

2008 krizinden önceki düzeye ekonomik yönden ulaşmanın çok zor olduğu özellikle Batı basınında belirtiliyor. Dünya ekonomik krizi, liberal ekonominin büyük sarsıntı geçirdiğinin en önemli tanıklığını yapıyor. Her şeyi piyasaya bırakalım, piyasanın görünmez eli, piyasayı kendi kendine düzenler biçiminde formüle edilen liberal-kapitalist ekonomik sistem, en büyük darbeyi yemiştir.

Amerika, 1970 yılından bu yana yani 40 yıldır, her yıl 700 milyar dolar düzeyinde dış açık vermektedir. ABD, para basarak bugüne kadar ekonomik durumunu bir ölçüde idare etti. Ama artık ekonomik sıkıntı açıkça kabul ediliyor.

Buna paralel olarak, Avrupa Birliği ülkeleri de ekonomik toparlanmayı yapamıyorlar. Almanya hariç, hemen bütün Avrupa ülkelerinin ekonomik göstergeleri sorunludur. Özellikle Yunanistan, Portekiz, İspanya ve onu izleyen İtalya ekonomilerinin iyileşmeye geçişleri çok zor görülüyor.

İhracatın büyük kısmını Avrupa Birliği ülkelerine yapan Türkiye, bütün bu olumsuzlukları görmelidir. Büyük krizin gelecek bir ikinci ve üçüncü dalgası Türkiye üzerinde sarsıcı etkiler yaratır.

Kriz teğet geçiyor, teğet geçecek edebiyatı bir yana bırakılmalı, ciddi önlemler alınmalıdır.

Türkiye’nin etrafı ateş çemberi içerisindedir. Afganistan, Irak işgallerinden sonra, şimdi NATO kanalıyla Libya’ya girilmiştir. Amaç, Libya’nın geniş petrol ve doğalgaz rezervleridir.

Bütün bunlar olurken şimdi Suriye önem kazandı. “Suriye bizim iç işimizdir” sloganı, çok tehlikelidir. Suriye bizim iç işimiz değildir. Türkiye komşularıyla iyi geçinmeli, taşeron olmamalıdır.

CHP, Ankara’daki güvenlik zirvesine katılan ABD büyükelçisini işaret ederek haklı olarak “ABD büyükelçisinin bildiklerini biz bilmiyoruz” diyor. Ankara’da, ABD adına Suriye ile savaş ilişkisine girmek isteyen şahinler var.

Bütün bu gelişmelere bakınca, bayramda birkaç gün yaşanacak dinginliğin, kafalarda barış çağırımları yapmasını dilemek istiyoruz.

Alev Coşkun/Cumhuriyet

''Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz''...
Ulusal Kurtuluş Savaşı, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, 26 Ağustos 1922'de sabaha karşı verdiği emirle başlattığı Büyük Taarruz ve 30 Ağustos'ta ''Başkomutanlık Meydan Muharebesi''nin kazanılmasıyla sonuçlandı.
Atatürk, bu büyük zaferi Büyük Nutku'nda, "Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi'ni ve ondan sonra düşman ordusunu tamamıyla yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekatımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım'' diye anlattı.
Ulusun topraklarını savunma mücadelesi, 10 Ocak 1920'de İnönü mevzilerinde Yunanlarla şiddetli çarpışmaların ardından 1. İnönü Zaferi'nin kazanılmasıyla başarıya ulaşmaya başladı.
20 Ocak 1920'de ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilirken, 5 Şubat'ta TBMM'nin gizli oturumunda Londra Konferansı'na Ankara Hükümeti adına heyet gönderilmesi ve heyetin Meclis üyelerinden oluşması kararlaştırıldı. Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, 6 Şubat'ta Ankara'dan hareket etti ve 21 Şubat'ta başlayan konferans 12 Mart'ta sona erdi.
TBMM hükümeti ile Rusya arasında 16 Mart'ta Moskova Anlaşması imzalandı. Masa üzerindeki zaferleri, meydanlardaki zaferler izliyordu. 1 Nisan'da 2. İnönü Zaferi kazanıldı. 5 Ağustos'ta Mustafa Kemal'e geniş yetkilerle ve 3 ay süreyle Başkumandanlık tevcih eden kanun TBMM'de kabul edilirken, 23 Ağustos 1920 günü Yunan ordusu taarruza geçti ve Sakarya Meydan Muharebesi başladı.
26 Ağustos'ta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın şu emri geldi: ''Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.'' O gün saat 05.30'da topçu ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruz başladı. Türk süvarileri, 9 Eylül'de İzmir'e girdi ve Kadifekale'ye Türk bayrağı çekildi. 13 Eylül'de Sakarya Meydan Muharebesi sona ermiş, düşmanın Sakarya Nehri'nin doğusunda imha edilmesiyle zafer kazanılmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle 14 Eylül'de genel seferberlik ilan edildi.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 19 Eylül'de ''Gazi'' unvanı ve mareşal rütbesini aldı. Yeni yılın başlangıcında Mersin ve Adana düşman işgalinden kurtulmuştu. Dört bir bucak Türk topraklarının düşman çizmesi altındaki esareti birer birer sona eriyordu.

Atatürk, 30 Ağustos'u anlatıyor

Büyük Taarruz'un mimarı Atatürk, Büyük Nutku'nda 30 Ağustos'u şöyle anlattı:
''...Efendiler, 26-27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustos'a kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos'ta yaptığımız savaş sonunda düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi.
Demek ki tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir'e doğru yol alırken diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir'in kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.
Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da İzmir'deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek, onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da 9 Eylül 1922'de Kemalpaşa'da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten de söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa'da bulundum. Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir Rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı.
Saygıdeğer efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi'ni ve ondan sonra düşman ordusunu tamamıyla yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekatımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım.

Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.
Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.''

Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı” adlı kitabının ilk bölümünde İttihat ve Terakki’yi, iktidarda olup da hükümeti eski devrin adamlarına bırakan tarihteki tek parti olmakla eleştiriyor ve şöyle diyor: “İttihat ve Terakki’de görüştüğüm siviller Cemal Bey’in yanında sekiz kat sarıklı hocalardı. Tevkifler, sürgünler, ip ve zindan çerçevesi içinde bana korkunç bir yeniçeri gibi görünen Cemal Bey’i biraz bu türlü ve karışık fakat genç hareketlerle az çok ilgili görmek büyük bir şeydi. Çünkü o zamanki devrimci, kırmızı Mısır fesini başına yakıştıracak (…) ve en eski Osmanlı kafalarının kalıbına dökecek kadar, şuursuzdu. 1913’te bir Mustafa Kemal, yüz yıl sonrası için bile hayaldi, fantezi romanlarında bile yeri yoktu.”
Dünya savaşı kapıdadır. Birlik ve dayanışmaya ihtiyaç vardır. Oysa İttihat ve Terakki bilinçsiz yaklaşımlar, kişisel hesaplaşma ve hırslarla bölünmüş, kendisiyle uğraşır haldedir. Savaşa Osmanlı topraklarına “Enver’land” adını takan ve müttefikine, “Sarısı kırmızıya çalan Berlin altınları” döken Almanlarla birlikte girilir. Sadaret kalemi kâtibi olan, Tanin’de yazan genç gazeteci Falif Rıfkı da yedek subay olarak Cemal Paşa komutasındaki Dördüncü Ordu karargâhına atanır.
***
Genç zabitin Zeytindağı’nın tepesinden gördüğü manzara şudur: Lut Denizi, Gerek Dağları, Kızıl Deniz’in sol kıyısı, Hicaz ve Yemen. Ne var ki Osmanlı, fethettiği bu topraklardaki halkların kültürlerine, dillerine, ticaret ve ekonomilerine egemen olamamıştır. “Buraları ne sömürgeleştirebilmiş ne de vatanlaştırmıştık. Ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idik.” Bürokrasi bile Arap’tır. Halep’ten öteye ne Türk kâğıdı, ne Türkçe ne de Türk geçebilir! Zaten Rumeli kaybedildikten sonra Suriye ve Filistin de bizim değildir. Çünkü, “çölde menfaat ve kuvvetten başka bir şeyin hüküm sürmesi mümkün değil”dir. Din sömürüsü de had safhadadır. “Mukaddes cihad, Osmanlı, Allah ve peygamberler hepsi birbirine karışmış”tır. “Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarı, Kudüs dini oyunlaştırmış Garp tiyatrosudur.”
Hengâme çok geçmeden kızışacak, emperyalistler paylaşım kavgasına tutuşunca Arap çeteleri ve “Peygamber torunları Ravza’nın yeşil kubbesine kurşun atacak” İstanbul, telaş içinde yoksul Anadolu gençlerini çöle sürecektir. “Arap kesesine Alman altını, kursağına Anadolu rızkı akıtılacak, yoksul bedevi ateş çemberi içinde bir hurma kurusu bile bulamayıp derisi iskeletine yapışmış ölürken, Türk askerleri, iskorpitten çürüyüp düşen dişleri ve ağız yaraları içinde, kavrulmuş çekirge çiğnemeye çalışarak, Ebubekir’in, Ömer’in ve Muhammed’in sandukalarını savunacaklar”dır!
***
Sekiz cephede destanlar yazmış bu asker, mütarekeye kadar, “Kalbini dökmeye dili olmayan bütün kahramanlar gibi kanını döktü”, cesur adamlar gibi vuruştu. Ama Almanların durduramadığı İngilizler Kudüs’ü aldılar ve Gazze savunma hattının çökmesi ile art arda düşen Şam, Halep, Hatay boyunca Osmanlı ordusunu kovalayarak Anadolu’ya saldırdılar. Cemal Paşa, “Kumar oynadık ve kaybettik” diyordu. “Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeliydik!”
***
Mustafa Kemal’e de “Savaşmak için paramız yok” denmişti. Cevabı, “Bu millet istiklalini ödeyemez” oldu. “Nesi var nesi yoksa verecektir!” Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan… Hepsini böyle ödedik…
Falih Rıfkı’nın bugüne de ışık tutan, ibretle okunacak anılarını okumadınızsa, hemen okuyun ve üç ayrı sesten, Şebnem Ferah, Safiye Ayla ve Şivan Perwer’den Yemen türküsünü dinleyin…
Zafer bayramınızı candan kutlarım!

İnci Aral/Cumhuriyet

25 milyon Fenerbahçe taraftarına 2011 yazını ve bayramı zehir eden cehennem kaosu tüm hızıyla sürüyor. Biz yine de herbirinize “mutlu bayramlar” dileyerek yazımıza başlayalım!
Olay bir yandan her an medyada dalgalanıyor, bir yandan da internette büyük “harp” (!) var. Bazı G.Saray ve Trabzonsporluların Fenerbahçe’yi medyada savunuyorum diye benimle didişmeleri, Sarı-Lacivertlilerden gelen destek ve siyasi düşmanlarımın karşı saldırılarıyla günlerdir Twitter’da ülke trendlerinin zirvelerindeyim! Gerginlik had safhada! İnsanlar birbirini aşağılamak için her iftiraya, sataşmaya, saldırıya tenezzül ediyorlar.
Hafıza tazeleyelim: 1988’de G.Saray o büyük Neuchatel krizini yaşamıştı. 5-0 kazandıkları, 0-3’ün rövanş maçından sonra aldıkları disiplin cezası ile elenmek üzereyken tek can simitleri Ali Şen’di. G.Saray’ın yaşadığı kriz karşısında duyarsız kalamayan ünlü başkan, önce İtiraz Kurulu Başkanı’nın yaşadığı İskoçya’ya, hemen ardından da İsviçre’ye giderek yıldırım operasyonu ve köklü ilişkileriyle kâbusu bitirivermişti. Turgut Özal’dan Caucescu’ya, UEFA üst yetkililerinden gözlemcisine kadar herkesi de devreye sokmayı başararak! Sonra dönüşte ne mi oldu? G.Saray Başkanı Ali Tanrıyar havaalanı apronunda Şen’i karşıladı, Florya’ya kokteyle götürdü ve orada alkışlarla altın G.Saray rozetini kendisine taktı. G.Saray’ın Avrupa başarıları, ki hepsine çok içten sevinmişimdir, böyle bir Fenerbahçe katkısını da içeriyor. Şen olmasa G. Saray o yıl Avrupa’da yarıfinal oynayamayacaktı. Bu tarihi hatırlatmaları, Alp Yalman ve Faruk Süren’den de herkes kontrol edebilir. Şen birkaç yıl sonra tekrar F.Bahçe başkanı olduğunda, Ali Sami Yen’de küfürlerle karşılanıp farklı bir teşekkür (!) daha almıştı, ama neyse bunu da geçip son iki aya bakalım.
3 Temmuz’dan bu yana geçen süreçte, TFF krizi rahatlatmak için sorumluluk aldı. Kulüpler Birliği toplandı ve oybirliğiyle Fenerbahçe’ye destek olma kararı çıktı. Soruşturma sürüyordu. Lig zamanında başlayacaktı. Sonra G.Saray’da bir iç tartışma yaşandı. O ilk toplantıya G.Saray adına katılan Ali Dürüst’ün yapıcı tavrı gitti, yerine “Bu iş örtbas edilemez” diyerek krizi derinleştirmeye karar vermiş bir “ezeli rakip” geliverdi! TFF sarsıldı, kriz tescil edildi, lig ertelendi. Sürecin diğer bir kritik virajında 15 Ağustos’ta Mehmet Ali Aydınlar, iddianamenin bekleneceğini ve savunma hakkının kutsallığını hatırlattı, Avrupa için bildirilen takımların tescil gördüğü tekrar vurgulandı. Akabinde G.Saray tekrar bunun böyle geçiştirilemeyeceği, kangren kolu kesmek gereği gibi bir söylemi öne süren sert bildirisiyle yarattığı parazitlere bir yenisini ekledi. “Müzmin muhalefet”in yeni hedefi, TFF’yi Fenerbahçe aleyhine kararlar almaya itmekti. Kararsızlığını her an belli eden TFF bu baskıyla boğuşurken üzücü “muhbirlik” olayları gelişti. Koskoca TFF, “Bizi FIFA’ya, UEFA’ya jurnalleyen kulüpleri unutmayacağız” diyerek G.Saray’ın bu akıl almaz tavrına tepki verdikten iki gün sonra göstermelik müfettiş ziyareti ile o ağır ceza geliverdi. Fenerbahçe Başkanvekili Nihat Özdemir’in ilk tepkisi “Şimdi mutlu musunuz Sayın Başkan?” diye Ünal Aysal’ı aramak olurken Aysal tersini anlatmaya çalıştı ama tabii başaramadı! Zaten birkaç gün önce başka bir kritik tetikçinin, G.Saraylı “eski Alman istihbarat ajanı” olarak bahsedilen (!) Talip Doğan Karlı olduğu ve onun Fenerbahçe’ye çelmeyi resmileştiren, müfettişi getirten kapsamlı (!) dosyayı UEFA’ya ulaştırdığı ortaya çıktı ve bunu da zaten kimse inkâr etmedi.
Gerisi malumunuz: Fenerbahçe’ye yapılan yargısız infaz, milyonların yaşadığı şok, yerlerde “süründürülen”, parasızlıkla boğuşan bir kulüp belirsizlik içinde kilitlenmiş bir kaos…
Fener-G.Saray dostluğu için çok emek vermiş bir insanım. Ama böyle bir “karşılık”, o 1988 jestinden sonra, rakibin zora düştüğünde nasıl verilir, anlamak imkânsızdır. Bugün yaşanan futbol krizinin bu noktalara gelebilmesinin ardında, G.Saray’ın durduğu yerde kendini “taraf bir savcı” rolüne sokması ve işi büyütmek için yaptığı perde önü ve arkası hamleler vardır! İddiaların doğru veya yanlışlığına, Sarı-Kırmızılılar değil yargı karar verir. Ne Süren, ne rahmetli Canaydın, ne Polat, ne Yalman, tecrübeli hiçbir başkan dostluğa böyle ihanet etmezdi. Bu üzücü tavır büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır ve işin kötüsü Galatasaray artık bu lekeyi temizleyemez de… Tarih unutur mu? Bilmem, belki 30 yıl sonra bir başka kuşak gelir, bir pişmanlık yasası çıkartmaya çalışıp özür diler. Çeyrek asır arayla benzer yaşamsal UEFA süreçlerinde iki ezeli rakibin kayıtlara geçen çook farklı (!) tavrı ne yazık ki ortadadır…

Bedri Baykam/Cumhuriyet

Selam arkadaşlar, hoşbulduk, hoşbulduk... Tam bir yıl beklediğim tatilin bu kadar çabuk bitmiş olduğuna inanamıyorum ama her gittiğim yerde “yazılarınıza niye ara verdiniz” soruları ve “sizi özledik” iltifatlarının ‘bu kadarı bile sana fazla’ duygusu verdiğini söylemem gerekiyor.

Gerçekten de, ekrandan uzaklaşmasının üstünden bir yıl geçmesine rağmen tv programıma da hala aynı ilginin, hatta daha fazlasının gösterildiğini ve onun yanında çok büyük bir özlemin oluştuğunu görmek beni gururlandırıyor, onurlandırıyor. Okurlarımın ve izleyicilerimin girdiğim her restoranda, mağazada, iskelede, yürüyüşte ve dahi İstanbul, Bodrum, Dalaman, Londra Heatrow havaalanlarında beni gördükleri anda yanıma gelerek gösterdikleri sevgi unutulmaz tatil anılarım arasında yerini aldı.

İtiraflar!

Şimdi bir samimi itirafta bulunacağım size. İtiraf deyince oturduğunuz yerde nasıl da dikleşip dikkat kesildiniz değil mi, bayılırız itiraflara azizim... Hele de benim gibi ketum ve kendine ait bilgi vermekten hoşlanmayan birinden gelecekse... İşte beklenen an; itiraf edeyim ki artık Türkiye’de köşe yazarlarının, gazetecilerin yaptıkları işten keyif almadıkları, yazacakları her cümleyi “acaba bundan olay çıkarılır mı, bir dert açılır mı” diye bin kez düşündükleri bir dönemdeyiz ve bu nedenle de ben bir an önce işimin (hem de aşkla bağlı olduğum işimin) başına dönme isteğini eskisini gibi duymuyorum.

İkinci itiraf; artık icraatların, gelişmelerin “en açık şekliyle eleştirilemediği” ortada olduğu için, ne gazetelerden ne tvlerden olayların “otosansür”süz halini öğrenemediğimiz için, en ciddi sorunlar bile pembe gözlükle verildiği için ülkede tartışacak hiçbir sorun da kalmamış gibi.. Herkes ya Fenerbahçe olayına sarılıyor (ki önemsiz olduğunu kastetmiyorum) veya eleştirmesi kolay ve sakıncasız ne varsa ona. Kısacası; memleketin falına bakılmışken fal açmanın anlamı kalmamış. Amma velakin varolan malzeme kadarını yazacağız tabi... Şunu da söyleyeyim, insanlar tatil yaparken bile üç kişi bir araya gelseler konu hemen siyasete dönüyor, kaçmak imkansız.

En çok duyduğum şeyler arasında Somali’ye yardım yapılması güzel ama herşeyi abartmamız şart mı? Kendi yoksul çocuklarımız, yoksul şehit ailelerimiz varken Somali’ye yol, hastane, vs. yapmak bize mi düşüyor? Bu işleri daha zengin ülkelere bıraksak olmaz mı” tepkisi vardı örneğin...

Operasyon ne işe yaradı?

Şu anda denizin ortasında, bir arkadaşımızın tatil için bize sunduğu teknesinde, ıssız bir adada çok sevdiğim cırcır böceği şarkılarını dinliyorum. Arada bir kaç gün gazeteleri bile inceleyerek okumadığım oldu (gazetecinin üçüncü itirafı) ama olayları gözden kaçırmadım elbette ve aralıksız süren şiddet haberlerini, cezaevindeki gazetecilerle ilgili suçlamaları görmek bile “güzel bir ortamın tadını yeterince almamaya” yetip artıyor maalesef.

Dün “teröristlerin patlattığı mayın sonucu” verdiğimiz son 3 şehidin ailelerinin Bayram arifesinde yaşadıkları ve bundan sonra yaşayacakları acı içime oturdu, Allah onlara sabır versin ama buna yürek dayanmaz artık.

8 şehit, 11 yaralının olduğu terör saldırısından sonra günlerce “Kandil’e görülmemiş operasyon, terörist yuvaları dağıtıldı, teröristler etkisiz hale getirildi” haberleriyle yürütülen operasyon neyi halletmiş oldu acaba? Duruma bakılırsa teröristler hala “etkisiz hale getirilememiş şekilde” hain saldırılarını sürdürüyor, Kandil dağıtıldıysa, Öcalan‘ın avukatlarına “kuryelik yapmamaları için” yasak konduysa bunlar emirleri kimden alıyor? Sınır ötesi operasyon yapılırken sınırın içinde her köşede istedikleri düşmanlığı pervasızca yapmayı nasıl sürdürebiliyorlar? Daha kaç ay, kaç yıl ve kaç şehit haberi geçecek terörü bitirmek için?

Şık ve Şener terörist mi yani?

Bir yanda gerçek teröristler özgürce cirit atarken, İmralı’daki baş terörist ile “devlet” kimliğindeki kişiler görüşme yaparken, öte yanda ülkenin Nedim Şener, Ahmet Şık, Mustafa Balbay, Soner Yalçın gibi başarılı, tanınmış gazetecilerinin aylar-yıllar boyu cezaevinde “mahkumdan farksız” yaşatılması yeterince büyük bir çelişki zaten. Şimdi Şener ile Şık hakkındaki soruşturma tamamlanmış, iddianame hazırlanmış.

Bu iddianameye göre ikisinin tutuklanma nedeninin de “gazetecilik faaliyetlerinden, yazdıkları kitaplardan” dolayı olmadığı iddia edilmiş oluyor. Zira “terör örgütüne yardım etmek” suçundan 7.5 yıldan 15 yıla kadar hapisle cezalandırılmaları isteniyormuş. Haberi okuyan ve onların çalışmalarını izlemiş olan kim inanır buna? Onlar gibi demokrat görüşlü olduğu bilinen aydın gazetecilerin “herhangi bir terör örgütüne” yardımcı olmaları, bunu herşeyden önce kendi içlerine sindirmeleri mümkün müdür?

Ortada bu kadar gözle görülür bir durum varken ve henüz böyle bir örgütün varlığı bile kanıtlanmamışken bu tür bir iddia “suçsuz olduğunu bilen” insanlar için nasıl büyük bir cezadır düşünebiliyor musunuz? Her olumsuz gelişmeyi de sineye çekmeye alışan bir toplum olduk ama nereye kadar?
Şener, Şık ve onlar gibi güvenilir gazetecilerin “bir şekilde terörle ilişkilendirilmeleri” alışılacak ve sineye çekilecek bir durum değildir. Ama referandumdan sonraki yargı operasyonları sonucunda acaba tepki gösterilecek “özgür bir yargı”, korkmadan iddianame hazırlayacak savcı, karar verecek hakim kaldı mı, şimdi düşünülecek tek soru bu artık!
Ruhat Mengi/VATAN

İslam dünyası içindeki ırk-mezhep-aşiret çatışmalarında, İslam inançları, gelenekleri bağlantılı kutsal günlerde, ramazan ve bayramlarda, barışın gözetildiği yılları yaşamıyoruz… Her yeni yıla, bir öncekinin beteri kanlı çatışmalarda kesintisizlikle giriliyor. Daha da kötüsü, kutsal günlerdeki barış beklentilerini, düşmanı(!) gafil yakalamak üzere fırsat bilenlerde artış yaşanıyor… Ya da çatışmalardaki çaresizlikle atbaşı vahşetin tırmanışı, her tür inancı, insani kaygıyı köreltiyor…

Bizde hafta sonu ile eklemlenmiş resmi bayram tatili başladıktan sonra en kanlı taze haberlerin Irak ve Libya’dan gelmekte oluşunun üzerinde düşünülmeli… Her ikisinde de Müslümanların egemen olamadıkları zengin kuzey dünyasının siyasi iktidar iradeleri ile alınmış kararlarla, çok önemli iki petrol üretim yatakları üzerindeki ülkelerin yönetimlerine, insan hakları-demokrasi(!) adına, BM kararları ile ilişkilendirilmiş, birinde doğrudan ABD koordinasyonunda, diğerinde NATO askeri gücü ile ortak müdahaleler söz konusu… Emperyal çağın insani boyutları çok tartışılan “liberal müdahalecilik” kavramı üzerinden, ikisi arasında, ortak amaç için aslında çok anlamlı strateji farklılıkları gündemde…

ABD’nin terör travması 11 Eylül’ü üzerine “terörle yerinde mücadele, demokrasi getirme” adına gerçekleştirilen Afganistan, Irak askeri işgallerinin büyük ganimet getirisi çok kısa süre için geçerli olmuş, milyon üstü o ülkelerden insanın canına mal olan kanlı işgallerin üzerine, iç savaş içeriği giderek ağır basan kaos, bataklık üremişti… Sonunda zengin kuzey dünyasının kâbusu, büyük piyasalar krizinin hâlâ boyutları, süresi bilinemeyen sonuçları ile… Doğrudan askeri güçle işgal stratejisinin, asla Iraklılar, Afganlıların dramları, insan hakları kaygıları ile gündeme gelmeyen, savaşın içinde bedeli ödeyen taraf olmayla bağlantılı, pabucu hızla dama atıldı… Afganistan, Irak işgal edilmeden, ABD merkezli düşünce kuruluşlarının ürettikleri stratejilerle, masa başında yapılan hesaplar arazide uygulanırken, örneğin Saddam’dan gördükleri kötülükler nedeni ile ABD yandaşı kabul edilen Iraklı Şiilerin işgal süreci içinde, iç savaş koşullarında İran’a yaklaşacakları hesaplanamamıştı… Ya da ırklar-mezhepler-aşiretler-cemaatler üzerinden, demokrasi ve özgürlükler adına siyaset üretmenin, yoksul İslam dünyasında, yoksullukta en altta kalmama güdüsüyle nasıl da en ilkel güdülere açık, insanlık dışı bir çatışmaya dönüşebileceği öngörülememişti…

***

ABD, AB eksenli zengin kuzey dünyası, çokuluslu şirketler çıkar ağı.. kendi sorunları, somut koşulları bağlantılı durumu çok çabuk kavradılar. Yarattıkları kaos, bataklığın içinden çıkmanın yollarını hızla arayıp, uygulamalarını başlattılar. Bush-Obama iktidar değişimini tümden söz konusu strateji değişikliklerine kendileri oturtuyorlar. BM kararları bağlantılı, NATO’nun devreye girdiği daha esnek müdahaleler de bundan… Uçaklarla silahlı müdahale yine varsa da Irak’ta doğrudan ABD eksenli askeri silahlı işgal gücünün yolunu açmak üzere, Libya’da direnişçi muhaliflere para-silah yardımı tabii ki işin doğasında var. Ama artık dışardan olanların tümünden sorumlu zengin kuzeyin askeri işgal gücünün yerine, ülke vatandaşı, iç savaşın tarafı direniş güçleri sorumluluk almış oluyorlar. Başardıkları oranlarda iç savaş ganimetlerinden, iktidar gücünden paylarını alacaklar… Zengin kuzey dünyası elbette iktidarsız kalmayacak benzeri ülkelerde, sonunda iktidarda olacaklarla çıkar birliği yaparken, daha az bedel ödemeyi öngörüyor…

Zengin kuzey dünyasının medyasından çok daha tek sesli, sahibinin sesi bizim medyadaki çoğunluk yorumlama cümleleri, noktası, virgülü ile birbirinin aynı haberlere bakılırsa bayrama gireken Irak’ta yaşanan, 29 can alan bombalı saldırı, daha önce benzerleri yaşanan Sünni-Şii çatışmasını sil baştan hortlatabilir… Libya’da Kaddafi’nin işi bitmiş gibi, ancak 50 bin tutuklunun canları üzerinden birbirinden ürkütücü kara senaryolar yazılıyor. Doğrusu söz konusu haberler görüntülerle de desteklendikçe inandırıcılıkları artıyor. Ancak kimi art niyetle sitelerde de olaylar, görüntü mekânlarına ilişkin gerçek gibi pazarlananların tam tersi iddialara da yer veriliyor. Geçmiş Irak işgali günlerinde, sonradan ortaya çıkan yalan senaryoları anımsayınca insan kuşku duymadan da edemiyor…

Suriye’den Başbakanımızın da içinde olduğu açıklamalar ile Esad diktatörlüğü uygulamalarına ilişkin senaryolar aynı doğrultuda çakışınca “bizim iç işimiz” doğrultusunda duygulara ister istemez güç kazandırılıyor… Bizim Müslümanlara rol model olma güdülemesiyle, komşu, kardeş, laik-demokratik ülke olmaktan doğan sorumluluklarımız, konumumuz, komşularımızla sıfır sorun stratejlerimiz.. bir güzel rafa kalkıyor… Türkiye, emperyal ganimetler uğruna, İslam dünyası içinde, ahlak dinlerinin felsefesinde yeri olmayan, insanlık dışı bir ırklar-mezhepler-aşiretler-cemaatler üzerinden iktidar, iç savaşlar batağına çekiliyor… Kansız bayramlar dileği ile…

Şükran Soner/Cumhuriyet

Yeni Osmanlı kafasıyla Kurtuluş Savaşı’nı kutlamak nasıl bir duygu?

Rastlantıya bakın ki bugün iki bayramı birden kutluyoruz.

Bundan 89 yıl önce Başkomutan Mustafa Kemal komutasındaki Türk Ordusu emperyalist güçlerin Anadolu’ya soktuğu tetikçisi Yunan ordusunu bugün bozguna uğratmıştı.

Yeni devletin habercisi 23 Nisan 1920’de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iradesiyle başlatılan Kurtuluş Savaşı zaferle bitmiş ve Türk ulusu “makûs talihini” yenmişti.

Ardından kurulan Cumhuriyet’le ve devrimleriyle Yeni Türkiye dünyadaki yerini almayı başarmıştı. Tıpkı Avrupa’daki hanedanlar gibi Osmanlı hanedanı da çökmüş ve Çağdaş Türkiye ortaya çıkmıştı.

Aradan 89 yıl geçti. Bugünkü halimize bir bakalım.

Demokrasinin, çağdaşlığın simgesi laiklik ilkesi ayaklar altında, gücünü Cumhuriyet ilkelerinden ve devrimlerinden alarak bugün iktidara gelen siyasi kadro bunu inkâr halinde.

Yeni yetme sözde demokratlar Atatürk devrimlerini ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini alaylı biçimde ağızlarında sakız etmiş, genç neslin beynine kötülük aşılama yarışında.

Çağdaşlık, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ayrımcılığa karşı olma kavramları ayaklar altında, sunulan yeni proje ise daha büyük binalar, teknolojinin gelişmesi sayesinde kolay elde edilebilir oyuncaklar, köşeyi dönme edebiyatı, duyarsızlık, ilgisizlik, kendi postunu kurtarma çabası ve hiç düşünmeden, sadece biat ederek Atatürk ve Cumhuriyet devrimlerine küfür etme.

Çok da başarılı oldular bunda. Aymazlar “Atatürk cumhuriyeti kurarken halka mı sordu?” diyecek kadar kendinden geçmiş şekilde Türkiye’ye saldırırken, halkın önemli bölümü de “bana ne” tavrında. Daha büyük başarı olur mu?

Türkiye dönüşüyor, değişmiyor, gelişmiyor.

Evet binalar yükseliyor, çok güzel yollar yapılıyor, hızlı trenle 5 saatlik yolu 1 saatte alıyoruz, her şeyimiz otomatik oldu. Ama ya zihinler, yaşam biçimleri, demokrasi ve hukuk konusundaki asla kaybetmememiz gereken değerler?

İşte bunlar yok ediliyor, beyinler yıkanarak, zihinler kirletilerek imha ediliyor. Bir de “Yeni Osmanlı” modası çıkardılar.

Neymiş, Türkiye bölgesindeki en önemli stratejik güç oluyormuş. Suriye’ye, Mısır’a, Libya’ya, Irak’a biz önderlik ediyormuşuz. Taa Somali’ye kadar gidiyor, yardımda bulunuyormuşuz.

Bu “Yeni Osmanlı Ruhu”ymuş.

Söylemlerinden demokrasi ve hukuku, insan haklarını düşürmeyenlerin öykündüğü şey aslında “hanedan kalıntısı”ndan başka bir şey değil. Demokrasinin olmadığı, hukukun padişahın iki dudağının arasında olduğu, ayrımcılığın şiddetle uygulandığı bir sistem şimdinin “yükselen trendi” olarak sunuluyor.

Demokrat olduğunu, askeri vesayete karşı çıktığını söyleyenler halkı “imparatorluğun askeri zaferleriyle” uyutmaya çalışıyor.

Ama asıl arkadaki düşünce Osmanlı’nın bir “din devleti” olmasıdır ki, işte “Yeni Osmanlı Ruhu” diye dayatılmaya çalışılan budur. Türkiye’nin demokrasiye ve hukuka bağlı, Atatürk ilke ve devrimlerine gönülden inanmış, çağdaş Türkiye için her şeyini vermeye hazır olan milyonlarca insanının bu gerçeği iyi bilmesi gerekir.





*****


Ben yazınca kızıyorlar, kendileri yapınca iyi oluyor

Somali şovunun başladığı günlerdi. Bir okurumun uyarısıyla “Somali’ye yardım eli uzatmamız çok iyi. Ama diğer İslam ülkeleri neden hiç kıpırdamıyor. 7 yıldızlı oteller yapmak, dünyanın en yüksek binalarını dikmek olsun da, biraz da buraya bakın” diye yazmıştım.

Belli bir zihniyetin hedefi olmuştum. Mesaj yağmuruna tutmuşlardı. “Müslüman bir ülkeye yardım eli uzatmamızı neden hazmedemiyorsun, iktidarın her yaptığına neden karşı çıkıyorsun” türü “düzgün” mesajların yanı sıra çok sayıda küfür ve hakaret dolu mesaj da almıştım.

Aldırmadım tabii, bu zihniyeti iyi tanıyorum.

Ama şimdi bakıyorum da Somali şovu öncesi yazdığım bu küçük yazı yandaş medyanın manşetlerini süslemeye başladı. Birkaç gündür eski adı İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) yeni adı İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) olan örgütün Somali konusunda neden kılını bile kıpırdatmadığı sorgulanıyor bu medyada. “Burası yan gelip yatma yeri değil, İİT’nin yeniden yapılanması gerekir” diyorlar.

Tabii anladığım kadarıyla Türkiye “Yeni Osmanlı Ruhu”yla bu örgüte de ayar vermek istiyor. Merakım şu ki, acaba bu yazıyı yazdığımda bana küfredenler şimdi biat medyasına da aynı küfrü ediyorlar mı?





*****


Lütfi Arıboğan’ın rolü

Fenerbahçe ile ilgili kararlar artık taraftarlık, takım tutma, fanatiklik ya da spor olayı olma niteliğini aşmış durumda. İlk günlerin telaş ve heyecanı giderek azalıyor, ama bu kez ortaya oynanan büyük bir oyunun sahneleri çıkmaya başlıyor.

Önümüzdeki günlerde Fenerbahçe olayını çeşitli açılardan değerlendirmeye çalışacağım. Önyargıları, taraftar olma boyutunu, kimi dedikodu ve spekülasyonları arındırıp gerçeği ortaya çıkarmak zorundayız çünkü.

Bugün kafama çok takılan bir noktayı yazmak istiyorum. Federasyon neden paniğe kapıldı, kendini de yok etme pahasına UEFA’ya boyun eğdi?

Diyelim ki UEFA Fenerbahçe yüzünden Türkiye’ye 8 yıl ceza verileceğini söyledi, o halde neden hâlâ Fenerbahçe’nin ligde kalıp kalmayacağı konusunda bir karar alınamıyor?

Bu noktada gözler başkandan sonra Futbol Federasyonu’nun en önemli ismi Lütfi Arıboğan’a çevriliyor. Arıboğan neden UEFA’ya gitti, ne konuştu? Arıboğan İstanbul’a gelen UEFA yetkilisi Pierre Cornu ile gün boyu neden hep baş başa kaldı, neleri görüştü? Fenerbahçe ile ilgili UEFA tarafından alınan kararda Arıboğan’ın söyledikleri etkili oldu mu? Arıboğan Fenerbahçe yerine Trabzon’un Şampiyonlar Ligi’ne alınacak olması üzerine “O takım hakkında da soruşturma var, başkanı sanık durumunda, peki mahkûm olurlarsa Fenerbahçe yüzünden başımıza gelecek olan bu kez gelmeyecek mi?” diye sordu mu?

Kafalar karışık tabii, umarım Arıboğan gibi bir isim kötü bir oyunun aktörlüğüne soyunmamıştır.





*****


Dinleme çeteleri PKK’yı da dinliyor mu?

Dün yazdığım “Türkiye artık dinleme çetelerinin kontrolünde” yazım hayli ilgi toplamış. Yazıyla ilgili pek çok mesaj ve yorum aldım. Bazı TV’ler ve internet siteleri de yazıya geniş yer verdi. Tabii biatçı kafaların “içerik de içerik” diye tutturup “Kepazelik ortaya çıkıyorsa bırakın herkes dinlensin” gibi son derece demokratik (!) tepkilerini de ihmal etmemek gerek.

Ancak Genelkurmay bile dinlenirken son iki ayda 50’ye yakın askerimizi şehit eden PKK ile ilgili tek bir dinleme, teknik takip, izleme deşifresinin medyada yer almaması da çok dikkat çekiyor.

Acaba herkesi dinleme yeteneği olan bu çeteler PKK’yı dinleyemiyor mu?

Buna teknolojileri mi yetmiyor yoksa kasıtlı olarak mı izlenmiyor ve eylem yapmasına izin veriliyor?

Pek çok kişinin ortak merakı bu..

Cumhurbaşkanı nihayet Başkomutan olduğunu hatırladı. Bütün üniformalılar terörist diye hapse atılınca sivil cumhurbaşkanı üniforma giymek zorunda kaldı tabii. (C. A.)
Can Ataklı/VATAN

Sinemaseverler, Hollywood’un hukuk temalarına ne kadar meraklı olduğunu bilirler.
Hukukun üstünlüğüne vurgu yapan bu filmler, ırk ayrımı, kadın-erkek eşitsizliği, yoksul-zengin farkı, gençlik sorunları, ölüm cezası, savaş suçları, ekonomik sistemin getirdiği suçlar, psikolojik bozukluklar, evlilik, tecavüz, cinnet, katliamlar gibi pek çok konuyu da ele alır.
Birçoğu yalnızca bir mahkeme salonunda geçen bu filmlerin en önemli özelliği hukuk sistemini tartışması, hukukun açıklarını, toplumsal bir tartışma zeminine getirerek adalet kavramını farklı bakış açılarıyla irdelemesidir.
“12 Öfkeli Adam”, “Nürnberg Duruşmaları” klasikleşmiş filmler arasındadır.
Daha yeni dönemde Amerikan hukuk sistemini ele alan en ünlü iki film de Tom Cruise’un başrolünü oynadığı 1993 tarihli Sydney Pollack film “Şirket” ve Coppola’nın 1997’de çektiği “Rainmaker-Yağmurcu” filmleri…
***
Deniz Feneri davasındaki savcılarla ilgili son gelişmeler tartışılırken televizyonlarda “Yağmurcu” oynuyordu.
Film, tıpkı “Şirket” gibi çok satan kitapların yazarı John Grisham’ın romanından uyarlanmış.
Genç bir avukatın, bir yandan bir kadına şiddet davasıyla uğraşırken öte yandan Amerikan sağlık ve sigorta sistemiyle hesaplaşacağı iki davayı ele alıyor.
Matt Demon ve Danny DeVito gibi ünlü isimlerin yer aldığı filmin ana teması yine adalet.
Adaletin iki farklı yüzünü, bir sigorta davasıyla birlikte işliyor.
***
Adaletin iki farklı yüzü…
Bir yandan hakları koruyan, gerçeği ortaya çıkartan ve toplumsal barışı sürdüren adalet…
Öte yanda, hukuk kurallarını kendi amaçları için kullanarak, yasaların açıklarını bularak, çeşitli yollara saparak, gerektiğinde hâkimleri, savcıları ayarlayarak, paranın gücüyle tanıkları, jüriyi, hatta müştekiyi bağlayarak sürdürülen davalar.
Hukuk sisteminin istendiği zaman nasıl güç sahiplerinin elinde başkalarına karşı bir silaha dönüşebildiğini, adalet derken nasıl bir adaletsizlik sisteminin kurulduğunu anlatan bir film “Yağmurcu”.
Bu aralar televizyonlarda rastlarsanız izleyin.
Not: Uzun bayram tatilinde ben de kısa bir izin yapmaya niyetlendim. Bir haftalık bir aradan sonra görüşmek üzere, iyi bayramlar…

Kürşat Başar/Cumhuriyet

İyi bayramlar diyeceğim, ama bilin ki Türkiye’nin gerçek bilimcileri bu bayramı hiç de mutlu geçirmeyecekler. “Ne olacak şimdi” sorularını birbirlerine yöneltiyorlar, kimi çok radikal öneriler öne sürüyor, Akademi’den istifa edelim, diyeni var, önce tartışalım ve karar verelim diyen de… Kimi daha ılımlı, 2 bilimler akademisi yaratmayalım görüşünde! Üyeler bayram sonrasında toplanıp durumu tartışacaklar…
Konu, pazar günü yazdığımız gibi, Türkiye’nin en seçkin bilimcilerinin önemli bir çoğunluğunu çatısı altında toplayan Türkiye Bilimler Akademisi’nin kuruluş yasasında, hükümetin kanun hükmünde kararname ile yaptığı değişiklik.
Hükümet, Türkiye Bilimler Akademisi’ne üye atamayı kendi yetkisine aldı!
Yok yok, hepsini değil tabii, üçte birini mi desem, yoksa üçte ikisini mi!
Hükümet üçte birini kendine ayırdı, ama köktenci mi köktenci (yoo, köktendinci demedim!) bir tavırla işi sağlam kazığa bağladı ve tamamı kendi adamlarından oluşan YÖK adındaki bilimin ve üniversitelerin üzerinde demoklesin kılıcı kuruluşa da üçte bir üye atama yetkisi verdi!
Böylece TÜBA’nın işi, işlevi, kimliği üzerine bir çizgi çekti!
TÜBA’yı, AKP İktidarı Bilimler Akademisi’ne dönüştürdü!
***
AKP, dünyada olmayan türde bir bilimler akademisi yarattı böylece!
Sordum soruşturdum, bilimin vatanı hiçbir ülke yok ki, Çin dahil(!) ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya Federasyonu… Bilimler Akademisi olsun ve oranın üyelerini siyasi iktidar atasın!
Gülerler adama!
Bütün akademiler, kendi üyelerini kendileri seçerler. Üye seçilme kriterleri vardır. Ya bu kriterlere uyan bilim insanlarına öneri götürülür, ya Akademi üyeleri yeni üye önerir…
Bilimin özel doğası bunun zorunlu kılar…
Yoksa, hükümetin, yani Erdoğan’ın ve bakanlarının, bu kanun değişikliğinin altında imzası bulunan Doç. Dr. Abdullah Gül’ün bu “yeniliği”ni, bilimin şampiyonu ülkelerin hükümetleri bilmezler mi!?
Yani AKP hükümeti, akademiye üye seçimini üstlenerek, dünyaya şunu söylüyor: Ey aptal dünya, bugüne kadar hiç akıl etmediniz, bakın ben bir ilki başarıyorum, yolu açıyorum, doğru yol budur…
Zırvalığın en üst düzeyinde bir cartlak ses yankılanıyor, Türkiye’den dünyaya!
Bilim cahili bir iktidarla karşı karşıyayız!
Her şeyi ele geçirecekler ya, bilim akademisini de! Bu kararlarıyla, sadece, ülkemizde adım adım ve bin bir zahmetle geliştirilmeye çalışılan bilimin altyapısını parçalarlar!
Türkiye Bilimler Akademisi, hükümetin aldığı son kararla, bilim akademisi kimliğini yitirdi. Bu kimliğiyle, uluslararası bilim akademilerinden de atılır.
***
Şimdi şu olacak, AKP yasası gereğince:
Şu sırada Akademi, Şeref üyesi 41, Asli üye 82, Asosyal üye 17 = 140 üyeye sahip… Hükümet, Akademi’nin üye sayısını ayrıca 300’e çıkardığı için, 160 üye açığı doğdu! Ata babam ata! Akademinin kriterlerine uygun bu kadar adamı nereden çıkaracaklar?!
Bunun 53’ünü iktidar atayacak, 53’ünü hempası YÖK… 53’ünü de TÜBA üyeleri! (Etti 159, ehh bi üyeyi de biz atarız artık!)
Hükümet akademiye yeni başkan atayıncaya kadar pek bir şey yapamayacaklardır. Yeni başkan (herhalde bellidir!) ve yeni Akademi Konseyi oluşacak (3 yıldan fazla görev yapanların yerine yenileri gelecek).
Hükümet 53 üyesini atayacak, YÖK’te 53 üyesini atayacak… Arkasından, oluşacak asli üyeler topluluğu da üçte bir hakkını kullanacak ve üye sayısı 300’e tamamlanacak!
Tabii, çoğunluk böylece hükümetin üyelerinde olacağı için, Akademi’nin seçeceği yeni 53 üyenin de, yine iktidar yanlıları arasından olacağını kestirmek zor değil!
Zaten, yeni yasa, şeref üyelerinin genel kurulda oy kullanma hakkını kaldırıyor… 41 şeref üyesi, üye seçimine katılamayacak… Böylece iktidar bütün Akademi’yi bir yasa darbesiyle “ele geçirmiş” olacak.
İçine, Akademi’nin üye seçilme koşullarına uymayan Akademik unvanlı sürü sepet insan yığacak..
Beğendiniz mi?
***
Türkiye’nin bilim altyapısı, bilim kültürü yetmezliğinin sonucudur bu…
Kuruluş Yasası’yla hükümete bağlı Akademi bu kadar olur!
Biri gelir, yahu bu da ne böyle, der ve kılıcını indiriveriir!
Akademi işi bitmiştir, ruhuna el fatiha!
Ama, Zafer Bayramınız yine de kutlu olsun…
Henüz bitmeden!..

Orhan Bursalı/Cumhuriyet

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget